william-blake-satan-exulting-over-eve-
//

Tanımadığınız Şeytan: 19.Yüzyılın Şeytan’ı – Erik Butler

Şeytan her zaman kötü, boynuzlu bir figür değildi. Romantikler Şeytan'ı becerikli ve iyi konuşan bir beyefendi olarak tasavvur etmişlerdi.

Çoğumuz Şeytan hakkında yanlış fikirlere sahibiz. Boynuzları, kanatları, pençeleri ve kan kırmızısı teni olan bir varlık hayal ediyoruz; kötülüğü somutlaştıran bir varlık; Tanrı ve insan ırkı ile uzun ve çetin bir savaş yürüten bir varlık. Ancak Şeytan, evrensel yıkımı planlayan (ya da daha nazik bir ruh haliyle genç kızları ve rahipleri ele geçiren) karikatürize bir figür değildir. Bir zamanlar, çok da uzun olmayan bir süre önce, seçkin çevrelerde yer aldığı biliniyordu.

Tarihçilerin uzun 19. yüzyıl olarak adlandırdığı, 1789 Fransız Devrimi’nin başlangıcından 1914’teki Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan dönemde, Şeytan’ın kariyeri Avrupa edebiyatında gelişti. Bu Şeytan, bugün çok aşina olduğumuz kötülüğün karikatürü değil, iyi konuşan bir beyefendiydi – en azından bazen. Her ortaya çıktığında kılık değiştirir; asla hareketsiz kalmaz, toplumun en iyilerinin takdir edebileceği bir beceriklilik ve kişilik sergilerdi.

19’uncu yüzyıl edebiyatının Şeytan’ını anlamak için İncil’in Şeytan’ını anlamak önemlidir. Eyüp Kitabı’nda (The Book of Job) ona ‘Tanrı’nın oğlu’ denir ve insan işlerinin ilgisiz ve göze çarpmayan bir denetimcisi olarak yeryüzünde dolaşır. Bir noktada, Şeytan etrafta dolaştıktan sonra Rab’bin sarayına geri döner ve Tanrı’nın en sadık takipçisi olan Eyüp’ün yalnızca maddi avantajlarla kutsandığı için iman ettiğini öne sürer. İlahi yaratıcı bir deney yapmayı kabul eder: Örnek olarak gösterilen adamı çevreleyen korumayı askıya alacak ve inancının hayatta kalıp kalmadığını görecektir. Çok geçmeden Eyüp hırsızlık, fırtınalar, yangın, şiddet, vücudunda çıbanlar, çocuklarının ölümü ve daha pek çok belaya maruz kalır. Ancak bu talihsizliklere Şeytan neden olmaz; bunlar her ölümlünün başına gelebilecek şeylerdir. Tüm bunlara rağmen Tanrı’nın gözdesi sadık kalmaya devam eder. İncil’deki Şeytan’ın rolü, insanın değerliliğinin nadir bir örneğini ortaya koymak ve daha da önemlisi, Tanrı aşkının gücünü onaylamaktır. Onun hakkında emredici, hatta özellikle ‘kötü’ hiçbir şey yoktur. Meşgul ama emekli olan Kutsal Yazılar’ın Şeytanı her şeyden çok bir avukata benzer. Yeni Ahit’te bile İsa’yı ‘ayartmaktan’ çok onu sınamaktadır (Yunanca orijinali her iki çeviriye de izin vermektedir). Soru sormak kötü bir şey olmadığı sürece, Şeytan’ın yaptığı şeyde yanlış bir şey yoktur – o tutkular değil, fikirler dünyasında yaşar.

Yaklaşık sonraki iki bin yıl boyunca Hıristiyan uygarlığı İncil’in ihtiyatlı ve hürmetkar Şeytan’ını neredeyse unuttu ve zavallı Şeytan hak etmediği bir üne kavuştu. Ancak 1800’lü yıllar boyunca Avrupalı yazarlar daha karmaşık bir figür yaratmaya başladıkça eski itibarının bir kısmını geri kazandı.

Shelley ve Byron, Şeytan’ı yükseklerde zulme karşı öfkeli bir dışlanmış kişi olarak kucakladılar.

İyimserler için, 19. yüzyıla eşlik eden eski hiyerarşilerin ve batıl inançların gözden düşmesi hem maddi hem de manevi gelişmeyi müjdeliyordu. Yeni çağ vicdan özgürlüğü, daha geniş siyasi ayrıcalık, ekonomik canlılık ve benzeri görülmemiş teknolojik başarılar vaat ediyordu. Ancak ‘ilerlemelerin’ karanlık bir tarafı da vardı: dini inançları canlandırma, koloni sömürgeciliği, sınıf karşıtlığı ve toplum mühendisliği. Yazarlar tam da atalarının uzak durduğu şeyi, yani ‘kötü adam’la yakınlığı ararken, Şeytan da bu kargaşanın tam ortasına düştü.

William Blake Şeytan Hiob’un Üzerinde (bkz)

1821 yılında İngiliz yazar Robert Southey, Percy Bysshe Shelley ve Lord Byron’ı edebiyatın ‘Şeytani Okulu’nun liderleri olarak üstü kapalı bir şekilde kınadı. Onlar için ‘hastalıklı kalplerin ve ahlaksız hayal gücünün ahlaksız adamları’ diye yazmıştır. Shelley ve Byron gerçekten Satanist değillerdi. Onlar temelde ateistti. Ancak bu hakaret bir gurur kaynağıydı; Şeytan’ı zulüme karşı öfkeli, dışlanmış bir kişi olarak benimsemişlerdi – bu tanımlama İncil’deki herhangi bir şeyden çok, Kayıp Cennet’in (1667) yazarı ve rejim cinayeti ve devrimin savunucusu John Milton’a borçluydu. Kayıp Cennet, Dante’nin İlahi Komedya’sından (yaklaşık 1320) sonra ikinci sırada yer alan büyük bir Hıristiyan destanıdır. Ancak Dante Şeytan’ı soğuk ve sefil bir halde Inferno’nun en derin çukuruna hapsederken, Milton onu başıboş bir tehdit olarak resmetmiştir.

‘Şeytani Okulu’ ile hemen hemen aynı dönemde yazan William Blake, çağdaşlarının dinsizliğini veya skandala olan düşkünlüğünü paylaşmıyordu, ancak edebiyat cemiyetinin şeytani güçlere olan borcunu kabul ediyordu. Milton, ‘Melekler ve Tanrı’yı yazarken prangalar içinde, Şeytanlar ve Cehennem’i yazarken ise özgürce yazdı… çünkü o gerçek bir Şairdi ve farkında olmadan Şeytan’ın tarafındaydı’ diye düşünüyordu. Şeytani olsun ya da olmasın, Blake, Shelley ve Byron gibi Romantik yazarlar Şeytan’ı yaratıcı canlılık, özgür ifade ve şehvet dolu bir mizaçla özdeşleştirmişlerdir.

Alman edebiyatının uzun ömürlü aslanı Johann Wolfgang von Goethe, asabi gençlerinden daha bilgeydi. Goethe, başyapıtı Faust’ta (1808) romantik pathos ve kabadayılığı küçümseyerek, Şeytan Mephistopheles’i şüphenin vücut bulmuş haline getirmiştir. Goethe’nin baş kahramanı uzun yıllarını insan bilgisinin tümünü tanımakla geçirmiş, ancak bunun bir hiç olduğu sonucuna varmıştır. Faust, kişisel ve evrensel bir boşluğu doldurma umuduyla öteki güçleri çağırır. Mephistopheles ortaya çıkar ve alimin ruhu karşılığında ona eksik olan şeyi vereceğine söz verir. Goethe’nin tüm süslü dili bir kenara bırakıldığında, Faust’un elde ettiği şey, cinsel tutku ve sarhoşluğa dönüşen bir dizi yüce haldir. Bu büyü altında bir süreliğine kendini unutmayı başarır, ancak daha derin bir anlayış kazanmaz. Mephistopheles en başından beri dünyaya ‘oldukça üzücü bir manzara’ olarak bakar. “İnsan,” diye kabul eder, “beni merhamete sevk ediyor, durumu o kadar sefil ki.

Bu 19. yüzyıl Şeytan’ını bir varoluşçu (bir sonraki yüzyılda moda olan bir felsefi duruş) olarak tanımlamak anakronik olacaktır, ancak o dönemde Avrupa’daki şüpheci ve agnostik yazarlar için oynadığı rol büyük ölçüde budur. Goethe’yi bakış açısının muhteşem sakinliğinden dolayı takdirle ‘büyük pagan’ olarak nitelendiren Alman Şair Heinrich Heine de Şeytan’ın arkadaşlığını aradı:

Şeytanı çağırdım ve o da geldi,

Merakla incelemeliyim yüzünü;

Çirkin değil, topal değil

Çok hoş ve çekici bir adam,

Nazik,ilgi çekici ve incelik dolu.

Aynı zamanda geniş araştırmaları olan bir diplomat

Devlet ve Kilise hakkında akıllıca konuşan                                                                                                                                                               

Doğuştan Yahudi olan ve Protestanlığa gönülsüzce geçen Heine, herhangi bir dini geleneğe bağlı değildi ve siyasete saygısızca bakıyordu. Ancak bazı şeyleri ciddiye almamak, onların ciddi olduğunu bilmeyi engellemez. Heine zekâsıyla olduğu kadar, şeytani mısraların hayatta olmanın acısına güldüğü, ışıltılı kelime oyunlarının altındaki derin melankoliyle de ünlüdür. Heine’ye göre Şeytan, kozmopolit tipler için merhametten daha iyi bir şey sunuyordu: iyi bir sohbet. Olabildiğince iyi.

Yeraltı dünyasından gelen bir ziyaretçi Paris’e seyahat edebilir, boş zamanlarında etrafta dolaşabilir ve kendini evinde hissedebilirdi

Heine’nin zamanında pek çok kişi bu ‘hayatının baharında, hoş ve çekici adamla’ ilişki kurmuştur. Le Diable à Paris (1845-46 ) adlı antoloji, Fransız başkentinin sakinlerinin ‘adet ve geleneklerinin’ tasvirleri aracılığıyla bu tür bir sosyalliğin kaydını sunar. Katkıda bulunanlar arasında romancılar Honoré de Balzac ve George Sand, illüstratör J J Grandville, tiyatro yazarı Alfred de Musset ve şair Gérard de Nerval gibi önemli isimler vardı. Koleksiyonun öncülü, yeraltı dünyasından bir ziyaretçinin Paris’e seyahat edip boş zamanlarında etrafta dolaşıp  modern şehirde kendini evinde gibi hissedebilecek olmasaydı. Kentli entelektüel kesimi, içinde yaşadıkları aydınlık sokaklar ve kasvetli ara sokaklar hakkında pek az yanılsamaya sahipti. Hatta zaman zaman bazıları diz çöküp dua ederek Şeytan’a katılmış bile olabilir. Bir tanesi kesinlikle yaptı: Charles Baudelaire.

Erken Romantizmin isyankârlığını tersine çeviren hastalıklı bir Katolik şehvet düşkünü olan Baudelaire için sefalet ve suç, yükselmeye çabalayan ama pisliğe saplanıp kalan insan ruhunun ebedi dramını yenilemiştir. Günahkârın son umudu Şeytan’dır:

Ey Melek, en parlak ve en bilge olan,

Kader tarafından ihanete uğramış, övgüden mahrum bırakılmış bir Tanrı,

Şeytan, acı sefaletime!

Ey sürgünün prensi, sen ki haksızlığa uğradın,

Fethedilmiş olsalar bile, daha da güçlenirler,

Şeytan, acı sefaletime!

Yeryüzünün verdiği ilmi bilen yüce kral,

Acı çeken kalplerimizin samimi şifacısı,

Şeytan, acı sefaletime!

Şeytan’a yapılan bir çağrı ruhsal bir ateşin yandığını gösterir; ne de olsa Tanrı olmadan Şeytan olamaz. Baudelaire kurtuluşa ve lanetlenmeye inanıyordu ve -Kilise’nin öğretileri uyarınca- insanoğlunun doğası gereği yozlaşmış olduğuna inanıyordu. Ancak Kilise de yozlaşmıştır. Şair, hayırseverlik ve gerçek Hıristiyanlık olmadan, ‘cüzzamlı ve hor görülenlerin’ ‘üvey baba’ olarak Şeytan’a yöneldiğini gözlemler.

Yüzyıl uzadıkça, benzer şekilde kışkırtıcı jestler, Byron ve Baudelaire arasında bir yerde pozlar veren hevesli bohemler için neredeyse bir mesele haline geldi. Belli ki bazıları karanlık sanatları uygulamaya çalışırken neyin peşinde olduklarını bilmiyorlardı. Nitekim Arthur Rimbaud, Cehennemde Bir Mevsim’de (1873) “lanet günlüğümden koparılmış iğrenç sayfaları ‘sevgili Şeytan’a göndererek kendisini gururlu paryalar arasında konumlandırır:

Onlardan bana miras kalan: putperestlik ve kutsal şeylere saygısızlık sevgisi; -ah! tüm ahlaksızlıklar, öfke, şehvet… hepsinin üzerinde yalan ve tembellik.

Her ticaretten iğreniyorum. Patronlar, işçiler, köylüler, hepsi adi ve aşağılık. Yazan el, saban süren el kadar iyidir. – Ne ellerle dolu bir yüzyıl! – Ben asla elimi sokamayacağım.

Rimbaud devrimci bir coşku, dünyadan bıkmış bir sinizm ya da sapkın bir Katoliklik ifade etmez. ‘Putperestlik ve kutsal şeylere saygısızlık sevgisi’ ona miras kalmıştır, ancak bunlarla ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktur. ‘Yazan el, saban süren el kadar iyidir’ ama toprağı kazmanın bir anlamı olmadığını düşünür. Yaklaşık 20 yaşına geldiğinde Rimbaud’nun şiirle işi bitmişti. Kısa hayatının geri kalanını denizaşırı ülkelerde macera arayarak geçirdi. “Hiçbir zaman Hıristiyan olmadım,” diye yazıyordu, “yasalardan hiçbir şey anlamıyorum; ahlaki anlayışım yok, ben bir hayvanım. Zeki ama kaderine terk edilmiş genç ‘sevgili Şeytan’a olan inancını kaybetti.

Shelley, Byron, Goethe, Heine, Baudelaire ve Rimbaud’nun eserleri Pandaemonium’un kütüphanesinde yarım rafı bile doldurmaz. Yine de birkaç şey açıklığa kavuşmalıdır: 19. yüzyıl Şeytan’ı nerede ve ne zaman ortaya çıkarsa, olaylar beklenmedik bir hal alır. O, halkın hayal ettiği gibi nefretin ve kötülüğün kaba bir timsali değildir. Şeytan şiirselliği sever; beyaz yalanlarla, düpedüz yanlışlarla ve hatta gerçeklerle iş yapabilir. İradesini yerine getirdiği Tanrı gibi, Şeytan da yasanın diğer tarafında durur.

‘Şeytana Sempati’ -19. yüzyıl Romantizminden miras kalan pek çok şey gibi- neredeyse kesinlikle kötü bir fikirdir, ancak ara sıra danışmak faydalı olabilir. Saygılı bir şekilde konuşun ve mesafenizi koruyun; bu ‘geniş araştırma diplomatından’ bir şeyler öğrenebilirsiniz. Tanımadığınız Şeytan’ın karmaşık ve nankör bir işi vardır.


Erik Butler – “The Devil you don’t know: the Satan of 19th century”

Çevirmen: Çağnur Erdoğan

 Çeviri Editörü: Emir Arıcı

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Peter Singer’ın Yaklaşımına Göre Türcülük Nedir? – Ryan Alexander

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü