Önce bir iki küçük noktaya değinmek istiyorum. Alanların seyreklik ve yoğunluğundan söz ederken, Sayın Kuntman’ın kendisi için bir sorun yaratıyor olabileceği kanısındayım. Çünkü bir alanın seyrekliğinin, seyrek olan bir şeyler varsayışından yola çıkılarak, bunun nelerin seyrekliği olduğu sorulursa, birbirlerine daha yakın olabilecekken daha uzak olan kimi “parçalardan” söz etmek gerekebilir. Kanımca, bu konudaki düşüncesini ontik olarak daha “yansız” terimlerle dile getirmesi iyi olurdu. Çünkü bu koşullarda dipnot 1’de değindiği gibi bir sonsuz gerilemeye, ya da yalın bir döngüselliğe düşmeyeceğini henüz garanti edebilmiş olmuyor, Sayın Kuntman. İkinci nokta yine yoğunluğa bağlanıyor. Sayın Kuntman’ın “girilmezlik”ten “sıkıştırılmazlık”, “karşılıklı itişme” gibi bir şey anlayanların düşüncelerini herkes için geçerli sayarmış gibi duran, felsefede bu kavramın genel olarak bu anlama geldiğini onaylarmış izlenimini veren tutumuna ilişkin. Böyle bir kavrayışı varsayarak yapılan bir eleştiri, girilmezliği böyle kavramayanlara karşı “döngüsel” olur. Öte yandan, girilmezlik “sıkıştırılmazlık” olarak değil de farklı nesnelerin aynı yerde bulunamaması olarak düşünülür ve bu durum birbirlerine karşıt niteliklerin aynı yer ve zamanı paylaşamayacağı ilkesiyle temellendirilirse, girilmezlik çelişkisizlik ilkesine dayandırılmış olacak, bu anlamdaki girilmezliği yadsımanın bir mantıksal olanaksızlık olduğu ortaya çıkacaktır. Aslında sonuca bakılınca Sayın Kuntman’ın, kendi ontolojisi içinde bu ilkeyi yadsımış olmadığı anlaşılıyor. Çünkü görüleceği gibi, onun ‘nesneleri girilir şeyler olsalar da, bunların çekirdekleri girilmezliği koruyor.
Sayın Kuntman’ın ontolojisini temellendirmede kullandığı başlıca gerekçe, nesne ve alanın birlikteliğinin doğası üzerinde kuruluyor. Alışılagelmiş yaklaşımların bu ilişkiyi, uzaktan etkileşim gibi kimi sorunları çözmek için ileri sürülmüş bir ilineksel eklemlenmişlik olarak kavradıklarını vurguluyor. Oysa diyor, bu ilişki zorunlu bir bağdır: belirli bir nesne belirli bir alana zorunlu olarak bağlıdır. Bir anlamda bunun tersinin zaten savunulmadığı, hatta savunulamayacağı kanısındayım. Ben, fizik kuramına göre alanı olmayan bir nesnenin nasıl olup da olanaklı sayılabileceğini görmekte biraz güçlük çekiyorum. Atan için nesne zorunlu olmasa da, nesne için atan zorunluymuş gibi duruyor. Tabii bu zorunluğu mantıksal zorunluluk ile karıştırmamak gerekir. Fiziksel ve mantıksal zorunluluklar bir kez ayırt edildiğinde Sayın Kuntman’ın uzun uzadıya geliştirmeye çalıştığı kimi temellendirmelere gerek kalmayacaktır. Zaten bu temellendirme çabalarının teknik açıdan tatminkar oldukları da epey kuşku götüren bir şey. Belirli bir nesneyi kendi alanından ayırabildiğimizi varsaydığımızda, böyle bir nesnenin kendisiyle aynı kalacağının bizce kesinlikle öne sürülemeyeceği savını bir an için onaylayalım. Nesnenin özdeşliğini yitirmesi, onun nesnelliğini yitirmesi olmadığına göre bundan alanın nesne için zorunlu olduğunu nasıl çıkarsarız? Göründüğü gibi, burada aranmaya çalışılan bir mantıksal zorunluluksa., bölüm (v)’te yapılan tüm düşünce deneylerinin bu zorunlucu kanıtlamak bir yana, onu daha ilk baştan yadsıdıkları söylenmek gerekir. Çünkü nesneyi alandan ayırmak düşüncesi çelişik değilse, artık o mantıksal zorunluluğu kanıtlamaya çalışmak da boşunadır. Yok eğer aranan şey mantıksal zorunluk değil de bir fiziksel zorunluksa bölüm (v)’te yapılanlar zaten gereksizdir. Çünkü bunların pek çoğu fiziksel zorunlusu yakalamanın çok ötesine asan girişimlerdir.
Alanın nesne için fiziksel anlamda zorunlu olduğunu onaylayabiliriz. Bu içermenin tersini onaylamaksa biraz daha güç duruyor. Radyoteleskoplarla şimdi alanını saptadığımız (gözlemlediğimiz) kimi yıldızların yine şimdi artık birer kara delik oldukları söylenebilir. Çünkü şimdi gözlemlediğimiz alanlar yüzbinlerce yıl öncesinin yıldızlarının alanlarıdır ve bu yıldızların bir bölümü artık kara deliğe dönüşmüştür. Oysa, bir kara delik, yayan değil emen bir şeydir. Çekim gücü yayma izin vermeyecek ölçüdedir. Dolasıyla şimdi bizim uzay bölgemizde bulunan kimi alanların kaynakları artık yoktur. O kaynakların yerinde artık kaynak olmayan şeyler vardır.
Asıl önemli olan nokta (iki yönlü olmuş olsaydı bile), söz konusu zorunlusun, özdek ve alanın tek bir şey oldukları yönünde bir kanıt oluşturamayacağıdır. Zaten sonuç olarak Sayın Kuntman’ın yaptığı da, “… somut varlığı, nesne ve alan olarak ikiye bölünmek yerine, yalnızca özdek ile alanın toplamından oluşan bütünü somut tikel varlık sayıp buna “nesne’’ demek daha uygun görünüyor” demenin ötesine aşmıyor. Ancak durum buysa, akla, bunca kanıt çabasına ne gerek vardı ve öne sürülmüş olan şeyin bir yeniden tanım (stipulation) önerisi olmak dışında ne değeri var, gibi bir soru geliyor. Bir yeniden tanım üzerinden yapılan tartışmalar sözel (verbal), kanıtlar da döngüsel olmaz mı? Geride bunu gelişigüzellikten alıkoyan ne kalıyor? Bölüm (vii)’ye başlarken sayın Kuntman “Alanların Özdeğe (nesneye) ilineksel olarak eklemlenmiş varlıklar olmayıp nesnelerin özdekle aynı statüdeki uzaysal bölümleri olduklarını onaylarsak, nesnelerin mutlak girilmez olamayacakları hemen görülecektir” diyor. Dikkatle bakalım: burada girilmezliği ortadan kaldırdığı söylenen şey alanların nesne için zorunlu olmaları mı, yoksa belirli bir cismi ve onu çevreleyen alanı birlikte nesne diye tanımlayıp bunları “nesnenin uzaysal bölümleri olarak varsaymak mı? Sayın Kuntman’ın “nesne dediği şeyin ‘girilir’ olması, bizim sağduyu ve bilim dilinde “nesne” dediğimiz sevin ‘girilmez’ oluşuyla bütünüyle tutarlı. Nesneler, bir bölümlerinin tanım gereği alan olması dolayısıyla girilir oluyorlar. Sayın Kuntman, nesnelerin, alışılagelmiş anlamdaki nesnelere karşılık olan bölümlerine “çekirdek” diyor ve bunların girilmez olduklarını o da onaylıyor. Demek ki, diye çıkarsıyoruz, bu yeni ontoloji bütünüyle yeniden tanımla doğan bir ontoloji.
Peki böyle bir yeniden tanımı ve o paketle gelen varlıkbilimi Sayın Kuntman dışındakilerin onaylaması ve benimsemesi için bir gerekçe var mı? Sayın Kuntman iki tür yarara değiniyor. Bunlardan biri, önerisinin varlıksal ulamları ikiden bire indirmekle sağlayacağını düşündüğü kuramsal ekonomi. Ancak sormamız gerek: yapılan önen “nesnenin çekirdeği ile alansal bölümü arasında bir ayrım bırakmıyor mu? Sayın Kuntman’a göre bu ikisi aynı şey mi? Bu sorunun yanıtı ne ölçüde olumsuzsa, ulamların azaltıldığı önermesi de o ölçüde yanlıştır. Çünkü eskiden “fiziksel varlık” teriminin kapsamı altında iki ulam oluşturanlar, şimdi de nesne denilen şeyin kapsamı altında iki ulam oluşturuyor olacaklar. Vaat edilen ikinci yarar, bu ontolojinin Sağduyu Gerçekçiliği ile Bilimsel Gerçekçilik arasındaki, benim de “Bilgi ve Nesne”de değindiğim, tutarsızlığı ortadan kaldırabileceği. Soruyu başka deyimlerle dile getirecek olursak Sayın Kuntman’ın önerisinin “Eddington Sendromu”na iyi geldiğini öne sürebilmek için nedenimiz var mı? Orta boy nesnelerin içlerinde boşluk yok. Oysa küçükler fiziği bize bunların içlerinin dolu olmaktan daha çok boş olduğunu söylüyor. Önerilen ontoloji uyarınca parçacıkları nesnelerin çekirdekleri olarak görürsek, orta boy nesnelerin küçükler ölçeğinde de dolu oldukları söylenebilecek Ancak bu doluluk bütünüyle “sözel” olacağından kof bir doluluk olmayacak mı? Doluluk yerine girilmezlikten söz elliğimiz anda bunun hiç de sıkı bir doluluk olmadığı ortaya çıkmış olmayacak mı?
Son olarak, bu önerinin “maliyetine” değinmek isliyorum. Evet, bu görüş uzak tan etkileşimi iyice “yakınlaştırmaktadır”. Fakat o denli yakınlaştırmaktadır ki, sanki artık mekanik ilişkileri, yani çarpışma, itişme gibi şeyleri de pek açıklayamayacakmış gibi durmaktadır. Çekirdeğe yaklaştıkça güçlenen “itici kuvvet”, ya da girilmezlik modeli, birbirleriyle burun buruna çarpışan iki arabanın çıkardıkları gürültüden, ezilip parçalanmalarına kadar, gözlemlediğimiz bütün sonuçları biraz da yanıtsız bırakmıyor mu? İtici kuvvet denen şey, çekirdek denilen şeyin biçim diye anladığımız dış sınırı dışında neden etkili olmadı? Neden bu arabalar birbirlerine yaklaşırken karşılıklı itişen iki eş mıknatıs kutbu gibi yumuşak bir biçimde yavaşlayıp, sonra birbirlerine dokununca biraz da iç içe girip daha sonra tekrar ayrılmadılar? Bundan daha da ilginç (fakat pahalı) bir sonuç, Sayın Kuntman’m ontolojisine göre “Nesnelerin bir bölümü olan alanlar(ın) bütün uzaya yayılmış…” oluşları yüzünden doğuyor. Evet, böylece nesneler için arlık bir dış sınır pek bir anlam taşımıyor, ama bu varlıkbilime göre her nesnenin evrenin her yerini doldurduğunu söylemek de gerekiyor. Buysa, galaksiler arasında bulunduğunu söylediğimiz o büyük boşlukları bile ortadan kaldıran bir şey. Çünkü her nesnenin bir alansal bölümü varsa ve alanların yayılımları da sonsuzsa, her nesne her yerde olmalıdır. Buna göre, tüm evren nesnelerin tümünün örtüştüğü bir doluluk olacaktır. Galaksiler arasında boş olduğunu düşündüğümüz yerleri, evrendeki başka her şey gibi, siz ve ben de üst üste dolduruyoruz. Sayın Kuntman ontolojisini Permanides’inkinden nasıl ayırt edecek? Ayrıca, parçacıklardan oluştukları söylenen nesnelerin bu görüşe göre parçacıkların örtüşmesinden değil de toplamından oluştuğu nasıl söylenebilecek? Atomcu bilim paradigması ne ölçüde korunabilecek? Bir nesne ve onu oluşturdukları söylenen parçalardan biri, o nesneyle aynı büyüklükte sayılmak zorunda kalınmayacak mı? Böyle bir saçmalığı öne sürmek durumunda kalmamak için bütün ve parçasını büyüklükçe ayırt edebilmek gerekmeyecek mi? Eğer tam olarak örtüşen tüm “nesnelerin bireyleşip birbirinden ayırt edilmeleri yine de olanaklı kılınacaksa, bunu onların çekirdekleri dolayımıyla yapmak alışılagelmiş ontolojilere geri dönmüş olmayı içermeyecek mi?
Fiziğin kuramsal temelleri üzerine düşünen kimi bilim adamlarının bir aşamada gizemciliğe kayıverişlerini anlayışla karşılamak gerek. Sayın Kuntman burada böyle bir şey yapmıyor. Ancak, bütünüyle fiziksel/ontik gerekçelerle olsa da, ulaştığı sonuç olan her şeyin her yeri doldurduğu düşüncesi onu uçurumun tam kenarına taşımış bulunuyor. Eğer kendini o tarafın soyut zevkler veren ortamına atıvermeyip de bu yanda kala bilmeyi başarıyorsa, bunu uyanık, somut ve analitik olan düşünce yapısına borçlu.
Not: Bu içerik ilk kez Felsefe Tartışmaları Dergisi 1988, 4 (27-29)’da yayınlanmış olup alınan izinler doğrultusunda Taner Beyter tarafından sitemize uyarlanmıştır.