Tanrı Sonuççudur – Jonathan M. S. Pearce

//
1343 Okunma
Okunma süresi: 35 Dakika

Ahlak, her felsefenin yapı taşlarından biridir. Bunun nedeni, düşünülebilecek neredeyse her eylemin ahlaki bir boyutunun olmasıdır. Yemek yerken, yediğimiz şey ahlaki veya etik olarak mı edinilmiştir? Bir ürün alırken, belki bir araba veya benzeri bir şey, bu eylemi yapmakla ahlaken doğru bir karar mı veriyoruz yoksa ulaşım yöntemimizde daha iyi bir tercih yapabilir miyiz? Bir miktar para hayır kuruluşuna mı yoksa doğrudan nihai kullanıcıya bağışlanarak mı daha iyi harcanır? Dünyadaki her insan, her günün her anında bu ve bunun gibi sonsuz seçimlerle bir dereceye kadar da olsa karşılaşır. Bu yüzden, mensuplarının eylemleri üzerinde, preskriptif[1] veya deskriptif[2] ilgiye sahipmiş gibi görünen her bir din, ahlak kavramlarıyla doğal olarak iç içedir.

Bu köprü, bu makalede incelemeyi amaçladığım şey. Özellikle, Tanrı’nın objektif ahlakı, ontolojik açıdan temellendiren varlık olduğuna dair iddialar yürüten William Lane Craig gibi filozoflar başta olmak üzere, Hristiyanlık savunucularının ahlak iddialarına göz atacağım. Bu makale boyunca, Tanrı’nın, aslında, son zamanlardaki ya da İncil’in kendisindeki (izin verici ya da doğrudan) eylemlerinde görülen kanıtlar aracılığıyla, ahlaki sonuççu olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu fikir, daha sonra, Tanrı’nın objektif ahlakın belirleyicisi olduğunu, objektif ahlakın onsuz var olamayacağını iddia eden Hristiyanların düşüncesi ile karşılaştırılacak. Bu, hangi yönden bakıldığına göre, hem Tanrı için hem de objektif ahlak için bir argüman olarak kullanılıyor. Son olarak, Tanrı’nın ya nesnel ahlaka bağlı olmadığı ya da ahlaki eylemleri, özlerinde bulunabilecek tüm iç değerlerin üzerinde ve ötesinde, ortaya çıkardıkları sonuçlara bağlı olarak değerlendirdiği kanısına varacağım. Aslında, bu sonuç Tanrı’nın ya var olduğuna ya da objektif ahlakın belirleyicisi olduğuna dair benzer iddiaları çürütmeye çabalayacak.

William Lane Craig (1949-….)

Ancak ilk önce, ahlakın kendisinden objektif ahlaka ve sonuççuluğa, ahlak felsefesindeki tanımlayıcı terimlere göz atalım.

İlk başta, ahlak tanımının kendisini ele alalım. Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nin iddiasına göre, ahlak iki şeyden biridir[1]:

1. deskriptif olarak, toplum tarafından veya,

  • a. başka bir grup, örneğin din, veya,
  • b. birey tarafından kendi davranışları dolaysıyla kabul edilerek, öne sürülen bazı düzenleme kurallarından bahsetmek için, veya,

2. normatif olarak, belirli koşullar altında, tüm akıl sahibi insanlar tarafından ileri sürülebilecek davranış kurallarından bahsetmek için kullanılabilir.

Burada iki tanım olmasına rağmen ben, iki sebepten ötürü, ikinci tanım olan normatif ahlakın tanımını kullanacağım. İlk olarak, normatif etik (iddia edilebilecek bazı ince farklılıklar olmasına rağmen, burada etik ve ahlakı birbirlerinin yerine geçebilecek şekilde kullanacağım) ile R.M. Hare’ın iddia ettiği gibi “evrenselleştirilebilir” ahlak kuralları kastedildiği için bu tanımı kullanacağım. Bu önemli, çünkü bu, ahlaki görecelilik ya da ahlaki nihilizmin (sırasıyla, gerçeklerin toplumdan topluma değişebileceği ya da ahlaki gerçeklerin, veya bütün olarak ahlakın var olmadığı inançları) aksine, bu yasaların tüm akıl sahibi insanlar tarafından anlaşılabileceği ve anlaşılması gerektiği anlamına geliyor[2].

Ahlaki gerçeklerin olduğu savının lehine, ahlaki gayrirealizm veya anti-realizmin tüm biçimlerini reddettiğim için, bir tür döngüsel akıl yürütme yaptığım veya varsayılan bir iddiayı doğru kabul edip çıkarımlarda bulunduğum iddia edilebilir. Bir bakıma bunu yapıyorum ve de bu duruşumu felsefi olarak savunmaya çalışmayacağım. Ahlaki realizmi, yani bir eylemin doğru veya yanlış olabileceği ve bunların ahlaki gerçekleri oluşturduğu inancını varsayıyorum çünkü kendileri ahlaki gerçeklere inanan teistlerin görüşlerini ele almaya çalışıyorum. Bu yüzden, teistleri kendi nedenleriyle ele almaya bakıyorum. Bir anlamda bu, bu pozisyonun savunulabilir olup olmadığıyla tamamen alakasız.

İkinci olarak, deskriptif bir tanımın aksine, normatif bir ahlak tanımını kullanacağım çünkü böyle bir sistem, deskriptif bir sistemin (tanımı gereği) yapamadığı şekilde, birinin nasıl davranması gerektiğini rasyonel olarak belirleme girişiminde bulunuyor. Bu da, yine, teistlerin benimsediği tartışma modeline uyuyor, yani insanların belirli bir şekilde davranması gerektiğine ve bu görevin de ontolojik olarak Tanrı’da temellendiğine. Bu yolla, eylemler ahlaka uygun veya ahlaksızca, iyi ya da kötü olabilir, ve bu eylemlere değer biçilebilecek bir çerçeve veya mekanizma bulunuyor. Basit terimlerle, ahlaka uygun bir eylem iyi, ahlak dışı bir eylem ise kötü olarak görülebilir. Biz bu iyi olanı yapmak için çabalamalıyız. Bahsedildiği üzere, bunun hakkında söylenebilecek çok şey var ancak, makalenin kapsamından ötürü, bu konuyu burada bırakacağım.

Şimdi de objektif ahlaka göz atalım, bu terimden ne kastediliyor, kim savunuyor, kim buna bağlı kalıyor ve neden.

Şu anda Talbot Teoloji Okulu, Biola Üniversitesi, Kaliforniya’da akademisyen olarak çalışan William Lane Craig, önde gelen bir Amerikalı felsefeci, teolog ve Hristiyan apolojisttir[3]. Birçok makale, akademik dergi, kitap ve deneme yazmıştır ancak Tanrı’nın varlığını savunan bir tartışmacı olduğu kadar, müthiş bir itibarının olduğu tartışma çevresinde de iyi tanınmaktadır ve önde gelen birçok felsefeciyle ve birçok farklı disiplinden akademisyenlerle de tartışmıştır. Birçok Hristiyan tarafından, akıl ve akademi ile desteklenen bir imanı örnekleyen bir düşünür olarak görülen W.L. Craig (öyle ki, en ünlü kitaplarından birinin adı A Reasonable Faith’tir[4]), Tanrı’nın varlığına kanıt ileri sürmek için Ahlaki Argüman olarak adlandırdığı kavramı kullanır. Argüman şu şekilde formüle edilmiştir:

  • 1) Eğer Tanrı yoksa, objektif ahlaki değerler ve yükümlülükler yoktur.
  • 2) Objektif ahlaki değerler ve yükümlülükler vardır.
  • 3) Bu yüzden, Tanrı da vardır.[3]

Görebildiğimiz üzere, bu argüman, eğer 1. ve 2. öncülleri, yani objektif ahlaki değerlerin kendi ontolojileri için Tanrı’ya dayandığını, kabul edersek Tanrı’nın varlığını kanıtlıyor. Objektif ahlaki yükümlülükleri kendi içlerinde değerlendiren (örneğin Immanuel Kant’ın kategorik buyrukları) ahlaki deontologlar, bu iddiaya katılmayacaklardır. İkinci öncül objektif ahlaki değerlerin var olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın neyi içerdiğini inceleyelim.

Objektif, birçok farklı bağlamda kullanılabileceği için, anlaşılması güç ve zorlu bir kavram. Objektif, bu durumda, Craig’in kendisi tarafından tanımlanıyor (2008, s. 173):

Bir şeyin objektif olduğunu söylemek, o şeyin insanların ne düşündüğünden veya ne algıladığından bağımsız olduğunu söylemektir…

… Objektif ahlaki değerlerin olduğunu söylemek, herhangi bir insanın buna inanıp inanmamasından bağımsız olarak bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu söylemektir. Benzer şekilde, objektif ahlaki yükümlülüklerimizin olduğunu söylemek, belirli eylemlerin, herhangi bir insanın bunlara inanıp inanmamasından bağımsız olarak bizim için doğru veya yanlış olduğunu söylemektir.

Craig’in, yazısında düştüğü hata, bu “objektif ahlak”ın değer sistemini, Tanrı’dan geldiğini iddia etmekten (kaynağını Tanrı’da bulmaktan) başka bir şekilde kurmamasıdır. Başka bir deyişle, objektif ahlaka yönelik, söz konusu ahlak için bir değer kuralı oluşturmadan, tek yolun teizm olduğunu iddia ediyor. Farklı eylemlerin nasıl değerlendirileceği ve birbirleri ile nasıl karşılaştırılacağına yönelik bir açıklama yok gibi görünüyor ancak eylemlerin diğer eylemlerden daha iyi veya daha kötü olabileceğine ilişkin dolaylı bir kavrayış var. Örneğin, küçük bir çocuğa tecavüz etmek, ahlaki olarak, bir somun ekmek çalmaktan veya bir dilenciye para vermemek ya da dilenciyi tekmelemekten daha mı kötüdür? Bu eylemlerin hepsi, objektif ahlaka bağlı olan kişi için, farklı ahlaki kıymet ve değere sahip olmalıdır, değil mi? Craig, herhangi bir eylemin ahlaki kıymetini veya değerini ölçmemize yarayacak bir karşılaştırma metodu, yöntemi sunmuyor.

A Reasonable Faith’te, Craig, bu meseleleri açığa kavuşturmak için ahlak felsefecisi William Sorley’nin düşüncesine atıfta bulunuyor (s.105):

Öyleyse, objektif ahlaki değer nerede bulunuyor? Sorley cevaplıyor: insanlarda. İçkin ahlaki değere sahip olan tek canlılar insanlar; insan olmayan nesneler, sadece insanlara ilişkin olarak araçsal değere sahiptirler. Sadece insanlarda içkin değer vardır, çünkü anlamlı ahlaki davranış, amaç ve irade gerektiriyor.

Ancak, Craig bu tarz eylemlerin, ahlaki değer taşıyabilecek şeyler olarak sayılıp sayılamayacağı konusunda açık değil. Açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen, eylemlerin içkin ahlaki değeri varmış gibi görünüyor; yani, başka bir şeye referans yapma ihtiyacı olmadan kendi özlerinde ahlaki değerleri var. Bu tarz eylemler, teist tarafından, ahlaki açıdan, türemiş olmayan, başka bir şeye indirgenemeyen bir aksiyom[5] konumunda gibi görülebilir.

Craig, başka bir yazısında[4], “insanların içkin ahlaki değere sahip olduğunu” kabul ediyor; öyle ki insanlığın özünde ahlaki değer var. Bu iyilik, Tanrı’ya ilişkin olarak görülüyor. Paul Copan’ın, Craig’le kitabında belirttiği gibi (Copan (2007) s.91):

Eğer Tanrı bize ahlaki yapı bahşetmeseydi, iyiliği bilemezdik. Haklarımız, haysiyetimiz, özgürlüğümüz ve sorumluluğumuz var çünkü Tanrı bizi bu şekilde yarattı.  Bunda, Tanrı’nın suretini taşıyanlar olarak, Tanrı’nın iyiliğini yansıtıyoruz.

İnsanlarda ve ahlaki eylemlerinde böyle içkin bir ahlaki değer (ahlak duygusu ve ahlaki eylemleri kavrayışlarının aksine) Mark D. Linville’in aşağıdaki gibi belirttiği, Blackwell Companion to Natural Theology’de de (Doğal Teolojiye Blackwell Eşliği) (s. 431-446) tekrarlanıyor:

Ahlaki faillik, insanların ahlaki haysiyete sahip olmalarını sağlayan bir özelliktir diyebiliriz.

Eğer böyle bir argüman başarıya ulaşacaksa, ahlakın kendisi, araçsaldan ziyade içkin değere sahip olmalı.

Bahsedildiği üzere, bu, karşılaştırmalı ahlaki bir değer çözümlemesi için eylemleri diğer eylemlerle karşılaştırmamıza olanak sağlamıyor. Onun yerine, elimizde, ahlaki değerin aktörde, kılıcıda olduğunu söyleyen bir iddia var. Bu, ağırlıklı olarak, Craig’in “iyi”nin Platonik varlığını, soyut varlığını inkar etmesinden kaynaklanıyor. İyiliğin ya Tanrı’da ya da eylemi gerçekleştiren (eylemin kendisinin aksine) bireyde bulunması gerektiğini iddia ediyor[5]. Her halükarda, ister eylemin kendisinde olsun ister kılıcıda olsun, içkin bir değer var. Bu içkin değer, ilişkisel-olmayan veya türemiş-olmayandır. Bu, içsel olan, araçsal olmayan bir değer barındıran eylemin yapısında veya, Tanrı’yla ilişkili olarak yansıtıcı bir doğaya dayanan kılıcı ve onun niyetinde olabilir.

Bu makalenin amaçları doğrultusunda, bunun ahlaki bir teori olarak (gerektiği gibi aktarabileceklerim dışında) herhangi bir eleştiri altında hala savunulabilir olup olmadığıyla değil birçok Hristiyan felsefeci ve savunucusu tarafından savunuluyor olmasıyla ilgileniyorum.

Şimdi sonuççuluk olarak bilinen ahlakın alternatif görüşüne dönelim. Bu teori, tahmin edilebileceği üzere, ahlaki değerin, eylemin kendisinin aksine, eylemin sonuçları ile ölçüldüğü anlamına geliyor. Bu normatif özellikler evrenselleştirilebilir; bunlar ahlaki gerçekler ve bu, ne kadar sezgisel gözükürse gözüksünler, buna benzer her teorinin bir ahlaki realist teori olduğu anlamına geliyor. Sonuççuluğun farklı çeşitleri var, ancak burada ahlaki doğruluğun eylemin sonuçlarından ya da mevzubahis eylemin arkasındaki niyetlerden nasıl çıkarılabileceğine göz atacağız. Bu yolla, sonuççuluk, teorik olarak, ahlaki eylemleri karşılaştırma özelliğine sahip. Eğer sonuçlar ölçülebilirse, bir çocuğa tecavüz etmenin, bir somun ekmek çalmaktan daha kötü olup olmadığı belirlenebilir.

Sonuççuluğun en yaygın versiyonu faydacılıktır, o veya bu şekilde. 18. ve 19. yüzyıllarda Jeremy Bentham ve John Stuart Mill ve benzerleri tarafından savunulan klasik faydacılık, eylemden kaynaklı toplam iyilik miktarı eksi toplam kötülük miktarı net bir iyilik ortaya çıkarıyorsa bir eylemin iyi olduğunu iddia eder. Tüm karşılaştırılabilir ahlaki sistemler için gerekli olan içkin değer hazdır (anti-tezi ise acıdır). Fayda içkin olmalıdır çünkü içkin bir özellik, doğası gereği türemiş-olmayandır. Bu da bunu başka bir açıdan ele alamayacağınız anlamına geliyor. Örneğin, kişi normal çay yerine kaçak olmayan çay alabilir. Çünkü kaçak olmayan çay, asıl çiftçilere ve işçilere geri ödenen daha yüksek bir fiyata satılır, bu meblağ, ailelerin, çocuklarının okul ve eğitim masraflarını karşılamalarına yardımcı olur, bu da ailelere dönüt olarak haz verir. İşçiler için sağlanan para ve hizmetler ilave bir hazza türetilir. Genellikle mutluluk olarak görülen haz, içkin olarak görülür çünkü onu ilaveten türetemezsiniz. Kişi, bir şey yapmak için sebeplerden bahsederken, bir diğeri sürekli neden sorusunu sormaya devam edebilir (“Bu neden iyi?” gibi), tıpkı yukarıdaki örnekte yapılabileceği gibi. Çay için daha fazla fiyat talep edildiği noktada “neden” sorusunu sormayı bırakmayız (bu, eylemi “iyi” yapmazdı). Ancak, kişi, “Çünkü o, onu mutlu ediyor,” gibi bir cevapla karşılaşırsa, ve sonrasında yine “Neden?” sorusunu yöneltirse, cevap, “O, onu mutlu ediyor çünkü o, onu mutlu ediyor,” gibi totolojik bir hale geliyor. Haz ya da mutluluk duygusu zevk verdiği için bu totoloji hatalı değildir. Bu haz, daha fazla indirgenemeyen bir aksiyomdur. Mantıklı ve akıl sahibi insanlar mutsuzluktansa mutlu hissetmeyi tercih eder çünkü mutluluk pozitif bir hissiyattır – mutlu olmak iyi hissettirir. Bu fayda ve faydacılığın temelidir, en azından öncü faydacı Jeremy Bentham’ın ilgilendiği ölçüde.

Sonuççuluk fikri ünlü tramvay probleminde rahatlıkla görülebilir[8]. Faydacılar, kaçınılmaz olarak, daha az acı ortaya çıkacağı için, tramvayın yönünü değiştirirdi, böylece tramvay beş kişinin aksine, yalnızca bir kişiyi öldürecek yola girerdi. Öncesinde bahsedilen objektif ahlaka inanan bir teist böyle yapmazdı çünkü bu sonuç için bir insanı aracı olarak kullanmak olurdu. İnsan ahlaki haysiyet ile doludur ve ahlaki olarak araç olamaz. Craig hiçbir insanın masum bir insanın hayatını alma yetkisine sahip olmadığını söyler. Böyle bir eylem “Tanrıcılık oynamaya” eşdeğerdir. Bu, iki ahlaki sistem arasında bariz bir farklılık.

İki farklı (ancak objektif) ahlaki kurala, görece basitleştirilmiş biçimde bu bakışımız, burada gerekli olan amaçlar için yeterli olacaktır. İncelenecek bir sonraki ahlaki durum ise Tanrı’nın kendi eylemleri. İncil boyunca, Sodom ve Gomora’nın yıkımından tutun, İsa’nın fedakarlığına kadar, sayısız ölüm, sakatlık ve ahlakın ışığında görülebilecek eylem örnekleri mevcuttur.  Bir tane İncil’den, bir tane daha yakın zamanlardan bir olay seçip, bunları derinlemesine inceleyeceğim.

Öncelikle, Nuh’un yer aldığı küresel sele göz atalım. Metnin sembolik ve diğer yorumlarının bilincinde olmama rağmen, olayı aktaran Yaratılış bölümünün birebir karşılığını kabul edeceğim. Metnin bu bölümünde (Yaratılış 6-9), Tanrı, insanlığın işlediği tüm günahlardan tiksiniyor ve sekiz insan dışında tüm insanlığı, her türden iki hayvan dışında da tüm hayvanları yok etmek için bir sel gönderiyor (Yaratılış 6:7):

YHWH dedi ki, “Toprağın yüzünden yarattığım insanı, hayvanları ve yerde sürünenleri ve havada uçan kuşları yeryüzünden kaldıracağım, çünkü onları yarattığıma pişman oldum.”

Tanrı’nın özelliklerinin klasik tefsiri onun aynı anda sonsuz bilgili, sonsuz güçlü, ve sonsuz iyi olduğudur. Onun mutlak-sevgili özelliği bu bağlamda en çok ilgilendiğimiz özelliğidir. Sekiz insan dışında tüm insanlığı ve de her türden iki hayvan dışında tüm hayvanları yok etme eylemine bakalım. Bu, özünde, iyi denebilecek bir eylem midir? Kesinlikle hayır. Elbette, görünürde ahlaki haysiyetle bahşedilmiş insanların ve kendi başlarına ahlaki değere sahip olmayan hayvanların bu ölçüde bir yıkımı içkin bir ahlaki iyiliğe sahip olamaz. Öyleyse, eğer eylemin içkin değerinde değilse, böyle bir eylem nasıl ahlaki iyi olarak görülebilir? Bağlam burada her şeyimiz. Buna iki yönden bakılabilir. Birincisi, cezalandırma. İnsanlar neredeyse tümden ortadan kaldırılmayı hak edecek kadar günahkâr olmuş olabilirler. Bunun olasılığı son derece az bir senaryo olması bir kenara (böyle olmuş olabileceğini varsayalım), bu cezalandırma, ahlaki olarak sorumlu tutulamaz ancak hissedebilen pek çok hayvanın ölümüyle bağlantısızdır. Üstelik, bahse girerim ki, cezalandırma, aslında, bu kadar ölüm olmadan başka yollarla da başarılabilen caydırma yönteminin ötesinde, yapıcı fayda açısından çok az şey sunuyor. Cezalandırmanın kendinde bir ahlaki değer barındırdığı ileri sürülebilir, ancak yalnızca eylemi yapan kişinin haz alması ile ilgili olduğu sürece. Hırsızı yakalamanın ve onu başarılı bir şekilde rehabilitasyona tabi tutmanın, cezalandırıcı bir eylemin aksine, ahlaki olarak daha iyi bir hareket biçimi olabileceğini ileri sürmek daha kolay olurdu.

Bu eyleme bakabileceğimiz bir diğer yön ise, Tanrı’nın bu görünürde “kötü” ile, daha büyük bir iyi ortaya çıkarmayı denediğidir. Belki de Tanrı belirli bir (mutlak-sevgi dolu) sonuç için bu potansiyel olarak acımasız eylemi gerçekleştirmek zorundaydı. Eğer durum buysa, (eylemleri yalnızca ahlaki kusursuz olarak görülebilen) Tanrı, bir sonuca ulaşmak için, bu olayı ve hayatları mahvolan tüm canlıları kullanıyor. Bu, bariz bir şekilde sonuççuluğun bir biçimi. Olayın ahlaki değeri kendisinde değil, ancak sonuçlarından türüyor, biz bu sonuçları bilemiyor olsak bile. Tanrı’yı kapsayan zorlu ahlaki ikilemler için sıklıkla bir cevap olarak verildiği gibi, öyleyse kim Tanrı’nın zihnini biliyor? Tanrı gizemli şekillerde hareket eder!

O zaman daha yakın zamanlardaki bir olaya bakalım. 2004’te meydana gelen tsunami, küresel sel olayı ile şiddetli paralellikler barındırıyor. Dünya, bu denli devasa bir doğal hadisenin saf kuvveti ve yansımalarıyla sallanmıştı. Yaklaşık 280.000 insan öldü, ekosistemlerin tamamı ve potansiyel olarak milyarlarca organizma mahvoldu. Tanrı, klasik özellikleriyle, bunun olacağını bilebilirdi ve bunu durdurmak için güce sahip olmalıydı. Sonsuz iyi olduğu için, izin verici iradesinden çıkarabileceğimiz sonuç, sonsuz iyi bir yaratıcı Tanrı tarafından izin verilmiş olması için, tsunaminin daha fazla iyiliğe yol açmış olması gerektiğidir.

Bu büyüklükte bir yıkıma izin verme nedenleri hakkında fikir yürütmek zor. Teologlar tarafından teodiseler veya Kötülük Problemi’ne cevap arayan teoriler olarak görülen nedenlerin bir kombinasyonu olabilir[11], öyle ki hayatta kalanlar için (veya can verenler için bile) karakter inşası ya da ruh inşası sağlama arayışında (Irenaean Teodisesi) olabilir. Hristiyan felsefeciler tarafından genellikle kabul edilen ilke, Tanrı’nın zihnini bilemeyeceğimiz ve kendi nedenleri olduğu (belki de anlayacak kapasiteye sahip değilizdir) ancak bu kadar ızdırabın bir nedeni veya sonucunda ortaya çıkacak daha fazla iyilik olması gerektiğidir. Jeffrey Jaw Lowder ile bir tartışmasında, Phil Fernandes (din felsefecisi ve teolog) şunu belirtmiştir[12]:

Bir teist … bunun, mümkün olan en iyi dünyayı elde etmek için mümkün olan en iyi yol olduğunu iddia etmek zorunda kalırdı… Tanrı kötülük ve insan ızdırabını, insanları kendine çekmek için sıklıkla kullanır. Tanrı’nın yöntemleri ve düşünceleri bizim kavrayışımızın ötesindedir ve kutsal metinler bile bunu belirtir. Ateist argümanlar, en fazla, kısıtlı zihinlerin Tanrı’nın bu kadar kötülüğe neden izin verdiğini tamamıyla anlayamadığını gösterir…

Bu tarz rasyonalizasyonlar yaygındır, William Craig de tartışmalarında ve yazılarında Kötülük Problemi’nden bahsederken benzer sonuçlara ulaşmıştır[13]:

Tekrardan, böyle bir varsayım [sonsuz iyi bir Tanrı’nın, kötülüğün olmadığı bir dünyayı tercih edeceği] zorunlu olarak doğru değildir. Birçok olayda, daha fazla iyi elde etmek için veya izin vermek için bazı yeterli sebeplerimiz olduğu için, bir insanın hayatında acı ve ızdırabın oluşmasına izin veririz. Tüm ebeveynler bu gerçeği bilir. Bir ebeveynin çocuğunu tüm tehlikelerden artık koruyamayacağı bir zaman gelir; ve ona, olgun, sorumlu, yetişkin bir birey olmayı öğretmek için disiplin aşılamanın gerektiği zamanlar da vardır. Benzer şekilde, Tanrı, bizi geliştirmek veya test etmek için ya da başkalarını geliştirmek ve test etmek için veyahut da diğerlerine ağır basan bir son elde etmek için, bizim hayatlarımızda ızdıraba izin verebilir. Bu yüzden, Tanrı sonsuz iyi olsa bile, dünyada acıya ve ızdıraba izin vermek için ahlaken yeterli nedenlere sahip olabilir.

Bu, Tanrı’nın eylemlerinin ahlaki değerinin, sonuçların analiziyle değerlendirildiği görüşünün açıkça sergilenmesidir.

Bu nedenle, teistlerin objektif, içkin temelli bir ahlaki sistem iddia ettikleri bir durum vardır elimizde, ancak aynı teistler tarafından, Tanrı’nın, en azından eylemlerinin birçoğunda, ahlaki sonuççu bir sistem kullandığına dair kanıt ve kabullerimiz de vardır. Kişi, özgür irade teodisesi gibi başarılı teodiselerin bulunduğunu kabul ederek, sonuçların eylemi meşrulaştırdığını kabul ettiğini hatırlamak zorundadır. Bir başka deyişle, teodiseler (tanımları gereği) sonuççudurlar. Peki bu bizi nerede bırakıyor? Pekala, iki tane seçenek bulunuyor.

Birincisi, ahlaki sonuççuluk tüm diğer ahlaki sistemleri dışlayıcı olabilir.  Böylece, ilahi sonuççuluk için kanıtlar göz önünde bulundurulduğunda, William Lane Craig ve benzerleri tarafından savunulduğu gibi bir objektif ahlak bulunmayabilir. Bu, teistlerin “ahlak fikirlerinin tamamen yanlış olmasına” yol açardı. Bu da, ateizmi ahlaki bir bakış açısıyla eleştirdikleri, sonuççuluk ve faydacılık gibi felsefeleri, Tanrı ile temellenmiş bir ahlaka göre daha aşağı olarak kötüledikleri için, bahsi geçen felsefeciler tarafından ciddi bir yeniden gözden geçirme gerektirirdi. Örneğin, David S. Oderberg belirtir ki (2007, s. 5):

Sonuççuluğun, neden görünürde sezgisel olmadığına ve gerekçesiz olduğuna dair birtakım oldukça soyut sebepler sundum. Ancak, aynı zamanda, tamamen yanlış, hatta yalnızca yanlış değil, kötücül ve tehlikeli bir teori olduğunu düşünüyorum – bu görüşümde de yalnız değilim.

Alternatif olarak, bu tarz ahlak teorileri birbirini dışlamaz ve de birbirleri ile birlikte kullanılabilirler. Böylece bir eylem, ahlaken, hem içkin olarak iyiyken hem de sonuç olarak iyi olabilir. Ancak, burada büyük bir problem karşımıza çıkıyor. Bir teori “iyi” hükmünü veriyorken, diğer teori “kötü” hükmünü verdiği zaman ne olacak? Tanrı’nın “muhakeme”sinde ispat edilmiş bu sonuççuluk, birçok içkin ahlaki değerden, açıkça çok daha anlamlı, değerlidir. İki sel olayına da bir göz atalım – Tanrı tarafından yönlendirilen ve Tanrı tarafından izin verilen (bu tarz bir “eylem” sıklıkla ahlaki göz yumma olarak görülür) ve hatta sisteme uydurulan. Tanrı, hem insanları hem hayvanları barındıran, geniş ölçüde acıya, ızdıraba ve ölüme yol açan benzer eylemlere ya izin vermiştir ya da yönlendirmiştir ve görünen o ki, bu eylemleri, eylemlerin yarattığı ızdıraptansa, sonuçlarına değer vererek (daha fazla iyilik) rasyonalize etmiştir. Başka bir ifadeyle, bu eylemlerin sonuçlarının ahlaki değeri, eylemlerin olduğu iddia edilebilecek tüm potansiyel içkin değeri aşmaktadır. Bu da şu anlama gelir, içkin ahlaki değer, eğer varsa, İncil ve tarih boyunca, sürekli olarak sonuçların değerleri tarafından yenik düşürüldüğü için, fiilen anlamsız ya da değersizdir.

Aslında, büyük patlamadan (ya da yaratılıştan) itibaren, her bir insanın veya hayvanın başına gelen ızdırabın her küçük parçasına, her bir ölüme izin vermesinden, Tanrı’nın tüm durumlarda sonuççu olduğunu görebiliyoruz. Izdırabın her bir zerresinin sonuçları (eğer Tanrı, tersine çevirebilecek kadar mutlak-sevgili ve güçlü ise ve farklı bir şekilde nasıl oldurabileceğini bilecek kadar bilgiliyse) ızdırabın içkin “kötülüğünü” aşmaktadır. Bu yüzden, sonuççuluk ile birlikte içkin değerler var olsa bile, sonuççuluğun, ızdıraba izin verilen her seferde, içkin ahlaki değere baskın çıktığı görülüyor.

Böyle bir ahlaki sonuççuluğa birçok kılıf vardır çünkü Tanrı’nın dünyayı tasarlarken yaptığı her “seçimin” ahlaki bir boyutu vardır. The Little Book of Unholy Questions’da (Kutsal Olmayan Soruların Küçük Kitabı, s. 124-7) doğrudan Tanrı’ya soru olarak yazdığım gibi:

297. Hepimiz, enerji üretmek için güneş ışığı ve cansız molekülleri kullanan, böylece de hayatta kalmak için diğer hayvanları öldürme ihtiyacından kaçınan, fotosentez yapan organizmalar olamaz mıydık?

… Mutlak-sevgili bir bakış açısından, hayvanların neden, zorunlu olarak, diğer hayvanları ve bitkileri öldürerek var olması gerektiğine dair bir sebep yoktur.

Tabii ki, bu makalenin amaçları doğrultusunda, “daha fazla iyiliğin” ne olduğunu bilmemize gerek yok, yalnızca var olduğunu, öyle ki Tanrı’nın, ahlaken üstün varlık olarak, eylemleri, ahlaki olarak sonuçlarıyla, yarattıkları iyiliğin ölçüsüyle değerlendirdiğini biliyoruz. Bu iki teoriyi birbirleriyle karşılaştırdıktan ve sonuççuluğun galip gelen taraf olduğunu gördükten sonra, olası eleştirilere göz atalım.

İtirazlar

Bazıları, Tanrı’nın, sonsuz yetkisi aracılığıyla, sonuçsal olarak da müdahale etme hakkına sahip olduğunu iddia ediyor (insanları, sonuca ulaşmada araç olarak kullanarak), böylece, ahlakın bu biçiminden kaçınmaya çalışıyorlar. David Mcnaughton’ın Is God (almost) a consequentalist? Swinburne’s moral theory (Tanrı (neredeyse) sonuççu mu? Swinburne’ün ahlak teorisi) makalesinde, McNaughton saygın Hıristiyan felsefeci Richard Swinburne’ün, Tanrı’nın ahlaki boyutlarına yaklaşımına göz atıyor. McNaughton, sonuççuluğa karşı (ve de tramvayın yönünü değiştirmeye karşı) biz insanların, başka kişilerin yaşamına, onların iyiliğine veya başka birinin iyiliğine olsa da, karışma hakkımızın olmadığının altını çiziyor. Bu, böyle yapma “otoritesine” sahip olmadığımız görüşüne dayanıyor. Bununla birlikte, gözeticilerin; ya ebeveynlerin, bakımevinin, ya da hatta devletin kılığında bu hakka sahip olduğunu belirtiyor. Ama bu hak Tanrı’yı ahlaki açıdan sıkıştığı köşeden kurtarıyor mu?

Bizim, iyi sonuçlar için başkalarına zarar vermemiz yanlış ise, Tanrı, buyrukları aracılığıyla, buna nasıl izin verilebilir ve hatta zorunlu kılabilir? Swinburne’e göre, iyi sonuçlar için bu şeyleri yapamamamızın tek sebebi yetkiden yoksun olmamızdır. Tanrı bu yetkiye sahip olduğu için, bizi yetkilendirebilir. Swinburne’ün ahlak teorisinin altında yatan yapı, aslında ilk bakışta görünenden çok daha az deontolojiktir. Bu, Kant’ın Kategorik Buyruğu’nun meşhur ikinci formülasyonuna önerdiği değişiklikte netleştirilmiştir: ‘Her şey göz önüne alındığında, birini, diğerlerinin iyiliği için kullanmaya, eğer sen onlara iyilik eden kişi isen, ve onlar kendileri adına seçim yapma durumundan yoksunlarsa izin verilebilir’ (1998, 233).[14]

McNaughton, hakların farklılıklarına bağlı olarak Tanrı’nın neredeyse bir sonuççu olduğu sonucunu çıkarıyormuş gibi görünürken, bu, bana, konuyu saptırma gibi geliyor. Kanıt açık bir şekilde böyle bir sistemin kullanıldığını gösterirken, birinin, sonuççu bir ahlak kullanmaya hakkının olup olmadığı, konuyla tamamen alakasız. Hem Swinburne hem de (daha az ölçüde) McNaughton insanların haklarından deontolojik[15] görevler çıkarmaya ve bunları insanlığa ve Tanrı’ya uygulamaya çalışıyorlar. Buna rağmen, bir eylemin ne zaman deontolojik bir eylem olduğunu, ne zaman sonuççuluğa kaydığını belirleyemediklerinden, kaygan zemin yanılgısının tuzağına düşüyorlarmış gibi görünüyor (McNaughton 2003 s.9):

Bazen, insanlara zarar vermek ahlaki açıdan kabul edilebilir. Örneğin, onları daha kötü bir zarardan kurtarmak için veya gerekçelendirilmiş bir ceza uygularken ya da zarar gören insan, kayda değer bir iyi elde etme peşinde bu işe gönüllü olduğu zaman. Fakat, onların rızası olmadan, genel fayda için yapılsa bile, masum insanlara ciddi bir şekilde zarar vermenin yanlış olduğu genel olarak kabul edilir.

Sezgiye başvurmanın ötesinde, sonuççuluğu, daha büyük bir deontolojik görevden ayırmanın, ayırt edilebilir bir yolu yokmuş gibi görünüyor. Böylece ilahi sonuççuluğun iddiaları Tanrı’nın gerçekten de belirli bir ahlaki ödev için büyük ölçüde zarara sebep olabileceğini ve bunun aslında sonuççuluk olmadığını belirlemede başarısız kalıyor.

Belki de, daha güçlü bir savunma, William Lane Craig’in kendisinden geliyor. İnsanların içkin ahlaki değeri, Tanrı’nın doğasının yansımasıdır ve ahlaki eylemler, kutsal emirler yoluyla tahsis edilir. Kutsal Emir Teorileri, ahlaki yükümlülüğü şu şekilde elde eden teorilerdir[16]:

Savunduğum kutsal emir etiğinin versiyonuna göre, bizim ahlaki görevlerimiz, kutsal ve sevgi dolu bir Tanrı tarafından oluşturulmuştur.

… O halde, kutsal emir teorisinde, Tanrı’nın, bir kutsal emir yokluğunda günah olabilecek, ancak bu emir sayesinde ahlaken mecburi olan bir eylemi emretme hakkı vardır.

Bu yöntemde döngüsellik varmış gibi görünüyor – ahlak, emirle tanımlanıyor, ancak bu tarz emirlerin iyiliğini değerlendirmek için bağımsız bir ölçütümüz yok. Bu yolla, onun iyiliğinden ötürü, veya yalnızca iyi olarak farz edilen bir varlık tarafından buyrulduğu için, bir şeyin iyi veya kötü olduğunu ya da bir emrin doğru ya da yanlış olduğunu çözümleyemiyoruz. Bu, sonraki paragraflarda ve P. Wesley Edwards’ın alıntısında daha belirgin bir şekilde açıklanıyor. Kutsal Emir Teorileri’nin (KETler) ve döngüselliklerinin eleştirisini yapmak için yeterli yer yok, ancak referans için Wesley Edwards’a (2004) göz atabilirsiniz.

Craig’in yaklaşımı, bizim ahlakımızı, Tanrı’nın buyruklarının yansımasında kurmak (“Komşunu sev,” gibi), ancak Tanrı’yı bu ahlaki yükümlülükten muaf tutmak yönünde[17]:

Tanrı kendisine emir vermediğinden, yerine getirecek ahlaki görevleri yoktur. O, kesinlikle bizimle aynı ahlaki yükümlülüklere ve yasaklara tabi değildir. Örneğin, benim bir masumun canını almaya hakkım yoktur. Benim böyle bir eylemi yapmam cinayet olurdu. Ancak Tanrı için böyle bir yasak yoktur. Dilediği gibi hayat verebilir ve alabilir. Hepimiz, bir canı almaya yeltenen bir otoriteyi “Tanrıcılık oynamak” ile suçlarken bunun farkına varıyoruz. İnsan otoriteleri, yalnızca Tanrı’ya ait olan hakları kendilerine atfetmektedirler. Tanrı, hayatımı bir saniye uzatmak için herhangi bir yükümlülük altında değildir. Eğer şu anda beni öldürmek isterse, bu onun hakkıdır.

Ancak ben bu tarz bir yaklaşıma, birçok nedenden ötürü itiraz ederdim. İlkin bu, Wesley Edwards’ın belirttiği gibi, pragmatik açıdan problemli[18]:

Gördüğümüz gibi, normalde insanlığa karşı suç olarak algılanabilecek şeylerle karşılaştığında, teist, hiçbiri tatmin edici olmayan farklı şekillerle cevap verecektir: “Biz onun yarattıklarıyız ve o ne isterse onu yapabilir,” veya “Tanrı eylemlerinden bağımsız olarak iyidir, yalnız bu bizim kavrayışımızı aşar.” Kötü bir eylemle karşılaştığımızda onu tanıma yetimiz elimizden alındığı için, sormamız gerekiyor: “Bunu kim yaptı?” Kişi,  “Bana, eylemi Tanrı’nın yapıp yapmadığını söyleyene kadar, bir eylemin kötü olduğunu bilmem. Ne kadar kanlı olsa, hatta bir soykırım bile olsa, eğer, öncelikle beni Tanrı’nın bunu emrettiğine ikna edersen, eylemi bizzat ben bile yapabilirim,” demekle kısıtlanmıştır. İbrahim’e çocuğunu katletmesinin söylendiği Yaratılış 22:2’de gösterildiği gibi, hüküm çocuk katli olduğunda bile, emirleri eleştirmeden itaat etmek, en nihayetinde ahlaki tavrın tek kriteri haline geliyor. Aslında, İbrahim’in kör bir şekilde emirlere uyma isteği – kendi çocuğunun işkence çeken, korkmuş çığlıklarını kulaklarıyla duyduğu halde bile – hepimizin uyması gereken, ahlaki “iyiliğin” en üstün örneği olarak görülüyor.

Bazı teistlerin iddia ettiği gibi, eğer “Tanrı, doğru ve yanlışa karar vermedeki yargı algımız yoluyla bizimle iletişime geçiyor,” ise, Tanrı tarafından tasdik edildikleri için, doğal olarak bu E.A [Eski Ahit] vahşetlerindeki ahlaki güzelliği hissetmemiz gerekmez mi? Neyse ki, çok az kişi bunu hissediyor. Ancak ahlaki içgüdümüz tiksintiyle karşılıyorsa bile, iyinin Tanrı tarafından tanımlandığını hatırlamamız söylenir. Her ne olursa olsun, onun yaptığı her şey tanımı gereği iyidir: hasta çocukları iyileştirmek de, onları vahşi hayvanlara parçalatmak da. İlginç bir biçimde, birçok Hristiyan, bu noktada, “koşulların Eski Ahit’te farklı olduğundan” yakınmışlardır.  Başka bir deyişle, onların “kesin” doğruları geçmişte bugünkünden farklıdır. Bu tarz bir görüş, ironik bir şekilde, onların mutlakçılığını, ahlaki göreceliliğin aşırı bir boyutuna dönüştürüyor.

Alıntının uzunluğunu mazur görün, ancak Wesley Edwards, bence Craig’in yaklaşımındaki kusurları açıklık ve kuvvet ile gözler önüne seriyor. KETler, doğaları gereği döngüsel oldukları kadar, Tanrı tarafından neyin tam olarak ahlaken emredilebileceğini idrak edemiyor olduğumuzdan, nasıl ahlaki davranılacağı ve farklı eylemleri ahlaken nasıl değerlendirebileceğimiz konusunda iyi pragmatik rehberler olmama durumundan da muzdaripler. Tanrı’nın bize emir ulaştırıp ulaştırmadığını ve bunu nasıl ulaştırdığını nasıl bilebileceğimize dair epistemolojik bir sorun var.

Dahası, Craig, ahlaki yükümlülük ve ahlaki “iyi” arasına set çekmeye çalışıyor, öyle ki, Tanrı’yı yükümlülüklerden ve ahlaki görev/gerekliliklerden muaf tutmaya çalışıyor. Ancak bu, onun eylemlerinin ahlaken değerlendirilmesini engellemiyor. Craig, Tanrı’nın doğasından geldiği için, değerin zorunlu olarak iyi olduğunu söyleyecektir ancak bu varsayılan bir iddiayı doğru kabul etmektir. Dahası, ahlaki değer (iyi olabilecek ve zorunlu olarak bu şekilde olan), birçok durumda (gösterdiğim gibi) eylemlerin sonuçlarından türetilecekmiş gibi görünüyor. İncil’deki her yaratılış bölümünden her ölüme, dünyada deneyimlenen her acı ve ızdırap parçasına, Tanrı, kendi eylemlerini ve göz yummalarını, onların sonuçlarına göre değerlendiriyor olmalıdır. Bu çıkmazdan kurtulmanın başka bir yolunu göremiyorum.

Sonuç olarak, çeşitli potansiyel eleştirilere rağmen, Tanrı’nın eylemlerinden çıkarılan ahlaki değer, onların içkin ahlakının aksine (eğer böyle bir şey varsa bile), bu eylemlerin sonuçlarında temellenmiş gibi gözüküyor. Ya teistlerin iddia ettiği objektif ahlak yok, ya da sürekli olarak eylemlerin sonuçları tarafından yenik düşürülüyorlar. Sonuçların klasik fayda ile – veya adalet ya da sevgi gibi başka bir şeyle – tanımlanıp tanımlanmayacağı konudan tamamen bağımsız, bunlar başka yerlerde tartışılabilir. Belirgin olan şey şu; eğer durum bu ise, teistler, kendi ahlak felsefelerini düzenlemeleri veya eğer Tanrı eylemlerimizi yönelttiğimiz şeylere karşı ahlaki ölçüt ise ve ahlaki doğası bizim kişisel ahlaki haysiyetimize yansıyorsa, Tanrı’nın ahlaki kodunun neden bizimkinden farklı olduğunu açıklamaları iyi olur.

  • 1. Tanrı vardır.
  • 2. Tanrı sonsuz güçlü, sonsuz bilgili ve tamamen iyidir.
  • 3. Tamamen iyi bir varlık tüm kötülüklere engel olmak ister.
  • 4. Sonsuz bilgili bir varlık, kötülüklerin meydana gelebileceği tüm yolları bilir.
  • 5. Kötülüklerin meydana gelebileceği tüm yolları bilen sonsuz güçlü bir varlık, meydana gelebilecek kötülüğü engelleme gücüne sahiptir.
  • 6. Kötülüğün meydana gelebileceği tüm yolları bilen, meydana gelebilecek kötülüğü engelleme gücüne sahip olan ve böyle yapmayı isteyen bir varlık, kötülüğün var olmasını engeller.
  • 7. Eğer sonsuz güçlü, sonsuz bilgili ve tamamen iyi bir varlık varsa, kötülük var olamaz.
  • 8. Kötülük vardır (mantıksal çelişki).

Dipnotlar[6]

  • [1] Ahlakın tanımı, Stanford Felsefe Ansiklopedisi,
  • http://plato.stanford.edu/entries/morality-definition/ (alınan tarih 28/12/2011)
  • [2] Bu, zorunlu olarak konuları basitleştirmektir, burada, ayrıca içselcilik ve dışsalcılığın ahlak fikirlerini ve/veya gerekçelerini da tanıtabilirdim. İleri okuma için, Williams (1981) s.101-13’e göz atmanızı tavsiye ederim.
  • [3] Craig (2008) s. 172
  • [4] “Subject: Abortion and Presidential Politics”, http://www.reasonablefaith.org/site/News2?page=NewsArticle&id=6351 (alınan tarih 30/12/2011) (https://www.reasonablefaith.org/writings/question-answer/abortion-and-presidential-politics/ adresine taşınmıştır.)
  • [5] Örneğin, Moral Values and Abstract Objects http://www.reasonablefaith.org/site/News2?page=NewsArticle&id=9138 (alınan tarih 28/01/2012) “Öyleyse, yaratılmamış soyut nesne olmadığı için “iyi”, soyut bir nesne olamaz.  Bu yüzden, benim görüşümde ne sayılar ne de ahlaki değerler soyut nesnelerdir. Bunun yerine ben, “iyi”yi somut bir nesne olarak alıyorum, yani Tanrı’nın kendisi. Tanrı’nın kendisi iyiliğin paradigmasıdır,” dediği kısım. (https://www.reasonablefaith.org/writings/question-answer/moral-values-and-abstract-objects/ adresine taşınmıştır.)
  • [6] Araçsal değere örnek olarak para verilebilir, özünde değerli değil, ancak, değerlendirilmeyi yapan toplum veya birey gibi insan(lar) tarafından değer biçiliyor.
  • [7] Jeremy Bentham’ın (1789) s.1 dediği gibi, “Doğa, insanoğlunu, iki egemen esasın hükmü altına yerleştirdi, acı ve haz. Ne yapılacağını belirlemek kadar, neyi yapmamız gerektiğini belirtmek de yalnızca onların görevidir. Bir yanda doğru ve yanlışın standardı, diğer yanda neden ve sonuç zinciri, tahtlarına bağlanmıştır. Bizi, her yaptığımızda, söylediğimizde, düşüncemizde yönetirler.”
  • [8] Özgün problem şu şekildedir: Bir yargıç veya hakimin, belirli bir suç için suçlunun bulunmasını, gereği yapılmadığı takdirde toplumun belirli bir kesiminden, kendi intikamlarını kendilerinin alacağını belirten isyancılarla karşılaştığını varsayın. Gerçek suçlu bilinmediğinden yargıç, kan dökmeyi önlemenin tek yolunun, masum bir insana çamur atmaktan ve onu idam ettirmekten geçtiğini düşünüyor. Bunun yanında, bu örnek, uçağı düşmekte olan bir pilotun, daha çok mu yoksa daha az mı mesken edilmiş bir bölgeye uçağı indirme kararını vermesi biçiminde de karşımıza çıkıyor. Olabildiğince yakınlaştırmak için, yalnızca dar bir yoldan diğerine hareket ettirilebilecek, yoldan çıkmış bir tramvayın makinisti olduğu varsayılabilir; bir yolda beş insan, öbür yolda bir insan bulunuyor; hangi yola girerse oradaki insanlar ölecek. İsyan örneğinde çetenin elinde beş rehine var, yani iki mübadelede de birinin yaşamı karşılığında 5 kişinin yaşamı söz konusu. – Philippa Foot, The Problem of Abortion and the Doctrine of the Double Effect in Virtues and Vices (Oxford: Basil Blackwell, 1978)(originally appeared in the Oxford Review, Number 5, 1967.) Basil Blackwell, 1978)(originally appeared in the Oxford Review, Number 5, 1967.)
  • [9] İlginçtir ki, philpapers sonuçlarına göre[9], felsefecilerin %68.2 gibi bir çoğunluğu, bir faydacının yapacağı gibi tramvayın yönünü değiştirirmiş.
  • [10] Kenanlıların Katli   http://www.reasonablefaith.org/site/News2?page=NewsArticle&id=5767 (alınan tarih 21/12/2011) (https://www.reasonablefaith.org/writings/question-answer/slaughter-of-the-canaanites/ adresine taşınmıştır.)
  • [11] Bunun birçok formülasyonu var ancak ben bunu seçtim: (The Internet Encyclopedia of Philosophy, “The Evidential Problem of Evil”, Nick Trakakis)
  • [12] 26 Eylül 1999’da, Chapel Hill’deki North Carolina Üniversitesi’nde o zaman Internet Infidels, Inc. başkanı olan Jeffery Jay Lowder ve Institute of Biblical Defense başkanı Phil Fernandes, Natüralizm ve Teizm tartışması gerçekleştirdi. Kötülük Problemi, William Lane Craig, http://www.bethinking.org/advanced/the-problem-of-evil.htm (alınan tarih 01/01/2012) (https://www.bethinking.org/suffering/the-problem-of-evil adresine taşınmıştır.)
  • [14] McNaughton (2003), s.27
  • [15] Ahlaki eylemler için ahlaki yükümlülüklerin veya kuralların akıl yürütmeyi yönlendirdiği inancı.
  • [16] Kenanlıların Katli, William Lane Craig http://www.reasonablefaith.org/site/News2?page=NewsArticle&id=5767 (alınan tarih 21/12/2011) (https://www.reasonablefaith.org/writings/question-answer/slaughter-of-the-canaanites/ adresine taşınmıştır.)
  • [17] Kenanlıların Katli, William Lane Craig http://www.reasonablefaith.org/site/News2?page=NewsArticle&id=5767 (alınan tarih 21/12/2011) (https://www.reasonablefaith.org/writings/question-answer/slaughter-of-the-canaanites/ adresine taşınmıştır.)
  • [18]Does Morality Depend on God?, P. Wesley Edwards, http://www.freethoughtdebater.com/FDoesMoralityDepend.htm (alınan tarih 01/01/2012)

Dipnotlar

  • [1]  Kural koyucu; mensuplarının nasıl davranması gerektiğini belirleyen.
  • [2]  Betimleyici; mensuplarının eylemlerini betimleyen.
  • [3] Başkaları tarafından eleştirilen bir şeyi (din, organizasyon, neden gibi) savunan kimse.
  • [4] Akılcı İman olarak Türkçeye çevrilebilir.
  • [5] Kendiliğinden açıkça kabul edilen önerme.
  • [6] Parantez içindeki internet adresleri çeviri notlarıdır.

Kaynakça

  • Bentham, Jeremy (1789), The Principles of Morals and Legislation
  • Copan, Paul and Craig, William Lane (2007), Passionate Conviction: Contemporary Discourses on Christian Apologetics, B&H Publishing Group: Tennessee, Nashville,
  • Craig, William Lane and Moreland, J.P. (2003), Philosophical Foundations for a Christian Worldview, IVP Academic: Illinois
  • Craig, William Lane (2008; 3rd Ed), A Reasonable Faith, Crossway Books: Wheaton, IL
  • Craig, William Lane and Moreland, J.P. (2009), The Blackwell Companion to Natural Theology, Wiley-Blackwell: New Jersey
  • Grayling, A.C. (2003), What is Good?, London: Weidenfeld & Nicolson
  • Hare, R.M. (1963), Freedom and Reason, Oxford: OUP
  • McNaughton, David (2003), “Is God (almost) a consequentialist? Swinburne’s moral theory”, http://fsu.academia.edu/McNaughtonDavid/Papers/237505/Is_God_Almost_a_Consequentialist_Swinburnes_Moral_Theory
  • Oderberg, David S. (2007), «Why I am not a Consequentalist», Lisbon Üniversitesi›nde yaptığı bir konuşma
  • Pearce, Jonathan M.S. (2011), The Little Book of Unholy Questions, Fareham: Ginger Prince Publications
  • Swinburne, Richard, (1998), Providence and the Problem of Evil, Oxford: Clarendon Press
  • Wesley Edwards, P. (2004), “Does Morality Depend on God?”, http://www.freethoughtdebater.com/FDoesMoralityDepend.htm
  • Williams, Bernard (1981) “Internal and External Reasons”, in Williams’s Moral Luck, Cambridge: Cambridge University Press

Genel İnternet Adresleri:

  • Stanford Felsefe Ansiklopedisi – http://plato.stanford.edu/
  • Leadership University / Dr. William Lane Craig – http://www.leaderu.com/offices/billcraig/ (adrese ulaşılamamaktadır.)
  • Reasonable Faith / William Lane Craig- http://www.reasonablefaith.org

Çevirmen: Can Kalender

Boğaziçi Üniversitesi'nde Dilbilim öğrencisi. İlgi alanlarını dilin kökeni, evrimsel psikoloji ve ahlak psikolojisi oluşturuyor. Felsefe özelinde ise zihin ve ahlak felsefesi ile ilgileniyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ateizm Derneği’ne Konuk Olduk: “Eleştirel Düşünme” – Taner Beyter & Yasin Ramazan

Sonraki Gönderi

Adil Savaş Teorisi – Ryan Jenkins

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü