Plantinga’nın Dini Dışlayıcılık Savunusunun Eleştirisi – Nebi Mehdiyev

/
2952 Okunma
Okunma süresi: 30 Dakika

ÖZET

Dinî dışlayıcılık, belirli bir (kendi) dinî geleneğin iddialarının doğru, öteki geleneklerin iddialarının ise yanlış olduğunu savunan felsefî/teolojik bir yaklaşımdır. Çağdaş din felsefesinde bu yaklaşımın en hararetli ve özgün savunucularının başında Alvin Plantinga gelmektedir. Plantinga’yı özgün kılan en önemli özellik, dinî dışlayıcılık görüşünü geleneksel bilgi (gerekçelendirilmiş doğru inanç) anlayışına alternatif olarak geliştirdiği uygun-işlevselcilik adlı epistemolojik bir teori üzerine inşa etmiş olmasıdır. Bu yazıda, düşünürün dinî dışlayıcılık savunusunu ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduktan sonra söz konusu savunusunun iç-tutarlılığını sorgulamak suretiyle uygun-işlevselciliğe dayalı dışlayıcı bir tutumun dinî çeşitlilik olgusu bağlamında epistemik ve ahlakî değerini belirlemeye çalışacağım.

1. Giriş

“A Defense of Religious Exclusivism” (Bir Dinî Dışlayıcılık Savunusu) adlı yazısında Plantinga, kendi dışlayıcılık anlayışını;

(i) diğer dinlerin farkında olma,

(ii) bu dinlerin müntesiplerinin da hakiki bir dindarlık ve adanmışlığa benzer örnekler sergilediğini bilme ve

(iii) fakat aynı zamanda da kendi doğrularıyla (aşağıdaki iki önermede olduğu gibi) çelişen iddiaların yanlışlığına inanma gibi artı şartların ((D) durumu) yanı sıra;

  • Âlem, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi olan müşahhas bir varlık tarafından yaratılmıştır
  • İnsanoğlu kurtuluşa muhtaçtır ve Tanrı, oğlunun enkarnasyonu, yaşamı, günahları bağışlatan ölümü (kefaret kurbanı) ve yeniden dirilmesi aracılığıyla kurtuluşun tek bir yolu olduğunu göstermiştir,

şeklindeki iki önermenin doğruluğu iddiası üzerine inşa etmektedir. Daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu formüle göre Plantinga (veya bir dışlayıcı), diğer dinlerin de doğruluk iddiasında bulunduğunu bilmesine rağmen, kurtuluşun yalnızca yukarıdaki iki önermeye inanmaktan geçtiğini, yani yalnızca Hıristiyanlığın Kalvinist yorumu çerçevesinde mümkün olduğuna inanmaktadır (veya inanan kimsedir). Plantinga, söz konusu yazısını işte bu dışlayıcılık anlayışına yönelik bazı itirazların çürütülmesine adamıştır.

2. Dinî Dışlayıcılığa Yönelik İtirazlar

Plantinga’ya göre, dinî dışlayıcılığa yönelik itirazları, ahlaki ve epistemik olmak üzere temelde iki kategoride ele almak mümkündür.

2.1. Ahlaki İtirazlar. Farklı dinî çeşitlilik modellerini benimsemiş olanlar, genel olarak dışlayıcılığı kendini beğenmiş, bencil, keyfî, saygısız, baskıcı veya acımasız olmakla itham ederler. Plantinga’ya göre bu itirazlar son derece yetersizdir; sözgelimi, baskıcı ve acımasız olma yönündeki suçlamaları ele alacak olursak, bu noktadaki yetersizliği açık bir şekilde görebiliriz: Benim inandığım şeyleri reddedebilirsiniz, ama beni ikna edecek bir argümana sahip olduğunuza inanmadığınız sürece beni baskı altına aldığınız ya da bana karşı acımasız davrandığınıza inanmam. Dolayısıyla, dışlayıcılığın bir şekilde zorbalığa yol açabileceğinin yanı sıra haddi zatında bir zorbalık olduğu söylenemez.

Keyfîlik, kendini beğenmişlik veya bencillik gibi diğer ahlaki suçlamalara gelince, (1) ve (2) önermelerin doğruluğuna inanan birisinin, bu önermelerin aleyhindeki iddiaların yanlışlığına inanmasından daha doğal bir şey olamaz; burada, ahlakilik tartışmalarından ziyade açıkça bir basit mantıksallık durumu söz konusudur.

Şimdi, Plantinga’ya göre, belirli bir önermeye ilişkin üç farklı tutumdan bahsedebiliriz: söz konusu önermeye ya inanmaya devam edilir, ya reddedilir ya da belirli bir yargıdan uzak durulur. Ahlakilik tartışması bakımından birinci ve ikinci tutum arasında pek bir farklılık yoktur. Ne var ki aynı ahlaki suçlamalar, ilk bakışta tarafsız görünen üçüncü tutuma, Plantinga’nın kendi deyimiyle “kanaatkar çoğulculuğa” da yöneltilebilir. Çünkü belirli bir önermeye inanmak ya da inanmamaktansa her iki yargıdan da feragat etmek, aslında yargıda bulunmamanın, olumlu veya olumsuz bir yargıda bulunmaktan daha üstün bir konumu haiz olduğunu kabul etmek demektir. Başka bir ifadeyle,

(3) Eğer B ötekilerin p’ye inanmadığını biliyor ve p’ye inanma hususunda D durumunda ise, o halde B p’ye inanmamalıdır,

önermesine inanan kanaatkar çoğulcunun, dışlayıcılığa yöneltilen veya yönelttiği ahlaki suçlamalara maruz kalmaması için (3) önermeyi kabul etmemesi gerekir; bu önermeyi kabul etmesinden ya da kabul etmek durumunda olmasından dolayı bu tür çoğulculuk, D durumunda kendi kendine referansla tutarsızdır.

O halde, Plantinga’ya göre, yukarıdaki ahlaki itirazların belirli bir kesim veya tutuma yönelik olduğunu düşünmek doğru değildir; nitekim, ahlaki açıdan herhangi bir suçlamaya maruz kalamayacağını düşündüğümüz çoğulculuğun bile bir iç tutarsızlık sergilemesi, bunun apaçık bir göstergesidir. Şimdi, inandığı şeye diğerlerini de inandırmaya çalışan birisi olmaktan öteye, diğer inançların veya bu inançların doğruluk iddialarının varlığının farkında olmasına (D durumu) rağmen (1) ve (2) önermelere inanmaya devam eden bir dışlayıcı, ki Plantinga kendisini bu kategoride mütalaa etmektedir, kendini beğenmişlik, bencillik, keyfîlik, saygısızlık veya zorbalık yönündeki ahlaki itirazların muhatabı değildir.

2.2. Epistemik İtirazlar. Dışlayıcılığa yöneltilen epistemik itirazlara gelince, çok değişik varyasyonlarına rağmen Plantinga’ya göre bu itirazları gerekçelendirmeden yoksunluk ve irrasyonellik gibi iki başlık altında toplamak mümkündür. Bu demektir ki bir dışlayıcı, (1) ve (2) önermelere inanma noktasında gerekçelendirmeden yoksun ve irrasyonel bir tutum içerisinde olmakla itham edilmektedir. Daha ziyade çoğulcular tarafından ileri sürülen bu itirazların geçersizliğini göstermek için Plantinga, öncelikli olarak gerekçelendirme ve rasyonellik kavramlarının ne anlama geldiği üzerinde durmaktadır. Buna göre, son derece değişken bir görünüme sahip olan gerekçelendirme, esasında şu ilkeye dayanmaktadır: Belirli bir inancını bilgiye dönüştürebilmesi için birey, entelektüel veya bilişsel görev ve yükümlülük kurallarını ihlal etmemek, yani ilgili inancının ya kendiliğinden-açık ve değiştirilemez olduğunu göstermek ya da söz konusu görev ve yükümlülüklerinin ifadesi olan delillerle desteklemek (içselcilik) yahut da güvenilir bir inanç-oluşturma süreci içerisinde yer almak (dışsalcılık) zorundadır. (Plantinga’nın bu yaklaşımlardan ikincisine yakın olduğunu unutmamak gerekir). Rasyonellik ise, yine birbirinden farklı anlayışlarından söz etmek mümkün olmakla birlikte, esasında işlev bozukluğu, muhakemede düzensizlik veya aklî yetilerin patolojik durumlarının tam tersi, yani özgür ve sağlıklı bir şekilde çıkarımlarda bulunabilmek demektir.

Burada rasyonelliğin ciddi bir tartışma konusu olmadığı ve dolayısıyla da daha ziyade gerekçelendirme üzerinde durmanın zarureti ortaya çıkmaktadır (bu noktadan sonra Plantinga, belirli bir epistemik tutumla (içselcilik) özdeşleşmiş olması sebebiyle gerekçelendirme (justification) kavramı yerine güvence (warrant) kavramını kullanmayı yeğlemektedir). Şimdi, bu tespitleri göz önünde bulundurmak suretiyle, dışlayıcılığın (1) ve (2) önermelerinin gerekçelendirmeden yoksun ve irrasyonel olduğunu ya da -tek bir itiraz şeklinde formüle etmek gerekirse- güvence altında olmadığını söylemek mümkün müdür?

Plantinga’ya göre, dışlayıcılığın iki temel iddiasının güvence altında olmadığını söylemek kesinlikle doğru değildir. Birincisi, söz konusu iddiaların işlev bozukluğu, muhakemede düzensizlik veya aklî yetilerin patolojik durumlarıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığı gayet açıktır. İkincisi, içselci gerekçelendirme anlayışının kendi içerisinde birtakım ciddi sorunlar yaşadığı ve rakip anlayışların argümanları karşısında ayakta durmakta zorlandığı bir gerçek olmakla birlikte günümüzde içselciliğin en önemli temsilcisi olan R. Chisholm’un temel inançların alanını genişletme teşebbüsü sonucunda bir dışlayıcının (1) ve/veya (2) önermenin doğruluğuna inanmasının önü açılmış durumdadır. Dışsalcı gerekçelendirme anlayışı (ve bunun yaygın bir ifadesi olan güvenilircilik) açısından baktığımızda ise, bir bireyin sadece belirli bir toplum içerisinde yer alıyor olmasından dolayı dışlayıcı olduğunu savunmak güvenilirciliğin kendi geçerliliğini de tehdit eden bir durum olarak görünmektedir. Şöyle ki, sözgelimi çoğulculuk, dünyanın hiçbir yerinde yaygın bir kanaat veya inanç olarak görülmemiştir; bu durumda, Madagaskar veya Fransa’daki bir çoğulcunun kanaatlerinin güvenilir-olmayan bir inanç-oluşturma sürecinin ürünü olduğunu mu söylememiz gerekir? Plantinga’nın reddettiği bu düşünce, doğal olarak şu sonuca yol açmaktadır:

(4) Eğer B, belirli bir mekan ve zaman içinde doğmuş olmasından dolayı tutmaması gerekecek şekilde dinî veya felsefî inançlara sahipse, o halde söz konusu inançları güvenilir-olmayan bir inanç-oluşturma mekanizması tarafından üretilmiş olmakta ve dolayısıyla da güvence altına alınmış olarak sayılmamaktadır.

Dolayısıyla Plantinga, (1) ve (2) önermelerin doğru olduğuna inanan bir dışlayıcının (3) ve (4) önermelerde ifade edilen ahlakî ve epistemik itirazların tutarsızlığından ötürü kendi iddialarının doğruluğuna inanmayı sürdürmesi gerektiğini savunmaktadır. Ne var ki belirli bir iddiaya yönelik itirazların tutarsız olmasının söz konusu iddianın doğru olduğu anlamına gelmediğini Plantinga da biliyordur; daha somut bir ifadeyle, çoğulcular tarafından ortaya atılan itirazların tutarsız olması ya da bu itirazların gerçekten tutarsız olup olmadığının anlaşılması için dinî dışlayıcılığın bir savunusu iddiasında bulunan görüşün kendi olumlayıcı yönünü ortaya koyması gerekir.

3. Dinî Dışlayıcılığın Temeli Olarak Uygun İşlevselcilik

Bu noktada Plantinga, dışlayıcılığın “güvenilircilikten ziyade hakikate yakın olan” uygun işlevselcilik (proper functionalism) adlı kendi olumlayıcı tezini ortaya atmakta ve bu tezi şu şekilde formüle etmektedir: B’nin p’yi bilmesi için (a) p’nin uygun şekilde işleyen bilişsel yetiler tarafından ve (b) söz konusu bilişsel yetiler için elverişli bir ortamda üretilmiş olması, (c) bilişsel yetilerin doğru inançların oluşturulmasını amaçlamış olması ve son olarak da (d) bilişsel yetilerin yukarıdaki hususlarda güvenilirlik/doğruluk oranının en yüksek seviyede olması gerekir.[1]

Şimdi, gerekçelendirme yahut da Plantinga’nın deyimiyle güvence teorisi açısından uygun işlevselciliğin tutarlı bir yaklaşım olduğunu varsayalım; bu varsayım, öncelikli olarak yalnızca dışlayıcılığın (1) önermesinin doğruluğunu kabul etmemize imkan tanır. Şöyle ki, âlemin yetkin bir varlık tarafından yaratılmış olması “bilgisi” dışlayıcılığın ya da belirli bir dinî geleneğin tekelinde değildir; o halde, buradaki asıl sorun, insanoğlunun kurtuluşunun İsa’nın günahları bağışlatan ölümü ve yeniden dirilmesine bağlı olduğu şeklindeki dışlayıcılığın (2) önermesi etrafında düğümlenmektedir. Başka bir ifadeyle, sözgelimi âlemin yuvarlak veya düz olması inancı gibi hususlarda uygun işlevselcilik şartlarını tartışmaya açmak bir ölçüde mümkün görünebilir; fakat İsa ismini ilk kez duyan birisinin böyle bir iddia karşısındaki tutumu ile ilgili aynı şeyi söyleyemeyiz.

Plantinga’ya göre ise, (1.) önermenin uygun işlevselcilik şartları altında gerçekleşmiş ve dolayısıyla da güvence altına alınmış olması durumunda (2.) önerme için aynı şeylerin söylenemeyeceğini düşünmek abestir. Şöyle ki, Tanrıyı bilmek için Tanrı tarafından sensus divinitatis (ilahîlik duygusu) adlı bir bilişsel yetiyle donatılmış olmamız, aynı zamanda kurtuluş bilgisine ulaşabilmemizi de mümkün kılmaktadır; yani insanoğlunu kendi bilgisine ulaştıran Tanrı, aynı zamanda ona kurtuluş yolunu da göstermektedir. Bu kurtuluş yolunun (2.) önerme olduğu bilgisi ise, Tanrının gerçek vahyi olan Kitab-ı Mukaddes’te bulunmaktadır. Dolayısıyla, bilişsel yetilerin uygun işlevselcilik şartlarına göre çalışması durumunda dışlayıcılığın (1.) önermesinin, “kutsal ruhun içsel çağrısına” cevap vermek suretiyle kutsal metinlerdeki kurtuluş bilgisine ulaşılması durumunda da (2) önermesinin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. O halde, (D) durumundaki bir dışlayıcının (1) ve (2) önermelerin doğru olduğuna inanması kaçınılmazdır. Dinî dışlayıcılığı dinî çeşitlilik konusundaki diğer yaklaşımlardan farklı kılan en temel özelliğin (2.) önermede ifade edilen kurtuluş iddiası olduğu açıktır. O halde, dinî dışlayıcılığın uygun işlevselci tabiatını anlamak için Plantinga’nın (1.) önerme kadar özgün bir işlevselci temeli haiz olduğunu iddia ettiği (2.) önermenin güvence altına alınma (gerekçelendirme) şeklini görmekte yarar vardır. Buna göre, B’nin “kurtuluşunun İsa’nın günahları bağışlatan ölümü ve yeniden dirilmesine bağlı olduğunu” bilmesi için, (2)’nin (a) uygun şekilde işleyen bilişsel yetiler tarafından ve (b) söz konusu bilişsel yetiler için elverişli bir ortamda üretilmiş olması, (c) bilişsel yetilerin doğru inançların oluşturulmasını amaçlamış olması ve son olarak da (d) bilişsel yetilerin yukarıdaki hususlarda güvenilirlik/doğruluk oranının en yüksek seviyede olması gerekir. Şimdi, (2)’ye inanma/bilme noktasında B’nin (a), (b), (c) ve (d) şartlarını yerine getirip getirmediğine bakalım.

(2)’nin (a) ve (b)’ye uygunluğu: bilişsel yetilerin uygun şekilde işlemesinden kasıt, inanç-oluşturma sürecinin rasyonelliğe, yani herhangi bir zihinsel işlev bozukluğuna imkan tanımayan bir muhakeme şekline uygun olmasıdır. Plantinga’ya göre, uygun işlev şeklindeki rasyonelliğin iki çeşidinden söz edilebilir: içsel ve dışsal rasyonellik. İçsel rasyonellik, duyu, hafıza ve algılarla temin edilen inançların temel (basic) oluşunu ifade etmektedir. Sözgelimi, bir nesneye dokunduğumda sıcak veya sert olduğunu hissetmem, belirli bir dönemde Londra’da bulunduğumu hatırlamam ve bütünün parçadan büyük olduğunu bilmem içsel rasyonellik anlamında bilişsel yetilerimin uygun işlediğinin bir göstergesidir. Fakat, a priori bilgi olarak nitelendirilebilecek bu temel inançların bir sanrı olması da mümkündür. Nitekim patolojik algı durumları, bizi gerçekte olmayan pek çok farklı sonuçlara götürebilir. O halde, kurtuluşun İsa aracılığıyla gerçekleşeceği inancının bir sanrı olması mümkün değil midir? Bu noktada bilişsel yetilerin uygun ortamda çalışması, yani dışsal rasyonellik devreye girmektedir. Dışsal rasyonellik, temel inanç ya da bu inançlarıma dayanan diğer inançlarımın oluşum sürecinin farkında olmam demektir. O halde, kurtuluşun İsa aracılığıyla gerçekleşeceği inancına sahip olmakla birlikte aynı zamanda bu inancımın farkında olmam, (2) önermenin, uygun şekilde işleyen bilişsel yetiler tarafından (a) ve söz konusu bilişsel yetiler için elverişli bir ortamda üretilmiş (b) olduğunu göstermektedir.

Plantinga’nın dışsal rasyonelliği içsel rasyonelliğin bir güvencesi olarak takdim etmesine karşın, (2) önermenin içsel rasyonelliğin hangi türüne uyduğu sorusunun çok daha önemli olduğu görülmektedir. Nitekim, kurtuluşun İsa aracılığıyla gerçekleşeceği inancı ile duyu, hafıza ve algı yoluyla elde edilen temel inanç türleri arasında herhangi bir yakınlık söz konusu değildir; daha doğru bir ifadeyle, duyu, hafıza ya da algı yoluyla (2) önermede olduğu gibi bir inanca ulaşmak mümkün değildir. Burada Plantinga, dinî epistemolojisinin kilit kavramı olan sensus divinitatisi ortaya atmaktadır. Ona göre sensus divinitatis,

Tanrı tarafından yaratılmış olup doğru şartlar altında diğer inançlara dayanma ihtiyacı hissetmeyen temel inanç üretebilen bir inanç-oluşturma yetisi(veya gücü yahut da mekanizması) dir.[2]

Bu yetinin birincil görevi insanı Tanrının bilgisine götürmek ise de, insanoğlunun günahkar olması Tanrı inancının elverişli ortamda üretilmiş olmasını engellemekte ve dolayısıyla da dışsal rasyonelliğin sağlanması noktasında tam bir güvence sunmamaktadır. Günahın uygun işlevselciliğin ilk şartı olan bilişsel yetilerin uygun şekilde işlemesi üzerinde yıkıcı etkisinden dolayı (2) önermenin doğruluğu insanın Tanrının oğlu İsa’nın içsel çağrısına (Kitab-ı Mukaddes) icabet etmesine bağlıdır. Böylece Plantinga, İsa’nın içsel çağrısına icabet eden birisi için (2) önermenin temel bir inanç ve dolayısıyla da (a) ve (b) şartlarına uygun olduğunu iddia etmektedir. Burada, açıkçası bir sonsuz teselsül söz konusudur; (2) önerme (1) önermeye, (1) önerme de (2) önermeye bağlıdır ve bu teselsülü durdurmanın yolu, (1) önermenin uygun işlevselcilik şartlarına uygunluğu tartışmasından geçmektedir. Fakat, bir varsayım olarak (1) önermenin doğruluğunu kabul ettiğimiz için bu tartışmaya daha sonra döneceğiz.

(2)’nin (c)’ye uygunluğu: bir inancın güvence altına alınabilmesi için ilk iki şarttan sonra aynı zamanda salt olarak doğruluğu da amaçlamış olması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, bir inanç, (a) uygun şekilde işleyen bilişsel yetiler tarafından ve (b) söz konusu bilişsel yetiler için elverişli bir ortamda üretilmiş olsa dahi, eğer salt anlamda doğruluğu amaçlamamışsa güvence altına alınmış sayılmaz. O halde, eğer (2) önerme doğruluğu amaçlamamış ise kurtuluşun İsa aracılığıyla gerçekleşeceği inancı güvenceye sahip olamaz. Fakat, Plantinga’ya göre, Tanrı tarafından zihinsel yapımızın içine konumlandırılan bilişsel yeti (sensus divinitatis), tıpkı bilişsel-olmayan organlarımızın belirli bir tasarım planına göre çalışması gibi, doğruluğu amaçlamaktadır. Bu nedenle, sözgelimi, nihaî mutluluğa erişmek ya da içsel çatışmalardan uzak durma amacıyla üretilen inançlar, (2) önermenin oluşumunda söz konusu olamaz. Peki, kurtuluşun İsa aracılığıyla gerçekleşeceğine inanmanın doğruluk dışında herhangi bir amacı haiz olmadığını nasıl bilebiliriz? Burada da Plantinga, (a) ve (b) şartlarında olduğu gibi bir argüman kullanmaktadır: bilişsel yetilerin belirli bir uygun tasarım planı içerisinde hareket etmesi, aynı zamanda doğruluğu amaçlamış olmasının da bir göstergesidir.

(2)’nin (d)’ye uygunluğu: bir inanç, ilk üç şartı yerine getirmiş ise güvenilirlik oranı yüksek demektir. Buna göre, uygun işlevselciliğin ilk üç şartını yerine getirmiş olmasından dolayı (2) önerme, yüksek bir güvenilirlik oranına sahiptir. Buradan hareketle Plantinga, dinî dışlayıcılık savunusunun ikinci önermesini oluşturan insanoğlunun kurtuluşunun Tanrının oğlu İsa’nın kefareti ve yeniden dirilmesi aracılığıyla gerçekleşeceği iddiasının, uygun işlevselciliğin yukarıdaki şartlarını yerine getirdiği ve dolayısıyla da Hıristiyanlığın uygun işlevselciliğin öngördüğü inanç-oluşturma sürecini mümkün kılan yorumunun (Kalvinizm), tek doğru din anlayışı olduğu sonucuna varmaktadır.

4. Uygun İşlevselciliğe Dayalı Dinî Dışlayıcılığın Eleştirisi

Dinî dışlayıcılık savunusunun (i) diğer dinlerin farkında olma, (ii) bu dinlerin müntesiplerinin da hakiki bir dindarlık ve adanmışlığa benzer örnekler sergilediğini bilme ve (iii) fakat aynı zamanda da kendi doğrularıyla ((1) ve (2) önermelerde olduğu gibi) çelişen iddiaların yanlışlığına inanma gibi artı şartlarının ((D) durumu) göz ardı edilmesi halinde Plantinga’nın dışlayıcı muhakemesinin gerçekten büyüleyici olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, (D) durumunu dinî dışlayıcılık tanımının zorunlu bir önermesi olarak takdim etmiş olmasından dolayı Plantinga, yalnızca dışlayıcı muhakemesinin epistemik büyüsünü bozmakla kalmayıp aynı zamanda bir bütün olarak savunusunun temelini de sarsmış bulunmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, (D) durumunun varlığı, Plantinga’nın uygun işlevselciliğe dayalı dinî dışlayıcılık savunusunu reddetmek için yeterli bir gerekçe oluşturmaktadır. İşte bu noktadan hareketle söz konusu anlayışın tutarsızlığını göstermeye çalışacağım. Ayrıca, Plantinga’dan farklı olarak, bilginin ahlakîliği tartışması bağlamında epistemik itirazların ahlakî itirazları öncelemesi gerektiğini belirtmek gerekir; daha açık bir ifadeyle, tartışılması gereken şey, ahlakî bir iddianın epistemik değeri değil, epistemik bir iddianın ahlakî değeridir. Bu nedenle, öncelikli olarak epistemik itiraza yer verecek, ardından da buna dayalı olarak Plantinga’cı dinî dışlayıcılık anlayışının ahlakîliğini tartışacağım.

4.1. Yeniden-Epistemik İtirazlar. Plantinga, uygun işlevselciliğin doğru inanç/bilgi oluşturma sürecine ilişkin (d) şartının (2) önermenin güvenilirlik oranını yükselttiğini iddia etmektedir. Buna rağmen, dışlayıcılığın temel önerme ve artı şartları ile uygun işlevselciliğin bilgi oluşturma şartlarını bir arada değerlendirdiğimizde, söz konusu yüksek güvenilirlik oranını sadece ilk üç şartın yerine getirilmiş olması ile sınırlamayı olumlu bir iddia olarak göremeyiz. Şöyle ki, (2.) önermenin güvenilirlik oranını yükseltmek için ya söz konusu ilk üç şartın gerçekliğe uygunluğu (doğruluğu) ile yeni artı şartların oluşturulması ya da aynı şekilde üretilmiş herhangi bir başka önermenin bulunmadığının gösterilmesi gerekir. Genel anlamda Plantinga, Hıristiyanlığın doğru olup-olmadığını bilmediğini ve fakat eğer doğru ise güvenceye sahip olması gerektiğini ifade etmektedir. Tersten ifade edecek olursak, Hıristiyanlığın güvenceye sahip olması, aynı zamanda doğru olduğunun da bir göstergesidir; öyleyse, Plantinga’da doğruluğun güvenceye bağlı olmasından dolayı ilk üç şartın gerçekliğe uygunluğu ile ilgili herhangi bir yeni artı şarttan söz etmenin mümkün olmadığını kabul etmeliyiz. Bu durumda, (d) şartını olumlu bir iddiaya dönüştürebilmenin tek yolunun, (2) önermenin güvenilirlik oranının yükseltilebilmesi, yani uygun işlevselciliğin inanç-oluşturma mekanizmasına uygun bir şekilde üretilmiş herhangi bir karşıt iddianın bulunmadığının gösterilmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Plantinga’nın dinî dışlayıcılık savunusundaki (D) durumu, aslında bu gerekliliğin açık bir ifadesidir.

Şimdi, Plantinga’nın dinî dışlayıcılık tanımına tekrar dönmemiz gerekmektedir: bir dışlayıcı, diğer dinlerin de doğruluk iddiasında bulunduğunu bilmesinin ((D) durumu) yanı sıra kurtuluşun yalnızca (1) ve (2) önermelere inanmaktan geçtiğine inanan kimsedir. Dışlayıcılık savunusunun (D) durumu ile uygun işlevselciliğin (d) şartını içinde barındıran bu dinî dışlayıcılık tanımında yer alan “başka dinlerin de doğruluk iddiasında bulunduğunu bilmek” şartından kasıt, açıktır ki başka dinlerin de doğruluk iddiasında bulunduğunu ve fakat bunun Hıristiyanlıkta olduğu gibi uygun işlevselliğin şartlarına uymadığının bilinmesidir. Öyleyse, şu soruyu sormanın tam zamanıdır: Başka herhangi bir din, uygun işlevselliğin inanç oluşturma şartlarına uygun olup (2) önerme gibi bir iddiada bulunamaz mı?

Dünyadaki mevcut dinlerin önemli bir kısmının kurtuluşun kendi aracılığıyla gerçekleşeceği yönünde iddialarda bulunduğu, diğer dinlerin farkında olan herkesçe bilinen bir husustur. Sözgelimi, İslâm’da nihaî kurtuluşun (felâh) ve ebedî mutluluğun (saâdet) İslâm aracılığıyla gerçekleşeceği yönünde yaygın bir kanaat söz konusudur ve bu kanaat, “Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse Allah onu … cennetlere koyar… İşte büyük kurtuluş budur” (4: 13); “Doğrusu Allah katında din, İslâm’dır” (3: 19) ve “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır [kurtuluşa eremeyecektir]” (3: 85) gibi birtakım Kuran âyetlerine dayanmaktadır. Buradan hareketle, İslam’ın kurtuluş iddiasını (İ2) şu şekilde formüle edebiliriz:

“İslam’dan başka hiçbir din insanoğlunu kurtuluşa erdiremez; kurtuluşa erebilmenin tek yolu, Allah ve peygamberine itaat etmektir.”

Şimdi, (İ2) önermenin uygun işlevselciliğin inanç-oluşturma mekanizmasına uygun olup olmadığını ele alalım. (İ2) önerme, zihinsel anlamda herhangi bir işlevsel bozukluğu belirlenemeyen milyonlarca insan tarafından benimsenmektedir. Başka bir ifadeyle, bir Müslüman için (İ2) önermesi, (a) uygun şekilde işleyen bilişsel yetiler tarafından ve (b) söz konusu bilişsel yetiler için elverişli bir ortamda üretilmiş olmaktadır. Bir Müslüman açısından (İ2)’nin temel bir inanç olup olmadığı meselesine gelince, bunun da tıpkı Plantinga’cı sensus divinitatis kavramında olduğu gibi, fıtrî bir temayül ya da bir tür bilişsel yeti tarafından gerçekleştirilmiş olması gayet mümkündür. Nitekim sensus divinitatis ailesi içerisinde yer alan herhangi bir yetinin her türlü kültürel veya dinî geleneği öncelemesi gerekir. Ne var ki, insanoğlunun günahkar olması (İslamî literatürde “nefsini ilâh edinmesi”), (İ2)’nin sensus divinitatis tarafından gerçekleştirilmesini engellemektedir; burada da eğer çözüm İsa’nın içsel çağrısına icabet etmekse, İslâm geleneğinde bu “icabet”in çok daha mütevatır ve tatmin edici bir biçiminden söz edilebilir. Diğer taraftan, (İ2) önermesinin salt anlamda doğruluğu amaçlamış olması da imkansız değildir. Doğruluk dışında mutluluk, cennet tasvirleri, Allah rızası gibi herhangi bir amacının olabileceğini teslim etmekle birlikte salt olarak epistemik tutarlılığı amaçlayan bir (İ2) inancını, İslâm’ın dışlayıcı yorumu ile örtüşen bir özellik olarak görebiliriz. Uygun işlevselciliğin (d) şartı açısından (İ2)’nin durumu ise, (2) önermenin durumundan daha kötü değildir. Şöyle ki, (a), (b) ve (c) şartlarının uygun bir şekilde sağlanmış olması (İ2)’nin güvenilirlik oranını yükseltmek için yeterlidir. Ne var ki, (D) durumunu dikkate aldığımızda, (İ2)’nin de (2) gibi ciddi bir sıkıntıyla yüz-yüze olduğunu görüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, örneklerimizden hareket edecek olursak, her ikisi de eşit şartlarda kurtuluş iddiasında bulunan (2) ile (İ2) önermeleri arasında bir zıtlık söz konusudur; bu önermelerin her ikisinin aynı anda doğru olamayacağı gibi, eşit şartlarda ortaya konulmuş olmalarından dolayı herhangi birisinin de doğru olduğunu düşünemeyiz.

Alvin Plantinga

Bu bağlamda, dışlayıcılığın (2) önermesi için söylenenler esasında (1) önermesi için de geçerlidir. Ne var ki “Âlem, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi olan müşahhas bir varlık tarafından yaratılmıştır” şeklindeki (1) önerme ile eşit şartlarda üretilebilecek sözgelimi (İ1) önermesi arasında, Tanrının nitelikleri gibi ayrıntılar dışında ciddi bir ayrılık söz konusu değildir. (1.) önermenin dışlayıcı özelliği, daha ziyade “inançsızlık” bağlamında ortaya çıkmaktadır. Bu sefer ise, (İ2) önermeyi uygun işlevselciliğe uyarladığımız gibi, inançsızlığın “Âlemin Tanrı tarafından yaratılmadığı” şeklindeki iddiasını da uygun işlevselciliğin inanç-oluşturma şartlarına göre ele alabilir ve dolayısıyla da tartışmayı farklı bir alana taşıyabiliriz. Fakat, konumuz itibariyle bu tartışmaya girmeyecek, yalnızca dinî dışlayıcılık bağlamında (1.) önermenin (2.) önerme için uygun ortam oluşturma görevini üstlendiğini söylemekle yetineceğim.

Şimdi, dinî dışlayıcılığın (1) ve (2) önermelerinin doğru olduğuna inanan birisinin ya (D) durumunda olmaması ya da bu inançlarının doğru olduğu iddiasından vazgeçmesi gerekir; (4) önermede ileri sürülen itirazı işte bu bağlamda değerlendirmek durumundayız. Nitekim,

“Eğer B, belirli bir mekan ve zaman içinde doğmuş olmasından dolayı tutmaması gerekecek şekilde dinî veya felsefî inançlara sahipse, o halde söz konusu inançları güvenilir-olmayan bir inanç-oluşturma mekanizması tarafından üretilmiş olmakta ve dolayısıyla da güvence altına alınmış olarak sayılmamaktadır”

şeklindeki (4) önermenin, Plantinga’nın dinî dışlayıcılık iddiasının uygun işlevselci yapısına referansla ileri sürülmüş bir itiraz olarak algılamak imkansız değildir.

Diğer taraftan, sözgelimi, geleneksel bilgi anlayışı açısından baktığımızda, (D) durumundaki birisinin (1) ve (2) önermelerin doğruluğuna inanmasında herhangi bir epistemik tutarsızlığın bulunduğunu söyleyemeyiz. Delilcilik ya da temelcilik olarak adlandırılan geleneksel bilgi anlayışı, (D) durumundaki birisinin yeterli argümanlara sahip olması halinde kurtuluşun kendi dinî geleneğine bağlı olduğu şeklinde bir dışlayıcı tutum içinde bulunmasını mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla, (4) önermede dile getirilen itiraz, yeterli argümanlara sahip olmayan (D) durumundaki birisinin (1) ve (2) önermelere inanmasıyla ilgili bir yargıdır. O halde, söz konusu itirazı bağlamının dışına taşımak ya da Plantinga’nın yaptığı gibi, kendi iddiasını ortaya koymadan önce salt anlamda eleştirilere tâbi tutmak suretiyle uygun işlevselci dinî dışlayıcılık anlayışının tutarlı olacağını ya da görüneceğini düşünmenin kendisinin bile ne kadar sorunlu bir tutum olduğu ortadadır.

4.2. Yeniden-Ahlakî İtirazlar. Eğer Plantinga’nın dinî dışlayıcılık savunusuna yöneltilen epistemik itirazlar doğru ise, o halde ahlakî itirazların da doğru olması gerekir. “Eğer B ötekilerin p’ye inanmadığını biliyor ve p’ye inanma hususunda (D) durumunda ise, o halde B p’ye inanmamalıdır” şeklindeki (3.) önermede ifade edilen bu düşünce, Plantinga’cı dinî dışlayıcılığın kendini beğenmişlik, bencillik, keyfîlik, saygısızlık veya zorbalık gibi ahlaki zaaflarına dikkat çekmesi bakımından son derece önemlidir. Plantinga ise, tıpkı epistemik itirazlara yönelik eleştirilerinde olduğu gibi, burada da ahlakî itirazların genel anlamda dışlayıcılığa yönelik bir tavır olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Dışlayıcılığın kendisinin ahlakî bir tutum olup olmadığı tabii ki ayrıca tartışılabilir ve hatta, günümüzde yaşanan çok-yönlü kültürel gerilimleri göz önünde bulundurduğumuzda bunun bir zorunluluk olduğu dahi söylenebilir. Fakat bu zorunluluk, (3) önermede ileri sürülen ahlakî itirazların uygun işlevselci dinî dışlayıcılık anlayışına yönelik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Somut olarak, uygun işlevselci gerekçelendirme (güvence) anlayışı bağlamında (D) durumunda olup da (1) ve (2) önermelerin doğru olduğuna inanan birisinin en azından bencillik, keyfîlik ve bağnazlık gibi ahlakî zaaflarla itham edilebileceğini düşünüyorum.

Plantinga’nın dinî dışlayıcılığı, Swinburne’nün ifadesiyle,

“…kendisi gibi olmayan Hıristiyan ve diğer din müntesiplerine hiçbir şey söylememektedir.” [3]

Neden?: Kendi inancı dışındaki Hıristiyan mezhepleri ya da diğer dinlerin de birtakım epistemik ve hatta ahlakî itirazlara maruz kaldığı ve dolayısıyla ötekilerin de “kurtarılmaya” muhtaç olduklarından habersiz mi? Yoksa, uzun ve köklü bir geçmişi olan temelci gerekçelendirme anlayışına alternatif olarak ortaya attığı uygun işlevselci güvence anlayışını yalnızca Reformcu-Presbiteryan geleneği içerisinde şekillenmiş neo-Kalvinist akım için biçilmiş kaftan olarak mı görüyor? Tabii ki Plantinga, ötekilerin durumundan ve epistemik potansiyelinden habersiz değildir; o halde, uygun işlevselciliğin yalnızca kendi inancı için elverişli bir epistemik temellendirme olduğunu düşünmektedir ki bu da bencillikten başka bir şey olmasa gerek.

Fakat Plantinga, sadece kendi dinî geleneğini dikkate almakla kalmayıp, aynı zamanda ötekilerin de yanlış olduğunu iddia etmekte ve bunu gayet doğal bir davranış biçimi olarak takdim etmektedir: “Eğer dışlayıcı, (1) ve (2) önermelere inandığını dolaysız olarak kabul ediyorsa, o halde belirli noktalarda bu önermelerle çelişen öteki önermelere inananların da hatalı oldukları ve inandıkları şeyin yanlış olduğuna inanmak zorundadır. Bu, basit bir mantıktan öte bir şey değildir.”[4] İçerisinde uygun işlevselci dışlayıcılığın temel önermeleriyle çelişen birtakım unsurların bulunmasından dolayı bir tutumu bütünüyle yanlış olarak değerlendirmeyi basit bir mantık durumu olarak görmenin ahlakî açıdan tartışmaya açık bir husus olduğu yadsınamaz. Çünkü söz konusu tutum içerisinde sizin tutumunuzla örtüşen unsurlar da yok değildir. Daha açık bir ifadeyle, ötekilerin iddiaları yarı-yanlış olduğu gibi aynı zamanda yarı-doğrudur da. Bu durumda, sizinle çelişen yarı-doğruları eleyerek iddianızı haklı çıkaran yarı-yanlışları öne çıkarmak keyfîlik değil de nedir?

İnanma ahlakı kavramının mucidi W. K. Clifford, her ne zaman ve her nerede olursa olsun bir kimsenin yetersiz delile dayanarak herhangi bir şeye inanmasının yanlış olduğunu iddia eder. Bu iddia, çeşitli vesilelerle tartışılmış ve hâlâ da yoğun bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir. Fakat, burada bu iddiaya yer vermemin nedeni, epistemik yargı ile ahlak arasında göz ardı edilemeyecek kadar güçlü bir bağın bulunduğunu hatırlatmaktır. İnanmak ya da bildiğini iddia etmek suretiyle belirli bir yargıda bulunmanın deontolojik bir boyutu, yani ahlakî bir sorumluluğu haizdir. Fakat, Plantinga’nın dinî dışlayıcılığının böyle bir sorumluluğu bulunmadığı ve dolayısıyla da onun, tekrar (3) önermeye dönecek olursak, “Eğer Plantinga ötekilerin (1) ve (2) önermelere inanmadığını biliyor ve (D) durumunda ise, o halde bu önermelere inanmamalıdır” gibi bir itirazın doğrudan muhatabı olduğunu söyleyebiliriz. Bu şartlarda hâlâ (3) önermenin geçersiz olduğunu iddia ederek dinî dışlayıcılığın doğru olduğunu savunmak, ahlakî açıdan bağnazlık, taassup, aşırı tutku gibi birtakım olumsuz duygularla dolaysız ?? bir benzerlik arz etmektedir.

5. Sonuç

Plantinga’nın dinî dışlayıcılık savunusunun ayrıntılı bir tahlili, zorunlu olarak bizi şu sonuca götürmektedir: Kendi iddialarının doğruluğunu savunabilmesi için uygun işlevselci bir dışlayıcının, (1) ve (2) önermelerin güvence altına alınabilmesinin (d) şartını olumlu bir iddiaya dönüştürmesi, yani bu noktada uygun işlevselciliğin inanç-oluşturma mekanizmasına göre üretilmiş herhangi bir karşıt iddianın bulunmadığını ((D) durumu) göstermesi gerekir. Fakat, uygun işlevselciliğin inanç-oluşturma mekanizmasına göre üretilmiş diğer pek çok iddianın (burada (İ2)) bulunabileceği olgusu, Plantinga’nın dinî dışlayıcılık savunusunun geçersiz olduğunu göstermektedir. Ahlakî açıdan ise bu, söz konusu savununun bencillik, keyfîlik ve bağnazlık gibi ithamlara maruz kalabileceği anlamına gelmektedir.

Fakat bu epistemik ve ahlakî itirazların yalnızca uygun işlevselciliğe dayalı dinî dışlayıcılık anlayışına yönelik olduğunu bir daha vurgulamak zorundayım. Aksi takdirde, entelektüel arayışların yanı sıra salt felsefeden deneysel düşünceye, psikolojiden antropolojiye, estetikten teolojiye kadar geniş bir birikimden beslenen gerek dışlayıcı gerekse de diğer dinî çeşitlilik modeli girişimlerine haksızlık etmiş oluruz. Bu anlamda, Plantinga’nın şiddetle karşı çıktığı isimlerin başında gelen Freud’un bile, kendisine göre çok daha tutarlı bir zeminde hareket ettiğini ve güvenilirliği tartışmaya açık olmakla birlikte bilimsel verilerden mümkün ölçüde yararlanmaya çalıştığını teslim etmek gerekir. Halbuki Plantinga, din ya da kültür tarihiyle ilgili hiçbir deneysel veriye itibar etmediği gibi ötekilerin zihinsel süreçlerinin “uygun” şekilde işlemediğini, işlese bile onların “İsa”larının olmadığını iddia edecek kadar teolojik bir tekebbür örneği sergilemekte ve dolayısıyla da, hem epistemik hem de ahlakî anlamda son derece başarısız bir dinî çeşitlilik modeline imza atmış bulunmaktadır.

Not: Bu içerik ilk kez “İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 22, 2009, 95-108”de yayınlanmıştır. Yazarından alınan izin doğrultusunda yayınlanmaktadır.

[1] Alvin Plantinga, Warrant and Proper Function, s. 46-47.

[2] Alvin Plantinga, Warranted Christian Belief, s. 179.

[3] Richard Swinburne, “Plantinga on Warrant”, s. 207.

[4] Alvin Plantinga, “A Defense of Religious Exclusivism”, s. 192.


KAYNAKÇA

  • Alvin Plantinga, “A Defense of Religious Exclusivism”, The Analytic Theist: An Alvin Plantinga Reader içinde, ed. James F. Sennett, (Eerdmans Publishing, 1998), s. 187-209
  • Alvin Plantinga, Warrant and Proper Function, (Oxford University Press, 1993)
  • Alvin Plantinga, Warranted Christian Belief, (Oxford University Press, 2000)

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

1 Yorum

  1. Merhaba, felsefe okuyorum ama kendim okuyorum, öğretmenlere bilmediğimi soruyorum, amma üniversiteye gidemiyorum. Filozof olmak için üniversiteye mi gitmem gerekiyor? Dünya gelecekte prestijli seminerlere katılabilir mi?
    Azerbaycandan sizi rahatsız ediyorum, sayqılarla

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Din Duygu Düzenlemeyle İlgili, Bu Konuda Oldukça da İyi – Stephen T. Asma

Sonraki Gönderi

Neden Felsefeciler Birbirini İkna Edemiyor? – Talha Gülmez

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü