Neden Yanlış İnançlar Her Zaman Kötü Değildir? – Sally Latham

Sally Latham bazen yanılmanın daha iyi olduğunu söylüyor.

/
488 Okunma
Okunma süresi: 17 Dakika

Gerçeklere dayalı doğru inançlara ulaşmak için çabalamak ve de gerçeklere dayalı yanlış inançlardan kaçınmak, oldukça yaygın bir varsayımdır. Aslında pek çok filozof için de disiplinin temel taşı, doğru inançlar iyi ve yanlış inançlar kötüdür şeklîndedir.

Yine de bu varsayım PERFECT (Pragmatik and Epistemic Role of Factually Erroneous Cognitions and Thoughts – Olgusal Olarak Hatalı Biliş ve Düşüncelerin Pragmatik ve Epistemik Rolü) Projesi tarafından sorgulanmaktadır. Delüzyonel inançlar, çarpıtılmış anılar, sosyal gerçekliliği yansıtmayan inançlar ve buna benzerleri, kliniksel olmayan popülasyonda sıkça görülmektedir; ayrıca bunlar, şizofreni ve demans gibi klinik psikiyatrik durumların belirtileri olarak da listelemektedirler. PERFECT Projesi ise bu tür inançlarda kurtarıcı bir yan olup olmayacağı üzerine bir araştırma yapmaktadır. Hipotezleri, yanlış fakat yine de faydalı inançların olabileceğidir.

PERFECT Projesinden iki örnek ile bu hipotezi destekleyen kanıtları açıklayacağım: birinci örnek depresif anılar ve ikincisi ise de sosyal eşitsizlikleri yansıtmayan inançlardır. Her iki örneğin temelinde yanlış veya kusurlu bilişlerin de epistemik masumiyetinin olabileceği ve bu durumda inançtaki çarpıklıkların faydalı olabileceği düşüncesi yatar.

Bortoletti, 2015 senesinde Conciousness&Cognition isimli dergide yayımlanan bir makalesinde epistemik masumiyet kavramını açıklarken Birleşik Krallık ve ABD hukuklarındaki “gerekçelendirme savunması” ile bir karşılaştırma yapmaktadır. Bu, normalde suç teşkil edilecek bir eylemin, gerçekleştirildiği özel koşullar içerisinde haklı gösterilebildiği durumdur; örneğin, birinin kendisine ya da bir başkasına verebileceği ciddi bir zararın önüne geçebilmek birini bayıltması söylenebilir. Bu eylemde bir maliyet olsa bile, başka şekilde önlenmeyecek daha büyük maliyetlerden kaçındırdığı için acil bir müdahale olarak haklı görülebilir. Bu acil durumda, aksi takdirde suç teşkil eden eylem kötünün iyisidir. Benzer bir şekilde de Bortolotti, delüzyonlar veya olgusal yanlış beyanlar gibi hatalı ya da kusurlu bilişlerin aşağıdaki durumlarda epistemik olarak masum olabileceğini tartışmaktadır:

  • a) ‘Epistemik fayda’ sağlarlar, yani bize yardımcı olabilecek inançlardır bunlar.
  • b) Bilgi veya inançlar açısından daha yüksek bir maliyet olmaksızın aynı faydayı sağlayabilecek mevcut bir alternatif yoktur. (Epistemik ‘inançlara veya bilgiye atıfta bulunan’ anlamına gelir.)

Depresif Delüzyonlar

İlk olarak, Bortolotii ve Magdelana Antrobus’un Unisinos Journal of Philosophy’deki (Mayıs 2016) yazının da konusu olan depresif delüzyonlara bakacağız. Delüzyonun kısmı bir tanımı, “neredeyse herkesin inandığı şeylere ve aksini gösteren tartışılmaz ve bariz kanıt veya delillere rağmen sağlam bir şekilde sürdürülen, dış gerçeklik hakkında yanlış çıkarımlara dayalı yanlış bir inançtır” (Amerikan Psikoloji Derneği, i013). Yaygın bir depresif delüzyon, kişinin başkalarının yanında olamamalarıdır. Kişinin bu konudaki başarısızlığı ya da sorumluluklarının kapsamını abartması, aşırıya kaçan bir suçluluk duygusuna yol açabilir. Diğer yanlış inançlar arasında zulüm ya da hastalık delüzyonları yer alır. Bu delüzyonlar şiddetli depresif bozukluklarda (bazen psikotik depresyon veya depresif psikoz olarak da bilinir), ayrıca şizofreni ve diğer psikozlarda ortaya çıkar.

Depresif delüzyonların bilgi açısından faydaları düşünülürken, öncelikle bu delüzyonları şizofrenik delüzyonlardan ayırmak önemlidir. Giovanni Stranghellini ve Andrea Raballo’nun bir yazısına göre (Journal of Affective Disorders 171, 2015), şizofrenik delüzyonlar kişiye yabancı olan yeni bir içeriği ortaya çıkartarak bir (sahte) ‘vahiy’ sağlarlar. Kişinin bakış açısını değiştirecek ‘yeni gerçekliğin şafağı’ meydana gelir; örneğin, bir komşunun arkadaş canlısı davranışlarının, onları gözetlemek ve sonunda onlara zarar vermek için planlanan bir planın parçası olduğunu ‘keşfedilmesi’ gibi. Bunun aksine, depresif delüzyonlar benlikle ilgili önceden edinilmiş inançları doğrular. Aslında yeni bir şey keşfedilmemekle birlikte yalnızca eski sanrılar yeniden doğrulanır. Örneğin suçluluk delüzyonları, bir kişinin yanlış bir davranıştan dolayı suçlu olduğuna dair önceden zaten var olan inancını doğrulayacaktır.

Bunları aklımızda tutarak, bu tür delüzyonların epistemik faydalarını incelemeye başlayabiliriz. Bunu anlamak için, Jean Piaget’nin 1977’de yayınlanan Düşüncenin Gelişimi kitabında ortaya koyduğu Bilişsel Yapıların Dengesi modelinden bahsedelim.

Bu modelin merkezinde şema kavramı yer alır. Şema, yeni durumları ve bunlara da nasıl cevap verileceğini anlamak için kullanılan dünyanın bağlantılı zihinsel temsiller kümesidir. Bir mağazadan nasıl eşya satın alınacağına ya da insanların cinsiyetlerine göre nasıl sınıflandırılacağına ilişkin bir şema buna örnek olarak verilebilir. Şemaların, bilgileri işleme hızımız ve de verimliliğimiz açısından da evrimsel faydaları bulunmaktadır. Bir kişinin halihazırdaki şemaları, o kişinin yaşadıklarını açıklayabildiğin zaman, bilişsel denge olarak da bilinen bilişsel denge meydana gelir.

Piaget, bir kişi yeni bir nesne veya durum ile karşılaştığında, bilişsel denge için iki tane temel süreç gerektiğini söyler; ya mevcut şemanın bu yeni neşen veya durumla başa çıkmak için kullanıldığı bir asimilasyon; ya da mevcut şemanın düzgün bir şekilde uygulanmadığı ve kendisini değiştirmesi gereken bir uyum. Bilişsel yapıların başarılı bir şekilde geliştirilmesi adaptasyon olarak da bilinir ve iki sürece ihtiyaç duyar. Etkisiz bir zihinsel işleyiş durumunda süreçlerden biri diğerinin eksikliğini telafi eder. Denge durumuna ulutulamadığında, kişi için bir kaygı kaynağı oluşur. Hissedilebilecek denge eksikliği “aynı anda iki çelişkili inanca, fikre veya değere sahip olan… ya da mevcut inanç, fikir veya değerlerle çelişen bilgilerle karşılaşan bir kişinin yaşadığı zihinsel stres ya da rahatsızlık” olan bilişsel bir uyumsuzluk olarak anlaşılabilir (Leon Festinger, A Theory of Cognitive Dissonance, 1957) Mevcut inançlar ile gelen bilgiler arasında meydana gelen uyumsuzluk, azaltmak için doğal olarak motive olduğumuz psikolojik rahatsızlığı da tetikler. Bu aynı zamanda de neden düşüncelerimizde tutarlılık kurmak için çabaladığımızı da açıklamanın bir yoludur. Uzun soluklu bilişsel uyumsuzluk durumunun artın kaygı ve travma sonrası stres bozukluğuna benzeyen semptomlara yol açtığına dair kanıtlar bulunur (bkz. Anxiety: The Cognitive Perspective by Michael Eysecnk, 199i).

Peki ya kişilerin inançlarını yeni bilgilere uyacak şekilde değiştirmemesinin psikolojik bir altyapısı bulunuyorsa? Örneğin, ağır depresyon vakalarında bireyler kendileriyle ilgili bilgileri işlemleri kesintiye uğradığı için kendileri hakkında giderek daha da olumsuz inançlar elde ederler. İnançlarını değiştirmeyen kişiler, zihinsel tutarsızlığı başka yollarla azaltmaya çalışacaktır -örneğin, deneyimlerini yeniden yorumlayarak, yeni bilgiyi tamamen reddederek veya önceki inançlar için onları paylaşanlardan ek destek arayarak bunu yapabilir.

Ağır depresyonda, olumsuz şemalar yaşamın erken dönemlerinde oluşabilir, ancak olumsuz koşullar tarafından aktive edilene kadar uykuda kalır ve genellikle kritik derecede düşük benlik saygısı ile sonuçlanır. Aktive edildikten sonra da yeni bilgileri şemayla tutarlı bir halde, yani olumlu veya nötr yorumlar pahasına olumsuz olarak yorumlayamaya yönelik bir önyargı oluşur. Bazı durumlarda, olumlu öz değerlendirmeler aslında rahatsızlık ve kaygıya neden olabilir ve önceden bulunan inançlara uyan olumsuz inançlar lehine de reddedilir. Örneğin, bir erkek arkadaşının olmasına karşılık Jane’in olumsuz benlik temsili, sevilmeye değmediği ve kimsenin onu istemeyeceğine dair inançlar içerir. Erkek arkadaşı düşünceli bir hediye ile sürpriz yaptığı sırada, bu sevgi gösterisi Jane’in şemasıyla çelişir ve bilişsel uyumsuzluğa neden olur. Kendisinin sevilmeye değer olmadığına dair inancını değiştirmek yerine, bu nazik davranışın anlamını değiştirir ve bunu erkek arkadaşının başka kadınları ya da kendisini terk etmeyi düşündüğü için suçluluk duymasından dolayı yaptığı bir eylem olarak yorumlar. Bu yanlış düşüncenin (erkek arkadaşının gerçekten de onu sevdiği varsayımı göz önüne alındığında) bariz duygusal ve diğer türden maliyetleri de mevcuttur. Ancak, bu maliyetler tutarlılığın ve zihinsel dengenin korunması ve de kişinin inancıyla kanıtlar arasındaki uyumsuzluğun neden olduğu kaygının giderilmesiyle daha ağır basıyorsa, bu inanç epistemik olarak masum sayılabilir.

Depresif delüzyonların epistemik faydası, çok olumsuz olsa bile, tutarlı bir benlik temsilinin koruması olabilir. Bu nedenle Antrobus ve Bortolotti, şiddetli depresyon vakalarında, deneyimin çarpıtılmış yorumunun mevcut bir şemaya asimile edilmesi, çarpıtılmış olumsuz inancın bilgisindeki maliyetin, kaygının azalması açısından o kişiye sağladığı faydadan daha ağır bastığı durumlarda epistemik olarak masum olabilir. Bu da delüzyonların her zaman hem epistemik hem de psikolojik olarak maliyetli olduğu için ortadan kaldırılması gerektiği yönündeki popüler görüşün aksine gelişen bir durumdur.

Daha önce de değindiğim gibi, epistemik masumiyet için ikinci bir koşul bulunmaktadır: Bilgi bedeli olmaksızın, aynı faydaları sağlayacak bir alternatifin olmamasıdır. Depresif delüzyonlardan bahsedildiği zaman, insanlar genellikle olumsuz benlik imajlarını uzun bir olumsuz önyargılı öğrenme süreciyle oluşturmaktadır; öyle ki olumlu bilgiler o kadar uzun süre yeniden yorumlanmış veya şemalara entegre edilmemiştir ki şemaları güncellemek pratik bir seçenek olarak değerlendirilmez.

Toplumsal Gerçekler & Yansıtamayan İnançlar

Şimdi de sosyal gerçekler hakkındaki yanlış inançlarla ilgili bir örnek ele alalım.

PERFECT Projesinde yer alan Katherine Puddifoot’un, ‘Dissolving The Epistemic/ Ethical Dilemme Over Implicit Bias’ (Philosophical Explorations, Vol 20, 2017) başlıklı yazısında stereotipleştirme konusunu, özellikle de örtük önyargıda yer alan otomatik stereotipleştirmeyi ele almaktadır. Stereotipin yaygın bir tanımı, belirli bir kişi veya şey tipine ilişkin yaygın olarak benimsenen ancak sabit ve aşırı basitleştirilmiş bir imaj ya da fikir olduğudur; örneğin, bakıcı denildiğine kadınların ya da lider denildiğinde erkeklerin ilk akla gelmesi gibi. ‘Örtük önyargı’, anlayışımızı, kararlarımızı ve eylemlerimizi bilinçsiz bir şekilde önyargılı hale getiren tutumları ifade eder. Her ne kadar Puddifoot başka örnekler de kullansa da onun toplumsal cinsiyet örneklerini kullanmaya devam edeceğim.

Etik açıdan genel kanı, aksi bilinene kadar tüm insanlara belirli özelliklere sahip oluş ihtimalleri eşitmişçesine davranmamız gerektiği yönündedir; örneğin detaylara dikkat etmeleri, bağlılık, besleyicilik vb. Ancak, bilgi ve anlama arayışındaysak, inançlarımız ve tepkilerimiz yansıtıcı olmayan bir şekilde eşitlikçi olmak yerine gerçek sosyal eşitsizlikleri yansıtmalıdır ve istatiksel olarak bazı sosyal grupların belirli özelliklere sahip olma olasılığı daha yüksektir. Örneğin, şu anda bilim insanlarının istatiksel olarak erkek olma olasılığı daha yüksektir (Bilim ve Mühendislikte Kadın Kampanyası, WISE’a göre, 2014’te Birleşik Krallık’ta bilim alanında çalışan insanların yalnızca 213’ü kadındı). Dolayısıyla belirli kalıp yargıları benimsersem doğru inançlara sahip olma olasılığım artar; örneğin, rastgele bir bilim insanının erkek olma olasılığının kadın olma olasılığından daha yüksek olduğunu varsayabilirim. Eğer kadınları bilime teşvik etmek istiyorsak da bunun etik sonuçları olacaktır. Ancak bilgi arayışında olan filozoflar olarak, bu sadece doğru düşünmek için ödenmesi gereken bir bedel midir? Puddifoot, bazı durumlarda, örneğin ilim insanlarının kadın olma ihtimalinin eşit olduğunu düşünmek gibi, yanlış düşünmenin epistemik masumiyetini göstererek bilgi perspektifinden en iyi seçimin aynı zamanda etik perspektiften de en iyi seçim olduğunu savunur.

Daha önce de belirtildiği gibi, kadınların bilim insanı ve bilim insanlarının da kadın olmadığı stereotipiyle ilişkili örtük önyargı, bazen rastgele bireylerle ilgili doğru varsayımlarda bulunmanın epistemik faydasını da beraberinde getirmektedir. Eğer bilim insanları ile dolu bir odada hangi kişinin yönetici olduğunu bulmaya çalışıyorsanız, bazı zamanlarda kadınlara odaklanırsanız onları tespit etme olasılığını daha yüksek olur. Ancak örtük önyargının birkaç epistemik maliyeti vardır. Bunlardan ilki hafızanın çarpıtılmasıyla ilgilidir. Araştırmalar, bir kişi bir bireyin sosyal özelliklerinin farkındaysa ve bu özellikler bir stereotipe uyuyorsa, o birey hakkında hatırlanan bilginin arttığını, fakat aynı zamanda stereotipe doğru önyargılı olduğunu göstermektedir. Üst düzey bir nörobilim işi için bir yıl boyunca kariyerine ara vermiş ama aynı zaman prestijli bir üniversitede araştırma ziyaretini tamamlamış bir aday düşünün. CV’sini okuyan kişi, bu başvuru sahibinin kadın olduğunu biliyorsa, kadınların mesleğe daha az bağlı olduğu stereotipe uyduğu için kariyerine ara verdiğini not etme olasılığı daha yüksektir; araştırma ziyareti böyle bir akılda kalıcılıktan yoksundur. Kadınların bilim insanı olma ihtimalinin daha düşük olduğuna dair doğru inanç, bireyler hakkındaki düşünceleri daha geniş kadın stereotipilerine uyacak şekilde çarpıtmanın epistemik bir maliyeti vardır. Dahası, hafızadaki bu çarpıtma, hatırlanan bilgideki artıştan daha ağır basmamaktadır. Daha az bilgi hatırlamak, ancak bu bilginin adaya karşı tarafsız olması daha iyi ve adil olacaktır.

Stereotip düşüncenin ikinci bir epistemik maliyeti de muğlak kanıtların yanlış yorumlanmasıdır. Bir bireyin bazı özellikleri bilindiğinde ve bunlara bir stereotip eklendiğinde, stereotip bir dereceye kadar sosyal gerçekleri yansıtsa bile, örtük önyargı kanıtın yanlış yorumlanmasına yol açabilir. Örneğin, bir kadın bilim insanı önemli bir sunumda bazı hatalar yaparsa, bu kanıt belirsizdir: bilgi eksikliği ile tutarlıdır, ancak aynı zamanda bir topluluk önünde konuşma konusunda güven eksikliği ile de tutarlıdır. Ancak bilim insanlarının çoğunun erkek olduğuna dair (doğru) inanca sahip biri, bilimsel uzmanlığın erkeklerle ilişkilendirilmesi gerektiğine dair örtük bir önyargı da taşıyabilir ve bu nedenle (belki de yanlış bir şekilde) hataları bilgi eksikliğinin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Bilim insanlarının çoğunluğu erkek olduğu için, stereotip inanç bir ölçüye kadar sosyal gerçekliği yansıtır, ancak bu davranışsal kanıtın yanlış yorumlanması nedeniyle daha büyük bir epistemik maliyetleri vardır.

Stereotip düşüncenin bağlantılı diğer iki epistemik maliyeti, bireyler arasındaki farklılıkları fark edememek ve farklı grupların üyeleri arasındaki benzerlikleri fark edememektir. Bir stereotip kullanıldığı zaman stereotipleştirilen kişiler bir grubun üyeleri olarak görülür ve azınlık grupları, çoğunluk grubuna göre daha az çeşitli ve ortak özellikleri paylaşma olasılığı daha yüksek olarak görülür (bkz. Bartsch & Judd’un European Journal of Social Psychology 23, 1993). Dolayısıyla, kadın bilim insanları, çoğunluktaki erkek meslektaşlarına göre daha homojen bir şekilde görülürler. Bu durum bilgi açısından maliyetli olur çünkü bireyler hakkında önemli yargıları etkileyebilecek ayrıntıların fark edilmesine neden olur. Ek olarak da gruplar arasındaki benzerliklerin fark edilme olasılığı da daha düşüktür. Örneğin, bir bilim insanı kadın olduğunda, herhangi bir bağlılık eksikliği tespit edilir, ancak benzer belirtiler erkek meslektaşları tarafından gösterildiğinde dikkat çekmeyebilir. Bu bir kez daha, olgusal bilgilerin epistemik açıdan maliyetli bir ihmalidir.

Puddifoot tarafından tanımlanan dördüncü epsitemik maliyet de davranış açıklamalarında doğruluk takibinde başarısızlık. Örtük önyargılar devreye girdiğinde insanlar, bir bireyin gruba dahil olmasını, eğer stereotipe uyuyorsa, diğer olası açıklamaları ve ilgili bilgileri göz ardı ederek davranışlarının bir açıklaması olarak kullanabilirler. Özellikle, bir eylem stereotipe uyuyorsa failin doğası ile açıklanır, eğer uymuyorsa da durum açısından açıklanır. Konuşmasında hata yapan kadın bilim insanı örneğine geri dönelim. Bilimsel uzmanlığın kadınlardan ziyade erkeklere özgü bir özellik olduğuna ilişkin klişe (sosyal gerçekliğin bazı yönlerini yansıtmakla birlikte), başka açıklamalar daha iyi olmasa bile eşit derecede yeterli olsa bile, hatalarının yetenekleri açısından açıklaması anlamanı gelir. Ancak bir erkeğin aynı hataları yaptığı gözlemlendiğinde, davranışın durumla açıklanması daha muhtemeldir, belki de dikkatini dağıtan bir şey vardı, ancak aslında yalnızca bilgi eksikliği vardı. Bununla birlikte, ikinci açıklama erkeklerin bilimsel yeterliliğine ilişkin stereotipe uymamaktadır.

Stereotipleştirmenin beşinci ve son maliyeti uygunsuz çağrışımları ve bilişsel tükenmedir. Stereotip düşüncenin epistemik açıdan faydası, varsayımlarını sosyal gerçekliği doğru bir şekilde yansıtacak şekilde kurmasıdır. Yine de insanlar stereotipleştiklerinde çoğunlukla sosyal gerçekliği yansıtmayan başka çağrışımlar da yaparlar. Örneğin, bir bilim insanının erkek olması stereotipi, erkeklerin kadınlardan daha yüksek bir IQ’ya sahip olduğu inancı ile bağdaştırılır ki bu da doğru değildir. Ya da kadınların ailede ve toplumda daha korumacı/anaç bir rol üstlendikleri inancı (ki bu genellikle toplumda onları yansıtır), daha korumacı/anaç olmaya yatkın oldukları inancıyla (ki bu doğru değildir) birleştirilebilir. Bireyin özelliklerinin çoğunluğu bu stereotipe uymasa bile, bir stereotipi yansıtan yüzeysel özelliklere dayanarak önyargı oluşturabiliriz.

Örneğin, tipik bir şekilde kadınsı yüz ve vücut özelliklerine sahip bir kadın, anaç olmasa bile bu tarz bir eş ve anne stereotipini tetikleyebilir.

Elbette otomatik önyargıları bastırmak için uğraşabiliriz, ancak bu bilişsel kaynakları azaltacak bir çaba gerektirir ve bu yüzden kendisinde epistemik bir maliyet barındırır. Doğru stereotipleştirmenin bile bu maliyetleri göz önüne alındığında, sosyal gerçekleri tamamıyla yansıtmasa bile, eşitlikçi tepkiler üreten stereotipik olmayan inançlara sahip olmanın epistemik bir faydası var gibi görünüyor. Örtük önyargıdan kaçınma stratejileri burada sahip olduğumdan daha fazla yeri hak ediyor, ancak kabaca söylemek gerekirse, ya ilgili sosyal bilgi düşünceyi etkilemeyecek bir şekilde tutulabilir ya da birisi sosyal gerçekliği aktif olarak yanlış yansıtabilir; örneğin, erkekler ve kadınlar bilimlerde eşit olarak yer alıyormuş gibi davranmak. Her iki yöntem de etik açıdan doğru olan eşitlikçi bir yanıta yol açacak ve yukarda özetlenen epistemik maliyetleri de engelleyecektir. Etkin şekilde kusurlu düşünmeyi geliştirerek ayrıntıları yanlış hatırlamaktan, muğlak kanıtları yanlış yorumlamaktan, ilgili benzerlikleri veya farklılıkları fark edememekten, davranış açıklamaları açısından doğruyu takip edememekten ve yanlış ilişkilendirmeler yapmaktan kaçınabiliriz. Dolayısıyla, genel olarak doğru stereotiplerden bile kaçınarak aslında doğru inançlara sahip olma şansımızı artırabiliriz.

Delüzyonlarda olduğu gibi, sosyal gerçeklikleri doğru bir şekilde yansıtmayan düşüncenin de epistemik açıdan masum sayılması için, epistemik faydaları bedelsiz olarak sağlayan bir alternatifin de bulunmaması gerekmektedir. Fakat araştırmalar insanların sosyal farklılıklara duyarlı olmaları ve bu nedenle gerçekliği doğru bir şekilde temsil eden inançlara sahip olmaları durumunda, vurguladığım maliyetlerle birlikte otomatik stereotipleştirmeye girişme olasılıklarının yüksek olacağını ortaya koymaktadır. Görünüşe göre epistemik pastamızı alıp yiyemeyiz.

Puddifoot, sosyal gerçekliği doğru bir şekilde temsil edemeyen inançlara sahip olmanın burada kötünün iyisi olabileceğini savunmaktadır. Sosyal gerçekliğin en azından bir yönünü yansıtan stereotipiler bazen doğru bir değerlendirme yapmamıza yol açar, örneğin rastgele seçilen bir bilim insanının muhtemelen erkek çıkacağı gibi. Bununla beraber, bu tarz stereotiplerden kaçınarak onların tehlikelerinden de kaçınmış oluruz.

Sonuç

Bahsettiklerimiz, kusurlu ya da yanlış inançların kurtarıcı özelliklere sahip olduğu örneklerden sadece ikisidir. İlk örnekte (delüzyonlar), bilgiyi önceden var olan olumsuz şemalara uyacak şekilde yanlış yorumlayarak kaygıyı ve psikolojik rahatsızlığı azaltır ve tutarlı bir benlik duygusuna katkıda bulunur. İkincisinde de (stereotipler) bazen sosyal gerçekliğin doğru bir şekilde temsil edemeyen inançlara sahip olmaktan epistemik olarak kazanılacak daha fazla şey vardır. Dolayısıyla epistemik maliyeti olmayan eşit derecede etkili alternatiflerin yokluğunda, her iki durumun da epistemik olarak masum olduğu söylenebilir.

PERFECT Projesindeki araştırmanın da felsefi açıdan önemli çıkarımları bulunur. Gerçeğin her şeyden üstün tutulduğu bir disiplinde, bu araştırma bizi doğruluk ve yanlışlığın göreceli değerini nasıl anladığımızı yeniden değerlendirmeye zorluyor. Aynı zamanda, normal ve anormal ya da sağlıklı ve sağlıksız düşünme arasındaki kültürel olarak inşa edilmiş sınırları yeniden değerlendirmeye zorlayarak, ruh sağlığını nasıl anladığımız konusunda da çıkarımlar yapıyor.


Project PERFECT hakkında daha fazla bilgi için lütfen ziyaret edin: http://projectperfect.eu.


Sally Latham – “Why False Beliefs Are Not Always Bad“, (Erişim Tarihi: 10.08.2024)

Çeviren: Emre Kahvecioğlu

Çeviri Editörü: Efe Aytekin

Boğaziçi Fizik Öğretmenliği bölümü ile başladığı lisans eğitimine Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe bölümünde devam etmektedir. Başlıca ilgi alanları epistemoloji, etik, Alman İdealizmi, Antik Çağ felsefesi ve dil felsefesidir.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Siyonist Toplama Kampları Ve Sömürgeci Faşizm Hakkında Düşünceler – Ege Aydın

Sonraki Gönderi

Temelcilik, Uyumculuk Ve Sonsuz Gerileme Problemi – Fatih S. M. Öztürk

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü