//

Marx’ın On Sekiz Brumaire’ini Yeniden Ziyaret Etmek: Dylan Riley ile Söyleşi – Daniel Denvir

Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inde yazdığı gibi “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu kendi istedikleri gibi yapmazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, hali hazırda var olan, geçmişten devraldıkları verili ve aktarılan koşullar altında yaparlar. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker.” Gerçekten de bir kabus – ve tarihsel mirasların ağırlığıyla boğuştuğumuz şu anımıza hitap eden bir kabustur. 

İçinde bulunduğumuz anla ilgili olarak özellikle çarpıcı olan, Amerikan ekonomi politiğinin birikmiş çelişkilerinin nasıl bir çıkmaza girdiğidir. Eski düzen yerinde durmaktadır, ancak doğallık, kaçınılmazlık ve kalıcılık özelliklerini yitirmiştir. 

Daniel Denvir, Jacobin Radio’nun podcast’i the Dig’de siyaset sosyoloğu Dylan Riley ile bir söyleşi gerçekleştirdi. İkili, Marx’ın On Sekiz Brumaire’deki analizini inceleyerek Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl ortası Fransa’sında devrim ve gericiliği ele alışını ve tarih hakkında geliştirdiği daha geniş teorileri araştırmaktadır. Ayrıca siyaset ve sınıf mücadelesi arasındaki karmaşık ilişkiyi ve Marx’ın Brumaire’deki içgörülerinin ABD’deki çağdaş siyasi dinamikleri nasıl aydınlatabileceğini incelerler. 

Temmuz Monarşisi ve Haziran Günleri 

Daniel Denvir: Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl ortası Fransa’sında analiz ettiği genel tarihi ve kilit grup ve kişileri ortaya koyarak başlayalım. Louis Bonaparte, Düzen Partisi’nin kralcıları, Montagne’in sosyal demokratları, Paris proletaryası, köylüler ve benzerleri var. Bunlar hakkında kısa bir bilgi verip bu kitabın ne hakkında olduğu ve neyi tartışmaya çalıştığından söz edebilir misiniz?

Dylan Riley: Kitapta neler olup bittiğini düşündüğümü söyleyeceğim ancak bir sorumluluk reddi ile başlamalıyım. Ben ne bir on dokuzuncu yüzyıl Fransa tarihçisiyim ne de özellikle Marx’ın tüm yazıları arasında belki de en zorlayıcı olan – hatta birçok açıdan Kapital’den bile daha zorlayıcı olan – bu metnin uzmanıyım. 

Bunu söyledikten sonra On Sekiz Brumaire’e yaklaşırken akılda tutmanın önemli olduğunu düşündüğüm şeylere dair genel bir fikir vermeme izin verin. Uzun on dokuzuncu yüzyılın ilk bölümünü tanımlayarak başlamakta fayda var. Brumaire’in genel bağlamı 1789 Fransız Devrimi’ni takip eden yarım yüzyıllık dönemdir – Eric Hobsbawm’ın Devrim Çağı olarak adlandırdığı 1789’dan 1848’e kadar olan dönem. Bu dönem, çalkantı ve kargaşanın damgasını vurduğu bir dönemdir. 

1848 ayaklanmalarından önce kayda değer üç dönem vardır. İlki 1789’dan 1815’e uzanan – Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşlarını kapsayan – devrimci fikirlerin Avrupa’ya yayıldığı devrimci dönemdir. Ardından Viyana Kongresi’nden Temmuz Monarşisi’nin kurulmasına kadar geçen 1815-1830 yılları arasındaki dönemde eski rejimin geri geldiği restorasyon dönemi gelir. Son olarak 1830’dan 1848’e kadar süren Temmuz Monarşisi’dir – önceki muhafazakar monarşinin yerini alan klasik bir liberal anayasal monarşi. 

Marx bu son iki dönemi sınıf dinamikleri açısından yorumlar. Restorasyonun kendisini toprak sahibi aristokrasinin bir intikamı olarak görür. Temmuz Monarşisi’ni de toplumsal temeli yüksek finansa dayanan bir burjuva monarşisi olarak yorumlar. 

Dikkate alınması gereken bir diğer husus da ilk büyük demiryolu canlanmasının yaşandığı 1840’ların arka planıdır. Avrupa demiryolu ağı inşa edilir ve 1840’ların sonuna doğru klasik bir aşırı üretim krizi ve kötüleşen ücret ve istihdam koşullarıyla birlikte keskin bir konjonktürel gerileme yaşanır. Bu, 1848 ayaklanmasına zemin hazırlayan şeydir. Marx’ın kendi siyasi evrimi de dönemin toplumsal sefaletinden derinden etkilenmiştir. Şubat 1848’de halkın çektiği bu acıların giderek arttığı bir dönemde, Temmuz Monarşisi’ne karşı yaygın bir ayaklanma patlak verir. 

Daniel Denvir: Bu olay Paris’te başladı ama tüm Avrupa’da patlak verdi. 

Dylan Riley: Aslında ilk olarak Palermo’da başlar. Ama evet, Avrupa çapında. İnsanların bahar zamanıdır – Avrupa çapında bir dizi ayaklanmadır. Hareket İtalyan, Macar, Polonya ve Alman versiyonları da dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde tekrarlanır ve Fransa, Şubat 1848 devrimiyle merkezi sahneye çıkar. İlginç bir şekilde Şubat devrimi, bazı açılardan tam da o dönemde yazılan Komünist Manifesto tarafından öngörülmüştür. 

Dolayısıyla o dönemde Fransa’daki liderliğe baktığımızda durumun Avrupa’nın her yerinde aynı olmadığını belirtmek gerekir. Avrupa genelinde 1848’in toplumsal arka planı oldukça heterojendir. Fransa’da, özellikle de Paris’te, işçi sınıfı Louis Blanc ve Auguste Blanqui gibi figürlerin öncülüğünde önemli bir rol oynamıştır. Ancak 1789’daki durumun aksine 1848 ayaklanması sırasında köylülük büyük ölçüde pasif kalmıştır. 

Bu, ayrıntılı anlatımı daha geniş teorik düşüncelerle harmanlayan On Sekiz Brumaire’de tartışılan karmaşıklıkların anlaşılması için zemin hazırlamaktadır. 

Temel zaman çizelgesi şöyledir: 1848 Nisan’ında, Şubat ayaklanmasından hemen sonra anayasal cumhuriyet diyebileceğimiz bir rejim ortaya çıkar. Bu artık monarşik bir rejim değildir ve Ilımlı Cumhuriyetçiler adı verilen bir grup tarafından yönetilmektedir. Ancak daha sonra, Haziran 1848’de başka bir ayaklanmayla işler daha radikal bir hal alır. Marx bu dönemi Haziran Günleri olarak adlandırır ve On Sekiz Brumaire için önemli bir zemin oluşturur. 

On binlerce işçinin katıldığı bu ayaklanma On Sekiz Brumaire’in ana karakterlerinden biri olan Louis-Eugène Cavaignac tarafından vahşice bastırılır. Cezayir’de sömürgecileri bastırma becerilerini geliştirmiş bir generaldir ve 1848’de aynı teknikleri işçi sınıfı üzerinde kullanmak için Paris’e geri döner. Bu durum bazı açılardan İspanya İç Savaşı sırasında İspanyol işçi sınıfına karşı gerici şiddeti serbest bırakmadan önce Kuzey Afrika’da iz bırakan İspanya’daki Francisco Franco’yu anımsatır. 

Haziran Günleri Avrupa tarihi açısından gerçekten de kilit bir andır, çünkü burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki nihai ve geri dönülmez kopuşa işaret etmektedir. Marx’a göre bu, o dönemden itibaren modern sınıf mücadelesi olarak düşünebileceğimiz şeyin başlangıcına işaret eder. On Sekiz Brumaire’in geri kalanı Fransa’daki parlamenter rejime olan toplumsal desteğin azalmasına ve Aralık 1851’de Louis Napoleon Bonaparte’ın darbesiyle nihai çöküşüne odaklanırken, işçi sınıfı bir nevi arka planda kaybolur. 

Hikayenin ilk bölümü, 10 Aralık 1848’de gerçekleşen Bonaparte’ın seçilmesidir. Bu oldukça çarpıcı bir olaydır. Bonaparte, Birleşik Devletler’in Seçiciler Kurulu sistemini saymazsak, dünyada halk tarafından seçilen ilk devlet başkanıdır. Böylece önemli bir halk desteğini arkasına almaya başlar. Ancak On Sekiz Brumaire’in büyük bölümü Bonaparte ile çeşitli burjuva muhalifleri arasındaki iktidar mücadelesi etrafında döner. Esasen, potansiyel müttefiklerinin ezildiğine tanık olan tüm muhalifler, 1848’den sonraki bu üç yıllık destanda ayakta kalan son kişi olarak ortaya çıkana kadar, Bonaparte ile yüzleşmelerinde kendilerini giderek daha yalnız bulurlar. 

Devrimci Kırılmanın Ertelenmesi

Daniel Denvir: Daha fazla ilerlemeden önce, Marx’ın analiz ettiği belirli tarihsel olayların ötesinde bu kitabın ne hakkında olduğu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? 

Dylan Riley: Ben kitabı Marx’ın kendi entelektüel ve siyasi gelişimi açısından anlıyorum. On Sekiz Brumaire’in Komünist Manifesto’dan sadece birkaç yıl sonra yazıldığını fark etmek gerçekten önemli. Marx’ın uğraştığı temel bulmaca yeterince basittir: Marx 1848’de devrimci bir kırılma olacağını öngörür – gerçi bunu yapan tek kişi o değildir. – Tahmininin tarihsel olaylar tarafından hemen doğrulandığı görülebilir. Ancak sonra Bonaparte’ın yükselişini görürüz. Bu da elbette Marx’a hem siyasi hem de teorik bir meydan okuma sunar. 

Daniel Denvir: Çünkü Fransa’daki işçiler birleşti ve Louis Bonaparte’ı yakaladılar. 

Dylan Riley: Doğru. Neden? Tarih neden tersine mi işliyor? 

Soru şudur: Komünist Manifesto’da çok parlak ve özlü bir şekilde açıklanan toplumsal gelişme şeması, neden bu durumda geçerli değil gibi görünmektedir? Marx’ın burada uğraştığı bulmaca budur. Bu soruyu yanıtlarken On Sekiz Brumaire’in tam olarak tutarlı olmadığını ancak sürecin ne olduğuna dair birkaç farklı öneri sunduğunu düşünüyorum. Bence bu önerilerden çıkarabileceğiniz iki ana şey var. 

Bunlardan birini hızlı bir okumada gözden kaçırmak kolaydır. Marx’ın analizini dikkatle okursanız Fransız ekonomi politiğini tam olarak nasıl anladığı pek açık değildir. Belki de Marx’ın bakış açısından sorun, Fransız toplumunun bazı önemli açılardan az gelişmiş olmasıdır. Büyük bir köylülük vardır. Burjuvazinin kendisi bile devlete bağımlı, rant peşinde koşan bir tabakadır. Bu, Komünist Manifesto’daki burjuvaziye pek benzemez. Komünist Manifesto’da tasvir edilen burjuvaziden bu ayrışma, işçi sınıfını izole etmekte ve Fransız burjuvazisini temsili bir devlet kurma yönündeki tarihsel misyonuna ihanet etmeye yatkın hale getirmektedir. Bu tarihsel faktörler Fransız işçi sınıfının tecrit edilmesine yol açmaktadır. 

Bir başka ders de sınıf ittifaklarının önemidir. On Sekiz Brumaire’e gelindiğinde Marx, Komünist Manifesto’daolduğundan çok daha stratejik bir şekilde siyaset üzerine düşünmektedir. Ve işçi sınıfının etkili bir siyasi güç olarak ortaya çıkabilmesi için kendi çıkarlarını ulusun ortak çıkarları olarak ifade etmesi gerektiği gerçeğinin ortaya çıkardığı sorun hakkında düşünür. Bir anlamda Gramscici bir terim kullanmak gerekirse, işçi sınıfının hegemonya iddiasında bulunabilmesinin yolu budur. 

Olup biten üçüncü şey ise devletin gerçekliğidir. Bence bu, Marx’ın Fransa’daki iç savaşlar hakkındaki yazıları boyunca da peşini bırakmayacak bir şeydir. Yani, öngörülen devrimci kırılma hakkında düşündüğümüzde, toplumsal düzenin vazgeçilemeyecek nihai bir dayanağı olduğunu unutmamalıyız. On Sekiz Brumaire’de devlet gerçekliği, mevcut düzenin nihai garantörü olarak öne çıkıyor diyebiliriz. Ve bu, Marx’ın analizinin önceki versiyonlarında gerçekten elde edemediğiniz bir duyguyu elde ettiğiniz bir şeydir.

Daniel Denvir: Marx’ın içinde tartıştığı entelektüel ortama dönmek istiyorum. Fransa’daki duruma ilişkin liberal değerlendirmelerin yanı sıra anarşist Proudhon’un değerlendirmelerini de ele alıyor. Şöyle yazıyor 

Victor Hugo kendini darbenin sorumlularına karşı acı ve nükteli eleştirilerle sınırlar. Olayın kendisi eserinde bir anda ortaya çıkar. Onda yalnızca tek bir bireyin şiddet eylemini görür. Bu bireye dünya tarihinde eşi benzeri olmayan kişisel bir inisiyatif gücü atfederek onu küçük yerine büyük yaptığını fark etmez. Proudhon ise hükümet darbesini daha önceki bir tarihsel gelişmenin sonucu olarak göstermeye çalışır. Ancak istemeden de olsa darbenin tarihsel inşası, kahramanı için tarihsel bir özür dilemeye dönüşür. Böylece sözde objektif tarihçilerimizin düştüğü hataya düşer. Ben ise tam tersine Fransa’daki sınıf mücadelesinin, gülünç bir vasatlığın bir kahraman rolü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum. 

Marx bu iki yaklaşımda neye itiraz ediyor ve alternatif olarak ne öneriyor? 

Dylan Riley: Bu olayla Trump hakkındaki liberal tartışmalar arasında bir paralellik vardı. Bu doğru – bu sadece bir canavarlık; bir anda ortaya çıkan bir tür siyah kuğu olayı. Ve eğer bir açıklamanız yoksa, buna karşılık rasyonel bir politika da geliştiremezsiniz. 

Marx’ın zihninde, olayların gerçek bir açıklamasını geliştirmek ile bunlar hakkında ne yapılacağını düşünmek arasında bir bağlantı olduğu açıktır. Proudhon’da ise madalyonun diğer yüzü. Bu bir tür nesnelci açıklamadır. Ve bence Marx’ın On Sekiz Brumaire’deki temel noktalarından biri – bir anlamda temel nokta – gelecekteki devrimci olasılıklar üzerine düşünmenin gerekliliğidir; işçi sınıfının, ittifakların mümkün olduğu toplumsal aktörlerle ittifak kurmasının gerekliliği. On dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında bu, köylülüktür. Elbette bu bugün farklı bir biçim alacaktır. 

Burada Marx’ın bunu nasıl gördüğünü ve kendi teorisi için temel bir meydan okuma olarak kabul ettiğini de görüyorsunuz. “Sınıf mücadelelerine ve nesnel tarihsel güçlere dayanan açıklamanız, bu kadar kendine özgü ve bireysel kişiliğe bu kadar bağımlı görünen bu olayı nasıl açıklayabilir?” Elbette Marx’ın argümanı, bir bireyin belirli bir tarihsel anda neden aniden belirleyici olarak ortaya çıktığını açıklayabilecek olanın tam da sınıf mücadelesi olduğudur. 

İllüzyon ve Ayrışma 

Daniel Denvir: Az önce de söylediğiniz gibi, kötü analiz kötü politika yaratır ve Marx, Hugo’nun düşünce tarzının Bonaparte’ın Fransız muhaliflerinin onun yükselişini net bir şekilde anlayamamasına ve ona karşı koyamamasına neden olduğunu yazar. Bu bana Kasım 2016 öncesindeki tüm bu liberal kesinliği hatırlattı – ortodoksinin Trump’ın gülünçlüğü karşısında zafer kazanacağına dair kesinliği. 

Marx şöyle yazar: 

Her zaman olduğu gibi zayıflık mucizelere inanmaya sığınmış, düşmanın sadece hayalde canlandırıldığı halde üstesinden gelindiğine inanmış ve kendisini bekleyen geleceğin ve aklından geçirdiği ama henüz gerçekleştirmek istemediği eylemlerin hareketsiz bir yüceltmesi içinde şimdiki zamana dair tüm anlayışını kaybetmişti. Birbirlerine sempatilerini sunarak ve kalabalıklar halinde bir araya gelerek kanıtlanmış yetersizliklerini çürütmeye çalışan bu kahramanlar, bohçalarını bağlamış, defne çelenklerini önceden toplamış ve mütevazı mizaçlarının tüm sakinliğiyle hükümet personelini çoktan örgütledikleri partibus cumhuriyetlerini borsada iskonto etmekle meşgul olmuşlardı.

Marx burada henüz ne olacağı belli olmadan acele eden bu Fransız politikacılar hakkında ne söylüyor? 

Dylan Riley: Bana göre Marx’ın burada gördüğü şey, tarihsel bir karakterin tarihsel süreci anlayamaması ile içinde hareket ettiği andaki siyasi körlüğü arasında bir bağlantı olduğudur. Ve bu, kitap boyunca ısrarla üzerinde duracağı bir bağlantıdır. 

Daniel Denvir: Ve bu doğrultuda, başka bir pasajda şöyle yazıyor: 

Bu nedenle hiçbir dönemde, yüksek perdeden söylenen sözlerle gerçek belirsizlik ve beceriksizliğin, yenilik için daha coşkulu bir çabayla eski rutinin daha köklü egemenliğinin, toplumun bütününün daha belirgin bir uyumuyla unsurlarının daha derin bir uzaklaşmasının daha karmaşık bir karışımını bulamayız. 

Bunu okuduğumda aklıma gelen ilk şey, Amerikan toplumunun tüm bu derin çelişkilerinin – siyasi, ekonomik, sosyal, her neyse – yeni başkanın kişiliğinde ve şahsında bir şekilde pasifize edilmiş gibi göründüğü Obama’nın ilk yıllarıydı. 

Dylan Riley: Obama’nın gerçek tarihsel işlevi ile kendi öz farkındalığı ve benlik anlayışının birbirinden büyük ölçüde ayrılması anlamında bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Aslında aynı şeyin tam tersi bir anlamda Trump için de geçerli olabileceğini düşünüyorum.

On Sekiz Brumaire’in eskimeyen bir karaktere sahip olmasının nedenlerinden biri, Marx’ın siyasi aktörlerin oynuyor gibi göründükleri roller, oynadıklarını anladıkları roller ve yerine getirdikleri gerçek işlevler arasındaki sistematik kopukluğu keskin bir şekilde tespit etmesidir. Siyasi süreçte Obama’nın gerçek işlevi çok kaba bir ifadeyle, bankaları kurtarmaktı. Ancak bu, Amerikan toplumundaki tüm bu köklü sorunların – açıkçası en merkezi olarak ırk meselesinin – aşılması olarak sunuldu. Obama’nın sarmalandığı mitoloji tamamen o tarihsel anı anlamanın bir parçasıdır. Ve daha da ileri giderek onun bu şekilde hareket etmesini sağlayan şeyin tam da bu mitoloji olduğunu söyleyebilirsiniz. 

Daniel Denvir: Bu doğrultuda Marx, herhangi bir düzenin çok katı görünmesine neden olan şeyin bu tür bir mitoloji olduğuna dikkat çekiyor. Başka bir yerde yazdığı gibi, “Katı olan her şey buharlaşıyor.” On Sekiz Brumaire’de herhangi bir verili düzenin, ne kadar katı görünürse görünsün, aslında oldukça kırılgan olabileceğini çünkü her zaman kendisini destekleyen bir dizi koşula bağlı olduğunu ileri sürüyor. 

Ve şöyle yazıyor 

Anayasa, Ulusal Meclis, hanedan partileri, mavi ve kırmızı cumhuriyetçiler, Afrika’nın kahramanları, meclis kürsüsünden çıkan gök gürültüsü, günlük basındaki şimşekler, tüm edebiyat, siyasi isimler ve entelektüel itibarlar, medeni kanun ve ceza kanunu, libertéegalitéfraternité ve 1852 Mayıs’ının ikinci Pazar günü – hepsi, düşmanlarının bile büyücü olduğunu söylemediği bir adamın büyüsü karşısında bir hayal dizisi gibi dağılıp gitti. Evrensel oy hakkı sadece bir an için hayatta kalmış gibi görünüyor, öyle ki kendi eliyle son vasiyetini tüm dünyanın gözleri önünde yapabilsin ve halk adına kendisi ilan edebilsin: “Var olan her şey yok olmayı hak eder.” 

Marx burada hangi argümanı öne sürüyor? Ve sizce bu argüman, kesinlikle diktatörlüğe dönüşmemiş olan, ancak finansal krizin en yoğun günlerinde bile insanların gerçekleşeceğini öngöremediği derin bir krizden geçen kendi düzenimize nasıl uygulanabilir? 

Dylan Riley: Sanırım benim bu konuda düşünebileceğim yol, kapitalist bir demokraside ortaya çıkan siyasi hayatın yüksek dramlarla dolu olduğunu söylemek olacaktır. Marx’ın burjuva kapitalist bir demokrasideki siyasi sahneyi oluşturan bir tür piroteknik çatışmaya nüfuz etmeye çalıştığını söyleyebilirim (her ne kadar yazdığı Fransa’daki duruma “demokrasi” terimini uygulamak biraz anakronik olsa da). Mesele şu ki, bir anlamda sorun, politik olanın bu dünyasında insanların sağlamlık ve sabitlik yanılsamasına sahip olmalarıdır. Bu yanılsama, Amerika Birleşik Devletleri gibi çağdaş bağlamlarda görebileceğimiz kutsal rutinlerde ve normlarda kendini gösterir. 

Siyasi hayatın bu yönleri istikrarlı görünse de Marx’ın algıladığı şekliyle sınıf meseleleri ön plana çıktığında hızla yok olabilirler. Siyasi manzara kapitalist toplumun yeniden üretilmesinde hayati bir unsur olarak hizmet eder ancak aynı zamanda hızlı değişikliklere açık, geçici bir karaktere sahiptir. Bu olgu, Anayasa’ya ve diğer kurumsal özelliklere saygı duyan ABD gibi ülkelerde daha da uç noktadadır. 

Trajedi ve Komedi 

Daniel Denvir: Kurumlara ve belirli bir tarihsel ana verilen sabitlik ve güçle ilgili bu noktada Marx en ünlü satırlarından bazılarını yazar. Şöyle yazar: “Hegel bir yerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların ve kişilerin, bir anlamda, iki kez ortaya çıktığını söyler. Hegel şunu eklemeyi unutmuştur: ilki trajedi, ikincisi komedi olarak.” 

Devam eder;

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu kendi istedikleri gibi yapmazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, hali hazırda var olan, geçmişten devraldıkları verili ve aktarılan koşullar altında yaparlar. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker. Ve tam da kendilerini ve nesneleri devrimcileştirmekle, daha önce var olmayan bir şey yaratmakla meşgul göründükleri anda, tam da bu tür devrimci kriz dönemlerinde, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırırlar, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille sunmak için onlardan isimler, savaş sloganları ve kostümler ödünç alırlar. 

Marx’ın her politik-ekonomik sistemin kırılgan olduğunu, çöküşüne ya da hızlı dönüşümüne yol açabilecek hızla değişen koşullara bağlı olduğunu savunmasıyla az önce tartıştığımız şey arasında biraz gerilim, belki de tamamlayıcı bir gerilim vardır. Ancak bu pasajlarda tarihin ve yapının kısıtlamaları hakkında tartışmaktadır. Buradaki argümanı nedir? 

Dylan Riley: Bence bu, daha önce yeterli bir politikaya sahip olmak ile bir grubun ya da sınıfın karşı karşıya olduğu tarihsel duruma dair gerçek bir kavrayışa sahip olmak arasındaki ilişki hakkında söylediklerimizle bağlantılı. Ve bence Marx’ın bu ünlü pasajlarda söylediği şey, aslında tanımladığı tarihsel dramdaki aktörlerin harekete geçmek için bir anlamda kendi eylemlerinin doğasını tam olarak kavramamaları gereken paradoksal bir yol olduğudur. 

Bu da onların tarihsel süreçteki kendi rollerini – temel bir şekilde – yanlış anlamaları gerektiği anlamına gelir. Marx’ın hem siyasi hem de teorik bir proje olan projesi bunun üstesinden gelmektir. Onun projesi aslında işçi sınıfına tarihteki rolüne dair gerçek bir kavrayış kazandırmaktır. Bu sınıf bilinci, sınıfın kendisinin karşılaştığı gerçek tarihsel dinamiklerin ve zorlukların anlaşılmasını gerektirir. Önceki tüm sınıflar, bazı açılardan, yalnızca tarihsel süreçteki kendi rollerini yanlış anlayarak hareket edebilmişlerdir – bu nedenle Hegel’e başvurulmuştur. 

Marx burada Hegel’in tarihsel gelişim anlayışına atıfta bulunmaktadır, ki bu anlayış elbette aynı zamanda tarihteki tarihsel değişimin failinin öz-kavrayışına dair bir anlayıştır. Ve Hegel’in işaret ettiği nokta, bu iki şeyin, yani öz-kavrayışı ve gerçekliğin birbirinden ayrılmış olduğu ama giderek birleşmekte olduğudur. Burada da Marx’ın söylediklerine benzer bir durum söz konusudur; sınıfların at gözlüğü takmasının nedeni, tarihteki rollerini yerine getirmek için bir şekilde bunu anlamamaları ve geçmişteki aktörlermiş gibi davranmaları gerektiğidir. 

Daniel Denvir: Ama sonra Marx, başarılı olmak için geleceğe bakmaları gerektiğini iddia ediyor. 

Dylan Riley: Bu özellikle işçi sınıfı ile ilgilidir. Bence asıl mesele de bu. İşçi sınıfı kendi dilini öğrenmek zorunda. Nedir bu dil? Sosyalistlerin inşa etmeye çalıştığı dil. Bu yeni bir dil. Bu, aktörlerin artık sadece geçmişi taklit etmekle kalmayıp tarihsel anın gerçek bir kavrayışına sahip olduğu tarihsel eylemlilikte bir değişime işaret eder. Bilim ve siyasetin, örtük de olsa, bu çizgide çok yakından bağlantılı olduğunu düşünüyorum. 

Daniel Denvir: Tam olarak bununla ilgili pasajı: 

On dokuzuncu yüzyılın toplumsal devrimi şiirini geçmişten değil, yalnızca gelecekten alabilir. Geçmişle ilgili tüm batıl inançları ortadan kaldırmadan önce kendisini başlatamaz. Eski devrimler kendi içeriklerini boğmak için dünya tarihine ilişkin anılara ihtiyaç duyuyordu. On dokuzuncu yüzyılın devrimi, kendi öz içeriğine ulaşabilmek için ölülere kendi ölülerini gömdürmek zorundadır. Orada söz içeriği aşıyordu, burada ise içerik sözü aşmaktadır. 

Dylan Riley: Marx, Fransız devrimcilerin Roma Cumhuriyeti’nin ve daha sonra Roma İmparatorluğu’nun giysilerini nasıl benimsediklerine işaret eder. Ama bu Roma Cumhuriyeti değil, Roma İmparatorluğu değildir. Bununla birlikte, modern temsili devleti kurmak olan tarihsel görevlerini yerine getirmek için – burjuva devrimini gerçekleştirmek için – tarihteki kendi rollerini yanlış anlamaları gerekir. 

Burjuvazi ve işçi sınıfı öncesi toplumlar için, sınıfsal eylemleri ile tarihsel rollerini yanlış anlamaları arasında gerekli bir bağlantı vardır. Ancak, işçi sınıfı farklı şekilde işlemektedir. Bir sınıf olarak etkin bir şekilde hareket edebilmek için işçi sınıfı tarihteki rolünü örtük hale getirmeden kavramalıdır. Bu nedenle özel bir tarihsel eylemlilik biçimine sahiptir. Artık işçi sınıfının geçmişin kostümlerini giymesi söz konusu değildir. Geleceğin şiirini öğrenmek zorundadır. Sanırım bahsettiği fark bu. 

“Söz içeriği aştı” derken, burjuva devrimcilerinin burjuva toplumunu kurmak için tarihsel olarak klasik antikitenin sembolik kostümlerini nasıl giydiklerine atıfta bulunuyor. Buradaki içerik burjuva toplumunun yavan gerçekliğini temsil ederken, söz bu sembolik kostümlere atıfta bulunmaktadır. 

Ancak işçi sınıfı için durum farklıdır. İçerik insanın kurtuluşudur, söz ise tarihsel durumun öz kavrayışını temsil eder – ki bu da bilimsel ya da tarihsel materyalizmle uyumludur. Bu ayrım, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki temel bir yaklaşım farkının altını çizmektedir. 

Başarı ve Başarısızlığın Diyalektiği

Daniel Denvir: Marx’ın kastettiği şeyin geleneği sürekli olarak yeniden yorumlamaya yönelik gerici eğilim olduğunu söylemek doğru olur mu? 

Dylan Riley: Bu mümkünVe bence Napolyon kültünün doğasında büyüleyici bir şey var. Sanırım “Fransa’yı yeniden büyük yapmak” gibi bir şey. Bu aynı zamanda Marx’ın sınıf bilincinin farklı tarihsel çağlarda ve farklı sınıflar için nasıl işlemesi gerektiğini anlama biçimiyle de ilgili. Ve muhtemelen Marx’ın ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışmanın en zorlu kısmı da budur – basitçe ifade etmek gerekirse, burjuvazinin neden bu şekillerde hareket etmek zorunda olduğunu düşünmemiz gerekir. Burjuvazi neden geçmişin kostümlerini giymek zorundadır? On Sekiz Brumaire’de bu hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmaz. 

Daniel Denvir: Bu noktada tartışmak istediğim bir şey de Marx’ın proletaryanın ileriye dönük olduğu noktaya nasıl geldiğine dair argümanı. Görünüşe göre hem analitik hem de kuralcı bir argüman ortaya koyuyor. Hem devrimcilere tavsiyelerde bulunuyor hem de herhangi bir devrimci anın dinamiklerinin büyük ölçüde olumsal tarihsel dinamikler tarafından şekillendirildiğini savunuyor. 

Şöyle yazıyor, 

Burjuva devrimleri, on sekizinci yüzyıl devrimleri gibi, başarıdan başarıya daha hızlı koşar, dramatik etkileri birbirleriyle yarışır, insanlar ve şeyler pırıl pırıl elmaslarla süslenmiş gibi görünür, kendinden geçme gündelik ruh halidir – ama kısa ömürlüdürler, çok geçmeden doruk noktasına ulaşırlar ve toplum, fırtına ve stres döneminin sonuçlarını aklı başında özümsemeyi öğrenmeden önce uzun bir akşamdan kalmalık dönemine maruz kalır. Buna karşılık proleter devrimler, tıpkı on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi sürekli olarak kendilerini eleştirirler, kendi rotalarında sürekli olarak kendilerini kesintiye uğratırlar, onu yeniden başlatmak için görünüşte tamamlanmış olana geri dönerler; İlk girişimlerinin yarım tedbirlerini, zayıflıklarını ve zavallılıklarını acımasız bir titizlikle alaya alırlar, düşmanlarını yalnızca topraktan yeni bir güç alabilsin ve kendi karşılarında her zamankinden daha devasa bir şekilde yeniden yükselebilsin diye yere seriyor gibi görünürler, kendi hedeflerinin belirsiz devasalığından sürekli geri çekilirler – ta ki geri dönüşü imkansız kılan bir durum yaratılana kadar . . . 

Marx’ın burada tarihin dönüşümsel siyaset için az ya da çok olgunlaşmış anlar yarattığına dair argümanı nedir? Bunu okumanın doğru yolu bu mu? 

Dylan Riley: Bence burada peşinde olduğu şey, gelecekteki devrimin neye benzeyeceğine dair tüm o endişeli sorudur. Ve emin değildir. Burada 1789 ve devamının Procrustean yatağından kurtulma çabası var. Yani ille de Bastille fırtınasını yansıtacak diye bir şey yok. Ancak gelecekteki devrimin gerçek doğası olarak bu, bence Marx’ı hayatının geri kalanında siyasi yazılarında meşgul edecek bir şeydir. Ve bir dereceye kadar, bu hala soldaki insanların boğuşması gereken kilit sorudur. 

Bu soruya nasıl yanıt vereceğimi tam olarak bilemiyorum, ancak şunu söyleyebilirim ki yaklaşmakta olan devrim, Bastille’in ele geçirilmesinden ve Fransız Devrimi’nin büyük günlerinden farklı bir biçim alacaktır. Dahası sürekli eleştiri önemli bir rol oynayacaktır. Bu, değişimi ileriye götürmek için kendini ve toplumsal rolünü anlamayı içeren, öz-bilinçli bir devrim olacaktır. Bu devrimci mücadelenin Marx için vurgulanması çok önemli olan bilişsel bir bileşeni vardır. 

Sanırım On Sekiz Brumaire’de özel bir stratejik tavsiye var. Temel olarak işçi sınıfı izole edilirse iktidarı ele geçiremez. Sınıf ittifakları kurmalıdır. İşçi sınıfı, merkez imalatçı işçi sınıfının dışında kalan gruplarla ittifaklar kurmalıdır. Bu çok açık. Ve bu Rus Devrimi boyunca ve sonrasında da geçerli olacaktır – bu diğer aktör köylülüktür.

Proleter devrim hakkında nasıl düşünülmesi gerektiğine dair daha geniş bir soruya On Sekiz Brumaire’de net bir yanıt olduğunu sanmıyorum. Ve Marx’ın bu soruyu gerçekten yeterince ele aldığını da düşünmüyorum. 

Daniel Denvir: Marx, belirli tarihsel anların sağladığı belirli sınırlamalar ve olasılıklar olduğunu savunuyor gibi görünüyor. Tamamen determinist bir argüman sunmasa da Fransız proletaryasının içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında – hem içsel hem de daha geniş politik-ekonomik yapılar ve sınıf dinamikleri ile ilişkili olarak – bir şekilde öngörülebilir sonuçlara sahip olduğunu ima ediyor gibi durmaktadır. Bu da bana Wall Street’i İşgal Et gibi genellikle başarısızlıkla yaftalanan bir şeyi düşündürüyor. Ancak ortaya çıktığı tarihsel bağlam göz önüne alındığında yapabileceğinin en fazlasını yaptı ve ardından gelecek daha büyük, daha cesur ve daha sistematik sol politikalar için zemin hazırladı. 

Dylan Riley: Bence bu gerçekten kilit bir soru. İlk söylediğiniz noktada size tamamen katılıyorum ve bu benim On Sekiz Brumaire’i özetlememi yansıtıyor. Bu kitapta iki argüman hattı var – ve aslında birbirleriyle tam olarak uyumlu değiller -. Bunlardan biri, anlatılan olayların Fransa’daki iç savaşlardan geriye doğru bir tür projeksiyon olduğunu öne sürüyor. Marksist bir yoruma göre On Sekiz Brumaire, burjuvazinin yönetme yeteneğini esasen kaybettiğini, proletaryanın ise henüz yönetme rolüne adım atmadığını göstermektedir. Bu ara dönemde, bu çok tuhaf figürün ortaya çıkışına tanık oluyoruz – eski ile yeni arasında bir tür geçiş figürü. Bu, bir anlamda olgunlaşmış bir toplum anlamına geliyor. Tarihsel sınırına ulaşmış, burjuvazi iktidardaki zamanını tüketmiştir. Ancak proletarya, her ne sebeple olursa olsun, duruma tam olarak ayak uyduramamıştır. 

Tabii ki bu yazıda öne sürülen bir diğer argüman da on dokuzuncu yüzyıl ortası Fransa’sının tam anlamıyla gelişmiş bir kapitalist toplum olmadığıdır. Büyük bir köylü nüfusu ve büyük ölçüde devlete bağımlı bir burjuvazi ile işçi sınıfının izolasyonu sadece tesadüfi değil, Fransız toplumunun yapısal dinamiklerine dayanıyor. Okuyucu, Fransa’nın kalkınmada son söz olarak mı sunulduğu yoksa bunun bir siyasi ve ekonomik geri kalmışlık teorisi mi olduğunun hiçbir zaman tam olarak net olmadığı hissine kapılıyor. 

Başarı, başarısızlık, olumsallık ve gerekliliğin karmaşıklığı konusunda yol almak gerçekten de çok zor. Olasılık, herhangi bir tarihsel anın doğasında var olan gerçek nesnel olasılıklarla ilişkili olarak anlaşılmalıdır. Olumsallığın önemli olabilmesi için güçlü bir zorunluluk hissine sahip olmanız gerekir – çeşitli sonuçları mümkün kılabilecek veya engelleyebilecek belirli yapıların mevcut olduğunu kabul etmeli, böylece nihai sonucu şekillendirmede siyasi eylemin önemini vurgulamalısınız. Wall Street’i İşgal Et eylemine ilişkin yorumunuza gelince, bunun bir başarı mı yoksa başarısızlık mı olduğunu henüz bilmediğimizi söyleyebiliriz. Bunu söylemek için çok erken. Fransız Devrimi’nin başarılı mı yoksa başarısız mı olduğunu henüz bilmiyoruz. Rus Devrimi için de henüz çok erken. 

Burjuva Cumhuriyetinin Çelişkileri 

Daniel Denvir: Marx’ın Paris işçi sınıfı için övgü dolu sözleri vardır, her ne kadar dar ve kısa vadeli bir anlamda acımasızca yenilgiye uğratılmış olsalar da. Şöyle yazıyor: “Bu aynı zamanda Avrupa’da söz konusu olanın ‘cumhuriyet ya da monarşi’ sorunundan başka bir şey olduğunu göstermiştir. Burada ‘burjuva cumhuriyetinin’ bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırsız despotizmi anlamına geldiğini ortaya koymuştur.” 

Dylan Riley: Evet, bu kesinlikle doğru. Benim de daha önce önerdiğim şey tam olarak buydu. Marx için 1848’i çevreleyen sınıf mücadeleleri çok önemli bir geçişe işaret eder. Bu artık sadece cumhuriyet ve monarşi arasındaki bir çekişme değil, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki daha geniş bir çatışmadır. Ya da başka bir deyişle, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki nihai kopuş anıdır. Marx, 1848’den sonra burjuvazinin artık tarihsel olarak ilerici bir rol oynayamayacağını düşünür. 

Daniel Denvir: Ve sanki Fransız işçi sınıfını övüyor gibi görünüyor.

Dylan Riley: Evet, bunu ortaya çıkardığınız ve gizemini çözdüğünüz için. Bu doğru. Burjuvazinin hegemonyasını ve meşruiyetini yıktığı için. 

Sanki bundan sonra riskler açıkmış gibi. Öyle değil mi? Fransa’da Bonapartizmin yükselişine yol açan tüm tarihsel yörüngeyi esasen bu şekilde yorumluyor. 

Daniel Denvir: Marx’ın burjuva cumhuriyeti hakkındaki görüşlerinden biraz daha bahsedelim. Şöyle yazıyor:

Genel olarak ancak parlamenter cumhuriyet biçimi altında mümkün olan bir egemenlik; çünkü ancak bu biçim altında Fransız burjuvazisinin iki büyük kesimi birleşebilir ve böylece ayrıcalıklı bir hizbin rejimi yerine kendi sınıflarının egemenliğini günün düzenine koyabilirdi. 

Ancak bunun doğasında bir çelişki olduğunu da sözlerine ekliyor: 

İçgüdüleri onlara cumhuriyetin siyasi egemenliklerini tamamladığını, ama aynı zamanda toplumsal temelini de zayıflattığını öğretti, çünkü artık boyunduruk altındaki sınıflarla yüzleşmek ve onlara karşı arabuluculuk olmadan, tacın sağladığı gizlilik olmadan, kendi aralarındaki ve monarşiyle olan ikincil mücadeleleriyle ulusal çıkarı saptıramadan mücadele etmek zorundaydılar. 

Burjuva cumhuriyetinin kapitalist sınıf egemenliği için son derece çelişkili mükemmel bir araç olduğunu savunuyor. Ancak seçim demokrasisine mi karşı çıkıyor yoksa sadece belirli bir türüne mi? 

Dylan Riley: Seçim demokrasisine karşı çıkması gibi bir durum söz konusu değil. Paris Komünü üzerine yazılarına bakın; belli bir tür seçim demokrasisini övüyor. Temsili demokrasi değil ama seçimlerin geniş kapsamlı olduğu açık. Benim bakış açıma göre Marx’ın tarihsel bağlamı burada çok önemli bir rol oynuyor. Marx’ın tarihsel deneyimi göz önüne alındığında, evrensel ya da geniş oy hakkının on dokuzuncu yüzyılın ortalarında kapitalist mülkiyetin korunmasıyla bir arada var olabileceği açık değildir. Ne de olsa, Amerika Birleşik Devletleri’nin benzersiz durumu dışında bunun neredeyse hiç örneği yoktu. 

Daniel Denvir: Ve o zaman bile 1848’de çeşitli şekillerde sınırlandırılmıştır. 

Dylan Riley Ona göre kapitalizm ve demokrasinin birbiriyle uyumlu olduğu açık değildir. Bununla birlikte, çok önemli bir noktaya da değiniyor: Bir sınıf olarak sermaye, doğası gereği ekonomik çatışmalarla, iç fraksiyonlarla bölünmüştür. Tartıştığı senaryoda, toprak finansa karşı. 

Kapitalist sınıf içinde, çeşitli fraksiyonlara özgü çok sayıda ekonomik çıkar bulunmaktadır. Bu sınıfın birleşik bir varlık olarak işlev görebilmesi için, ekonomik çıkarlardaki bu çatışmaları uzlaştıracak ve sınıfın genel çıkarı olarak ifade edecek bir kurum olmalıdır. Marx bu rolü parlamentoya verir. Ancak Marx’ın öngörmediği şey, modern seçim demokrasisinin her kapitalist toplumun doğasında var olan temel sınıfsal bölünmeleri siyasi arenaya taşımadan işleyebilme yeteneğidir. Bu modern temsili devlet, bir anlamda siyasetin sınıf dışında her şeyi kapsamasını sağlayarak sermayenin siyasi olarak yeniden üretilmesini kolaylaştırıyor. Benim görüşüm bu yönde. 

Daniel Denvir: Marx, genel oy hakkının eninde sonunda kapitalizmin tüm çelişkilerinin ön plana çıkmasına ve bir tür sosyalizme geçişe yol açacağını öngörürdü. 

Dylan Riley: Sanırım öyle, evet. Marx muhtemelen başka türlüsünü hayal edemezdi. Ona göre, militan bir işçi sınıfı karşısında etkili bir oy hakkı tanınması ihtimali önemli bir tehdit oluşturuyordu. Bir çelişkinin altını çiziyordu: burjuvazi bir sınıf olarak çıkarlarını ifade etmek için temsili demokrasiye ihtiyaç duyuyordu, ancak böyle bir demokrasinin verilmesi işçi sınıfını güçlendirme ve aşağıdan bir tehdit yaratma riski taşıyordu. On Sekiz Brumaire bir anlamda bu çelişkinin sonucunu yansıtmaktadır. Ancak modern temsili demokrasinin püf noktasının, çözülmesi o kadar da zor bir çelişki olmadığını ya da en azından bazı açılardan çözülebilir olduğunu kanıtlaması olduğunu söyleyebiliriz.

Altyapı ve Üst Yapı 

Daniel Denvir: Marx, burjuvazi ve devlet arasındaki bu ilişki konusunda, maddi altyapının ideolojik ve siyasi üstyapı ile ilişkisi hakkındaki klasik ve sonsuza dek tartışılan argümanını ortaya koyar. 

Özellikle, Bourbon ve Orleans olmak üzere iki farklı kraliyet hanedanının restorasyonunu isteyen iki monarşist grubun temelde bir kraliyete ya da diğerine olan ilkesel bağlılıklarındaki farklılıkla bölünmediğini savunmaktadır. Şöyle yazıyor: “Burada, ne Bourbon ne de Orleans adını taşıyan, ancak sermaye adını taşıyan burjuva cumhuriyetinde, birlikte yönetebilecekleri bir devlet biçimi bulmuşlardı.” Devam ediyor: 

Dolayısıyla iki grubu birbirinden ayıran şey, sözde ilkeler değil, maddi varoluş koşulları, iki farklı mülkiyet türüydü; kent ile kır arasındaki eski karşıtlık, sermaye ile toprak mülkiyeti arasındaki rekabetti. . . . Farklı mülkiyet biçimlerinin, toplumsal varoluş koşullarının üzerinde, farklı ve kendine özgü biçimlendirilmiş duygulardan, yanılsamalardan, düşünce tarzlarından ve yaşam görüşlerinden oluşan bütün bir üstyapı yükselir. Tüm sınıf, bunları kendi maddi temellerinden ve bunlara tekabül eden toplumsal ilişkilerden yaratır ve biçimlendirir. 

Şöyle sürdürüyor: “Gerçek işlerini düzen partisi olarak yaparlar, yani siyasi değil toplumsal bir başlık altında; serseri prenseslerin şövalyeleri olarak değil, burjuva dünya düzeninin temsilcileri olarak; cumhuriyetçilere karşı kralcılar olarak değil, diğer sınıflara karşı burjuva sınıfı olarak.” Marx’ın burada neyi savunduğunu ve bu argüman üzerindeki bazı tartışmalara değinebilir misiniz? Sizce ideoloji, siyaset, kültür gibi şeyler için yeterli özerkliğe izin veriyor mu? Buna ırkçılığı, cinsiyetçiliği, ekonomi karşısında sömürgeciliği de ekleyebiliriz. 

Dylan Riley: Burada ne anlatılmak istendiğini anlamak için özetlediğiniz tarihsel bağlamı ele alalım – Marx tarafından toprak ve finans sermayesi arasındaki bir çatışma olarak yorumlanan iki kralcı grup arasındaki çatışma. Marx, gerçek işlerini Düzen Partisi olarak yürüttüklerinden bahsettiğinde sınıfsal bağlılıkların her zaman siyasi parti yapılarıyla bire bir korelasyon içinde düzgün bir şekilde hizalanmadığını öne sürüyor gibi görünüyor. Bazı açılardan, sınıf çıkarlarının eklemlenmesi bir tür sınıf içi siyasi parti mücadelesi gerektirir. 

Kapitalist bir demokrasinin siyaseti, güncel olaylarla ilgili kamusal tartışmalardan çeşitli haklar ve sosyal adaletsizliklerle ilgili tartışmalara kadar geniş bir konu yelpazesini kapsar. Ancak, temel sınıf çıkarları bu siyasi tiyatro içinde ele alınmama eğilimindedir. Yüzeyin altında işlemektedir. Bu kavram, Marx’ın yüzeysel siyasi çekişmelerin altında yatan temel bir sınıf çıkarını vurgulayan Düzen Partisi kavramıyla bağlantılıdır.

Bu biraz zorlama bir okuma olabilir, ancak bir bakıma Marx’ın Düzen Partisi fikriyle düşündüğü şey de budur – siyasi parti etiketleri adına yürütülen tüm bu yüzeysel kavgaların altında bir şekilde yatan temel bir tür sınıf çıkarı vardır veya bunlara başka ne isim vermek isterseniz. İdeoloji, siyaset ve kültür gibi siyasi yaşamın diğer temellerine gelince, Marx’ın bunlara nasıl yaklaşacağı belirsizdir. Ancak bu konuyu basit bir şekilde ele alabiliriz. Kapitalist bir demokraside siyaset, sınıfın ötesinde çeşitli faktörleri kapsar – sınıf, birçok unsur arasında sadece bir tanesidir. Aslında, çoğunlukla sınıfla ilgili değildir. Mesele de bu zaten, çünkü … 

Daniel Denvir: Kapitalizm sistemik uzlaşı noktasıdır. Önermedir. 

Dylan Riley: Kesinlikle. Bu konuda söylenebilecek bir diğer şey de sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasının toplumsal farklılığın diğer temellerini ortadan kaldırmayacağı ve dolayısıyla siyaseti de ortadan kaldırmayacağıdır. Sosyalist bir toplumda her türlü siyasi çatışmanın olacağını düşünüyorum. Ancak bu çatışma, sınıfsal kutuplaşmanın altında yatan manyetik alan tarafından çarpıtılmayacaktır. 

Daniel Denvir: Toplumsal yeniden üretim teorisyenleri bunların hepsini aynı anda ele almanız gerektiğini, çünkü kapitalist birikim ve sömürünün temelde bu diğer sömürü ve el koyma alanlarına dayandığını savunurlar. 

Dylan Riley: Evet. Nancy Fraser’ın çalışmasının bu açıdan gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum – kapitalizmin yeniden üretim koşulları hakkında nasıl düşüneceğimizi sorguluyor.

Modern Bürokratik Devlet 

Daniel Denvir: Marx’ın bu kitaptaki temel argümanlarından biri kapitalistlerin devletin baskı aygıtlarıyla olan ilişkisidir. Fransa’da Marx’ın anlattığı dönemde, eğer doğru anladıysam, proletaryaya karşı aşırı sağla birlikte harekete geçenler liberallerdi. Ancak bunu yaparken, nihayetinde kendileri için gelecek, onları bastıracak ve bağımsız bir siyasi güç olarak ortadan kaldıracak olan baskı ve gericilik güçlerini de meşrulaştırdılar. 

Şöyle yazıyor: 

Haziran günleri boyunca tüm sınıflar ve partiler, anarşinin, sosyalizmin ve komünizmin partisi olarak proleter sınıfa karşı düzen partisinde birleşmişlerdi. Toplumu “toplum düşmanlarından” “kurtarmışlardı”. Eski toplumun parolalarını, “mülkiyet, aile, din, düzen”, ordularına parola olarak vermişler ve karşıdevrimci haçlılara ilan etmişlerdi: “Bu işaretle fethedeceksiniz!” O andan itibaren, Haziran isyancılarına karşı bu işaret altında toplanan sayısız partiden biri, devrimci savaş alanını kendi sınıf çıkarları doğrultusunda elinde tutmaya çalıştığı anda, bu haykırışın önünde yere serilir: “Mülkiyet, aile, din, düzen.” 

“Kışla ve ordugah, kılıç ve tüfek, bıyık ve üniforma sonunda kendi rejimlerini en yüce rejim olarak ilan ederek ve sivil toplumu kendi kendini yönetme zahmetinden tamamen kurtararak toplumu sonsuza dek kurtarma fikrine varmak zorunda değil miydi?” diye devam ediyor. 

Marx’ın Fransa’da tarif ettiği dinamiği açıklayabilir misiniz? 

Dylan Riley: Tarif ettiği dinamik, daha önce bahsettiğimiz dinamikle aynı – her siyasi grubun esasen en yakın rakibine karşı baskıya başvurmaya hazır olduğu dinamik. Marx’ın düşüncesinde, bu süreç parlamenter yönetimin özünü yavaş yavaş aşındırır ve devletin baskıcı aygıtları her fırsatta boşluğu doldurmak için devreye girer. Eğer işçi sınıfına karşı güç kullanmaya istekliyseniz ve küçük burjuvazi bunu desteklemeye hazırsa, o zaman büyük burjuvazi de demokratik küçük burjuvaziye karşı bunu desteklemeye hazır olacaktır. Ve son olarak, ordu büyük burjuvazinin kendisine karşı açıkça güç kullanmaya istekli olacaktır. 

Daniel Denvir: Marx ayrıca emperyalizmin Bonaparte’ın yükselişinde oynadığı rolü de analiz eder. İlk kabinesi, yine bu iki kralcı fraksiyondan oluşan Düzen Partisi’nden seçildi ve ilk kabine toplantısında, kıtanın dört bir yanındaki gerici monarşilerle ortaklaşa Roma Cumhuriyeti’ni ezmek için – Ulusal Meclis’in arkasından – Roma’ya anayasaya aykırı bir sefer düzenlemeye karar verdiler. Marx militarizm ve emperyalizmin Fransa’da burjuva demokrasisinin yıkılmasında nasıl bir rol oynadığını düşünüyordu? Ve bu bize daha genel olarak militarizm ile burjuva demokrasisi arasındaki ilişki hakkında ne söylüyor? 

Dylan Riley: İkinci Fransız İmparatorluğu modern emperyalizm kavramının şekillenmesinde kilit bir rol oynamıştır. Sizin de söylediğiniz gibi, devrimci rejimleri -özellikle de Roma Cumhuriyeti’ni- ezme girişimiyle başlar. Marx’ın kendisinin, bizim emperyalizm olarak düşündüğümüz şeyin teorisini tam olarak ortaya koyduğunu sanmıyorum. Bu terimi kullandığında, aslında imparatorluk mitine ve onun siyasi faydasına atıfta bulunuyor. Bunun siyasi açıdan çok önemli olduğu açıktır. Militarizm ve emperyalizmin, Fransız ulusal ihtişamı gibi kavramların yanı sıra, tabi sınıfları asimile etmek için kullanıldığı sosyal emperyalizmin erken bir biçimi olarak düşünülebilir. 

Fransa’da ikinci Napolyon’un yükselişi, aslında klasik Avrupa devletlerarası emperyalizminin başlangıcını oluşturan şeydir. Napolyon’un 1870 Sedan Savaşı’ndaki yenilgisi, ardından 1871 Paris Komünü ve Bismarck yönetimindeki Alman birleşmesi, nihayetinde I. Dünya Savaşı ve sonrasına yol açacak olan emperyalistler arası rekabeti başlatmıştır. Marx ulusal büyüklüğün iç politikada kullanılabileceğini düşünüyor, ancak On Sekiz Brumaire’de gerçek bir ekonomik dinamik olarak emperyalizmin tam gelişmiş bir analizini yaptığını sanmıyorum. 

Daniel Denvir: Marx’ın odağı soyut devlet kavramlarının ötesine geçerek modern bürokratik devletin ortaya çıkışına özel bir ilgi duymuştur. Şöyle yazar: 

. . . Devlet, sivil toplumu en kapsamlı yaşam tezahürlerinden en önemsiz kıpırdanışlarına, en genel varoluş biçimlerinden bireylerin özel varoluşlarına kadar kuşatır, kontrol eder, düzenler, denetler ve eğitir; En olağanüstü merkezileşme yoluyla bu asalak organın her yerde bulunma, her şeyi bilme, hızlandırılmış hareketlilik kapasitesi ve ancak gerçek siyasi bedenin çaresiz bağımlılığında, gevşek şekilsizliğinde karşılığını bulan bir esneklik kazandığı yerde – böyle bir ülkede Ulusal Meclis’in bakanlık makamlarının komutasını kaybettiğinde tüm gerçek etkisini yitirdiği açıktır, Aynı zamanda devlet yönetimini basitleştirmezse, memur ordusunu mümkün olduğunca azaltmazsa ve son olarak sivil toplumun ve kamuoyunun hükümet gücünden bağımsız olarak kendi organlarını oluşturmasına izin vermezse. Ancak Fransız burjuvazisinin maddi çıkarları, tam da bu kapsamlı devlet aygıtının sayısız dallanmalarıyla sürdürülmesiyle en yakın biçimde iç içe geçmiştir. 

Burada Marx, güçlü bir merkezi idari devletin burjuvazinin siyasi egemenliğine ve sermaye birikimine yardımcı olmada oynayabileceği rol ve bu rolün içerdiği çelişkiler hakkında karmaşık bir argüman ileri sürüyor gibi görünmektedir. Ve gerçek demokrasinin, sivil toplumun devletin dışında ve ondan bağımsız iktidar üslerini muhafaza etmesini gerektireceğini söylüyor gibi görünüyor. Bu pasajdan ne anlamalıyız? 

Dylan Riley: Bu pasajın gerçekten ilginç yönlerinden biri de “sivil toplum” teriminin kullanılmasıdır. Marx’ın eserlerinde “sivil toplum”un burjuva toplumu bağlamında kullanılmadığı, daha ziyade devlet dışındaki topluma atıfta bulunulduğu nadir örneklerden biridir. Bu, dile getirdiğiniz ikinci noktaya ilişkin olarak not edilmesi gereken çok önemli bir ayrımdır. Marx’ın siyasi vizyonu devlete karşı son derece eleştireldir. 

Marx’ın devlete bakış açısı ilk Hegelci yazılarına kadar uzanır; Marx burada devleti siyasi yabancılaşmanın bir cisimleşmesi olarak görür – insan özgürlüğünün gündelik hayattan uzaklaştırılmış kurumlara ayrılması. Ve insan özgürleşmesi olarak adlandırdığı projenin ilk ifadesi, devleti sivil topluma yeniden dahil etmektir ki bununla devletsiz olarak tanımlanabilecek bir yaşam biçimini kastetmektedir. Komün üzerine yazılarında bu konuda çok nettir. 

Burada üzerinde düşünmeye değer olduğunu düşündüğüm bir başka konu daha var: Marx’ın modern bürokratik devlet analizini Max Weber’in fikirlerine biraz benzer şekilde yorumlamak cazip gelse de Napolyon rejiminin aynı zamanda Devrim’den önceki Fransız mutlakiyetçi devlet geleneklerini yansıtan uzun süredir devam eden bir siyasi düzenin en son yinelemesini temsil ettiğini kabul etmek önemlidir. 

Haklar ve Özgürlükler

Daniel Denvir: Bu konuda Marx, burjuva demokrasisinde, en azından Fransız örneğinde, evrensel olduğu iddia edilen özgürlüklerden yalnızca çok sınırlı, özel ve çıkarcı şekillerde nasıl yararlanılacağı hakkında oldukça dokunaklı bir şekilde yazıyor. Şöyle yazıyor,

Bu özgürlükleri “ötekilere” tamamen yasakladığı ya da polis tuzaklarından ibaret olan koşullar altında kullanılmasına izin verdiği durumlarda, bu her zaman yalnızca anayasanın öngördüğü gibi “kamu güvenliği” -yani burjuvazinin güvenliği- adına gerçekleşir. . . . Böylece özgürlüğün adına saygı duyulduğu ve sadece fiili olarak gerçekleşmesi engellendiği sürece, tabii ki yasal bir şekilde, özgürlüğün anayasal varlığı, gerçek hayatta varlığına indirilen darbeler ne kadar ölümcül olursa olsun, bozulmadan, dokunulmaz olarak kaldı. 

Benim sorum şu: Marx o dönemde neyi eleştiriyordu? Ve bu analizi Amerika Birleşik Devletleri’ne nasıl uygulayabiliriz? 

Bu bana Aziz Rana’nın “Amerikan özgürlüğünün iki yüzü” kavramını düşündürüyor. Amerikan tarihi boyunca, içeridekiler için eşitlikçi özgürlük paradoksal bir şekilde benimsenirken, dışarıdakiler ya da Marx’ın tanımladığı gibi “ötekiler” olarak kabul edilenlere karşı kaba boyun eğdirme ve şiddetin sürdürülmesi söz konusu olmuştur. Bunu Kral George’un beyazların yerli topraklara yerleşmesini kısıtlamasına karşı çıkan ve devrimi körükleyen muhalefette ya da yerlilerin katledilmesini ve Afrikalıların köleleştirilmesini kutlayan Jacksoncu popülizmde görüyoruz. Bu kalıp, her kesimden politikacının Amerikan özgürlüğü ve hürriyeti hakkında ve tabii ki bunları silah zoruyla diğer ülkelere dayatmak hakkında atıp tuttuğu ve aynı zamanda tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kitlesel hapsetme sistemine başkanlık ettiği günümüze kadar devam etmektedir. 

Dylan Riley: Marx’ın üzerinde düşündüğü şey, tüm bunların sınıfsal boyutudur – özgürlüklerin mülkiyet çevresi ile sınırlandırılması. Ayrıca anayasal kurallara bağlılığı çevreleyen ikiyüzlülüğü ve yasal normların fetişleştirilmesini de inceliyor. Yurttaş bedeninde ırksal olarak tanımlanmış içeridekiler ve dışarıdakiler arasındaki bu temel dışlamalardan bahsediyorsunuz, ki bence bu bir şekilde onun burada tartıştığı şeye benziyor. 

Dikkate alınması gereken bir diğer husus da resmi vatandaşlığın kendisinin biraz sahte olduğu fikridir. Buna sahip olanlar için bile, vatandaşlığın öncelikle hayali bir kamusal alanda işlev gördüğü hissi var – gerçek bir özden yoksun. Ve bu, fabrikada işçi sınıfının yurttaş olarak tüm haklarını kaybettiği fikrine kadar uzanıyor. Bence Marx burada her iki noktaya da değinmeye çalışıyor. 

Daniel Denvir: Marx’ın gözlemlerinin özellikle Amerikan bağlamında geçerli olduğunu düşünüyorum. Marx’ın açıklamaları, beyaz yerleşimcilerin yerli topraklar üzerindeki hak iddiası veya Afrikalıların yerleşimi ve köleleştirilmesi için beyaz mülkiyete bağlı Jacksoncu popülist özgürlük kavramı gibi tarihsel örneklerle yakından uyumludur – belirli bireyler tarihsel olarak devletten birincil korumalarını mülkiyet hakları yoluyla sağlamışlardır. 

Bana öyle geliyor ki, Amerikan tarihi boyunca, genellikle laiklik ve ırksal kast sistemleri çerçevesinde, mülkiyet haklarının temel hak olarak hizmet ettiği tutarlı bir tema var. Marx’ın çerçevesinden farklı olabilir, ancak ortak bir konu var: özgürlüğün belirli bir mülkiyet hakları türüne indirgenmesi. 

Dylan Riley: Bence hem siz hem de On Sekiz Brumaire sivil toplumda belirli türden gruplara tanınan belirli türden hakların önceliğinden bahsediyorsunuz. Marx, yaygın olarak anladığımız şekliyle hak kavramını eleştiriyor. İç içe geçmiş iki eleştiri söz konusudur: biri belirli hakların belirli gruplar için ayrıcalıklı kılınmasını ele alırken, diğeri hak kavramını bütünüyle sorgular. Bu eleştiriler Marx’ın analizinde birbirine paraleldir ve birbirini tamamlar. 

Daniel Denvir: Sanırım Marx’ın daha genel olarak uygulayabileceğimizi savunduğu şey, bu sözde evrensel hak söylemlerinin, uygulamalarının sınıf çıkarına dayalı tikelliğini gizlediğidir.

Dylan Riley: Evrensel haklar bile, resmi oldukları ölçüde, sivil toplumdaki eşitsizlikleri güvence altına almaya hizmet eder. Bunun en bariz örneği mülkiyettir – mülkiyet haklarına sahip olmak. Kendi başına mülkiyet hakkı değil, daha ziyade devletin mevcut eşitsizlikleri koruyacağına dair güvence. 

Daniel Denvir: Marx’ın sosyal demokrasi eleştirisini ve bundan ne öğrenebileceğimizi düşündüğünüzü tartışmak istiyorum. Şöyle yazıyor: 

Sosyal-demokrasinin kendine özgü karakteri, demokratik-cumhuriyetçi kurumların, sermaye ve ücretli emek gibi iki uç noktayı ortadan kaldırmak için değil, aralarındaki karşıtlığı zayıflatmak ve uyuma dönüştürmek için bir araç olarak talep edilmesinde özetlenmektedir. Bu amaca ulaşmak için önerilen araçlar ne kadar farklı olursa olsun, az ya da çok devrimci kavramlarla ne kadar kırpılırsa kırpılsın, içerik aynı kalır. Bu içerik, toplumun demokratik bir şekilde dönüştürülmesidir, ancak küçük burjuvazinin sınırları içinde bir dönüşümdür. Ancak küçük burjuvazinin ilke olarak egoist bir sınıf çıkarını dayatmak istediği gibi dar görüşlü bir fikre kapılmamak gerekir. Aksine kendi kurtuluşunun özel koşullarının, yalnızca modern toplumun kurtarılabileceği ve sınıf mücadelesinin önlenebileceği genel koşullar olduğuna inanmaktadır. 

Emek ve sermaye arasındaki herhangi bir sosyal demokrat anlaşmanın altında yatan sınıf uzlaşmalarının her zaman bir maliyeti vardır. Benim sorum şu: Marx’ın Fransa’da tarif ettiği maliyetler nelerdir ve bunlar ABD’de nelerdir ya da ne olmuştur? 

Dylan Riley: Marx’ın burada kullandığı şekliyle “sosyal demokrasi” terimi özellikle savaş sonrası Avrupa’da veya gelişmiş kapitalist uluslar ve refah devletlerindeki siyasi hareketleri tanımlarken sosyal demokrasi olarak anladığımız şeyden biraz farklıdır. 

Söyleyeceğim temel şey – ve bence Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut an için çok geçerli olan – sınıf uzlaşması kavramıdır. Marksist bir perspektiften bakıldığında çağdaş Amerikan siyasetine yönelik sol-liberal eleştirilerin çoğu esasen küçük burjuva olarak görülebilir. Fırsat eşitliğini ve daha az toplumsal bölünme ve çatışmayı savunan ahlaki argümanlar etrafında dönüyor. Ve bununla ilgili sorun – bence Marx’ın söylediği de bu – “sen kötüsün, sen küçük burjuvasın ve kötüsün” demek değil. Siyaset hakkında bu şekilde düşünmenin sorunu stratejik boşluğudur. Sınıf uzlaşmasını kimin, hangi şartlarda ve hangi araçlarla uygulayacağı belirsizdir. Bence Marx’ın bu konudaki temel noktası, herhangi bir sınıf uzlaşmasının fiilen dayatıldığı mekanizma olarak sınıf mücadelesinin önemini vurgulamaktır. Ve eğer bu noktayı gözden kaçırırsanız, politikanız baştan sakatlanmış demektir. 


Daniel Denvir – “Revisiting Marx’s Eighteenth Brumaire“, (Erişim Tarihi: 26.05.2025)

Çeviri: Yener Çıracı


Not: Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Güncel Kelam Tartışmaları’na Konuk Olduk: Felsefe ve Bilim Açısından Özgür İrade Meselesi – Berk Celayir

Sonraki Gönderi

Bu Tanecikli Hayat – Carlo Rovelli

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü