Üstte verilen ördek-tavşan görseli felsefedeki en ikonik görsellerden bir tanesi – hatta o kadar ikonik ki lisans öğrencilerimden biri bu görseli bacağına dövme yaptırmıştı. Peki bu nokta ve çizgileri felsefi açıdan bu kadar önemli kılan şey ne?
Avusturyalı felsefeci Ludwig Wittgenstein, ölümünden sonra yayınlanan eseri Felsefi Soruşturmalar (1953)’da, felsefecilerin ‘bakış açısı algısı’ dediği şeyi göstermek için işte bu görseli kullanmıştı. Bu görsel iki şekilde de görülebilir; ya bir ördek ya da bir tavşan. Bir çoğumuz da istediğimiz gibi bu iki şekil arasında gidip gelebilir, “Az önce bir ördek iken, şimdi de bir tavşan görüyorum” diyebiliriz.
Wittgenstein, “bakış açısında değişiklik” denilen bu konuda diğer birçok örnek de veriyor. Mesela, aşağıda verilen görseldeki noktaları iki noktadan oluşan iki grup şeklinde ya da kenarları bir noktayla çevrelenmiş tek bir ikili nokta grubu olarak görebilirsiniz. Noktaları iki şekilde de görmeyi bir deneyin.
Aynı zamanda aşağıdaki bir küp olarak düzenlenmiş çizgileri önce bir yöne sonra da diğer yöne konumlandırılmış olarak görebilirsiniz.
Peki bu tarz bir deneyimi felsefi açıdan önemli kılan şey ne? Bu tarz görsellerin ortaya çıkardığı ilginç sorulardan biri şu: Bakış açısı değiştiğinde neler oluyor? Bir kutuyu bir yöne doğru konumlandırılmış olarak görmekten diğer yöne doğru konumlandırılmış olarak gördüğümüzde neler oluyor? Şu çok açık ki ne sayfada ne de retinanızın arkasında bulunan görsel bir değişikliğe uğramıyor. Ortaya çıkan şey şu ki, değişim sizin içinizde meydana geliyor. Peki burada ne tarz bir değişim söz konusu?
Bu değişimi açıklamanın yolunun kişiye özgü, içsel bir görselin değişiminden söz etmekten geçtiği bize makul gelebilir. Evet, gerçekten de sayfadaki görsel değişmeden kalıyor, değişen şey ise sizin içinizde – tıpkı zihin gözünüzün önündeymişçesine – bulunan görseldir. Fakat Wittgenstein bu açıklamayı reddediyor.
Necker küpü görselini kullanarak, bu küpün bir yönden baktığım zaman bana tam olarak nasıl göründüğünü ama aynı zamanda da diğer yönden baktığımda bana yine tam olarak nasıl göründüğünü yakalayabilirim. Bu durumda, görsel izlenimim – ve nitekim, eğer varsa, sahip olduğum ‘kişiye özgü’ içsel görselim – iki şekilde de aynı olmalı. Ama o zaman da bakış açısındaki değişikliği açıklayan şey ne sayfadaki ne de benim kişiye özgü içimde bulunan görseldeki değişim olabilir.
Bakış açısı algısını felsefi yönde önemli kılan bir diğer şey ise her ne kadar fark etmesek de bahsi geçen bakış açısıyla sürekli gördüğümüze dikkatlerimizi çekmesidir. İngiliz felsefeci P. F. Strawson ‘Imagination and Perception (Hayal Gücü ve Algı)’ (1971)’da şöyle yazmıştır:
Bakış açısındaki değişiklikteki çarpıcı durum sadece algının genelinde halihazırda bulunan bir niteliği (yani görülen şeyi) olduğundan daha dikkat çekici bir şekilde bize sunmasıdır.
P. F. Strawson
Örnek verecek olursam, ben bir makas gördüğümde onu yalnızca fiziksel bir şey olarak görmüyorum – bundan ziyade, onu birçok şey yapabileceğim bir alet olarak anında kavrıyorum. Bahsedilen nesneyi bir makas olarak görmem, düşünmeden ve gerçekten de gayri ihtiyari yaptığım bir şey.
Öte yandan, makas kavramına tamamen yabancı olan biri o nesneyi makas olarak görmemekle kalmayacak, aynı zamanda göremeyecektir de. Elbette masanın üstünde duran bir makas görebilirler – ama onu bir makas olarak göremez. Bir şeyi, ‘o şey olarak görmek’ kavrama-bağlı bir deneyimdir.
Şu an siz de ‘bir şey olarak’ görüyorsunuz. Beyaz arka planın üstündeki bu eğri büğrü çizgilere bakarak onları harfler, kelimeler ve cümleler yani anlam ifade eden bir şey olarak görüyorsunuz. Bu, yazılı İngilizceyi anlayan birinin hiç düşünmeden vereceği bir karşılıktır – bu satırların ne anlama geldiğini anlamak için bir çaba göstermeniz gerekmez (İngilizce bilmeyen birinin dil kitabı kullanarak gösterdiği çabanın aksine). Anlatmak istediklerimi açıkça ve çabucak kavrayabilirsiniz.
Aynı zamanda ‘bir şey olarak görmekle’ kalmayız, ‘bir şey olarak duyarız’ da. Yazılı İngilizce için geçerli olan şeyler, konuşulan İngilizce için de geçerlidir. Başka bir insanın İngilizce konuştuğunu duyduğumda, sonrasında çözümlemem gereken bir gürültüyü duymuyorum – duyduğum şeylerin kendisinin bir anlamı var (örnek olarak, ‘kapıyı kapat!’).
Bakış açısı algısındaki değişikliğinin özellikle ilgi çekici bir örneği ise bir melodiyi ya da kuralı “yakalayıp” böylece onu kendimiz devam ettirebilmemiz. Şunu düşünelim, Melodiyi Bul (Name That Tune) oyununda bir dizi nota duyuyorum ve aniden onları ‘Ode to Joy’un açılış notaları olarak duymaya başladıktan sonra kendimden emin bir şekilde ıslık çalarak devam ettiriyorum. Bu örnek de, bakış açısındaki bir değişikliğin bir örneği olarak gözüküyor. Notaları yalnızca nota olarak duymaktan onları bir melodinin açılış notaları olarak duymaya başlıyorum, daha sonrasında kendim devam ettirebileceğim bir melodi olarak.
Ya da aniden bir aritmetik kuralı anladığımız anı düşünün. Diyelim ki birisi aşama aşama bir dizi numarayı göstererek bir kuralı anlatsın – ilk olarak 2, sonra 4, sonra 6, sonra da 8. Bir anda bana anlatılan kuralı “anlayabilir” (ismi ‘2 ekle’ olsun), daha sonrasında da kendimden emin bir şekilde devam edebilirim: ‘10, 12, 14’. O bir anda yaşadığım içgörü sırasında neler oluyor? Önümde duran sayılar değişmedi ama buna rağmen aniden onları farklı bir şekilde görmeye başladım; sonsuz bir dizinin – şimdi benim de devam ettirebileceğim bir serinin – bir parçası.
Wittgenstein da özellikle bununla; yani, kuralı bir anda, bu şekilde anladığımızda neler olduğuyla ilgileniyordu – yalnızca bir dizi sayı görmekten onları bir kuralın ucu bucağı olmayan bir dışavurum olarak görmeye “geçiş yapmamızla”.
Uzun lafın kısası, ‘bir şey olarak görme’ fikri aynı zamanda, potansiyel olarak, her türlü uygulaması olabilecek genel bir düşünme aracı sağlamış oluyor. Sıradan bir nesneyi – bu Marcel Duchamp’in ters dönmüş pisuvarı ya da Tracey Emin’in dağınık yatağı olabilir – bir sanat eseri yapan şey nedir sorusunu düşünün mesela. Böyle bir nesneyi sanat eseri haline getiren şey bizim onu sanat eseri olarak görmemiz midir?
‘Bir şey olarak görme’ fikri aynı zamanda dini düşüncelerde de karşımıza çıkıyor. Bazı dini bütün insanlar, Tanrı’ya olan inancın, belli başlı hipotezlere olan bağlılık değil de, bir şeyleri görme biçiminden oluştuğunu söylüyorlar. Savunulana göre, bir ateisti inançlı birinden ayıran şey Tanrı’nın var olduğuna dair sonuca ulaştıran argümanların ikna ediciliği olmak zorunda değil. Bunun yerine, ateistlerde eksik olan şey dünyayı Tanrı’nın bir eseri, İncil’i Tanrı’nın kelamı olarak görme yetisi.
Tıpkı bazılarının estetik körlükten – Pablo Picasso’nun belli bir eserinin ıstırabın güçlü bir ifadesi olduğunu göremeyen insanlar – muzdarip olduğundan, bazılarına göre, ateistler de dünyayı olduğu gibi – yani kutsal bir varlığın dışavurumu olarak – görememelerine yol açan bir çeşit dini körlükten muzdaripler.
Son verdiğim örnekten dolayı bir uyarı yapmam gerek yine de. Bir şeyi filanca şekilde görmek onun filanca şekilde olduğunu güvence altına almaz. Yatağımın ucundaki çamaşır yığının bir canavar olarak görebilirim. Ama tabii ki, eğer onun canavar olduğuna inanırsam gerçekten de büyük bir yanlışa düşmüş olurum. Ve düştüğüm yanlış da ortaya konulabilir.
Kaynak:
Stephen Law, “Do you see a duck or a rabbit: just what is aspect perception?”, Aeon, 31 Temmuz 2018, Editör: Nigel Warburton, https://aeon.co/ideas/do-you-see-a-duck-or-a-rabbit-just-what-is-aspect-perception (erişim: 16 Ağustos 2019), çev. Kaan Türk.