İsrailli insan hakları kuruluşu B’tselem, İsrail hapishanelerindeki Filistinli mahkumların tabi tutulduğu koşulları ve muameleyi detaylarıyla inceleyen Ağustos 2024 tarihli raporunu yayınladı.[1] Rapora göre pek çok Filistinli mahkumun resmi bir suç isnadı dahi olmaksızın tutulduğu hapishanelerde tecritten cinsel saldırıya, kaba dayaktan uykusuz bırakmaya, aşırı kalabalık hücrelerden aç bırakmaya kadar çok sayıda kötü koşul, muamele ve işkence yöntemi mahkumların günlük yaşantısının parçası olmuş durumda. B’tselem buradan hareketle İsrail’in hapishane sisteminin özellikle 7 Ekim 2023’te yaşanan Hamas saldırısından bu yana bir işkence kampları şebekesine dönüştürüldüğü sonucuna varıyor. Çok sayıda insanın etnik ve siyasi gerekçelerle, keyfi olarak ve dehşetengiz koşullarda tutulduğu tesisler söz konusu olduğunda kanaatimce artık bir “hapishane sistemi”nden ziyade bir toplama kampları sisteminden bahsetmek yerinde oluyor. Britannica Ansiklopedisi’nde yer alan tanıma göre kişilerin sivil suçlardan kanuna uygun şekilde hüküm giyerek tutuldukları hapishanelerden ve ele geçirilmiş askeri personelin savaş hukuku çerçevesinde tutuldukları savaş esiri kamplarından farklı olarak toplama kampları; siyasal suçluların yahut ulusal ve azınlık grupların üyelerinin genellikle yürütmenin bir kararnamesine ya da askeri bir emre dayanarak ve devlet güvenliği gerekçesiyle, sömürü amacıyla veya cezalandırmak maksadıyla tutuldukları kurumlardırlar.[2] Hiç değilse 7 Ekim’den bu yana İsrail’in hapishane sisteminde gerçekleşen ve raporda belgelendirilen dönüşümle birlikte Filistinli tutsakların tabi tutulduğu şeyin bir toplama kampı tecrübesi olduğunu ifade etmekte bir beis görünmüyor. Bu durum bize İsrail rejiminin doğası hakkında bir şeyler söylüyor.
Toplama kampı denilince akla evvela 20. yüzyılın “totaliter” rejimleri geliyor. Yukarıda alıntıladığımız ansiklopedi girdisi de dahil olmak üzere pek çok kaynakta toplama kamplarının en bariz iki örneği olarak Nazi Almanya’sının kampları ve SSCB’nin Stalin dönemindeki hapishane sistemi olan “Gulag”lar gösteriliyor. Peki Batı dünyasının uzun yıllar “Orta Doğudaki yegane demokrasi” olarak parmakla gösterdiği İsrail nasıl oldu da “totaliter” rejimlere özgülenen bir kurumu ortaya çıkardı? Sorunun cevabı kanımca “sömürgecilik” kavramında yatıyor. Nitekim “sömürgecilik” kavramı bizi hem toplama kamplarının tarihsel köken ve işlevlerine hem de liberal demokrasilerin uygulamalarıyla 20. Yüzyıl faşizminin cürümleri arasındaki jeneolojik bağa birkaç adım yaklaştırıyor.
Gerçek şu ki toplama kampları kurmak ve işletmek, isminin yanına “totaliter” sıfatı iliştirilen rejimlere has bir uygulama değildir. Ana akım siyaset bilimcilerden Arend Lijphart, esasen “düzenli ve serbest seçimlerin yapıldığı, etkin makamların bu seçimlerle iş başına geldiği, muhalefetin iktidara gelme şansının olduğu ve temel kamu haklarının güvence altına alındığı” bir rejim manasına gelmek üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana demokrasi olma niteliğini koruyan 21 tane ülke saymakta ve bunların içinde Birleşik Krallık’ın ismi geçmektedir[3]. Gelgelelim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dahi Britanya’nın liberal demokrasisi ile üzerinde güneş batmayan devasa sömürgeci imparatorluğu birbirlerine eşlik etmiştir. Bahsi geçen kriterlere uygun bir tarihte, 1952 yılında, o tarihlerde hala İngiliz sömürgesi olan Kenya’da, günümüzün Filistin’inde yaşananları yakından andıran bir hadise yaşanır ve sömürgeciler tarafından topraklarından koparılıp yurtlarından sürülerin Kikuyu etnik grubunun öncülüğünde sekiz yıl sürecek olan Mau Mau ayaklanması başlar. Britanya İmparatorluğu’nun ayaklanmaya verdiği cevaplardan biri de tarihçi Caroline Elkins’in “Britanya’nın Gulagları” adını verdiği ve bir milyona yakın insanın konulduğu toplama kamplarını kurmak olur[4]. Elkins, Britanya İmparatorluğu’nun Kenya’daki iktidarını korumak için girişilen uygulamaları “elektrik şok kullanmak ve şüphelileri araba akülerine bağlamak, şüpheleri araç tamponlarına bağlayıp sürükleyerek öldürmek, vücutlarına sigara ve sıcak kömür basmak, anüslerine ve vajinalarına kırık şişeler, silah namluları, sıcak yumurtalar, yılanlar, böcekler, bıçaklar duhul etmek, kemik ve diş kırmak, erkekleri testislerine sürekli olarak vurmak suretiyle hadım etmek” gibi çeşitli örneklerle örneklendiriyor.[5]
Bu ve diğer pek çok örnek, Marx’ın “burjuva medeniyetin derin iki yüzlülüğü”[6] olarak tarif ettiği dinamiği ifşa etmek için kafi. Bu dinamiğin izini sürmek, bizi Domenico Losurdo’nun verimli bir şekilde kullandığı “Herrenvolk(üstün ırk) demokrasisi” kavramına çıkaracaktır. Losurdo, sömürgeci soykırım ve kölelikle burjuva demokrasisinin birbirine koşut olarak gittiği Amerika Birleşik Devletleri’ni irdeleyen Tocqueville’nin bu gerçeğin farkında olmasına rağmen ABD’yi “demokrasinin şahlandığı tek ülke” olarak nitelemekten geri durmadığını, aynı şekilde John Stuart Mill’in “barbarlarla ilgilenirken despotizm meşru bir yönetim tarzıdır” dediğini aktararak, bu kapsama-dışlama diyalektiğinin “liberal” sömürgecilik tarihinde hem kuramsal hem de fiili bir öncülünün olduğuna dikkat çeker.[7] Losurdo, aynı metinde İsrail’deki durumu da bu tür bir üstün ırk demokrasisi olarak tarif eder. Son yıllarda Af Örgütü gibi önde gelen insan hakları kuruluşlarının İsrail’in apartheid suçunu işlediğini tespit eden raporları[8] Losurdo’nun yaptığı tespitin isabetliliğini ampirik verilerle destekler görünmektedir. Buna göre 7 Ekim’den önce dahi Filistinlilere, ABD’nin Jim Crow yasaları ve Güney Afrika’nın apartheid uygulamalarıyla mukayese edilebilecek türden bir ayrımcılık rejimi uygulanmaktaydı. Batı Şeria’da yerleşmecilerin devlet destekli şiddetle insanları yurtlarından kovması, Gazzelilerin sürekli olarak tabi tutuldukları askeri işgal rejimi, 7 Ekim’den bu yana iyice arsızlaşan toplama ve işkence kampları rejimi ve en nihayetinde olanca şiddetiyle devam eden soykırım, altta yatan sömürge mantığının çeşitli yoğunluktaki tezahürleri olarak kavranmalı. Theodor Herzl dahil olmak üzere Siyonizmin kuramcıları ve erken dönem uygulayıcıları, öngördükleri projenin sömürgeci karakterini gizlemek şöyle dursun, açıkça vurgulamışlardır. “19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında yaşamış çoğunlukla Almanca konuşan (küçük) burjuva Avrupalılar olarak Siyonizmin kurucuları sömürgeciliği tümüyle kabul edilebilir bir faaliyet olarak görüp kucakladılar. Sömürgecilik Avrupa’nın iç problemlerini dünya halklarının ve topraklarının fethi, yerleşimi ve mülksüzleştirilmesi yoluyla çözmenin bir yolunu sunuyordu.”[9] Theodore Herzl, kuracakları devletin “Avrupa’nın Asya’ya, medeniyetin barbarlığa karşı ileri karakolu” işlevini göreceğini açıktan beyan eder.[10] Bir başka önemli Siyonist yazar, Max Nordau, “İngilizlerin Hindistan’da yaptığını Yakın Doğu’da yapmaya çabalayacağız” diyerek –her ne kadar teknik olarak İngiltere ve İsrail’in sömürgecilik modelleri farklı olsa da – öngördükleri siyasal projenin üzerinde kurulacağı toprak ve muhatabı olacak olan halkla kuracağı sömürge ilişkisini net bir şekilde tarif eder[11].
Bu sömürge mantığının, Siyonist liderlerin de öngördüğü üzere, yerli halkın çetin direnişini ve bu direnişle karşılaştıkça perçinlenen ırkçı, dehümanize edici söylemin giderek artan gücünü doğurması şaşırtıcı değildir. Keza bu dehümanize edici retoriğe İsrail’deki burjuva demokrasisinin defalarca kez teşhir edilen krizi ve gösterdiği otoriterleşme eğiliminin eşlik etmesi de şaşırtıcı değildir. Nitekim 20. Yüzyıl faşizmini, yazının başında da temas ettiğimiz üzere, Avrupa’nın sömürgeci geleneğinden ayrı okumak mümkün değildir. İnsanlık tarihinin gördüğü en kötücül rejim olan Nazi rejiminin İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı cephesi olan doğu cephesini açmaktaki muradı, Sovyetler Birliği toprakları üzerinde bir yerleşimci sömürgecilik projesi hayata geçirmektir. Alman ırkı için bir “Lebensraum”(yaşam alanı) fethetmek ve Almanları buraya yerleştirerek yerli halkları onlara tabi kılmak, Nazi devletinin esas projesinin özüydü. Hitler’in kendi tabiri ile “Hindistan İngilizler için ne ise, Rusya da Almanlar için o” olacaktı.[12] Hitler’in bir diğer referans kaynağı ise oldukça tipik bir yerleşimci sömürgecilik örneği olan Amerika Birleşik Devletleri idi. Carroll P. Kakel III’in “frontier genocide”(hudut soykırımı) kavramına başvurarak izah ettiği üzere hem “Amerikan Batısı”nda hem de “Nazi Doğusu”nda kitlesel kıyımlar, politika yapıcıların bilinçli emelleri haline gelmiş ve kurbanların yaşadıkları bölgelerini “yaşam alanı” olarak fethetme maksadı soykırımlar için temel bir motivasyon kaynağı olmuştu. Yani bu soykırımlar, faillerinin toprak genişletme, ırki temizlik ve yerleşimci sömürgecilik projelerinin bir yan ürünüydüler.[13] Enzo Traverso’ya göre Lebensraum kavramı, yirminci yüzyılın başında Avrupa’da halihazırda yaygın olan emperyalist bir fikrin Alman versiyonu olarak ortaya çıkmıştı ve “aşağı ırkların soyunun tükenmesi” fikri başta Britanya ve Fransa olmak üzere bütün Avrupa’nın kültürüne aitti.[14] Kısacası 20. Yüzyıl faşizminin tarihsel köklerinden en az bir tanesini, liberal emperyalizmin gövdesinde gözlemlemek de mümkündü. Aynısının İsrail örneğinde de gerçekleşmesi kimse için şaşırtıcı olmamalıdır.
Üstelik bu yerleşik sömürgeciliğin İsrail’de faşizmi beslediğini düşünmek için somut sebepler de yok değildir. 7 Ekim saldırılarından önce dahi İsrail’in siyasal atmosferine giderek hakim olan bir aşırı milliyetçilikten bahsedilmekteydi. Bu teşhisi koyanlardan biri de saygın faşizm tarihçisi ve kendi tabiriyle liberal bir “ultra-Siyonist” olan Zeev Sternhell’di. Sternhell, 2017 tarihli bir yazısında İsrail’de “Nazizmin ilk zamanlarına benzer bir ırkçılığın gözlerimizin önünde serpilip büyüdüğünü” ifade ediyor, bunun da Filistinlilere uygulanan etnik temizlik, sömürgecilik ve apartheid uygulamalarının yarattığı ahlaki çöküntüden kaynaklandığı tespitini yapıyordu.[15] Sternhell, Nazi tecrübesiyle mukayese içinde şu önemli noktayı vurguluyor: “Her ideoloji gibi, Alman ırkçılığı da yıllar içinde evrildi. Başlangıçta Yahudilerin sadece insani ve medeni haklarını hedef almıştı. İkinci Dünya Savaşı olmasaydı, “Yahudi Sorunu” Yahudilerin Reich topraklarından “gönüllü” olarak sürülmesiyle sona erecekti muhtemelen. Nitekim, Almanya ve Avusturya’daki Yahudilerin neredeyse tamamı zamanında ülkeyi terk edebilmişti. Bazı sağcılara göre, Filistinlilere de aynı kaderin biçilmiş olması ihtimal dışı değil. Tek gereken iyi bir fırsat!”[16] 7 Ekim saldırıları, Netenyahu şürekasına bu fırsatı vermiş gibi görünüyor. Hamas’ın saldırısına cevaben girişilen operasyonların tam teşekküllü bir imha çabasına dönüşmesine ilaveten yazının başında belirttiğimiz raporda dikkat çekildiği üzere 7 Ekimden bu yana İsrail hapishane sisteminin geçirdiği hızlı dönüşüm, 7 Ekim’in İsrail liderliği tarafından böyle bir fırsat olarak algılandığına işaret ediyor. Üstelik bütün bu cürümler, yirminci yüzyılın bütün acı tecrübelerine ve insanlığın buradan çıkardığını düşündüğümüz bütün o derslere rağmen(ve tam da erken dönem Siyonist kuramcıların öngördüğü gibi) “medeni” ve liberal batı dünyasının gözetimi ve koruması altında, onun maddi ve manevi desteği ile işleniyor. Batı felsefesinin Jürgen Habermas gibi önde gelen temsilcileri, akıllara ziyan gerekçelerle bu suçlara kol kanat gerebiliyor (ve Hamid Dabashi gibi post-kolonyal aydınların bütün Avrupa felsefesinin ahlaki iflasını ilan etmesine vesile olabiliyorlar)[17]. İkinci Dünya Savaşı sonrasının uluslararası hukuku, yer yer işlenen cürümler karşısındaki aczinden ötürü, yer yer de bizzat bu cürümlerdeki payından ötürü meşruiyetinde açılan ciddi çatlaklarla boğuşuyor.
Bu vaziyet karşısında ne yapmalı? Açıkçası benim net bir cevabım yok, muhtemelen bu sorunun kolay bir cevabı da yok. Ancak hiç değilse olguları kavramaya çalışmak, bu olguların bize karşımızdaki muarızın doğası hakkında, uluslararası sistem, emperyalizm, sömürgecilik ve demokrasi hakkında neler söylediği üzerine kafa yormak gibi bir borcumuz olduğunu söyleyebilirim. Bu yazı, bu borcun ifasına yönelik karınca kararınca bir katkı olma amacını taşıyor.
Kaynakça
- [1] https://www.btselem.org/publications/202408_welcome_to_hell (Erişim Tarihi: 06.08.2024)
- [2] https://www.britannica.com/topic/concentration-camp (Erişim Tarihi: 06.08.2024)
- [3] Arend Lijphart, Çağdaş Demokrasiler(Çev: Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran), Yetkin Yayınları (1997) Aktaran: Kemal Gözler, Anayasa Hukuku Genel Esasları, 12. Baskı, Ekin Yayınları (Haziran 2020)
- [4] https://www.theguardian.com/books/2005/feb/05/featuresreviews.guardianreview6 (Erişim Tarihi: 07.08.2024)
- [5] Caroline Elkins, Legacy of Violence: A History of the British Empire, syf. 663, Alfred A. Knopf: New York(2022)
- [6] https://www.marxists.org/history/etol/newspape/ni/vol08/no06/marx.htm (Erişim Tarihi: 07.08.2024)
- [7] Domenico Losurdo, Lenin and Herrenvolk Democracy, syf. 240 içinde: Lenin Reloaded, düzenleyen: Sebastian Budgen, Stathis Kouvelakis ve Slavoj Zizek, Duke University Press(2007)
- [8] https://www.amnesty.org/en/latest/campaigns/2022/02/israels-system-of-apartheid/ (Erişim Tarihi: 07.08.2024)
- [9] Sai Englert, Gaza and Settler Colonialism, Spectre Journal https://spectrejournal.com/gaza-and-settler-colonialism/ (Erişim Tarihi: 07.08.2024)
- [10] Brian Klug, Unasking Europe’s Jewish Question https://contendingmodernities.nd.edu/theorizing-modernities/unasking-europes-jewish-question/ (Erişim Tarihi: 07.08.2024)
- [11]Brian Klug, agy.
- [12] Ronald Grigor Suny, The Soviet Experiment: Russia, the USSR and the Successor States, syf. 316, Oxford University Press(2010)
- [13] Carroll P. Kakel, War and Genocide: ‘Cleansing’ the Lebensraum syf.180 . İçinde: The American West and the Nazi East. Palgrave Macmillan, London(2011). https://doi.org/10.1057/9780230307063_7
- [14]Zeev Sternhell, İsrail Faşizmi (Çeviren: Siren İdemen), 1+1 Express https://dergi.birartibir.org/2024-1/israil-fasizmi/ (Erişim Tarihi: 08.08.2024)
- [15] Enzo Traverso, The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right, İngilizceye Çeviren: David Broder, syf. 130, Verso Books(2019)
- [16] Zeev Sternhell, agy.
- [17] Hamid Dabashi, Thanks to Gaza European Philosophy Has Been Exposed as Ethically Bankrupt, Middle East Eye https://www.middleeasteye.net/opinion/war-gaza-european-philosophy-ethically-bankrupt-exposed (Erişim Tarihi: 08.08.2024)