“Çocukken, gençken, kitaplar beni umutsuzluktan kurtardı: bu da beni kültürün en yüksek değer olduğuna ikna etti.”
Simone de Beauvoir- Yok Edilen Kadın (1967)
Stoacı olmanın, bir kişinin duygusal dalgalanmalardan arınarak metin biri olmak anlamına gelmesi yaygın bir yanlış kanıdır. Stoacılığın bu yorumunun yanlış olan tarafı, duygularımızı, hatta en acı verenleri bile, rehberlerimiz olarak düşünmeyi öğrenebilirsek, düşmanımız olmalarına gerek olmadığıdır. Bu açıkça yanlış ya da gerçek acılarla hiç karşılaşmamış bir kişinin sözleri gibi görünebilir. Ancak hayatımın en kötü krizlerinden birinde Stoacılığa ve Stoacılık sayesinde de bu varoluş düzleminde kabullenişe en yakın olan şeye giden yolu buldum.
2013’ün Eylül ayında kocam aniden hastalıkların en tuhafını geçirdi. Onu hasta olarak tanımlamak, ateş, tümörler ya da gerçekten işaret edebileceğimiz ve “bu- yanlış olan bu” diyebileceğimiz hiçbir şey olmadığı için neredeyse saçma görünüyordu. Fakat halsizlik ve yorgunluğu vardı. Hepsinden de ötesi, kafa karışıklığı vardı. Birkaç aylık bir sürecin sonunda sonunda myastenia gravis teşhisi kondu: normalde 40 yaşın altındaki kadınları ve 60 yaşın üzerindeki erkekleri etkilediği söylenen nadir bir otoimmün hastalık. Kocam ikisi de değildi, ve her şey düşünüldüğünde, nispeten küçük bir hastalıktı ve önümüzdeki 5 ila 10 yıl içinde kendiliğinden gerilemesini bekledik. Fakat hastalığın seyrine dair konulan teşhisin isabetsiz olduğu ortaya çıktı. Şükran Günü’nden iki gün önce bedeni işlevselliğini yitirmeye başladı. Bir zamanlar beni eşiğin üzerinden taşıyan adam, başını yastıktan kaldıracak güce sahip değildi. İtirazlarına rağmen 911’i aradım ve karşı çıksa da sonunda yoğun bakım ünitesine kaldırıldığı hastaneye getirildi. Ondan sonra durumu gerilemeye devam etti.
Şükran sabahı hemşireler onu yatağındaki çarşafları değiştirmek için hareket ettirirken içeri girdim. Tanık olduğum şey hayatımın geri kalanı boyunca benimle kalacak: Sevdiğim adam, evde bıraktığım bir ve beş yaşındaki çocuklarımın babası genel bir solunum yetmezliği geçirmeye başladı. Tüm vücudu patlıcan gibi morardı ve hayatını kurtarmak için acil bir entübasyon yapılırken orada durdum. Tüm vücut işlevlerini yerine getiren tüpler ve makinelerin yardımıyla ancak bir ay kadar direnebildi. Birçoğu korku dolu olsa da sağduyuya sahip olduğu anları vardı ama hiçbiri bir trakeotomi yerleştirmek için izin formunu imzalamamdan daha korkutucu değildi, çünkü bana entübe kalmasının güvenli olmadığı söylendi.
Ancak bu trakeotomi onu öldüren şey oldu. Ben onu öldüren şey oldum. Çünkü kriz bittikten sonra, tekrar yürümeye başladıktan sonra ve çocuklarıyla son bir Noel geçirmek için rehabilitasyondan eve geldikten sonra, uykusunda boğuldu. Trakeaya verilen hasar nedeniyle oluşmuş bir mukus tıkacı henüz daha hayatımızda ikinci bir şansı planlamaya başlamışken onu öldürdü.
Taziyenin ve cenazenin üstesinden, Xanax, votka ve irade gücünün fena bir kombinasyonuyla üstesinden geldim. Daha sonra yaşadığım ilk boş anda, uzun süredir mutlu olduğum yere yöneldim: Rutgers New Brunswick kampüsündeki Mabel Smith Douglass Kütüphanesi. Umutsuzca ihtiyaç duyduğum rahatlığı, sadece Phaedo‘yu okuyabilirsem ve kendimi ruhun ölümsüzlüğüne ikna edebilirsem bulabileceğimi düşünüyordum. Denemenin başarılı olduğunu söyleyemem. Ve Platon’u olması gerektiği yerde bulamamaktan çaresiz gözyaşlarımı anlamak zorunda olan zavallı kütüphaneci için hala üzgünüm. Ama beni kitapların taşındığı yere götürdüğünde, raftan çıkardığım Marcus Aurelius‘un “Meditasyonları”ydı ve o zamandan beri tüm farkı yaratan şey bu oldu.
Kitabın sayfaları o kadar basit bir bilgelik içeriyor ki bunu yazılı olarak görmem gerektiğini söylemek neredeyse aptalca görünebilirdi ama Aurelius’un “felsefenin sizi yapmaya çalıştığı kişi olmak için savaşmak” emri ihtiyacım olan savaş çığlığıydı. “Meditasyonlar”ın sayfalarında bulduğum şeyin beni yutmakla tehdit eden umutsuzluktan kurtardığını söylemenin abartılı olduğunu düşünmüyorum. Aniden dul kalmış olmam ve iki küçük çocuğun yetişkinliğe olan yolculuklarında onların yanında olmaya yeterli olmadığımı hissetmiş olmam, Aurelius’un “hayal ettiğin şeyden bunalma, sadece yapabileceğin ve yapman gereken şeyi yap” talimatında destek bulmuştu. Hâlâ çocuklarımın mezuniyetleri ya da ergenlikleri ile nasıl başa çıkacağım ya da diş tellerinin masraflarını nasıl karşılayacağım, onları üniversiteye tek başıma nasıl göndereceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bu, problemleri şimdi çözmeme gerek olmadığı konusunda bir hatırlatmaydı.
Aurelius bana olduğum yerin sadece neresi olduğunu değil, ne zaman olduğunu da hatırlattı- ve zaman zaman kendimi açığa çıkarmanın hiçbir avantajı olmadığını hatırlattı. Panik yapmayı şıp diye veya hemen o anda durdurmayı öğrendiğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Ama kendi kendime “geleceğin seni rahatsız etmesine asla izin verme. Gerekirse bugün seni, şimdiki zamana karşı koyan aynı mantığın silahlarıyla geleceği karşılayacaksın” talimatını tekrarlamayı öğrendim. Ve sahip olduğum araçları enine boyuna düşünüp, geleceğin bilinmezliklerine dair felaket senaryoları kurmaktansa bu araçların nasıl bugünün sorunlarını çözmek için kullanılabileceğini öğrendim.
Ama en büyük farkı yaratan paragraf – yıllar boyunca ölüm yıldönümleri ya da yeni dönüm noktaları beni keder dalgalarında boğmakla tehdit ettiği zamanlarda geri döndüğüm paragraf – başımıza gelenlerle ilgili oluşturduğumuz hikâyenin, nihayetinde, bize bağlı olduğunu hatırlattı. Ne kadar korkunç olursa olsun, hikayemizi bir yenilgi olarak mı yoksa tuhaflıklara karşı mucizevi bir zafer olarak mı anlamak istediğimiz bizim seçimimiz- tek yaptığımız geri dönüp tekrar ayakta durmayı öğrenmek olsa bile.
Kocamın 33 yaşında ölümünün talihsizlik olmadığını ya da iki çocuğumun neredeyse bütün yaşamlarının babası olmadan yaşamanın bir haksızlık olduğunu düşünmediğimi söylemeyeceğim ve söyleyemem. Ama dayandık, galip geldik ve kutlayabileceğimiz büyük bir servete sahip olduğumuzu görmeyi öğrendim.
Aurelius’un dediği gibi sevilen birini kaybetmek, herkesin başına gelebilecek bir şeydir. Ancak herkes bundan sağ salim çıkamaz. Yas tutuyoruz, kaybettiklerimizin de farkındayız. Ancak kazandığımız şey, ‘gerçek iyi şans, kendiniz için yaptığınız şeydir’ bakış açısıdır. Birbirimize, hayatın akıp gittiğine ve bize çıkan her neşeli anın değerli bir hediye olduğu gerçeğine daha sıkı tutunuyoruz. Ve belki de en önemlisi, ne zaman yıkılacağımıza karar veremesek de enkazdan neyi yeniden inşa ettiğimize karar verebileceğimizi öğreniyoruz.
Jamie Lombardi- “Marcus Aurelius helped me survive grief and rebuild my life”- (Erişim Tarihi: 19.05.2020) Kaynak Linki: https://aeon.co/ideas/marcus-aurelius-helped-me-survive-grief-and-rebuild-my-life
Çevirmen: Ezgi Güngör
Çeviri Editörü: Talha Gülmez