Doğru bilgi mümkün mü? Doğru bilgiye ulaşabilir miyiz? Mutlak bir doğruluk mevcut mu? Tanrı var mı, yok mu? Tanrı varsa, olduğunu bilebilir miyiz? Tanrı yoksa, olmadığını bilebilir miyiz? Bunlarla birlikte akla takılan onlarca soru içerisinde tanrıya ve evrene dair takınılan bilinmez ve şüpheci tavır, agnostisizmdir. Şüphecilik anlamına gelen septisizmi de bu görüşle bağlantılı hale getirebiliriz. Şüpheciliğe göre; her şeyden şüphe edilmelidir, doğru bilgiye ulaşmak mümkün değildir ve tanrının varlığı-yokluğu bilinemezdir. Agnostisizm ve septisizm, felsefi literatürde farklı kategorilerde bulunsa da, ikisini bir arada işlemenin faydalı olacağını düşünüyorum. Septisizm, doğru bilginin olamayacağını; agnostisizm
ise, tanrının varlığının bilinemeyeceğini savunuyor.
Septisizm üçe ayrılabilir: Koyu şüphecilik, ılımlı şüphecilik ve yöntemsel şüphecilik. Koyu şüphecilik, bilginin insani varlıklar için imkânsız olduğunu savunur. Ilımlı şüphecilik, “Doğru bilgi mümkün olabilir, fakat bir inancın doğruluğundan emin olamayız” der. Bu iki septik görüş de, doğru bilgiye ulaşmanın imkânsızlığı üzerine kuruludur. “Önümüzde ne kadar veri olursa olsun, şüphe etmeliyiz. Şüphe, amaç olmalıdır.” önermeleri üzerine kurulu bu iki görüşten farklı bir şüphecilik türü daha mevcut; Descartes’ın yöntemsel şüpheciliği. Bu görüşe göre şüphe amaç değil, araçtır. Bu görüş, koyu ve ılımlı septisizmden farklı olarak şüphenin bir sonu olduğunu savunur. “Doğru bilgiye ulaşana kadar her şeyden şüphe duymalıyız. Şüphe, doğru bilgiye ulaşmak için kullanılması gereken bir
araçtır.” görüşü yöntemsel şüpheciliği özetleyebilir. Koyu şüpheci ve ılımlı şüpheci septisizme göre şüphe amaçken, yöntemsel şüpheciliğe göre şüphe araçtır.
Öncelikle küçük bir önbilgi vermem gerekiyor; “bir şeyin var olduğu bilgisi” ile “bir şeyin ne olduğu bilgisi” birbirinden farklı şeylerdir. Epistemoloji adını verdiğimiz bilgi kuramı ve septisizm, “şeylerin ne olduğu bilgisinin” bilinip bilinemeyeceği üzerine kuruludur. Burada bahsedilen bilgi türü de, şeylerin özelliklerinin bilinip bilinemeyeceğidir. Ayrıca bir şeyin doğruluğundan kasıt, ortaya atılan bir durum da olabilir. Fakat bir şeyin var olup olmadığı fikri, bilgi felsefesinde ele alınacak bir konu değildir. Bunun dışında bilgi felsefesinde septik düşüncenin kusuruna dair getirilen ilk eleştirilerden biri şu şekilde ifade edilebilir:
Koyu septisizm; “doğru bilginin mümkün olamayacağını” savunurken, “Doğru bilgi mümkün değildir” önermesinin doğruluğunu mu savunmaktadır? Eğer bu bilginin doğruluğunu savunuyorsa, doğru bilginin olduğunu söylemiş olur ve kendi içinde tutarsızlığını ortaya koyar. Eğer
bu bilginin doğruluğunu savunmuyorsa, zaten kendi tezini kabul etmemiş olur. O halde koyu septisizm kendi içinde tutarsız bir görüş değil midir?
İlk başta “koyu septisizmin hatasını” göstermekte başarılı bir argüman gibi dursa da, ben bunun kelime oyunundan ileri gitmediğini düşünüyorum.
Bir septik, çoğu zaman “Doğru bilgi yoktur” tezinin doğruluğundan bahsetmez; “Doğru bilgi vardır” tezinin yanlışlığından söz eder. Eğer bu durumda “Doğru bilgi yoktur tezinin yanlışlığının doğruluğunu savunuyorsun” gibi bir argüman ortaya atılırsa da iş çığrından çıkacaktır. Nitekim, bilginin yokluğunun bilgi olmadığı savunulabilir. Hobinin yokluğu hobi olarak nitelendirilebilir mi? Alışkanlığın yokluğu alışkanlık mıdır? Varlığın yokluğu varlık mıdır? İnancın yokluğu inanç mıdır? Örgü örmek hobiyken örgü örmemek gibi bir hobiden bahsedilemez. Uyuşturucu kullanmak alışkanlıktır, ama uyuşturucu kullanmamak gibi bir alışkanlık yoktur. Örnekler çoğaltılabilir. Aynı şekilde, septik de, bilginin olmaması durumuna da bilgi diyemeyeceğimiz konusunda ısrarlı davranacaktır.
Burada koyu septisizmi savunmaya çalışmıyorum, fakat konuyu bu şekilde ele almak bence hatalı bir görüştür. Koyu septisizm “doğru bilginin yanlışlığının doğrulanması” üzerine değil, “doğru bilginin yanlışlanması” üzerine kurulu olduğundan yukarıdaki eleştiriyi yerinde bulduğum söylenemez.
Bu sorunu ele almak için, bir bilginin doğruluğunun ne olduğunu anlamak gerekiyor. Bir bilginin doğru olduğunu söylemek için, iddia öne sürüldükten sonra doğrulama yapmak gerekir. Septisizm ise bu doğrulamanın mümkün olamayacağını savunur. Yani septisizm “doğru iddia edilenin doğruluğunu çürütme” olduğundan, yanlışlama üzerine kuruludur. Yanlışlama bizi doğru bilgiye götürmez, doğru bilginin yanlışlığına götürür. Tıpkı yokluğun varlığının, varlık olamayacağı
ve varlık tezinin yanlışlanmasının yokluğu varlık yapamayacağı gibi… Fakat septisizmin bu yaklaşımı “felsefenin doğasından kalkan kanıt” için herhangi bir etkileme yapmamaktadır. Zira septisizme bu şekilde bakıldığı zaman, argümanın üçüncü öncüllüğüne dair herhangi bir problemin oluşmadığı göze çarpar. Üçüncü öncül, yalnızca “nesnel doğru” ifadelerin
olduğuna değil, aynı zamanda “nesnel yanlış” ifadelerin olduğuna da dayanmaktadır. Bu sebeple koyu septisizm; yanlış bilgileri kabul etme çizgisinde değil, ne doğru ne yanlış önermelerin geçerliliğini iddia etme çizgisinde yürütülmelidir. Bir septik, “Doğru bilgi yoktur.” ifadesinin doğruluğunu ya da “Doğru bilgi vardır.” ifadesinin yanlışlığını değil, bu iki ifadenin de sorgulanacağını ve her türden sonuca dair soru sorulabileceğini savunacaktır. Kısaca, doğru bilginin yokluğu da nesnel bir bilgiyi ifade eder ve bir septik bunu da reddedecektir.
Benim bakış açımda bir septik, “Doğru bilgi yoktur” ifadesini kabul eden biri değil; felsefe söz konusu olduğunda, sürekli soru sorma sanatını anlayan kişidir. Bir ifadeye “önerme” derken o ifadenin bir tür doğruluk değerinin olduğundan bahsederiz. “Doğru bilgi yoktur” ifadesi de aynı şekilde bir önermedir ve bir doğruluk değerine tabi tutulacaktır. Bu durumda septisizmin yapacağı “Bilginin yokluğu bilgi değildir.” eleştirisi de çöpe atılmalıdır, çünkü bilginin yokluğu da bir önerme türüdür ve doğruluk değerine tabidir. Fakat, soru ve emir cümleleri önerme değildirler. Bunların birer doğruluk değeri yoktur. “Kitap oku!” ya da “Kitap okuyacak mısın?” cümleleri birer önerme değilken, “Kitap okuyorum” cümlesi bir önermedir. Septisizm de doğru bir önermenin olmadığını iddia ettiğinden, soru ve emir cümleleri ile temellendirilebilir. O halde bir septik, “Doğru bilgi yoktur.” ifadesini de kabul etmez; septik kişi, bu ifadenin bile sorgulanması gerektiğini savunur. Septik, sürekli “Neden?” sorusunu soran kişidir. Eğer septisizmi bu şekilde anlarsak; hem bahsi geçen eleştiri, hem felsefenin doğasından kalkan kanıtın üçüncü öncülü, hem de bu öncülün savunusu yetersiz kalacaktır. Zira septisizmden kasıt, sürekli soru sormak ve her önermeyi sorgulamaksa; septisizm, “Doğru bilgi yoktur.” ifadesini kabul etmez. Bu ifade yalnızca, septik olmayanlar tarafından septisizmi tanıtmak için ortaya konulmuş bir ifadedir, septisizmin temel savı değildir. Kısacası, nesnel doğrulara ulaşmanın felsefenin ana özelliklerinden biri olduğu ve bütün dallarınca paylaşılması gerektiği tutarlı bir şekilde reddedilebilir. Nesnel doğrular üretme amacı içerisinde olmadan da felsefe yapılabilir. Pek çok felsefeci sonuca ulaşmaktan ziyade, soru sormayı ve sorgulamayı önemsemiştir. Çoğu zaman bir meselenin karmaşıklığını azaltmayı değil, artırmayı amaçlamışlardır. Sokrates’in halktan insanlarla ettiği sohbetlere bakacak olursanız, temelde de felsefenin bu işleve sahip olduğunu görebilirsiniz. Zira Sokrates’in bu sohbetleri çoğu zaman bir hükme ulaşmadan sonlanırlardı; hatta onlar sonuca ulaşmayı amaçlamazlardı bile! Yine de kimse, bunların felsefe olmadığını iddia etmeyecektir.
O halde bir kişi, “Felsefe nesnel doğru sonuçlar üretir” ya da “Felsefe doğru sonuçlar üretmez” ifadelerine karşılık, üçüncü bir alternatif olarak bilinmez bir tavır takınabilir. Yani realist görüşün -felsefenin doğru sonuçlar ürettiği- düşüncesine karşılık bir anti-realist, “Bu ifaden yanlıştır” demek yerine, bu ifadeyi sorgulayacak ve buna dair sorular soracaktır. O halde septisizmde herhangi bir tutarsızlık gözükmemektedir.
Bir koyu şüpheciye gelebilecek bir başka eleştiri ise, kendi görüşünü savunamayacak oluşudur. Bir rasyonalist, bilginin akıl tarafından oluşacağını söyler. Bir empirist, doğru bilgiye deneylerle ulaşabileceğimizi söyler. Fakat bir koyu septiğe göre doğru bilgi yoktur. O halde kendi görüşünü savunamaz; eğer savunacak olursa, bunu aklını veya başka bir ölçütü kullanarak yapacaktır. Eğer bir aşırı şüpheci kendi görüşünü temellendiriyorsa, bir ölçüt belirlemiş demektir. Fakat bu ölçütü (örneğin aklı) doğru bilginin olmadığı yönünde kullanırken, yine bir ölçütü doğru kabul etmiş olur. Kısaca açıklamak gerekirse:
- Doğru bilgi ya vardır, ya yoktur.
- Eğer doğru bilginin yokluğu savunuluyorsa, doğru bilgiye ulaşmak için gereken tüm ölçütler de hatalı ya da eksik sayılır.
- Eğer tüm ölçütler hatalı ise, doğrunun olmadığı görüşü mantıksal olarak temellendirilemez.
- Dolayısıyla koyu septisizmi savunmak imkansızdır.
Dikkat ederseniz, şu ana kadar yaptığım tüm savunmaları aklımı kullanarak yaptım. Fakat bir koyu septik olsaydım, yukarıdaki argümanları sunamazdım; çünkü “aklın yetersizliğini” savunuyor olurdum. Aklın yetersizliğini savunan bir septik görüşlerini temellendiremez, neden septik olmamız gerektiğini bize sunamaz. İşin aslına bakarsak, bizim septik olup
olmamız onların umurlarında bile değildir. Belki de bu yüzden eski bir sofist (Antik Yunan’daki septik) Yunan filozofu kendisiyle tartışmak isteyenlere gülümsüyor ve parmağını sallayarak yanıt veriyordu. Bir not
olarak geçmeliyim ki bu öncüller doğru bilginin olduğunu göstermez, sadece bir koyu septiğin tartışmaya girmesinin imkansızlığını gösterir. Her ne kadar koyu septik olan birinin amacı insanlara kendi görüşünü empoze etmek olmasa bile, bu yönden ılımlı şüphecilik bir adım öndedir.
Ilımlı septiklerin görüşlerini ele almakla başlayalım. Bu görüş koyu septisizmden daha mantıklıdır ve daha savunulurdur. Eğer bir şeyi mutlak bir doğrulukla biliyorsak ve doğru olan bilgimiz kesinse, yanılmamızın
mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyoruzdur. Ancak yanılma ihtimalimiz yoksa, doğru bilgiye ulaşmışız demektir. Çoğu zaman bir şeyleri bildiğimizi düşünürüz, fakat sonunda yanıldığımızı görürüz. Eğer doğru bildiğimiz şeylerde yanılabiliyorsak, neden aynısını diğerleri için söylemeyelim? Herhangi bir şeyi kesin olarak bildiğimizden nasıl emin olabiliriz? Sürekli hata yapan bir beyne sahipsek, hiçbir şeyin doğruluğundan emin olamayız. Tanrı varsa bile beynimiz hata yapmaktadır ve Tanrı varsa bile mutlak doğruya ulaştığımız muğlaktır. Sonuçta yanıldığımızın ortaya çıktığı zamana kadar, doğru bildiğimiz şeylerden mutlak bir doğrulukla bahsederiz. Fakat çoğu zaman doğru bildiğimiz şeylerin aslında yanlış olduğu da görülebilir. Çoğu zaman yanıldığımız ortaya koyulabiliyorsa, doğru bildiklerimiz üzerinde de yanlışlığımız ortaya koyulabilir. O halde doğru bilgiye sahip olduğumuza ne kadar güvenebiliriz
ki?
Bu akıl yürütme, ılımlı septisizm üzerine kurulu bir akıl yürütme olmakla beraber, doğruya ulaşmanın imkânsızlığı üzerine kuruludur. Eğer doğru bildiklerimiz üzerinde bazen yanılıyorsak, doğru bilgiye ulaştığımızı sandığımızda yanılıyor olmadığımızı nereden biliyoruz? Şüphesiz, bu tür
bir ılımlı şüpheci savunma, koyu septisizmden daha kabul edilebilirdir.
Doğruluk ile gerçeklik arasında şüphesiz belirli farklar bulunur. Öncelikle gerçeklik; kişiden kişiye değişmeyen, evrende bilinçten ve zihinden bağımsız olarak var olan varlıktır. Zihnimizin dışında kalabilen bir şey varsa gerçek odur; düşüncenin dışında var olan şey. İnsan algısını bir kenara bırakarak evreni kavramaya çalıştığınızda gerçeklere ulaşırsınız. Doğrular ise, zihnin gerçekleri algıladığı biçimidir. Zihnin, varlıklara yüklediği anlamlar doğrulardır. Bir odun yanarken, odun ile oksijen arasında kimyasal tepkime gerçekleşir ve bu tepkime sonucunda ısı yayılır. Odun gerçektir, oksijen gerçektir, gerçekleşen tepkime gerçektir, açığa çıkan enerji gerçektir. Siz, odunu kahverengi olarak görürsünüz; bu gerçek değildir, doğrudur. Oksijen yüzünüze çarptığında hissettiğiniz şey gerçek değildir, doğrudur. Tepkime gerçekleşirken açığa çıkan enerji elinizi yakar. Enerjinin eli yakması, bu enerjiye maruz kalındığında beyin tarafından verilen tepkidir; bu gerçek değildir, doğrudur. Bazı insanlar, sinir uçları deforme olduğundan, elinin yandığını hissedemez. Bu aşamada enerji hala gerçek iken; enerjiden kaynaklanan yanık hissi, doğruluğunu kişisel olarak yitirmiş olur.
Bu tür doğrular var olmak için bir zihne, bilince, bedene ihtiyaç duyarlar. Bir odun yandığında, o enerjinin size sıcak geldiğini düşünün. Sıcak diye bir şey aslında yoktur. Sıcaklık kavramı, sizin zihninizin ve bedeninizin oluşturduğu bir üründür. Sıcaklık, sizin deneyiminize bağlı olarak doğrudur, ama gerçek değildir. Odunun rengi size göre kahverengi olabilir, ama bu renk sadece siz öyle algılıyorsunuz diye bu şekildedir. Örneğin sizin kahverengi olarak algıladığınız rengi, ben sizin kategorinizdeki pembe olarak algılıyor olabilirim. Yani böyle bir durumda; sizin kategorinizdeki pembe, benim kategorimdeki kahverengiye eşdeğer olur. Bu rengin ne olduğu göreceli bir kavramdır ve herkes için bir değildir. Eğer renkleri algılayan bir vücuda sahip olmasaydınız, odunun rengi olmayacaktı. Özetlersek; doğrular, kişilerin algılayışına göre değişir.
Nasıl şizofrenler gördükleri, duydukları ve hatta hissettikleri şeyleri gerçek sanıyorsa, şu an gerçek olarak adlandırdığımız dünya da bir yanılsama olamaz mı? Aynı şekilde, şizofrenler davalarının haklılığını büyük bir yanılgıyla savunuyorsa, siz de aynı şeyi yapıyor olamaz mısınız?
Doğruluk ile gerçekliği az çok anlatabildiğimi düşünüyorum. O halde, bahsettiğimiz doğrular kişiden kişiye değişir, mutlak bir doğru yoktur. Algılar vardır ve algılar sürekli yanılır. Sizin sıcak olarak algıladığınız şey size göre doğru olabilir, ama bu mutlak bir doğru değildir. Sizin bedeniniz onu sıcak olarak algılarken, benim bedenim soğuk olarak algılayabilir. 25 santigrat derece sıcaklıkta bir ortama getirilen iki kişi düşünün; biri kutuplardan, diğeri çölden gelmiş olsun. Bu sıcaklık, kutuplardan gelen için boğucu derecede sıcak, çölden gelen için serin sayılabilir. Sizin bir ortamı sıcak olarak algılamanız, oranın mutlaka sıcak olduğunu göstermez ve aynı yer bir başkasına soğuk gelebilir. Eğer bir taşın sert olduğunu algılıyorsanız, bu taşın sert olduğu anlamına gelmez, sizin onu böyle algıladığınız anlamına gelir. O halde tüm bunlardan, herkesin kabul edebileceği mutlak doğrulardan söz edilemeyeceğini anlıyoruz. Zihin olmadan doğrulardan bahsedilemez. Zihin mutlak değildir. O halde mutlak doğrulardan söz edilemez. (Not: Varlığın/gerçekliğin var olup var olmadığı, ontolojinin konusudur. Varlığın olduğunu savunanlara realist, varlığın olmadığını savunanlara nihilist denir. Bu görüşler konumuzun dışına çıkacağından, yazıda anlatılmadı.)
Rüya gördüğümüzde, neredeyse her zaman, orada yaşadıklarımızı gerçek zannederiz. Bilincimiz açık olmasa da rüyadaki şeyleri algılarız; o süre zarfınca yaşadıklarımız, tecrübe ettiklerimiz, şu ankinden daha yanlış değildir. Algılar, bizi rüyalarda hiç olmadığı kadar yanıltırlar. O süreç zarfında bize her şeyin doğru olduğunu düşündürürler. O kadar ki; rüya görürken terleriz, korkarız, heyecanlanırız. Cinsel içerikli bir rüya gördüklerinde erkeklerde meni gelmesinin sebebi de algıların bizi bu şekilde yanıltmasından başka bir şey değildir. Oysa rüyadaki şeyler gerçek değildir. Eğer uyanana kadar her şeyi gerçek varlık olarak algılıyorsak ve aslında yanılıyorsak, aynı şeyi neden şu an için söylemeyelim? Rüyadayken nasıl her şeyi gerçek sanıyorsak, şimdi de her şeyi gerçek sanıyor olamaz mıyız? Algılarımız hala kısıtlıdır. Ayrıca, şizofrenleri düşünün. Gördükleri şeyler gerçek değildir, ama en az bizim var olduğumuz kadar o şeylerin gerçekliğini savunurlar. Yanıldıklarının farkında değildirler ve aslında sadece algılarına yenik düşmüşlerdir. Nasıl şizofrenler gördükleri, duydukları ve hatta hissettikleri şeyleri gerçek sanıyorsa, şu an gerçek olarak adlandırdığımız dünya da bir yanılsama olamaz mı? Aynı şekilde, şizofrenler davalarının haklılığını büyük bir yanılgıyla savunuyorsa, siz de aynı şeyi yapıyor olamaz mısınız?
İşte, ılımlı septisizmde (daha doğrusu nihilizmde) tam olarak katılmadığım nokta! Varlığın olmadığını savunduğu için nihilizme girecek olsa da, çoğu septikten bu argümanı da duymuşluğum var. Bu sebeple burada aktarıyorum. Bahsedildiği gibi varlık olmayabilir; bunu kabul ediyorum. Her şey aslında bir halüsinasyon olabilir. Bunu okuyan okuyucu aslında benim zihnimin bir ürünü olabilir. Aslında bu yazılardaki emek boşa gidiyor olabilir. Evrende tek ben var oluyor olabilirim. Diğer her şey zihnimin ürünü olabilir. Bunu yanlışlayamam. En az siz de; benim varlığımdan, sokakta geçen Ahmet amcanın, Zeynep ablanın, her gün yanına uğradığınız bakkal Hüseyin’in varlığından emin olmayabilirsiniz ve onların varlığını kanıtlayamayabilirsiniz. Bu görüş yanlışlanamaz bir görüştür, fakat yine de en az bir şeyin varlığından emin olabilirim; kendi varlığımdan. Ben şüphe edebiliyorum, o halde düşünüyorum. Düşünüyorum, o halde varım. Kendi dışımdaki kişilerin düşünebildiğinden emin olamam, fakat buna inanıyorum. Bu, bana daha rasyonel ve mantıklı geliyor. Yanlışlanamaz bir görüş olduğunda üzerine atlayacak olsaydım
“garajımda duran görünmez bir ejderha”dan “Mars’ın çevresinde dönen çaydanlığa” kadar çok sayıda şeye inanırdım. Fakat bunları mantıklı bulmuyorum. Tıpkı herkesin bir halüsinasyon olduğu düşüncesi gibi… Burada septisizmin pragmatik yorumu devreye girecektir: Şeylerin ne olduklarından emin olamayız, bu sebeple nesnel bir doğru bilgiden bahsedemeyiz. Ama bazı doğruların geçerliliğini kabul edebiliriz. Bu konuyu anlamak, septisizmin pragmatik yorumunu anlamaktan geçer.
Bir şeyin doğruluğunu savunuyor olmamız, onların işimize yarıyor oluşundandır.
Ortaya attığımız teoriler, gözlemlediğimiz veriler üzerinde kullanışlı bir sistem oluşturur. Bu sistem bize olayları başarılı bir şekilde yönetebilmemizi, kullanışlı tahminlerde bulunmamızı, geleceği
öngörmemizi sağlar. Fakat bu onların doğruluğunu göstermez.
Örneğin hiçbirimiz kaynayan bir suya elimizi sokmayız. O suyun orada kaynıyor olduğu fikrinin doğruluğunu bildiğimizden, bunu yapmayız. Bir gökdelenden atlayacağımızda düşüp öleceğimizi biliriz. Gündelik yaşantımızda üzerimizdeki sıkıntılarla başa çıkabiliyoruz, çünkü dünya üzerine bilgilerimiz doğru. Eğer onlar doğru olmasalardı, ölürdük.
İlk görüldüğünde yeterli bir kanıt gibi durmaktadır. Örneğin, yemek yapacağınız zaman bile hareketleriniz çok sayıda doğru kabul edilen fikre dayanır. Yemeği hangi malzemelerden yapacağımız, ocağı yaktığımızda ne olacağı vb. fikirler olmadan yemek yapamayız. Buna pratik başarıya dayanan kanıt diyebiliriz, fakat bu kanıt (!) bir inancın doğruluğunu değil, olsa olsa onların kullanışlı olduğunu gösterir. Ortaya attığımız teoriler, gözlemlediğimiz veriler üzerinde kullanışlı bir sistem oluşturur. Bu sistem bize olayları başarılı bir şekilde yönetebilmemizi, kullanışlı tahminlerde bulunmamızı, geleceği öngörmemizi sağlar. Fakat bu onların doğruluğunu göstermez. Chris Horner ve Emrys Westacott’ın Felsefe Aracılığıyla Düşünme adlı metninden alıntı yaparsak;
Kopernik’ten önce kabul edilen Güneş Sistemi’nin merkezinde Dünya’nın bulunduğuna ilişkin model, pragmatik açıdan hayli başarılıydı. O, gök bilimcilere gezegen ve yıldızların yörüngelerini, Ay ve Güneş tutulmalarını ve diğer benzeri olayları önceden doğru bir şekilde tahmin etme imkânı vermekteydi. Ancak biz bugün bu modelin, kullanışlı olmakla birlikte, gerçeğin doğru bir temsilini ifade etmediğini düşünüyoruz. O halde görülüyor ki, inanç sisteminin başarısı, pratik kesinliği o kadar çok sevmemizin ana nedeni olmakla birlikte, bu başarı şüphecilerin talep ettikleri ve şüpheci olmayan filozofların arzu ettikleri kuramsal kesinliği vermemektedir.
Burada, ılımlı şüpheciliğin etkisini bir adım daha fazla hissediyoruz. Eğer koyu şüphecilik kabul edilecek olsaydı, faydadan kalkan kanıt koyu septisizmi çürütecekti. Fakat ılımlı şüpheci biri için, “Bazı şeyler doğru olabilir” görüşü etkisini gösterdiğinden faydadan kalkan kanıt yeterli değildir.
Burada ise “teoriler” ile “doğa gerçekleri”ni karıştırdığım ileri sürülebilir. Fakat bu, olayları pek değiştirmez. Sıradan bir doğa gerçeği, gözlemlere ve öncüllere dayanır. Peki ya o öncüllerin veya gözlemlerin doğru olduğunu nereden bilebiliriz? Eğer onların doğruluklarını bir kanıtla desteklemeye çalışırsak, o zaman asıl sorunu bir adım daha geriye itmiş oluruz, başka bir şey değil. Bu gösterilecek kanıtın doğruluğunu da başka gözlemlere ve öncüllere dayandırmak zorunda kalırız. Bu sonsuza kadar devam eder. Öncüller doğruluğunu göstermek için başka öncüllere ihtiyaç duyar.
Bu madde altında öğrenebileceğimiz bir şey vardır ki; bazı şeylerin “doğrulukları” çok sayıda veri ile desteklenir ve bunlar iş görür. Bilim, işe yarar sonuçlar verir. Bu sebeple her ne kadar mutlak doğruya ulaştıramayacak olsa da, bilime destek çıkmalıyız ve bilime güvenmeliyiz. Bize, doğruya en yakın verileri bilim sunacaktır. Doğruya asla ulaşamayız; doğruya en yakın bilgiye ulaşabiliriz ve o zaman da, “neredeyse kesin olarak” tabirini kullanırız. Kısaca bize faydası olan bilgileri kabul etme eğilimindeyiz. Fakat bir şeyin bize fayda sağlıyor olması, onun nesnel doğru olduğunu göstermez, ancak kabul edilebilir olduğunu gösterir. Bilim bize mutlak doğru sonuçlardan ziyade, kabul edilebilir olan en işe yarar görüşü verecektir. Aynı şekilde arkadaşımla sohbet ederken arkadaşımın varlığı şüpheye açıktır, o aslında var olmayabilir. Buna rağmen onun varlığını kabul etmek, pratik bir açıklama sunacaktır. Bu sebeple bunu kabul
edersiniz. Basit ve doğal bir dille ifade edecek olursak şunu diyebiliriz: “Karşınızdaki güzel ve çekici kız, aslında yalnızca halisünasyon olabilir ve sizin kafanızda kurduğunuz bir tür yanılgı olabilir. Buna rağmen onunla ilişkiye girme konusunda tereddüt etmezsiniz, zira o kız gerçek olmasa bile onun gerçek olduğunu kabul etmek faydalıdır.” Pragmatik şüphecilik tam olarak budur.
Ayrıca, bir realist tarafından doğru bilgiye ulaşabileceğimiz iddia ediliyorsa, bunu bir şekilde yapabilmemiz gerekir. Rasyonalizm bunu akılla yapabileceğimizi ve doğrunun akılla ölçülebileceğini savunur. Emprizm ise, doğruya duyularla ulaşabileceğimiz görüşündedir. Kritisizm, doğruya hem akılla hem duyularla/ deneyle ulaşabileceğimizi söyler. Entüisyonizm, doğrulara sezgi ile ulaşabileceğimiz görüşündedir. Bunun gibi çok sayıda akım, çok sayıda ölçüt bulunmaktadır. Diyelim ki doğrulara ulaşabiliyoruz; peki nasıl ulaşırız? Eğer doğrulara akılla ulaşacağımız iddia ediliyorsa “Doğrulara akıl ile ulaşırız” bilgisini bize kabul ettiren nedir? Burada kısır bir döngüye girilmez mi? Sonuçta kendini kanıtlayan bir önermeler dizisiyle karşı karşıyayız.
Kendini kanıtlayan şey “döngüsel mantık hatası”dır. Dolayısıyla, doğru bilgi varsa bile, buna ulaşamayacağımız sonucu çıkar. Argüman haline getirecek olursak:
- Doğru bilgiye ya ulaşılabilir ya ulaşılamaz.
- Doğru bilgiye ulaşılabilirse, bunun bir ölçütü olmalıdır.
- Doğru bilgiye ulaşmanın ölçütü X’tir.
- “Doğru bilginin ölçütü X’tir” bilgisinin doğru olduğunu bilmek için X dışında bir ölçüte ihtiyaç duyulur.
- Eğer böyle bir ölçüt bulunursa, bu sefer onun doğruluğunu başka bir ölçütle test etmek gerekir.
- Bu sonsuza kadar devam eder ve döngüsel akıl yürütmeye girilmediği sürece doğru bilgi, sonsuza kadar geri çekilir.
- Dolayısıyla doğru bilgiye ulaşılamaz.
Ama burada farklı bir problemle de karşı karşıya kalmıyor muyuz? Yukarıda bahsi geçen problemin bir benzeri olarak, “Doğru bilgiye ulaşamadığımızı söylerken ‘doğru bilgiye ulaşamayız’ fikrinin doğruluğunu savunuyorsun ve doğruya ulaşmadığımız fikri ile doğruya ulaştığını iddia ediyorsun, tutarsız bir görüştesin” denebilir. Fakat koyu septisizmi anlattığım bölümde düşülen hataya burada da düşülmüş olunur. Nitekim “Doğru bilgiye ulaşamayız” ifadesi bir septiğin ağzından ulaşılan sonuç değil, bir septiği gözlemleyip septik olmayan birinin ağzından söylenmiş sözdür. Kısaca septik, “Doğru bilgiye ulaşamayız” demez; her ölçütün doğruluk değerini sorgulayıp sonsuza kadar soru sorar.
Nitekim “Doğru bilgiye ulaşamayız” ifadesi bir septiğin ağzından ulaşılan
sonuç değil, bir septiği gözlemleyip septik olmayan birinin ağzından söylenmiş sözdür.
Bunu dışarıdan izleyen kişiyse septisizmin doğru bilgiye ulaşılamayacağı savını iddia ettiğini zanneder. Oysa ortada doğru bir önermeye dair savunma yoktur; yalnızca her önermeye dair sorular sorma eylemi vardır. Geriye yöntemsel şüphecilik kaldı. Bu görüşe göre şüphe, kesin bilgiye ulaşılana kadar kullanılır. Şüphe, doğruluğa ulaşmak için kullanılması gereken araçtır. Fakat burada sorulması gereken; doğru bilgiye ulaştığımızı nereden bileceğimiz sorusu olmalıdır. Sonu olmayan bir yolda yolun sonuna gelmiş olduğumuz düşünülemez. Yukarıda yapılan savunmalarda, doğru bilgiye ulaşmanın mantıksızlığı ve imkansızlığı, bir çok şekilde gösterilmiştir. Bu durumda, şüphenin ulaşacağı bir hedef olmadığından; şüpheler, araç olmaktan çıkıp amaca dönecektir. Sonuç olarak, felsefenin doğasının nesnel doğrular üretme olduğuna şüpheyle yaklaşan septisizm söz konusu olduğunda, felsefenin doğasından kalkan kanıtın üçüncü öncülü şaibeli bir duruma gelecektir. Felsefenin temel işlevinin soru sormak olduğunu söylemekte bir tutarsızlık yoktur. Tarih boyunca birçok felsefeci bu görüşe katılmıştır. Örneğin “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyen Protagoras ile bu sözü “İnsan, evrenle ilgili olarak ancak insanileşecek şeyi bilir. O ancak şeylerin insaniliğini bilir” olarak yorumlayan Anatole France bizzat septisizmi ifade eder. İlk önemli şüpheci filozof olarak anılan Pyrrhon ise her türlü yargıdan kaçınılması gerektiğini önemle vurgulamıştır. Benzer şekilde, şüphecilik; Arkesilaos, Karneades ve Klitomakhos gibi filozoflar tarafından sürdürülmüştür. Felsefeyi sürekli olarak sorgulama çabası olarak gören filozofların, aslında felsefe yapmadığını savunmanın o kadar da geçerli olmadığını belirtmeliyim. Felsefenin temel özellikleri arasında felsefenin öznel olduğunu, sürekli bir arayış çabası içinde olduğunu, herhangi bir sonuca ulaşmama ve sürekli soru sorma üzerine kurulu olduğunu, temelinin soruya ve sorgulamaya dayandığını savunan felsefeciler, tarihte görece ağır basmış gibi durmaktadır.