Diyelim ki, sırtınızda bir ağrı olduğuna veya önünüzde bir bilgisayar ekranı bulunduğuna inandığınızı söylediniz. Söz konusu bu inançların gerekçeleri nelerdir? Sırtınızdaki ağrıya yönelik gerekçe iç gözlem yoluyla edinilir: Kendi içinize yönelirsiniz ve ağrıya sahip olduğunuzu fark edersiniz. Karşınızda duran bilgisayara yönelik gerekçe algıdır: Görsel duyumlarınızla gerekçelendirmeyi edinirsiniz. Tanıklık gibi başka türden gerekçelendirmeler de mevcuttur. Dünya’nın yaklaşık 4,5 milyar yaşında olduğuna ve Güneş’in etrafından döndüğüne, bilim bize böyle söylediği için inanırız. Bu bilimsel tanıklık bize nihayetinde, ancak algılara yani ampirik verilere dayanan şeylere inanmamız gerektiğine yönelik gerekçeler sunar. Hafıza ise dördüncü bir gerekçelendirme kaynağıdır fakat o da tanıklığın bir türü gibi görünmektedir. Gençken, bir şeyi gördüğümü veya birinin bana bir şey söylediğini ve Pisagor teorimini kanıtladığını hatırlıyorum. Fakat hafızam şimdiye dairdir; yani hafızam bana şimdi bir gerekçe sunmaktadır; bunun anlamı olay esnasında hatırladığım başka bir gerekçe kaynağı olması gerektiğidir.
Gerekçelendirilmiş inançlarımızın tümünün temelini oluşturan başka türden bir gerekçelendirme daha mevcut. Bunun adı a priori gerekçelendirme. 2 + 2 = 4 olduğuna inanmanızın gerekçesi nedir? Gerekçelendirmeyi ediniyorsunuz çünkü bu ifadenin içerisinde bulunan kavramları anlıyorsunuz. Bu basit toplama işlemindeki terimler anlıyor ve böylece de iki ile ikinin dört ettiğini biliyorsunuz. Felsefeciler bu türden gerekçelendirmelere a priori gerekçelendirme adını verir ve onu deneyimden/duyu verisinden bağımsız bir gerekçelendirme olarak tanımlarlar.
Fakat böylesi bir gerekçelendirme nasıl var olabilir? Tüm gerekçelendirmeler deneyime dayalı değil midir? Kimse doğuştan bilgi sahibi değildir. Felsefecilerin kastettiği şey, a priori gerekçelendirmenin, inanılan önermedeki kavramları anlayabilmek için gerekli olan şeylerin ötesinde, tüm deneyimlerden bağımsız bir gerekçelendirme olduğu yönündedir. Elbette ki ‘iki’, ‘artı’, ‘eşittir’ ve ‘dört’ kavramlarını kavrayabilmek için deneyime ihtiyacımız var ama bu deneyimi edindiğimizde 2 + 2 = 4 olduğu inancımızı gerekçelendirmek için başka bir deneyime ihtiyacımız kalmıyor. Veya ‘kırmızı bir renktir’ ifadesini ele alalım. Deneyime duyulan aynı ihtiyaç ‘kırmızı’ ve ‘renk’ kavramlarını kavramak için de gerekiyor ama bu kavramları bir kez kavradıktan sonra kırmızının gerçekten de bir renk olduğuna yönelik inancımızı gerekçelendirmek için başka bir deneyime gerek kalmıyor.
Felsefeciler ‘sezgi’ terimine gündelik kullanımından biraz farklı bir şekilde başvuruyor. Söz konusu fark, genel anlamda konuşursak, felsefi sezgilerin yalnızca bir önermeyi anlamaya dayalı olması ama felsefi-olmayan sezgilerin böyle olmayışıdır. Eğer bir önerme ampirik kanıt, tanıklık, hafıza veya akıl yürütme temelinde değil de yalnızca ona yönelik kavrayışınız temelinde size doğru gibi görünüyorsa, bunun anlamı felsefi anlamda onun doğru olduğuna dair bir sezgiye sahip olduğunuzdur. ‘Kırmızı bir renktir’ ifadesi size yalnızca o önermeye ilişkin kavrayışınızdan dolayı doğru geliyor.
Bu “doğru gibi görünme/gelme” felsefi bir sezgidir ve kırmızının renk olduğuna yönelik inancınızın gerekçesi de bu sezgidir. Hepsi olmasa da çoğu felsefeci a priori gerekçelendirmenin felsefi sezgilere dayandığını düşünür.
Daniel Kahneman, Thinking, Fast and Slow (2011) isimli kitabında yanılgıları, yani sistematik sezgi hatalarını ele alıyor.
Fakat ‘sezgi’ derken kişinin bir şey hakkında, kimi zaman ‘içgüdüsel bir his’e dayanarak hızlı ve otomatik muhakeme gibi bir şeyle hareket etmesini kastediyor. Bu, felsefecilerin ‘sezgi’ derken kastettiği şey değildir; felsefeciler sezgi derken çıkarımsal olmayan ama bir konuya dair derinlemesine düşünme yoluyla elde edilebilen ve nesnesi olan önermeyi kavrama temeline dayalı şeyi kast eder. Doğal olarak da Kahneman’ın “sezgi eleştirisi”, sezgilere yönelik yapılan diğer birçok başka eleştiride olduğu gibi, felsefecilerin ‘sezgi’ derken kastettiği şeyle ilgili değildir.
A priori gerekçelendirmenin ‘kırmızı bir renktir’ veya ‘tüm bekarlar evli olmayan kişilerdir’ veya matematik gibi çok da mühim olmayan geleneksel önermelerle sınırlı olduğunu düşünebilirsiniz fakat bu bir hata olur. Herkesin yarın Güneş’in doğacağına yani Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmeye devam edeceğine inandığını düşünüyorum. Fakat bu inanç genellikle pek de açıklığa kavuşturulmamış olan başka bir temel varsayımı içinde barındırıyor.
Tümevarım ilkesinin bir yorumu şöyledir: Eğer gözlemlenen tüm A’lar B ise, bütün A’ların B olduğuna ve dada sonra gözlemleyeceğimiz tüm A’ların da B olacağına inanmak akla yatkındır. İnsanlar yıllar boyunca Güneş’in battığını ve sonra da doğduğunu gözlemişlerdir. Dolayısıyla tümevarım ilkesi, Güneş’in yarın da doğacağına inanmamızın akla yatkın olduğu sonucuna varmamızı sağlamaktadır. Peki ama tümevarım ilkesine yönelik inancımızın gerekçesi nedir?
Gerekçelendirme kavramını anladığımız için bu ilkenin doğru olduğuna yönelik felsefi bir sezgimiz var ve gerekçemizin kaynağı bu sezgidir. Dolayısıyla tümevarım ilkesi a priori olarak gerekçelendirilmektedir. Şayet bu ilkeyi benimserken onu gerekçelendirmiş olmasaydık, bu ilkeye bağlı inançlarımızın da gerekçesi olmazdı.
Bilimle ilgili bir başka örnek verelim. Evrenin yaklaşık 14 milyar yıl önce Büyük Patlama’yla başladığına dair gerekçelendirilmiş bir inancımız var. Bu inancımızı nasıl gerekçelendiriyoruz? Tabi ki daha basit bir varsayım sayesinde, yani; eğer bir önerme gözlemlediğiniz şeye yönelik en iyi açıklama ise o önermeyi doğru kabul etmek için elinizde gerekçe olduğu (yani o önermeyi kabul etmekte haklı olduğumuz) varsayımı sayesinde.
Bu varsayıma, en doğru açıklamaya yol açan çıkarım ilkesi (IBE – Inference to the Best Explanation) diyelim (Ç.N.: Bu konuyu da kısmen ele alan muhteşem bir mantık doktora tezi bırakıyorum buraya). Peki IBE’yi kabul etmemizin ve inanmamızın gerekçesi nedir? Tümevarım ilkesini kabul etmemize neden olan gerekçemiz ile aynı şey. Gerekçelendirme kavramını anladığımız için IBE’nin doğru olduğuna ve bu doğru olma sezgisinin bize bir gerekçe sağladığına dair felsefi bir sezgimiz mevcut. Tümevarımda da olduğu gibi şayet IBE’ye olan inancımız gerekçelendirilmemiş olsaydı ona dayalı olan inançlarımızın da gerekçesi olmazdı.
Gerekçelendirilmiş olan gündelik ve bilimsel inançlarımız tümü ya tümevarım ya da IBE ilkesine dayandığı için gerekçelendirilirler. Kumsalda gördüğümüz ayak izlerinden dolayı birinin burada yakın zaman önce yürümüş olduğuna dair gerekçelendirdiğimiz bir inanca sahip olmamızı sağlayan şey ya tümevarım ilkesi ya da IBE ilkesidir. Bir sanığın işlediği bir suçtan ötürü suçlu olduğuna dair gerekçelendirilmiş bir inanca sahibiz oluruz; çünkü mahkemede sunulmuş olan tüm kanıtları en iyi şekilde açıklayan şey sanığın suçlu olduğu hipotezidir.
A priori gerekçelendirme aynı zamanda temel ahlaki inançlarımıza da kaynaklık eder. Keyif için çocuklara işkence etmenin ahlaken yanlış olduğuna dair gerekçelendirilmiş bir inancımız mevcuttur çünkü bu eylemin, ‘yanlış’lık konseptimize dayalı olarak yanlış olduğunu söyleyebilmemizi sağlayan bir a priori sezgimiz var. Kimi insanlar faydacıdır ve en iyi sonuçları doğuran eylemleri seçmemiz gerektiğini düşünürler. Farz edelim ki hayati bir organa ihtiyaç duyan beş kişiyi yalnızca masum birini öldürüp keser ve organlarını ondan alırsak kurtarabiliyoruz. Organların uyum sağlamayacağı ve işe yaramayacağı gibi ihtimallerden endişelenmenizi engellemek için ameliyatın kusursuz olacağını varsayın. Ayrıca bu plan uygulamaya konduğunda kimsenin yakalanmayacağını da varsayalım. Tüm bunlarla birlikte söz konusu bu altı kişinin de sevdikleri, dostları, birbirine benzer işleri olan iyi insanlar olduğunu düşünelim. Çoğu insanın, bu beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi öldürüp organlarını almanın yanlış olduğuna dair felsefi bir sezgisi vardır. Yani diyebiliriz ki, temel ahlaki ilkeler ve teoriler de a priori yolla gerekçelendirilebilir ve çürütülebilir. Gündelik olaylara dair ahlaki muhakemelerimiz her zaman için temel ahlaki ilkelere dolaylı olarak başvurmayı içerdiğinden ötürü ve bu temel ahlaki ilkeler a priori olarak gerekçelendirildiğinden dolayı, tüm ahlaki inançlarımız da kısmen a priori gerekçelendirmeye dayanmaktadır.
Bazı inançlarımız gerekçelendirilmiştir, bazıları ise gerekçelendirilmemiş. Bazıları kendimizle, bazıları dünyayla ve bazıları da ne yapıp ne yapmamamız gerektiğiyle ilgilidir. Fakat nihayetinde öyle görülüyor ki, gerekçelendirilmiş tüm inançlarımız a priori gerekçelendirmeye dayalıdır.
Bruce Russell – “Philosophical intuition: just what is ‘a priori’ justification?“, (Erişim Tarihi: 16.03.2022)
Çevirmen: Taner Beyter