Görüngücülük (phenomenalism), algının bize dış gerçekliği güvenilir bir biçimde yansıttığı savının karşılaştığı güçlükleri gidermeyi amaçlayan bir kuramdır. 17. yy’da Leibniz’ce ortaya atılan usçu biçimini dışta tuttuğumuzda, bu öğretiden Berkeley ve Hume’un düşüncelerinin etkisi altında, Kant’ın bilgibiliminden de yararlanarak, J.S. Mili, Russell, Moore ve Ayer gibi filozoflarca zenginleştirilmiş olan bir algılama kuramını anlarız. Bu deneyci algılama kuramı, aynı zamanda bir varlıkbilim kuramı biçiminde de yorumlanmıştır. Görüngücülük, hem bir bilgibilim kuramı olarak, hem de varlıkbilimsel yorumunda, öznel idealizme büyük yakınlıklar gösterir. Öznel idealizmin Tanrı kavramına bağımlılık tan arındırılmış bir versiyonu niteliğini taşır. Karşılaştığı en büyük sorunsa yapısı gereği getirdiği tekbenci (solipsist) vargıdır.
İdealizm: Gerçekçiliğe Karşı Deneycilik
“Algısal gerçekçilik” adıyla da andığımız sağduyu gerçekçiliği, insan anlığından bağım sız bir dış fiziksel gerçekliğin bulunduğunu ve algı içerdiğimizin bize bu dış gerçekliği belirli sınırlar içinde güvenilir bir biçimde yansıttığım öne sürer. Bu görüş açısından, algı yanılgıları onarılabilir güçlüklerdir. Algıya dayanan bir bilim dizgesi kurmak olanaklıdır. Öte yandan, inşam çevreleyen fiziksel varlık, algılanmasa ve hatta onu kavrayacak hiçbir varlık bulunmasa da, gerçekliğini koruyan bir ilkedir. Sağduyu gerçekçiliğinin, bu, dış var lığın bağımsızlığına ilişkin savma eklediği iki sav daha bulunur: (a) Algımızın nedeni dış gerçekliktir ve (b) algımızın içeriği, ona neden olan dış gerçekliğe benzer.
Berkeley, Locke’ta bulunduğu bu kurama, yine Locke’tan alarak benimsediği deneycilik açısından büyük bir yeğinlikle karşı çıkmıştır. Hemen her önermesini ayrı bir uslamayla eleştirdiği bu kuramın varsaydığı dış fiziksel gerçekliği Berkeley bütünüyle yadsır. Örneğin, algılanmayan bir dış varlık düşüncesinin olanaksız olduğunu, kimsenin algılamadığı söylenen bir nesneyi düşündüğümüzü sandığımız durumlarda, aslında kendimizi o nesneyi algılarmış gibi düşünmenin ötesine aşmadığımızı öne sürer. Buysa, algılanmayan bir şeyi düşünmüş olmak değildir. 17. ve 18. yüzyıllarda “algılamak” kavramının yalnızca duyumsal algıyı değil öbür düşünsel işlevleri de kapsadığı göz önüne alınırsa, Berkeley’in uslamlamasının geçerli, fakat boş bir kanıt olduğu anlaşılacaktır. Düşünmek de bir algılama biçimi olduğuna göre, algılanmayan bir şeyi düşünmek olanaksız olmalıdır. Buna göre, algılanmayan bir varlık düşünülmeyen bir varlıktır. Ancak, böyle bir usavurmadan, algılanmayan varlığın bir mantıksal olanaksızlık olduğu çıkarsanamaz. Çünkü algılanmayan varlık düşünülebilen bir şey olmasa da, bu, düşünülmediği halde var olabilmeyi çelişik kılmaz.
Çelişik kılınan böyle bir varlık değil, böyle bir varlığı düşünme etkinliğidir. Dolayısıyla, olanaksızlığı saptanan şey, dış dünyadaki fiziksel varlıkların algılarının ötesindeki bilinebilirlikler olmaktadır. Buysa kuşkusuz doğru, ancak gerçekçiliğin de zaten onayladığı bir noktadır.
Berkeley’in daha büyük değer taşıyan bir başka eleştirisi, bağımsız bir dış gerçeklik ile algı arasında bulunduğu söylenen ve algısal inançlarımızın doğruluğuna temel yapılan benzerlik ilişkisinin deneycilik açısından tutarsız olduğuna ilişkindir. Berkeley, eğer deneyci bir felsefe benimsemişsek kuramımızı oluşturan her önermenin deneysel bir dayanağı olması gerekeceğini vurgular. Algımızın dış gerçekliğe benzediği savı da, bu kuralın dışında bırakılamayacaktır. Oysa benzerlik bir ilişkidir ve bir ilişkinin var olduğunu öne sürmek, deneycilik açısından ilişkinin bağladığı şeyleri karşılaştırabilmeyi zorunlu kılar. Deneycilik açısından algıda kavrayabildiğimiz herhangi bir şeyi, algılayamadığımız bir şeyle karşılaştıramayacak olduğumuza göre, bunlar arasında benzerlik gibi bir ilişki bulunduğunu söylememizin de bir geçerli dayanağı yoktur. Hiç görmediğim bir şeyin gördüğüm herhangi bir şeye benzer olduğunu öne sürmek saçma konuşmak olacaktır. Ne var ki, algı içeriğinin ona neden olduğu iddia edilen bir dış gerçekliğe benzediğini öne sürmek aynen böylesi bir saçmalık içine düşmektir. Algımın içeriğine erişebilirim, bu benim için bir doğrudan veridir; oysa bu içerikten bağımsız olarak dış gerçekliğe erişemem. Bu ikisini karşılaştıramadığım gibi, benzer olduklarını da öne süremem.
Berkeley’in en ünlü “kanıtı”, algılanabilir nesneler için var olmanın algılanıyor olmak tan başka bir şey olamayacağını ortaya koymaya çalıştığı uslamlamadır. Algılanabilir nesneleri birer tasarım öbeği olarak kavradığımızı, bilgimiz açısından nesnelerin tutarlı olarak bir arada bulunan tasarımlardan başka bir şey olmadıklarını belirtir. Ancak, tasarımlar, ya da ideler, anlıksal varlıklardır; onlar için var olmak bir anlıkça algılanıyor olmaktır, öyle ise, tasarım öbeklerinden başka bir şey olmayan nesneler de, tıpkı kendilerinden yapılandıkları tasarımlar gibi, anlıksal olmalı ve onlar için de var olmak algılanmaktan başka bir şey olamamalıdır! İlk bakışta sağlam gibi duran bu uslamlamada, ya geçersiz olmak, ya da geçerliyse, dış dünyaya ilişkin olamamak gibi bir ikilemle karşılaşmaktadır. Algılanabilir nesneleri birer tasarım öbeği olarak kavramak, onların birer varlık olarak tasarımlardan oluştuklarını onaylamayı içermez. Gerçekçi felsefe, tasarımlar biçiminde kavradıklarımızın kendiliklerindeki varlıklarının tasarımsa! değil fiziksel olduğu öne sürecektir.
Dolayısıyla, bu görüş açısından Berkeley’in kanıtındaki ilk öncülün doğruluğu onaylanamaz. Öte yandan, algılanabilir nesneler tasarımlardan oluşuyorlarsa Berkeley’in uslamlaması elbet geçerlidir: Fakat bu durumda da bu uslamlamanın dış dünyadaki nesneleri ilgilendirdiği söylenemez. Tasarım öbekleri olarak kavradıklarımız zaten anlığımızda olan şeylerdir. Bundan, anlığımızın dışında olduklarım sanmış olduklarımızın da birer tasarım olduklarının ortaya çıkmış olduğu sonucunu çıkarsamaya olanak yoktur.
Her bilgibilim kuramının yanıtlamak gereğinde olduğu şu sorularla öznel idealizm de karşı karşıyadır:
- (i) Tasarım ve inançlarımızın doğru olmaları ne demektir?
- (ii) Algının içeriğinin hayret uyandıracak ölçüdeki tutarlılık ve düzenliliği nedendir?
- (iii) Algının kaynağı ya da nedeni nedir?
Gerçekçilik açısından bu her üç soruya da doyurucu bir yanıt hazırdır: Algımız fiziksel gerçekliğe benzediği, onunla karşılıklılık içinde bulunduğu ölçü de doğrudur. Algının tutarlılığı, bize yansıttığı dış dünyanın düzenli bir yer oluşu dolayısıyladır. Algıya neden olan şey de bu dış dünyadır, öznel idealizm gibi fiziksel bir dış dünyanın varlığını yadsıyan yaklaşım için bu yanıtlar kullanılabilirliklerini yitirmektedirler. Berkeley doğruluğu algı ve inançlar arasındaki tutarlılıkla açıklar, (i)’in yanıtını böylece (ii)’ye dayandırdığından, (ii)’ye vereceği yanıtın önemi daha da artmış olmaktadır. Berkeley bu yanıt aşamasında bir duraksama geçirmiş ve bu soruları Tanrı’nın varlığını kullanarak açıklayan kendi kuramıyla, böyle bir yol tutmayan bir görüş arasında bocalamıştır.
Onun böylece ele alıp sonradan yadsıdığı açıklama biçimi görgücülükten başka bir şey değildir. Bundan ötürü, deneyci görüngücülüğü (benimsemiş olmasa da) ilk kez ortaya koymuş olan düşünürün Berkeley olduğu belirtilebilir. Görüngücülüğü Berkeley için istenebilir bir yaklaşım olmaktan çıkaran iki şey, Tanrı kavramına hiçbir gerek bırakmayışı ve tekbenciliğe kapıyı bütünüyle açık bırakmasıydı. Berkeley hiçbir zaman tekbenci olmamış, tersine felsefeyi Descartes’dan beri benimsenmiş olan öznel dünya görüşünün yol açtığı bu tehlikeden korumayı amaç bilmiştir.
Berkeley’in (ii) ve (iii)’e verdiği yanıtların her ikisi de aynı temele dayanır. Algımızın nedeni Tanrı’dır ve algının düzenliliği ile tutarlılığı Tanrı’nın büyüklük ve yetkinliğinin gereğidir. Tutarsız ve dolayısıyla yanılgılı olan deney verileri Tanrı’nın neden olduğu şeyler değil, imgelemimizin işe karışmasıyla ortaya çıkanlardır. Denebilir ki, Berkeley Locke’un kuramında deneycilik ile çelişik bulduğu dış dünya varsayımından kurtulmaya çalışırken, tekbenciliğe sapmamak uğruna, deneycilikle yine çelişen başka bir varsayımı benimsemiş, algının kaynağına Tanrı’yı koymuştur. Kendisi algılanamayan Tanrı, tıpkı doğrudan algılanamayan fiziksel gerçeklik gibi, deneyin kapsamına girmeyen bir ilkedir. Tanrı’nın varlığının salt deneyle temellendirilemeyeceği doğrudur. Ancak Berkeley’in kuramı içinde Tanrı’nın algıya kaynak olduğu savı için verilen deneyci gerekçeler oldukça geçerlidir. Berkeley nesneler ya da tasarımlar için var olmanın algılanmak olduğunu söylemişti. Algılanan bir şey olabilmesi için algılayan bir şey de gereklidir. Algılayan olmadan algılanan da olamayacaktır. Oysa bir şey ya algılanıyordur ya da algılıyordun Hem algılaması hem de algılanıyor olması çelişik bir durumdur. Tasarımlar ve bunların oluşturduğu nesneler algılanan şeylerdir; ancak bunlar bir algılayamazlar. Durum böyleyse, tasarımları algılayan şeyler de algılanamayan şeyler olmalıdırlar. Çünkü onlar algılanabiliyor olsalardı, birer tasarım olmuş olacak ve dolayısıyla algılanan şeyler olmayacaklardı. Algılanan şeylerin var olmamasıysa, “var olmak algılanmaktır” ilkesine göre hiçbir şeyin var olmamasını içerecekti. Demek ki Berkeley’e göre varlık, etkin ve edilgin olarak, iki türe ayrılır. Varolduğu söylenebilecek her şey bunlardan ya biridir ya da öbürüdür: ikisi birlikte olunamaz. Bu ikiciliği Descartes’inkinden ayırt etmek gerekir. Çünkü Berkeley’in ortaya attığı ikicilik (her ikisi de anlıksal olan) varlık türleri arasında çizilmiştir. Edilgin varlık tasarımlar ve onların oluşturduklarıdır. Bunlar algılanmakla var olurlar. Etkin varlıksa tasarımları algılayan anlıklar, ya da tinlerdir. Bunlarsa algılayarak var olurlar. Bundan dolayı bir anlığın bir baş kasını algılaması söz konusu değildir. Berkeley’e göre, bizim dışımızdaki anlıkları ancak onların etkilerini gözlemleyerek kavrayabiliriz. Tanrı’nın algılanamayışı da bundandır. O, bir tasarım olamayacağına göre algılanabilecek bir şey de değildir. Tanrı’nın varlığını bilmek onu algılamak yoluyla olamaz. Oysa bu, Berkeley’e göre deneyciliği yadsımak değildir, çünkü Tanrı deneyin bir önkoşuludur. Kaldı ki, Tanrı’nın anlığımız üzerindeki etkisi olan tüm algımız, Onun varlığı için zengin bir kanıt yerine geçmektedir.
Öznel idealizm için belirleyici olan iki noktayı bir kez daha saptayalım: Fiziksel bir dış dünya yoktur ve (edilginler sınıfındaki) herhangi bir şey için varolmak algılanmaktır.
Berkeley nesnelerin varlığını yadsımıyor. Nesneler tabii ki vardırlar. Ancak ona göre nesneler, algılanışlarının ötesinde, bir bağımsız, fiziksel ve dışsal varlığa sahip değiller. Bir şey ancak algılandığı ölçüde, algılandığı sürece vardır. Peki, ben her şeyi her zaman algılamadığıma göre, bu ilkeye göre nesneler varlık ile yokluk arasında sürekli gidip gelmek durumunda bırakılmış olmuyorlar mı? Örneğin önümdeki bilgisayar gözümü kapadığım da varlığını yitirip, gözümü yeniden açtığımda yeniden varlık mı kazanıyor? Berkeley’e göre de, böyle bir şeyi öne sürmek sağduyuya son derece aykırı düşecektir. Kaldı ki, bu sonuç onun kuramınca içerilen bir şey de değildir. Çünkü, “Varolmak algılanmaktır” demek, “Var olmak bence algılanmaktır” demek değildir. Nesneleri ben algılamasam da başka anlıklar algılayacaktır. Bu başka anlıklara Tanrı da girdiğinde, Onun yetkinliği, öbür sınırlı anlıkların hiçbirinin algılamadığı (örneğin şu anda Everest’in tepesinde çakılı duran bayraklar gibi) nesnelerin de algılanıyor olmalarım, dolayısıyla da bunların kesintisiz varlıklarını güvenceye alacaktır. Burada, Berkeley’in sağduyuya aykırı düşen herhangi bir sonuçtan kaçınabiliyor oluşunun ancak Tanrı kavramını felsefi bir görevde kullanmasıyla olanak bulduğunu iyi belleyelim: Bunun nedeniyse, yukarıda saptadığımız iki nokta: Fiziksel varlığa hiçbir biçimde izin vermeyişi ve var olmayı aktüel olarak algılanıyor olmaya bağlayışı. Görüngücülük, işte bu iki noktayı bir ölçüde yumuşatmakla elde edilen, bir yan dan deneycilikle son derece tutarlı olup öte yandan da Tanrı kavramına felsefi bir görev yüklemeyi gerektirmeyen bir kuramdır. İşin daha ilginç yanı, görüngücülük gerçekçilikle tutarlı kalabilmekte, bir dış varlığın yadsınmasını gerektirmemektedir.
Deneycilikle tam uyum: Görüngücülük
Öznel idealizmi Tanrı kavramını bilgibilim içinde öylesine odaksal bir biçimde kullanmaya iten şey, tekbenciliği engelleme çabası olduğu ölçüde, “var olmak algılanmaktır” formülünün içerdiği, algılanmayan varlığın olanaksızlığı sonucudur da. Buna göre, kendilerini o an algılayan hiçbir anlık bulunmadığında, sıradan nesnelerin bile varlıklarını yitirip, sonra birisi onları algılamaya başlar başlamaz yeniden varlığa döneceklerinin söylenmesi gerekmektedir. Berkeley bu sonucu bir olanak olarak korumuş, fakat bunun yanı sıra Tanrı’nın yetilerine dayanarak onun hiç gerçekleşmemesini güvenceye almıştır. Çünkü söz konusu sonuç sağduyuya son derece aykırıdır. Ayrıca, böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak oldukça karmaşık Özdeşlik sorunları da vardır. Şimdi soruyu şöyle soralım. Deneyciliğin gereklerini yerine getirmek bu sağduyuyu örseleyen sonucu gerektiriyor mü? Bir başka deyişle, tutarlı deneycilik uğruna yadsınan ve sağduyuyla tutarlı kalmak için Tanrı’ya başvurmayı gerektiren “algılanmayan varlık” düşüncesi gerçekten de yadsınmak zorunda mıdır? Tutarlı deneyciliğin yadsıması gereken şey “algılanmayan varlık” ölçüsünde geniş kapsamlı bir kavram mı olmalıdır? Deneyciliği ve sağduyuyu da ha yumuşatılmış bir varlıksal sınırlanım üzerinde uzlaştırmaya olanak var mıdır? Gereken şey, var olmayı, sürekli olarak algılanıyor olmaya bağımlı kılmayan bir sınırlanım. Öyle ki, belirli bir zamanda hiçbir anlığın algılamadığı nesneleri bile, deneysel olarak temellendirilemeyen bir dış dünyayı varsaymak gerekmeden, varlık sınırları içine alabilelim. Sağduyu tüm nesnelerin her zaman sürekli olarak algılanmadıkları halde var olduklarını, zaman içinde kesintiye uğramadıklarını savunacaktır. Bunu deneycilikle çelişkiye düşmeden onay lamanın tek yoluysa Berkeley’in formülünde şu değişikliği yapmaktır: Nesnelerin varlıklarını bunların algılanıyor oluşları koşuluna bağlamak yerine, varlığı algılanabilir olmaya bağlayabiliriz. Buna göre varolduğu söylenebilecek bir nesne, sürekli olarak her an algılanıyor olmasa da, algısı her zaman olanaklı olan bir nesnedir. Dolayısıyla deneyciliğin ruhunu en iyi bir biçimde yakaladığı öne sürülebilecek olan görüngücülüğe göre, bir nesnenin var olmasının gerekli ve yeterli koşulu, bu nesnenin algılanabilir oluşunda saptanmış oluyor. Böyle bir yaklaşım bağlamında J.S. Mill özdeksel nesneleri zamanda sürekli olan algı olanakları diye belirlemiştir.
Görüngücülük için var olmak algılanabilir olmaksa, bu açıdan, duyu deneyleri olanak dışında kalan hiçbir şeye varlık yüklenemeyeceği sonucu içerilmiş olmaktadır. Böyle bir sonuç, şu anda var oldukları halde kimsenin algılamadığı nesnelerin bulunmasını olanaklı kılar. Örneğin cebimdeki para şimdi kimse tarafından algılanmıyor oluşuna karşın, algılanabilir bir şey oluşu dolayısıyla, varolduğu öne sürülebilecek bir şeydir. Öte yandan cebimde bulunduğunu öne süreceğim ceviz büyüklüğündeki bir elmasın, orada algılanmıyor oluşu yanısıra algınabilir de olmayışı dolayısıyla var olmadığını söylemek gerekecektir. Nesnelere varlık yükleyiş koşullan açısından görüngücülüğün hem sağduyu hem de deneycilik çerçevesinde idealizme göre daha olumlu niteliklere sahip olduğunu gördük.
Görüngücülüğün idealizme göre başka bir üstünlüğü daha var. Eğer varlık için ölçüt algı olanaklılığıyla saptanıyorsa, bu açıdan, artık Berkeley’in yaptığı gibi, algıdan bağım sız olarak tanımlanan bir dış dünyanın, bir nesnel fiziksel evrenin, varlığını yadsımaya gerek yok demektir. Kuşkusuz, deneycilik açısından böyle bir dış dünyanın var olduğunu öne sürmeye olanak yoktur. Algının ötesine geçip algıdan bağımsız bir dünyayı bir bilgi olarak kavrayamayız. Ne var ki, yine aynı açıdan algının ötesindeki bir fiziksel varlığın söz konusu olamayacağını söylemeye de olanak yoktur. Dış dünyanın var olmadığı da, tıpkı varolduğu savı gibi, doğruluğu deneysel olarak saptanamayacak bir şeydir. İşte bu düşünce doğrultusunda, her ikisi de görüngücülüğün ataları arasında sayılan Hume ve (onu usçu bir yorumla izleyen) Kant dış gerçekliğin bilinemez olduğunu öne sürmüşlerdir. Gerçekte böyle bir dünya varsa da, yoksa da, biz bunu bilemeyiz. Böyle bir görüş artık gerçekçilikle çelişen bir görüş de değildir. Çünkü bir dış fiziksel gerçekliğin var olduğunu öne sürmek, böyle bir şeyin varsa bilinemez olduğunu öne sürmekle çelişen bir düşünceyi savunmak değildir, örneğin Ayer, algısal gerçekçiliğin görüngücülükle birleştirilebileceğine değinmiştir. Gerçekçilikle uzlaşım sağlamasına karşın görgüngücülüğün bu bağlamda önemli bir sıkıntısı var: Algı, bilgi ve bilim dizgesi sanki bir fiziksel dünyaya ilişkinmiş gibi dile gelirler. Oysa görüngücülük, böyle bir fiziksel dünya gerçekte var olsa bile, algı, bil gi ve bilimin oraya ilişkin bir algı, bilgi, ya da bilim olduğunu söyleyemeyecektir. Hatta bunu yadsımak gereğindedir. Bilgimizin, bilinemezliği öne sürülen bir şeyin bilgisi olduğu savunulamaz. Buna göre de görüngücülükle tutarlı kalarak bilgimizin gerçekte varolan bir fiziksel dünyanın bilgisi olduğunu öne süremeyiz.
Bilgimizin sınırlan içindeki nesneler nelerdir? Algı ve bilgimiz çerçevesi içindeki nesnelerin birer dış fiziksel nesne olmaları söz konusu olamaz. Görüngücülük için fiziksel dünyanın bilgi sınırlarımız dışında kaldığını az önce belirttik. Görüngücülük bu soruyu yanıtlarken deneyciliği ilk bakışta idealizm çizgisine oldukça yaklaştırıyor. Bilgimizdeki nesneler, yine Ayer’ın dile getirişiyle “duyu verilerinden oluşan mantıksal yapılardır”. Oysa, bu öğretiyi de gerçekçilikle tutarlı bir biçimde okumak olanağı vardır. Yapılması gereken şey, tüm görüngücü savlan bilgiye ilişkin olarak yorumlayıp bilgibilimin kapsamı içinde tutmaktır. Varlığa ilişkin konulardaysa gerçekçi bir çizgiyi bir bilgi iddiası taşımadan korumak olanaklıdır. Duyu deneyinden kurduğumuz mantıksal yapıların dışımızdaki gerçekliği yansıttığını varsayan bir ontoloji önünde bir mantıksal engel yoktur. Bu açıdan bir bilgibilim kuramı olarak deneycilik tam bir sadakatle izlenmiş, ayrıca da idealizme sapmaktan kurtulunmuş olacaktır.
Görüngücülükte Dilsel Yorum ve Kimi Zayıflıklar
Yüzyılımızın ilk üç çeyreği, öncü felsefe ortamlarında dilin ve konulara dil açısından bakış yönteminin öne çıktığı, felsefe etkinliğinin odağını işgal ettiği bir dönemdir. Bu yaklaşımın etkisi ve yetkesi altında konulara doğrudan bakmak ve onları doğrudan ele almak yerine, çoğunlukla bu konulan dile getiren dilsel yapılar çözümlenmiş, felsefe sorunların ve tartışmalarının dilsel ifadedeki yansıması incelenmiştir. Görüngücülük ve ona ilişkin çalışmalar da bu doğrultuda “dil açısından” bir “yeniden döküm” geçirmiştir. Görüngücülüğe göre nesnelere ilişkin olarak bir şeyler söylediğimizde temelde algı verilerimiz hakkında konuşmaktayız. Bu, bilgi açısından nesneleri algı verilerinden oluşan yapılar biçiminde yorumlamanın doğal ve kaçınılmaz bir mantıksal sonucu. Durum böyleyse, dilimizin nesnelere ilişkin bölümünün duyu verilerine ilişkin çok daha uzun dile getirişleri ekonomikleştiren bir kısaltmalar dizgesi olduğu söylenebilecektir. Nesne dili, kısaltılmış bir duyu verileri dili olmalıdır. Öyleyse, içinde nesneleri dile getiren sözcükler bulunduran her bir önermenin, anlamlı olabilmek için, olanaklı algı ya da duyu verileri ifadelerine çevrilebilir olması gerekir. Böyle bir çevirinin yapılamıyor olması, nesne dilindeki ifadenin deney ötesinde kalan yükler taşımasından kaynaklanmış olacak, buysa onu deneycilik açısından anlamsız kılacaktır. Çünkü bu açıdan olanaklı duyu deneyleri ötesindeki bir varlık (en azından bilgi bağlamında) anlamsız bir şeydir. Nesne dilindeki ifade duyu verileri dilindeki ifadelere çevrilemiyorsa, ifadeye konu olan nesneyi oluşturduğu söylenebilecek olanaklı algıların bulunmadığını, dolayısıyla da böyle bir nesnenin var olmadığını söylemek gerekecektir.
Görüngücülüğün gerekli kıldığı çeviriler, uygun algısal koşullar yerine geldiğinde kimi belirli duyu deneylerinden oluşan mantıksal yapıların anlıkta yer alacağını dile getiren koşullu önermeler biçimini alırlar. Buna göre örneğin “Bu kutunun içinde bir pırlanta yüzük var” gibi bir önerme, “Bu kutuyu açtığımda, tümünü bir arada ‘pırlanta yüzük’ sözcüğüyle adlandırdığım türden tutarlı bir duyu deneyi çeşitliliği edineceğim” anlamını taşımaktadır. Ancak bu çeviri de istenen şeyi tam olarak verebilmekten henüz uzaktır. Çünkü bu çeviri de henüz nesne diline özgü kısaltmalardan arındırılabilmiş değildir. Tatminkar bir görüngücü çevirinin nesneleri hiç gündeme getirmeyip bütünüyle duyu verisi sözcüklerinden oluşması gerekir. Yukarıdaki çeviride hâlâ bir kutudan söz edilmekte ve duyu verileri çeşitliliği “pırlanta yüzük” sözcüğü aracılığıyla özetlenmektedir. İstenen biçimdeki bir çeviriyi elde edebilmek için yapılması gereken şey, böylesi nesneleri oluşturan duyu verilerinin tam bir listesinin çıkarılmasıdır. Bu beklentinin içerdiği oldukça garip bir sonuç var: Görüngücülüğe göre yapıca son derece yalın olan nesne önermelerinin anlamları bile uygulama açısından tamamlanması olanaksız bir duyu verisi dile getirişler listesinden oluşuyor olmak! İşin daha ilginç olanı yanı da şu: Bütün bu dile getirişlerin anlamını bir arada kavrayamaz ve hatta bilemezken, bunların çevirisi olduğunu öne sürdüğümüz kısa nesne önermelerini eksiksiz anlayabildiğimiz kanısındayız. Eğer aradaki ilişki gerçekten bir çeviri ilişkisi olsaydı, öncekini kavrayamamak sonrakini de kavrayamamayı gerektirmeliydi. En az bu ölçüde garip olan başka bir şey daha var: Görüngücülük, aktüel olan bir olguyu dile getirdiği halde, konusu aktüel olarak algılanmayan en yalın bir önermenin bile, aslında kimi koşulların yerine gelmesiyle aktüelleşecek bir olanaktan başka bir şeyi dile getirmediğini öne sürmek zorunda kalıyor. Çünkü bu kuram, algıları aktüel olmayan nesnelerin varlığını, ancak onları olanaklar biçiminde kavramakla koruyabilmektedir. Algı olanaklarıysa aktüel olan, yani şu an dolaymışız olarak gerçek olan şeyler değildirler.
Görüngücülük için genel anlamda bir sıkıntı kaynağı oluşturan iki soru vardır: Bunlar dan biri duyu verilerinin kaynağının ne olduğunu, bunların nereden geldiğini sorar. Öbürüyse, duyu verilerinin hem aynı kişinin anlığında hem de farklı kişilerin algılarında nasıl olup da eksiksiz bir tutarlılığı koruyabildiğine ilişkindir. Berkeley bu soruları Tanrı kavramıyla yanıtlayabiliyordu. Tanrı, algıya neden oluşu yanısıra söz konusu tutarlılığı da yara tır. Algının tutarlılığı Tanrı’nın büyüklüğünün bir kanıtıdır. Öte yandan bu iki sorunun Locke gibi gerçekçiler için oldukça kolay bir yanıtı bulunduğunu gördük. Onlara göre algının nedeni dış gerçekliktir ve algının düzenliliği gerçekliğin düzenliliğini yansıtmaktadır. Deneyci görüngücülük için bu her iki yol da kapalıdır. Buna karşılık, örneğin Kant’taki usçu görüngücülük yalnızca algıya kaynak olan, fakat kendiliğinde bilinemeyen bir dış gerçekliği onaylamakla ilk soruyu gerçekçi bir biçimde açıklamış olur. İkinci soruyuysa, usun ya da anlığın duyumlara zorunlu olarak uyguladığı, ancak dıştan değil kendi doğasından kaynaklanan kimi kalıplar, sentetik fakat a priori olan kavrayış biçimleriyle açıklar. Bu sonuncu, doğal olarak, deneyciliğin izleyebileceği bir yol değildir.
Deneysel görüngücülüğün onu sıkıntıya sokan bu sorulara karşı tutumu onları yadsımak biçimini almıştır. Görüngücülük bu soruların sorulamayacak şeyler olduklarını, bun dan dolayı da geçersiz ve anlamsız olduklarını öne sürer. Gerçekten de, deneysel bilgi açısından böylesi soruların ne bir yanıtı ne de bir anlamı olacaktır. Deney için kendinin ötesine aşmak gibi bir şey olanaksız olduğuna göre, onun kaynağı da bilinemeyecektir. Öte yandan, kendi tutarlılığının nedenini bilmek de, deneysel olarak saptanabilecek bir şey değildir. Deneysel bilgi açısından yanıtı olmayan bir sorunun, yine aynı açıdan sorulabilir bir soru olmadığı da onaylanabilir. Deneyci görüngücülük karşısında bütün bu noktalan onaylasak bile, böylece felsefenin ilgi ve eleştirel sorgu alanının deneysel bilgiyle sınırlanıp çerçevelendiğini de onaylamak zorunda kalmış olmayız. Niye böyle olsun ki? Deney sel bilgi üzerine sorulan soruların ve hatta felsefe sorularının hemen hiçbirinin bilimdeki gibi deneysel bir yanıtı, ya da deneysel bir içeriği yoktur. Felsefe deneysel doğruluklarla çelişemez ve çelişmemelidir de. Ne var ki felsefe bu doğruluklarla sınırlı değildir. Deney sel içeriği anlamlılığa koşul kılan bir yaklaşımı eleştirirken sorulacak şeylerin tümünün yine bu yaklaşımın “içinden” sorularla sınırlanması gibi bir kural da olamaz. Görgücülüğü sıkıntıya sokan sorular, gerçekten de ilginç olan temel nitelikli felsefe soruları arasındadır. Bunlar anlamlılığın yitirildiği konular değil, tersine görüngücü kuramın açıklama yeteneğini tükettiği konulardır.
Görüngücülüğe ilişkin olarak son bir saptama daha yapacağız: Buraya değin ele aldığımız güçlüklerin hepsinden daha derin olan bir kuramsal güçlüğü, bu yaklaşımın tekbenciliği bütünüyle olanaklı kılışıdır. Dış varlığın bilinemez olduğunu öne sürmek, daha önce de belirtildiği gibi, böyle bir varlığı yadsımak anlamına gelmez. Bilinemezlik, dış dünyanın varlığıyla tutarlıdır. Bu, görüngücü ve gerçekçi tutumların tutarlılığını oluşturuyordu.
Ne var ki, dış varlığın bilinemez olduğunu öne sürmek, böyle bir dünyanın var olmamasıyla da tutarlıdır. Dolayısıyla görgücülük, anlığım dışında Tanrı dahil hiçbir varlığın bulunmaması olanağını oldukça canlı tutan bir felsefe kuramı. İşte bu nedenledir ki, benden başka anlıkların varlığı konusu onun için hem odaksaldır, hem de çözümsüzdür. Bilgi gibi varlığı da deneyle sınırlamaya çalışan bir yaklaşımın akıbetinin başka türlü olamayacağı, deneyin öznel olan doğasından bellidir. Görüngücülük için çıkış yolu, kendini bilgi kuramı içinde sınırlayıp, varlığa ilişkin olarak gerçekçiliğe bağlanmaktır.
Not: Bu içerik ilk kez Felsefe Tartışmaları Dergisi (8. Kitap): 40-46’da yayınlanmış olup alınan izinler doğrultusunda Taner Beyter tarafından sitemize uyarlanmıştır.