Bilim, Dini ve Diğer Bilme Şekillerini İçine Almaya Çalışmamalıdır – John Horgan

Gerçeğe ulaşmanın farklı yolları, asla tek bir bir dünya görüşüne dönüşmemeli ve asla birbirine karışmamalıdır.

//
519 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Stephen Hawking’in net bir biyografisi, bilimin eski, güzel günlerini hatırlamamı sağlıyor. Ancak onların iyi birer hatıra olup olmadıkları konusunda elbette emin değilim. Bilimsel kibrin yaygınlaştığı 1990’lardan bahsediyorum. Gazeteci Charles Seife’nin Hawking Hawking: The Selling of a Scientific Celebrity isimli çalışmasında ifade ettiği gibi:

Hawking ve diğer fizikçiler, varoluşun bilmecesini çözecekleri bir ‘her şeyin teorisi’nin eşiğinde olduklarına bizi kabul ettirdiler. Bu teori, neden hiçbir şey değil de bir şeyler olduğunu ve bir şeylerin neden böyle olması gerektiğini ortaya çıkaracaktı.

Bu makalede bilimin; sanat, beşeri bilimler ve din de dahil olmak üzere dünyayı anlamanın eşit derecede ve yakından ilgili diğer iddialarını absorbe edebileceğine dair görüşleri ele almaya çalışacağım. Elbette bilimsel olmayan bu bilgi biçimleri, mutlaka ortadan kalkmayacaktır, ancak gerçeğe ulaşma konusunda en iyi kaynağımız olan bilimle, tutarlı hale geleceklerdir. Bu bakış açısının en etkili savunucularından biri, bilim konusunda en büyük yazarlarımızdan biri olan, biyolog Edward Wilson’dur.

1998 yılında yayınlanan çok satan kitabı Consilience: The Unity of Knowledge‘da Wilson, bilimin yakında insan doğası da dahil olmak üzere, eksiksiz bir doğa teorisi sunacağı ön görüsünde bulunur:

Felsefe ve tarihten ahlaki akıl yürütmeye, karşılaştırmalı dinler tarihi ve sanatın yorumuna kadar uzanan beşeri bilimler, bilimlere daha yakın olacak ve kısmen onlarla kaynaşacaktır.

Wilson, bu bilgi birleşimi dediği şeyi, bir araya gelmek veya yakınlaşmak için eski moda bir terim olan “consilience” olarak adlandırır. Ona göre “consilience”, asırlardır süren krizi çözecek ve “kim olduğumuzu ve neden burada olduğumuzu” bir kez daha ve herkes için anlamamıza yardımcı olacaktır.

Öte yandan Wilson, filozofların, “olması gereken”i “olur”dan türetmeye karşı olan uyarılarını da reddeder ve bilimden ahlaki ilkeleri çıkarabileceğimiz konusunda ısrarcı olur. Bilim, genlerimizi paylaştıklarımızla duyduğumuz sevgi gibi, ahlaki dürtülerimizi ve duygularımızı aydınlatabilir ve bize ahlaki rehberlik edebilir. Bilimin etikle olan bu bağlantısı çok önemlidir. Çünkü Wilson’un etik bir zorunluluk olarak gördüğü şey,  doğayı, tüm vahşi çeşitliliğiyle koruma ve paylaşma arzusudur.

İlk bakışta şunu merak edebiliriz: Bu görüşe kim itiraz edebilir? Hepimiz, bireysel ve toplu olarak nasıl davranacağımızı söyleyen bilimle tutarlı, kapsamlı bir dünya görüşü üzerinde anlaşmaya varmak istemez miyiz? Aslında birçok bilim insanı, Wilson’ın bilimin her şeyi bir araya getireceğine dair umudunu, gerçeklikle bağlantı kurarak ve alternatif yollar geliştirerek paylaşır. Nitekim bazı istekli kişiler, Consilience Project adı altında, “bugün karşılaştığımız benzersiz zorlukları açıklayan ve bunlara çözümler arayan bir sosyal teori ve analiz bütünü geliştirmeye” çalışmışlardır. Ayrıca bir şair ve romancı olan Clint Margrave’da “sıklıkla bilimden ilham aldığını” belirterek, Quillette[1] sitesinde, uzlaşmacı bir savunma yazısı kaleme almıştır.

Bir başka örnek, Wilson’ın 1998’de yayınlanan kitabını “mükemmel” olarak niteleyen 2018’in en çok satan kitabı Enlightenment Now‘da bilim ve beşeri bilimler arasında uzlaşma çağrısında bulunan psikolog ve büyük bilgin Steven Pinker’dır. Wilson ve Pinker arasındaki en büyük fark üsluptur. Nitekim Wilson, bilimin nesnelliğine ve otoritesine meydan okuyan “postmodernist” beşeri bilim insanlarına bir zeytin dalı uzatmaya çalışırken, Pinker ise daha çok bu fikirdeki insanlara çıkışta bulunur veya onlara kızar. Keza Pinker postmodernistleri, “meydan okuyan müstehcenlik, kendi kendini çürüten görelilik ve boğucu bir şekilde politik doğrucu” olmak gibi ithamlarla suçlar.

Consilience’ın bu cazibesi, onu tekrar gözden geçirmemizi değer kılar. Çünkü Consilience, iki büyük soruyu gündeme getirir: (1) Böyle bir şey mümkün müdür? (2) ve böyle bir şey cazip midir? Öncelikle bunun uygulanabilirliğine bakalım. Wilson’ın da işaret ettiği gibi, özellikle son birkaç yüzyıl içerisinde fizik, gökyüzünün ve yeryüzünün aynı kuvvetler tarafından yönetilebileceği ve aynı maddeden oluşabileceği konusunda, güçlü bir benzerlik olabileceğini ortaya koymuştur. Nitekim bu doğrultuda fizikçiler, yerçekimini tanımlayan genel görelilik ile elektromanyetizma ve nükleer kuvvetleri açıklayan kuantum alan teorisini birleştiren tek bir teori arayışına girmiştir. Ayrıca bu konu, Hawking’in her şeyin teorisi ve Steven Weinberg’in “nihai teori” dediği şeyle de ilgilidir.

Wilson, her ne kadar 1998’de yazdığı kitabında, fizikçilerin yakında her şeyin teorisini bulacaklarını açıkça beklediğini beyan etse de, bugün bakıldığında onlar, bu hedeften her zamankinden daha fazla uzaktadırlar. Daha da kötüsü, kuantum mekaniğinin ne anlama geldiği konusunda bile, hala bir uzlaşı yoktur. Nitekim bilim yazarı Philip Ball’un 2018 yılında yayınladığı Beyond Weird: Why Everything You Thought You Knew about Quantum Physics Is Different isimli eserinde ifade ettiği gibi, kuantum mekaniği konusunda elimizde, her zamankinden daha fazla yorum bulunmaktadır.

Aslında aynı şey, madde ve zihin arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik bilimsel girişimler için de geçerlidir. Nitekim bilindiği gibi 1990’larla birlikte araştırmacıların beyinde ve diğer sistemlerdeki fiziksel süreçlerin nasıl bilinç ürettiğini keşfetmeleri hala mümkün görünüyordu ve o zamandan bu yana yapılan zihin-beden çalışmalarında, teorisyenlerin kuantum mekaniği, bilgi teorisi ve Bayesyan matematiği de içeren, şaşırtıcı çeşitlilikteki modelleri benimsediği bir paradigma patlaması da yaşanmıştı. Bu doğrultuda bazı araştırmacılar, panpsişizm olarak adlandırılan bir görüş üzerinden bilincin tüm maddeyi kapladığını öne sürmüş, başka bazıları ise bilincin bir “yanılsama” olduğunu öne sürerek, sözde zor olan bilinç sorununun sahte bir sorun olduğu konusunda ısrarcı olmuştur.

Ayrıca Wilson’ın kendi çalıştığı alan olan evrimsel biyoloji konusunda bile bölünmeler mevcuttur. Consilience ve başka yerlerde Wilson, doğal seçilimin kabileler ve diğer gruplar düzeyinde bazı özellikleri desteklediğini öne sürmüş ve bu şekilde evrimin bize din, savaş ve diğer sosyal davranışlar için bir eğilimi miras bırakmış olabileceğini iddia etmiştir. Özellikle Richard Dawkins ve Robert Trivers gibi diğer önde gelen Darwinciler ise, doğal seçilimin yalnızca bireysel organizmalar ve hatta bireysel genler düzeyinde işlediğini öne sürerek, grup seçilimini reddetmiştir.

O halde bilim insanları belirli alanlarda dahi uzlaşma sağlayamıyorlarsa, mesela Kuantum Renk Dinamiği ve Queer Teorisi arasında uzlaşma olabileceğini nasıl umut edebiliriz? (Aslında Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning adlı kitabında fizikçi-felsefeeci Karen Barad, fizik ve toplumsal cinsiyet politikaları arasındaki rezonansları keşfeder, ancak Barad’ın bu kitabı, Wilson ve Pinker tarafından eleştirilen türden bir postmodern analizin temsilidir.) Bu noktada eğer uyum, bir uzlaşma gerektiriyorsa, bilim bu uzlaşmadan uzaklaşıyormuş gibi görünür.

Bu sebeple en azından mevcut durumda bir uzlaşı mümkün görünmez. Sonraki soruya geçelim: Bu uyum, cazip midir? Her zaman bunun olabileceğinden şüphe etmiş olsam da, bir zamanlar uzlaşının olması gerektiğini de düşünmüştüm. İnsanlık, tek ve rasyonel bir dünya görüşü üzerinde anlaşabilirse, iklim değişikliği, eşitsizlik, salgın hastalıklar ve militarizm gibi ortak sorunlarımızı çözerek, belki daha iyi bir iş çıkarabiliriz. Ayrıca Tanrı’nın bazılarımızı diğerlerinden daha çok sevdiği fikri gibi, kötü fikirlerden de kurtulabiliriz:  Ya da ırksal, cinsel eşitsizlik ve savaşın, biyolojik doğamızın kaçınılmaz sonuçları olduğu konusunda.

Steven Pinker

Öte yandan bu teorik çeşitliliği ya da filozofların dediği gibi çoğulculuğu, başarısızlığın bir belirtisi olarak da görmüştüm, yani kanser tedavilerinin bolluğu gibi, zihin-beden sorununa yönelik “çözümlerin” bolluğu, aslında hiçbirinin çok iyi çalışmadığı anlamına gelebilir. Ancak giderek artan bir şekilde çoğulculuğu, kesinlik konusundaki özlemimize karşı değerli, hatta gerekli bir ağırlık olarak görüyorum. Çoğulculuk, kim olduğumuz, olabileceğimiz ve olmamız gerektiği konusundaki fikirlerimiz söz konusu olduğunda, özellikle önemlidir. Tek bir benlik kavramına sığınırsak, kendimizi yeniden icat etme, gelişmenin yeni yollarını keşfetme ve özgürlüğümüzü sınırlama riskleriyle karşı karşıya kalırız.

Bu noktada Wilson, uyumun, dünyayı görmenin birçok yolunu ortadan kaldıracak indirgemeci bir girişim olduğunu kabul eder. Wilson’ın normalde şeylerin arkasına gizlenmiş gerçeklikleri bir anlığına gördüğümüzü savunan mistik görüşleri nasıl ele aldığına bakalım. Bana göre bu deneyimler, tüm bilgimizi ve ifade biçimlerimizi aşar ve varoluşun anlatılmaz tuhaflığını, adeta yüzümüze çarpar.  William James’in The Varieties of Religion Experience‘da belirttiği gibi mistik deneyimler, “gerçekle olan hesabımızı erkenden kapatmayı önler.”

Wilson bu konuda aynı fikirde değildir. Çünkü o, Consilience isimli eserinde, iki ayrı Amazon bitkisinden demlenmiş halüsinojenik bir çay olan ayahuasca’nın neden olduğu fantastik görüngüleri tasvir eden Perulu şaman-sanatçı Pablo Amaringo üzerinden, mistik deneyimlerin fizyolojik süreçlere indirgenebileceğini düşünür. Wilson, Amaringo’nun resimlerinde görülen yılanları, atalarımıza uyarlanabilir bir yılan korkusunu da aşılayan doğal seçilim sürecine bağlar ve bu Yılanların, İncil’deki Cennet hikayesi gibi birçok dini efsaneyi doldurmasını şaşırtıcı görmez.

Wilson’un görüşüne göre ayrıca ayahuasca, biz uyurken meydana gelen ve “beynin hafıza bankalarındaki bilgilerin düzenlenmesi”nden kaynaklanan, rüyaları tetikleyen ve güçlü psychedelic dimethyltryptamine (DMT) de dahil olmak üzere, psikotropik bileşikler içerir. Ona göre bu gecelerde deneyimlediğimiz nöral deşarjlarımızın “içeriği keyfidir”, yani anlamsızdır. Ancak beyin, onları rüyalar olarak deneyimlediğimiz “tutarlı birer anlatılar” halinde bir araya getirmeye çalışır.

Bu şekilde Wilson, Amaringo’nun görüngüsünü, evrimsel biyoloji, psikoloji ve nörokimya açısından “açıklar”. Aslında bu, en sevdiğim filozof ve çoğulculuğun ateşli bir savunucusu olan Paul Feyerabend’in “gerçeğin zorbalığı” dediği şeyin muhteşem bir örneğidir. Doğrusu Wilson, materyalist ve seküler dünya görüşünü şamanizme empoze eder ve ayahuasca görüngüsünü, gerçek, manevi önemi olan her türlü şeyden arındırır. Ayrıca Wilson, biyolojik çeşitliliği yüceltirken, insanların inanç çeşitliliğine de çok az saygı gösterir.

Aslında Wilson, kişisel sayfasında da görüldüğü gibi şahsen zarif ve kibar bir insandır. Ama onun projesi, bilime ya da bilimciliğe aşırı inançtan kaynaklanır. (Hem Wilson hem de Pinker bilimcilik tanımlamasını kabul etseler de,  “bilime yönelik aşırı inanç” ifadesinin çelişkili olduğunu düşünürler.) Fizik ve biyolojide -kopyalama krizi ve diğer sorunlardan bahsetmiyorum bile- dahi uzlaşma sağlanamaması göz önüne alındığında bilim insanları, tüm insan kültürlerini içine alan ve her şeyi bilmeye benzeyen bir şeyle ulaşmakla ilgili fantezilerini bir kenara bırakmalı ve daha alçakgönüllü olmaları gerekir.

Son olarak ironik bir şekilde Wilson, kariyerinin henüz başlarındayken nihai bilginin arzu edilebilecek bir şey olup olmadığını sorgulamış olsa da, 1975 tarihinde yayınlanan başyapıtı Sociobiology‘nin sonunda ise, Consilience’ın ana teması olan evrim teorisi ve genetiğin, yakında sosyal bilimleri ve beşeri bilimleri içine alabileceğini tahmin etmektedir. Ancak Wilson, bu ihtimalden dolayı mutlu olmaz ve kendimizi “mekanik terimlerle” açıklayacak olursak, “bu sonucu kabul etmenin zor olacağı” uyarısında bulunur. Nitekim Camus’nün de ifade ettiği gibi, bu sonuç karşısında kendimizi, “illüzyonlardan arınmış” bir şekilde bulabiliriz.

Wilson’ın endişelenmesine gerek yoktur. Çünkü bilimsel olarak her şeyi bilme olasılığımız, her zamankinden daha azdır ve ayrıca insanlar, çok çeşitli, yaratıcı ve herhangi bir türden tek bir dünya görüşüne razı olamayacak kadar aykırıdır. Bilimin yanı sıra mistisizm ve sanattan da ilham alarak kim olduğumuz hakkında tartışmaya ve sonsuza dek kendimizi yeniden keşfetmeye devam edebiliriz. Uyumun olmaması ve onsuz her şeyin daha iyi olacağı kötü bir fikir midir?  Bu konuda o kadar ileri gitme ihtiyacı duymuyorum. Belki ütopya gibi görünen ve mükemmellik özleminin bir başka yan ürünü olan consilience fikri, bütün bilgilerimizi hayali, ulaşılamaz bir ideal olarak gördüğümüz sürece hayal gücümüze yarar sağlayabilir.


[1] Yazarın bahsedilen yazısı için bkz. https://quillette.com/author/clint-margrave/


John Horgan– “Science Should Not Try to Absorb Religion and Other Ways of Knowing“, (Erişim: 30.06.2021)

Çevirmen: Musa Yanık

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yeter Sebep İlkesi İçin Bazı Yeni Argümanlar mı? – Jonathan David Garner

Sonraki Gönderi

Tümüyle Hür Bir İradenin İmkânsızlığı Üzerine Bir Deneme – Çağan Fırtına

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü