Sayısız din içerisinden hangisinin tek gerçek din olduğunu araştırmak ve hakikate ulaşmak isteyen biri araştırmaya başlamadan önce dine nasıl yaklaşacağını belirlemeli ve bir araştırma yöntemine sahip olmalıdır. Eğer amacımız doğru dini bulmaksa dine bakış açısı ilk etapta ateist bir bakış açısı olmalıdır. Zira sayısız din içinde neden o dinin doğru olduğunu inançsız perspektiften akıl yoluyla çıkarılabiliyorsa o din doğru olabilir. Ateist birini ikna etmekte başarısız bir eser kutsal gözükmemelidir de. Eğer Tanrı aklını kullananların, akla yatkın olarak doğru kabul etmeyebildiği bir eser yolluyorsa bu eserden daha mükemmeli düşünülebilir. Tanrı ise daha mükemmeli düşünülemeyen olduğundan bu eserin yaratıcısı olamaz. O halde dinlere ateist bir bakış açısıyla yaklaşmak doğru dini bulmanın ölçütü olmalıdır. Lakin dinlere ve kutsal kitaplara bu şekilde dışardan yaklaşan biri hemen şunu fark edecektir: dışardan yaklaşılmayı bekleyen bu dine ve kutsal kitaba benzeyen sayısız din bulunur. Aynı zamanda hakikate ulaşmak isteyen kişi objektif olmalıdır. O halde hakikate ulaşmak isteyen biri hakikat iddiasında bulunan tüm bu olağanüstü iddialara eşit uzaklıkta durmalıdır. Tüm iddialara eşit uzaklıktaysanız karşılaştırmalı bir çalışma yapmanız gerekir. Lakin tüm dinlerin ve kutsal kitapların gerçekten ne kastettiğini anlamak için yeterli zaman ve imkan bulunmamaktadır. Çünkü herhangi bir kutsal kitabın iddialarını anlamak için o kitabın yazıldığı dili bilmek, yazıldığı dönemdeki sözlükleri kullanarak anlamak ve bütünsel yaklaşabilmek için tamamını okumak gerekmektedir. Bunu tüm hakikat iddialarına gerçekleştirmek de insan hayatında olanaksızdır. Aslında bu olanaksızlığı daha iyi temellendirmek için şu önermelerin anlaşılması gerekmektedir:
a) Spesifik bir dinin doğruluk iddialarını araştırmak için o dinin ne ifade ettiğini objektif bir şekilde anlamak gerekir.
b) Çeşitli doğruluk iddialarından doğruya ulaşabilmek için ilk etapta bu iddialara eşit uzaklıkta yaklaşmak gerekir.
c) Dinler, onların doğruluğunu araştıran birinin gözünde birbirlerinden “ilk etapta” üstün gözükmemektedir.
(a) önermesinin temelinde dini iddiaların nasıl anlaşılması ve bu iddialara nasıl yaklaşılması gerektiği, kutsal kitaplara yüklenen anlamın nasıl anlaşılacağı ve dinlerin birbirleriyle ilişkisi yatmaktadır. Her ne kadar kutsal kitaplara anlamın nasıl yükleneceği konusu detaylıca işlenmesi gereken konular olsa da burada da değinilmesi gerekiyor. Zira herhangi bir metnin hakikatle uyumunu incelemek, o kadar kolay gözükmemektedir. Örneğin bir metnin doğruluğunu araştırmak için öncelikle metnin yazıldığı dilin bilinmesi gerekir. Aynı kutsal kitabın aynı yazımının her din alimi tarafından farklı çevrildiği ilk etapta göze çarpmaktadır. Aynı metinden hem köleliğin yasaklandığı hem köleliğin meşru görüldüğü çeviriler yapılmaktadır. Bir önerme bazı çevirilerde “yeryüzünü döşek gibi serdik” olarak çevrilirken bazı çevirilerde “yeryüzünü devekuşu yumurtasına benzettik” olarak çevrilebilmektedir. Herhangi bir metnin herhangi iki çevirisini okuduğunuzda, bir metnin yüklediği anlamı bilmek için dilinin bilinmesi gerektiği sonucuna çok kolay bir şekilde varılabilir. Zira bir metin, en iyi kendi dilinde anlaşılır. Aksi takdirde metnin anlamını değil, metni çevirenin anladığı anlamı anlarız. O halde dini iddiaların hakikiliği araştırılırken o dinin kendi kaynağını kendi dilinde okumak gerekir.
Bununla birlikte, bir metnin anlaşılırlığı ancak onun bütünselliği ile mümkündür. Bir metnin ne anlama geldiğini objektif anlayabilmek için o metni çarpıtmadan okumak zorunludur. Elbette bu çarpıtmayı önlemek, o metni baştan sona okuyup o metni (eğer yapılmamışsa) konularına göre kategorize edip, o kategoriler üzerinde özel araştırmaları gerektirir. Zira bir ifadeden yola çıkarak ulaşılan sonuç, aynı konuyla ilgili bir başka ifadede tamamlanıyor olabilir. Nitekim okuduğunuz bu bölümün temellendirilmesine yönelik veriler, makalenin ilerleyen kısımlarında incelenecektir. Dolayısıyla eğer bu metin eleştirilmek isteniyorsa bu paragraf kadar makalenin tamamı da okunmalıdır. Bu durum neredeyse her eser için geçerlidir.
Bunun dışında metnin ortaya çıktığı tarihi, tarihsel süreçte nasıl anlaşıldığı, bunu dinleyenlerin bu ifadelere ne anlam verdiği gibi ölçütler de metni objektif anlamanın gerekliliğindendir. Zira dil zaman içinde değişir ve kelimelere yüklenen anlam farklılaşır. Ayrıca o metnin iddialarının o metni doğru kabul edenlerin nasıl yorumladığı da anlaşılmalıdır. Zira tüm ömrünü o metni anlamaya adayan kişilerin çıkardığı anlam değersiz durmamaktadır. Elbette bunun dışında o metni farklı anlayan farklı düşünürlerin hepsinin incelenip en doğru anlama nasıl ulaşıldığı da bilinmesi zorunlu olaylardandır. Yani metni anlama yöntemlerinden alternatifler incelenmeli ve akla en yatkın olanın hangisi olduğu belirlenmelidir. Örneğin metni modernist bir yöntemle gününüzde yazılmış gibi anlama yöntemini mi yoksa tarihsel kaynaklar ışığında mı okuyacağınızı bilmelisiniz. Ya da eğer tarihsel kaynaklara bakacaksanız hangi tarihsel kaynakları öncelediğinize dair usulünüzün olması gerekir. Eğer modernist bir yorum yapacaksanız alternatif sonsuz modernist yorum içinden hangisini seçeceğinizi bilmelisiniz. Kısaca bir dini araştırmak için, o dinin kutsal kitabının, o metni ortaya çıkaran tarihsel koşulların, ritüellerinin, alt inançlarının, yöntemlerinin bilinmesi zorunludur ve tüm bunlar bütünsel yapılmak zorundadır.
(b) önermesi ise, en temelde Descartes’ın yöntemsel şüpheciliğinden temel alır. Bir şeyi nasıl bildiğinizi sorgulamak bu noktada mühim durmaktadır. Örneğin Dünya’nın şeklinin küresel olduğunu nereden biliyoruz? En basitinden ay tutulması sırasında Dünya’nın gölgesinin küresel olmasından bu bilgiyi çıkarabiliriz. Peki gölgenin, cismin şeklinde olduğunu nereden biliyoruz? Optik ve dalgalara dair teorik temelimiz ve gölgelere dair günlük yaşantı bilgimizden… Günlük yaşantı bilgisinin ya da optik teorilerinin geçerliliğini nereden biliyoruz? Muhtemelen hangi bilginin doğru olduğu sorusunu soran bilgi felsefesinde “deneycilik” adlı akımı daha akla yatkın bulduğumuzdan. Deneyciliğin doğru bilgi kaynağı olduğunu nerden biliyoruz? Ve onun neden doğru olduğunu bildiğimiz şeyin doğru olduğunu nereden biliyoruz? Aslına bakılırsa bu sorular sonsuza kadar devam ettirilebilir. O halde kendimize şu soruyu sormalıyız: Bir şeyin doğru olduğunu objektif olarak bilebilir miyiz? Descartes, bu noktada beynimizi sürekli kandırmaya çalışan bir cinin olduğu varsayımı üzerinden bir şüphecilik yöntemi geliştirmiş olsa da bu ayrıntıların konumuz için önemi yok. Zira bu kadar keskin bir şüpheciliğe bulaşmadan bazı şeylere akla yatkın deme eğilimindeyiz ve bu eğilim her ne kadar tartışılmaya açık olsa da bu yazının konusu değildir. Lakin objektiviteyi anlamak için tıpkı Descartes’ın yaptığı gibi bir yöntem olarak sürekli sorgulama yapmalıyız: Deneyciliğin mi doğru olduğunu iddia etmeliyiz akılcılığın mı? Bilimsel bilgiyi mi referans almalıyız gündelik bilgiyi mi? Zihni dualistlerin anladığı gibi fiziksel olmayan töz olarak mı tanımlamalıyız yoksa fizikalistlerin iddia ettiği gibi tıpkı diğer fiziksel fenomenlere nasıl yaklaşıyorsak öyle mi yaklaşmalıyız? Bu tür birbiriyle çelişen doğruluk iddialarından hangisini kabul edeceğinizi belirlerken nasıl bir yöntem izlenmelidir? Bir görüşü doğru kabul edip onu destekleyecek veriler arayıp o görüşü çelişkisiz duruma getirecek yorumlarda bulunarak mı yoksa tüm görüşlere eşit mesafede yaklaşıp delillere göre düşüncelerimizi şekillendirerek mi? Tıpkı bilgilerimizin temellendirilişi sürekli başka bir bilgiye dayandığı ve bu bilgilerin doğruluğunu araştırırken bilgiye şüpheyle yaklaşmamız gerektiği gibi doğru bilgiye şans eseri değil de gerçekten ulaşmak istiyorsak onlara eşit mesafede ve şüpheci yaklaşmak zorundayız. Eğer dinler, tüm dinlere eşit yaklaşmadan araştırılırsa hakikate ulaşılmışsa bile bu şans eseri bir ulaşma olacaktır. Lakin objektif araştırmacı şans faktörünü olabildiğince saf dışı bırakmalıdır. O halde objektif birey, bir dini kabul etmeden önce o dine benzer tüm dinlere eşit mesafede yaklaşarak araştırma yapmalıdır. Aksi takdirde hakikati yanlışlıkla elinden kaçırmış olacaktır. “Ya kabul ettiğiniz X dini değil de Y dini doğruysa?” sorusunu kendinize sorduktan sonra Y diniyle X dinini kıyaslamadan bu soruya cevap vermek olanaksızdır.
(c) önermesini destekleyen veriler argümanın giriş kısmında dini çeşitliliğin yapısını analiz ederken sunulmuştu. Zira dine uzaktan ve hepsine eşit mesafede yaklaşan kişi doğal olarak hepsinde birtakım benzerlikler olduğuna dikkat edecektir. Örneğin her din bulunduğu toplumun kültürüyle bezenmiş ve o kültürün izlerine göre ritüellere sahiptir: Arap yarımadasında ortaya çıkan İslam Kabe’yi tavaf etmenizi, totemist dinler ateşin etrafında ateş dansı yapmanızı, Tanrı’nın sinirini yatıştırmak isteyen insan-biçimli Tanrı modelini savunan dinler Tanrı’ya kurban vermenizi zorunlu kılar. Her din aynı zamanda mucizevi olaylara inanmanızı ister: Hristiyanlık İsa’nın dirildiğini (1), İslam Muhammed’in cennete yükseldiğini (2), Arya Dini İndra’nın Soma adlı içkiyi içip yenilmezlik kazandığını kabul etmenizi bekler (3). Her din nesnel evrenin kökenine olağanüstü açıklamalar sunar: Bazılarına göre insan topraktan oluşmuştur bazılarına göre hayvanın değişimi bizi oluşturur. Burada vurgulamaya çalıştığımız nokta bu iddialarla karşılaşan kişinin tüm hepsine objektif yaklaştığı durumda aralarında tercih yapamayacak oluşudur. Yani aslında dini modellerin biri, diğerini öncelememektedir. Tıpkı en başta verdiğimiz Pastafaryanizm, Jedi Dini, Görünmez Pembe Tek Boynuzlu At dini gibi içinde olağanüstü ögeler barındıran parodi dinler arasında tercih yapamıyor olduğumuz gibi. Dışardan bu iddialara bakan biri önce onu değil de bunu araştırmak için geçerli bir sebep bulamayacaktır.
Burada bahsedilmesi gereken asıl nokta, dinlerin birbirine ilk etapta üstün tutulamayışının bir dinin doğru olmadığını göstermediğidir. Buradaki üstün tutulamazlıkla kastımız ya her dinin doğru olduğu ya hepsinin yanlış olduğu da değildir. Dini araştırmaya başlayan birinin rasyonel bir şekilde önce hangi dini modeli incelemeyi tercih etmesini sağlayacak bir kriterin olmayışı, bir dini diğerine öncelemenin olanaksızlığıdır. Yani binlerce dinin ilk etapta birbirlerine baskın gelmeyişi, araştırmalar ve analizler sonucunda birinin üstün gelmeyeceği anlamına gelmez; dinleri incelerken herhangi bir kıstasla araştırma yapamayacağımızı gösterir. Bu sebeple aslında dini araştırma yöntemlerinde gerçeğe ulaşabilmek için tüm dinleri incelememiz gerektiği sonucunu da doğurmaktadır. Bu sonucun vahim kusuru ise böyle bir dini yaklaşımın 80 yıllık insan hayatında olanaklı görünmediğidir. Zira tüm dinlere eşit mesafedeyseniz, dinlerin iddiaları temelde benzerse/birbirine üstün tutulamazsa ve dinleri araştırmak için bütünsel ve objektif yöntemler kullanmak istiyorsanız tüm dinlere benzer yöntemlerle yaklaşmalısınız. O halde Kur’an’ı okuyup anlamak için Klasik Arapçayı, Tevrat’ı okumak için İbranice’yi, İncili okumak için Latince’yi, Yasna’yı (4) okumak için Avesta Dilini, Vedalar’ı (5) okumak için Hintçe’yi, Ganipidaka’yı (6) okumak için Sanskritçe’yi öğrenmek zorundasınız. Tüm bu dillerin öğrenilmesi durumunda tabii ki durum bitmiyor zira sadece o dili öğrenmek bir metni anlamak için yeterli değildir. Aynı zamanda o metinlerin hangi koşullar altında ortaya atıldığını araştırmalı, her sözün hangi tarihsel olaya karşılık geldiğini bilmelisiniz: bu yüzden Dünya Tarihi’nin dinlerle ilgili olan “her” olayına aşina olmanız gerekmektedir. Lakin bu da yeterli değildir, çünkü dili ve arkasındaki tarihsel yapıyı bilseniz de o dilin yazıldığı dönemde kullanılan kelimelerin hitap edilen kitlede nasıl bir duyum yarattığını da araştırmalısınız. Çünkü dil dinamik bir yapıdadır ve dili öğrenmiş olmanız dilin gelişim evrelerini ve o dönemde nasıl kullanıldığını bildiğiniz anlamına gelmez. Elbette bununla da bitmez, çünkü bir de o metnin nasıl okunması gerektiğine dair o geleneğin öğretilerine bakmalı ve anlama ulaşmak için usul öğrenmelisiniz. Kur’an gibi bir eserin okunması ve anlaşılması için tarih içinde kaç tane yöntemin geliştirildiği göz önüne alınırsa, kullandığınız yöntemin metnin anlamına doğrudan dokunduğunu göreceksiniz. Ve pek tabii kutsal kitapları okuyup yarım bırakmamalısınız! Çünkü onlar bütünsel olarak kavranmalı ve onların tüm ifadelerinin birbiriyle ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır.
Kimsenin gücü, zamanı, enerjisi ve yaşam tarzı bunu gerçekleştirmeye müsait olmadığı gibi tek bir eserin bile 80 yılda bir insan tarafından doğru anlaşılamıyor oluşu durumun olanaksızlığını gözler önüne serecektir. Bizim asıl argümanımız da tam olarak buradan yola çıkmaktadır. Dinleri araştırmanın objektif bir yöntemi bulunmamakta ve aklını kullanarak hakikati arayan birey dinleri araştırmasının objektif bir yöntemi olmadığından bunu tercih etmemesi gerektiğini görecektir. Eğer bu dinlerden sadece bir tanesi doğruysa ve hangisinin doğru olduğuna ulaşabilecek pratik bir yöntem yoksa, bir tanesinin doğru olduğu da şüpheye açık olacaktır. Çünkü hakikate ulaşmamız için din yollayan Tanrı’nın, o dine rasyonel olarak ulaşacak bir yöntemi oluşturmamışsa ya hakikate ulaşmamızı istediğini ya da dinleri yolladığını sorgulamalıyız. Eğer varsa ve daha iyisi düşünülemeyen bir varlıksa hakikate ulaşmamızı isteyecektir. O halde ya Tanrı yoktur ya da dinleri yollamamıştır. Yani dini çeşitlilik, dini araştırma yönteminin doğru dine ulaştırmayı imkansız kılması sebebiyle ateizmle daha uyumlu bir olgudur:
- Dünya tarihinde bir insanın hepsini öğrenmeye fırsat bulamayacağı kadar çok din ortaya çıkmıştır.
- Dinler, hakikati bilmeyen ama araştıran birinin gözünde birbirinden ilk etapta üstün tutulamaz modellere sahiptir.
- Birbirinden ilk etapta üstün tutulamayan iddialardan hangisinin doğru olduğu konusunda objektif olmak, karşılaştırmalı bir analiz yapmayı gerektirir.
- Dini çeşitlilik, dinler arası “objektif” karşılaştırma çalışması yapmayı pratik olarak imkansız kılmaktadır.
- O halde dinler arasından hangisinin doğru olduğunu bilecek objektif bir yöntem bulunmamaktadır.
- Eğer tek doğru din Tanrı tarafından yollanmışsa ona objektif yolla ulaşmanın pratik bir yöntemi olmalıdır.
- O halde ya din Tanrı tarafından yollanmamıştır ya da tek doğru din yoktur.
Dinler arasından tek doğru dinin hangisi olduğu konusunda yöntemin, tüm dinleri detaylı, her birini kendi dilinde ve kendi tarihsel olaylarıyla ele almak olmasına rağmen bunun pratik imkansızlığı gözler önündedir. Bu tür bir objektif karşılaştırmalı analizin olmayışına dayanan Pratik İmkansızlık Argümanı’ndan ne gibi sonuçlar çıkarılacağına yazının ilerleyen kısımlarında değineceğiz. Fakat ondan önce dinler arasında hakikate ulaşmak için ortaya atılabilecek olası alternatif araştırma yöntemlerini ve dinlerin gerçekten birbirlerine üstün tutulabileceğine yönelik eleştirileri incelemeliyiz.
- Basit Metodoloji Eleştirisi
Dini araştırma metodonun olanaksızlığı, doğal olarak Tanrı’nın detaylı karşılaştırma yönteminden daha iyi bir yönteme izin verip vermediği sorununu doğurmaktadır. Zira eğer dinleri araştırırken her dili öğrenmek, her tarihsel olayı bilmek ve her yoruma aşina olmak olanaksızsa, ki olanaksız, kutsal kitapların bu yöntem olmadan anlaşılabileceği araştırılmalıdır. Kutsal kitaplar, tarihsel kaynaklar, yorumlar, hitap edilen toplum ve yazılan dilden bağımsız da araştıracak bir yöntem de bulunabilir. Metodolojiyi basitleştirmek için çabalayan bu görüş, dinlerin ana iddialarına bakarak ve bunu da tarih-üstü bir okuma gerçekleştirerek bir karşılaştırma yapılabileceğini savunur. Yani dinler öncelikle çevirileriyle ve temel iddialarıyla incelenmeli, bu eleme yönteminden sonra geriye kalan akla yatkın dini iddialar bahsedilen detaylı incelemeye tabii tutulmalıdır:
Tanrı’nın kendi ideal toplumunu insanlara anlatmak istediği oldukça açık bir durumdur. Argümanın dayandığı karşılaştırmalı araştırma yöntemi pratik anlamda olanaksız olduğundan ve Tanrının böyle bir olanaksızlığı bizden istemesinin akla yatkın durmamasından şunu çıkarabiliriz: Tanrı kutsal kitap yolladıysa onları herhangi bir tarihi kaynak olmadan ya da dilinde okumadan da anlayabilmeliyiz. Yani dinlerin temel iddiaları ana hatlarıyla incelenip bir eleme yöntemine gidildikten sonra akla en yatkın olan dinin detaylı araştırılması yeterlidir. Lakin bunu yaptığımızda Hinduizm’in elinde tekerlek tutan Tanrı gibi inanılası güç kavramlara dayandığı görülür. Yahut İbrahimi dinler dışındaki metinler çok sayıda çelişki üretmektedir. O halde Tanrının kusursuz bir lisanla bir eser yollaması gerektiği fikri bize karşılaştırmalı araştırma yönteminin hatalı olduğunu ve dolayısıyla dinler arası analiz yapmanın mümkünatını göstermektedir. Öyle değil mi?
Tam olarak öyle değil… Çünkü dilin kusursuz olması gerektiğine dayanan ve kutsal kitapların çevirileriyle de karşılaştırılabileceği fikri üzerine kurulan bu araştırmadan hiçbir dine objektif olarak doğru demek mümkün olmaz. Örneğin, spesifik bir A dinine çeşitli psikolojik sebeplerle inanmaya eğilimli olan birinin B, C, D ve sayısız dini hakikat iddialarını araştırdığını ve doğru dine ulaşmaya çalıştığını varsayalım. Bu kişinin bu dini hakikatleri araştırma yöntemi, dini iddiaların ana yapısını ele alıp o dinin metinlerini çeviri metinlerden anlamak üzerine kuruludur. Çeviri ve dinin ana yapıları üzerinden yapılan incelemede kişi; B, C, D dinlerinin evren algısının yanılgısına dair sayısız atıf yapmakta ve dinin olası problemlerini bu ana yapı ve çeviri metinler üzerinden gerçekleştirmektedir. Aslına bakılırsa bu düşüncenin motivasyonu akla yatkın durmaktadır: her şeye gücü yeten ve anlaşılmak istenen Tanrı’nın, her dilde ve her dönemde anlaşılacak bir eser yollamasını da beklemeliyiz (7). Tanrı’nın evrensel ve tarih-üstü bir metin yollamış olması gerektiğinden yola çıkan bu iddia, pratik açıdan dinleri araştırmayı mümkün kılar. Bu sayede kişi, neden B, C, D ve diğer dinleri reddettiğini akli bir sebebe dayandırabilir. Lakin işin alengirli kısmı, bu motivasyonla gerçekleştirilecek bir hareketin A dinini de reddetmeye sebep olmasıdır. Eğer A dini hariç tüm dinler sadece ana yapısı ve çeviri metinlerle reddediliyorsa, A dini de bu yöntemden payını alarak reddedilecek ve doğal olarak hiçbir dinin doğru olmadığı sonucu çıkacaktır. Çünkü dinlerin birbirinden üstün tutulamazlığına yönelik analizlerin tamamı dinlerin reddinin üstün tutulamazlığına da karşılık gelir.
Eğer kişi İslama eğilimli perspektiften Tanrı’nın elinde tekerlek olamayacağını iddia ederek Hinduizmi tek bıçakta keserse, Hinduizme eğilimli kişi de tüm Dünya’yı sular altında bırakacak kadar suyun olmayışından ve Nuh tufanının olanaksızlığından yola çıkarak İslam’ı tek bıçakla kesebilir. Buradaki asıl nokta Hinduizm’in elinde tekerlek tutan Tanrı modelinden ve İslam’ın Nuh Tufanı iddiasından dolayı reddedilmesi gerektiği değildir. Birini reddetmenin diğerini reddetmeyi zorunlu kıldığıdır. Eğer Hintçe bilmeden Vedalar, Avesta dilini bilmeden Yasna eleştirilebilirse, Latince bilmeden yapılan İncil eleştirilerine yahut Arapça bilmeden yapılan Kur’an eleştirilerine “O kitabı kendi dilinde okumalısın” cevabı verilemez. Tıpkı Nuh tufanını akla yatkın hale getiren yorumlar olabileceği gibi Tanrı’nın elinde tekerlek olmasını da akla yatkın hale getiren yorumlar vardır! Tıpkı İbranice’den yola çıkarak Tevrat eleştirilerinin zorlama yanıtlarının verilebileceği gibi Hintçe’den yola çıkarak Vedalar eleştirileri için aynı zorlama yanıtlar verilebilir. Buradaki ana fikir, dinleri araştırırken kullanacağımız yöntem detaysız, çevirisiz ve tarihten bağımsız incelenmesiyse, tüm dinlerin reddedilmesi gerektiğidir. Bir dini detaylı ve ana diliyle okuyup tarihsel anekdotları günümüze uyarlayarak incelerken geriye kalanları üstün-körü okuyarak reddetmek; objektif bir şekilde doğruya ulaşmayı değil halihazırda inanılan fikrin desteklenmek için uğraşılması anlamına gelmektedir. Kişinin halihazırda doğduğu coğrafya ve yetiştirilme tarzından ötürü inanma eğiliminde olduğu dini doğru gösterecek bir yöntem, hakikate değil yanılgıya ulaştırır. Bu yöntemle kişi, doğduğunda çevresinde bulunan dini doğrulayıp yetiştirilme tarzına uygun olmayan dinleri reddedecektir. Lakin bu tarafsız bir yaklaşım değildir. Bu yöntemle yapılan tarafsız bir araştırma ise dinlerin birbirlerine üstün tutulamazlığından dolayı hepsinin reddini gerektirir. Zira bir Müslüman olarak İbranice bilmeden okuduğunuz Tevrat’ta gördüğünüz herhangi bir ahlaki yaklaşımın hoşunuza gitmediğinde “Bu kitap tahrif edilmiştir” diyeceğiniz gibi bir Yahudi İslam’ı ana konularıyla incelediğinde “Bu kitap Muhammed yazımıdır” diyecektir. Nitekim yüzyıllardır yoğun halk kitlelerinde yaşanan budur. Özetle dini tarihsel kaynaklarla okumak dini seçmeyi imkansızlaştırırken, detaylı ve tarihsel bir okumanın reddedilmesi durumunda tüm dinlerin yanlış olduğu sonucuna ulaşılır.
1.2 Bilimsel Mucize Eleştirisi
Kutsal kitapları ve dinleri araştırma yönteminin değiştirilememesi, argümanın tüm eleştirilerini kapsamamaktadır. Nitekim bazı iddialar, dinlerin birbirinden ilk bakışta ve ateolojik perspektifte birbirinden üstün tutulamayacağı düşüncesini eleştirmeye yöneliktir. Nitekim bazı dinlerin kutsal kitaplarının birtakım bilimsel mucizeleri içeriyor olmasının o dini öncelememizi gerektirdiğini ve bu sebeple karşılaştırmalı bir yönteme ihtiyaç duymayacağımızı iddia eder.
Dinleri araştıran biri için dinlerin ilk etapta birbirinden üstün tutulamayacağı doğrudur. Lakin bu üstün-olmama durumu küçük bir araştırma sonrasında devre dışı kalacaktır. Zira bir dinin bazı mucizeleri içermesi o dini öncelemeye sebep olmaktadır. Eğer bir kutsal kitap hem hakikat iddiası içeriyorsa hem de bilimsel mucizeler içeren bir anlatıma sahipse o kutsal kitabı öncelemek gerekir. Bizim dinimiz de bilimsel mucizeler üretmektedir ve bu sebeple önce araştırılması akla yatkındır. Öyle değil mi?
Tam olarak öyle değil… Elbette herhangi biri, mensubu olduğu dinin delillerinin diğer dinlerden önce o dini araştırmak için bir sebep sunacağını iddia edebilir. Nitekim kutsal kitaplardan bilimsel mucize çıkarma eğiliminde olan modernist kitle, kutsal kitabın her seferinde bilimin verilerinin dinle uyumlu olduğunu hatta dinden çıkartılabileceğini iddia eder. Bu iddiaların bazısına göre henüz günümüz medeniyetinin oluşmadığı dönemlerde doğan peygamberler evrenin genişlediğini, Dünya’nın alttan ve üstten basık bir küre şeklinde olduğunu, günümüzde nötron yıldızları olarak adlandırdığımız cisimlerin varlığını insanlara anlatmıştır. Zaman içerisinde hiç kimsenin bu ayetlerden bu anlamları çıkarmaması da insanların geçmişte bu yorumu vermekten kaçınmak istemeleridir. Yahut ne olduysa kutsal kitabı kendi dilinden okuyan kimse kutsal kitabı anlamamıştır! Ama bilimsel mucizeler reddedilmeyecek bir gerçektir. Bu durumda önce, bu tür bilimsel verilerle uyumlu olan dinler incelenmelidir.
Tanrının Alfabesi adlı eserimde kutsal kitapların bilimsel mucizelerini analiz etmiş ve geçersizliğinden detaylı bir şekilde bahsetmiştim. Bu iddiaların bu sebeple ayrıntılarına girmeyecek olsam da yapılan en temel hatadan bahsetmem gerekiyor: Kutsal kitapların bilimsellik iddialarının açık ve net iddialar olmayıp insanın olaylar arasında bağlantı kurma eğiliminden kaynaklanması… Zira her ne kadar bahsedilen bilimsellik iddiaları araştırılmaya değer olsa da yapılan araştırmalardan aslında mucize iddiaları konusunda da dinlerin birbirinden üstün tutulamaz olduğu görülebilir. Çünkü aslında hiçbir zaman hiçbir din tarih boyunca herkes aksini iddia etmesine rağmen bir ifadenin doğruluğunu savunup yıllar sonra haklı çıkmamıştır. Evrenin genişlediğine dair yapılan yorum, evrenin genişlediği anlaşıldıktan sonra iddia edilmiştir. Dünya’nın düz olduğu düşünülen dönemlerde kutsal kitabın metinleri bu yoruma müsaitken geoit modele geçiş yapıldığında kutsal kitaptan bu anlatıyı savunan mucizeler çıkarılmıştır.
Mucize çıkarma işlemi ise bir kelimenin kökünden türetilen kelimelerin yan anlamlarının farklı bağlamlarda ne anlama geldiğine bakarak, yani gerçekten subjektif denebilecek bir şekilde yapılmaktadır. Bu yöntemle bir dini iddiayı diğerine öncelemek maalesef objektif bir yöntem gibi durmamaktadır. Zira aynısı diğer tüm kutsal kitaplar için iddia edilebileceği gibi iddia edilmektedir de. Örneğin Hindu metinlerinde “Güneş gerçekte ne batar ne de doğar, bu her zaman böyledir; ve bu terimler sadece onun görünmesini ve kaybolmasını ima eder.” (8) ifadesine bakarak da mucize olduğu iddia edilebilir yahut Tevrat’ın tarihsel öngörülerinin yaşandığına dair de mucize iddiaları ortaya atılmıştır. Aslına bakılırsa her dinde, bireyler kendi dinini desteklemek ve doğrulamak için kendi ifadelerini destekleyecek veriler sunmakta ve bunu akli bir şekilde temellendirmektedir. Yani bu sefer dini çeşitlilik değil dinin bilimsel mucizelerinin çeşitliliği söz konusu olmakta ve problem çözülmeyip yalnızca bir adım geriye atılmaktadır. Dinlerin iddialarının birbirine üstün olmadığı gibi dinlerin bilimsellik iddialarının da birbirine üstünlüğü yoktur. Bunun dışında bilimsellik iddialarının ortaya çıkmasının en temel sebebi kurgu yapma yeteneği olan bir zihne sahip olmamızdır. Nitekim Kur’an’ın “Göğe ve târıka andolsun. Târıkın ne olduğunu sen ne bileceksin? O, (ışığıyla karanlığı) delen yıldızdır”(9) ayetinde normalde “gece gelen” anlamına gelen Târık kelimesinin kökünün diğer anlamlarında “vuruş” anlamının olduğu, bunun da gökyüzünde düzenli periyotlarda dönen nötron yıldızlarına işaret ettiği gibi yorumlar yapılmaktadır. Lakin bu şekilde herhangi bir metnin bilimsel mucizeler içerdiği iddia edilebilir. Yani aslında bu yöntemle istediğiniz herhangi bir eseri öncelemeniz gerektiğini iddia edebilirsiniz. Kaldı ki bu yöntemin döngüsellik sorunu da ciddi bir sorundur. Tüm dinlere eşit mesafede yaklaşma koşuluna rağmen burada kutsal kitabın bilimselliğini kabul etmek için kutsal kitabın doğruluğunu kabul etmek gerektiği aşikardır. Zira o metinde o anlamın metnin kastettiği anlam olduğunu anlamakta kullandığımız okuma yöntemi o metnin Tanrı tarafından gönderildiğini varsayarak bu anlama çıkar. Dolayısıyla aslında yapılan şudur: kutsal kitap Tanrı tarafından yollanmıştır çünkü bilimsel iddiaları vardır ve kutsal kitabın alternatif yorumları içinde bilimsel iddiaları olanı kabul etmeliyiz çünkü o Tanrı tarafından yollandı. Lakin burada bir şeyi açıklamak için kendine geri dönen bir açıklama zinciri olduğundan bu akıl yürütmeyle hareket edilmemelidir. İlerleyen makalerlerde detaylandıracağımız bu sorun, kutsal kitapları öncelemek için bilimselliği kullanamayacağımızı göstermektedir.
1.3. Son Din Eleştirisi
Dinleri araştırmada, karşılaştırmalı detaylı analiz yöntemini reddetmenin bir başka yöntemi, ilk olarak son din iddiasından başlanarak dinleri teker teker araştırmaya başlama yöntemidir. Bu kıstasın neden son dinden başlandığı tartışılmaya açık olsa da dinleri birbirini öncelemesinde “son olma” iddiasını da var olan yanlış algılar yüzünden incelemek gerekebilir. Zira İslam’ın son din olma iddiasından yola çıkan Müslüman kesim önce Kur’an’ın okunması gerektiğini ciddi bir biçimde savunmaktadır:
Eğer elimizde hiçbir üstün-tutulma kriteri yoksa o halde en son olan dinden başlamak en mantıklı değil midir? Sonuçta İslam inen son ilahi dindir ve eğer doğruluk iddiaları incelenecekse ondan başlanmalıdır. Öyle değil mi?
Tam olarak öyle değil… Zira dinler arasında son din olduğunu iddia eden tek din de İslam değildir, son din olduğunu iddia eden son din de değildir. İslami bir coğrafyada sürekli bu manipülatif bilgiye maruz kalmak, elbette son dinin İslam olduğunu düşünmenize yol açacaktır. Oysa son dinin İslam olduğunu kabul ederek harekete geçmek zaten yolun başında araştırmaya koyulduğumuz sorunu bir öncül olarak kabul ettiğimiz anlamına gelir. Halihazırda dinlerin gerçekliği araştırılırken İslam’ın son din olmasından yola çıkarak onu araştırmaya koyulmak onun ilahiliğini zaten kabul etmekten kaynaklanmaktadır. Oysa bizim doğru olup olmadığını sorguladığımız şey zaten tam olarak budur. Zira Hristiyana göre tek gerçek ve son din kendisininkiyken Hindulara göre son gerçek din Hinduizmdir. Zaten aksini düşünseler, o dine inanmazlardı. Kaldı ki İslam’dan sonra da tartışmalar sonlanmamış, çok sayıda yeni din ve dini iddia ortaya atılmıştır. Neo-paganizm, Birelvilik, Bahailik, Hurufilik, Mormonluk, Sihizm gibi çok sayıda din, İslam’dan sonra ortaya çıkıp kendi hakikatlerini savunmuşlardır. Misal Hurufiler, Fazlullah’ı Allah olarak görüyor, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bütün “fazl” kelimeleriyle Fazlullah’ın kastedildiğine inanıyor ve Fazlullah’ın baş eseri ve Hurûfîliğin ana kaynağı olan Câvidânnâme’yi ilâhî kitap olarak kabul ediyorlar (10). Bu iddiadan yola çıkarak Câvidânnâme’yi önce okumak gerekir. Buna benzer şekilde Hristiyanlığın İsa’nın geri döneceğine dayanan görüşlerin ve İslamî bir kavram olan mehdilik inancının çok sayıda yeni din ortaya çıkmasına vesile olduğu görülmüştür. Dolayısıyla eğer bir iddiayı araştırmak için eğer sebebimiz onun son olduğunu iddia etmesiyse muhtemelen önce hangi eseri okuyacağımıza asla karar veremeyiz, çünkü tabiri caizse her dönem yeni bir dini anlayış ya da yeni dini hakikat iddiası çıkmaktadır.
Bu eleştiri çerçevesinde fark edilmesi gereken nokta ise şudur: dinlerin iddiaları ve görüşleri aslında birbirini öncelemez. Yalnızca birtakım dinleri kayırmak için onların öncelenmesi gerektiğine dair açıklama yapma eğilimindeyiz. Eğer İslamı değil de Hristiyanlığı benimseyen biri hangi dinin öncelenmesi gerektiğini sorarsanız, muhtemelen en çok üyesi olan dine bakmanızı söyleyecektir. Hinduizm ise nispeten daha eski bir din olduğu için eski dinlerin öncelenmesi gerektiğine dair vaaz verebilir. Yahudilik Dünya’yı en çok etkileyen kişilerin dinine bakmamız gerektiğine dair açıklamalar yapacaktır. Yani aslında dinlerin birbirine ilk etapta üstün tutulacak özellikleri yoktur, dinlerin özelliklerinden yola çıkarak onların öncelenmesi gerektiği sonucuna zihinsel meşrulaştırma çabasıyla tamamen keyfi bir şekilde ulaşılmaktadır. Kısacası, olağanüstü iddialarından kültürel yapıyla bezenmesine, farklı yorumlara müsaitliğinden evren tasarımlarının kafa karıştırıcılığına kadar çok sayıda özellik konusunda her ne kadar ayrıntılarda asla hemfikir olunmasa da dinlerin birbirlerinden yapısal olarak üstün olmadığı akla yatkın bir düşünce olarak karşımızdadır.
1.4. Felsefi İndirgeme Eleştirisi
Dinleri birbirine öncelemenin neredeyse olanaksız olduğu ve eğer bir önceleme iddia ediliyorsa bunun keyfi bir iddia olduğu muhtemelen görülmüştür. Bunun dışında dinleri karşılaştırmalı araştırma yöntemine alternatif olarak felsefi indirgeme yöntemi de dinler arasında tercih yaparken önemli bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Bu yöntem, bir dini reddetmek için o dinin tüm iddialarını incelemenin zorunlu olmadığı ve felsefi açıdan imkansız Tanrı tasavvurlarına sahip dinlerin araştırılmayı bile hak etmediği fikri üzerine kuruludur. Buna göre bizim dinleri inceleyişimiz, Tanrı kavramına duyduğumuz inançtan ve ne tip bir Tanrı kavramına sahip olduğumuzdan bağımsız olamaz.
Eğer Tanrı’ya inanca giden yolda Tanrı’nın birden fazla olduğu sonucuna çıkılırsa, doğal olarak tek Tanrılı dinlerin araştırılmasına ihtiyaç kalmaz. Eğer Tanrı’nın bilinçsiz olduğu sonucuna çıkılırsa, irade sahibi bir Tanrı kavramını incelememiz gereksizdir. O halde hangi Tanrı tanımlarının mümkün hangi Tanrı kavramlarının imkansız olduğuna bakarak yapılan bir inceleme, dini araştırmaları da mümkün kılmaktadır. Kaldı ki, birden fazla Tanrı’nın olması çeşitli sebeplerle imkansız durmaktadır. Ayrıca Tanrıyı kabul etmek için sebeplerimiz olsun. Tek bir Tanrı’nın olması mı yoksa her biri farklı bir özellikle tanımlanan çok sayıda Tanrı’nın olması mı daha karmaşıktır? Elbette çok sayıda Tanrı iddiası… Lakin Ockham’ın usturası alternatif açıklamalar arasında aynı şeyi az parametreyle açıklayan fikrin kabul edilmesi gerektiğini söyler. Bu sebeple tek Tanrıya inanmak rasyoneldir. Aynı şekilde her şeye gücü yeten iki Tanrı’nın olması durumunda birinin diğerinden farklı bir şey istediğini düşünün. Örneğin biri Dünya’nın baştan sona mavi diğeri baştan sonra yeşil olmasını istesin. Bu durumda birinin isteğinin gerçekleşmesi durumunda ikincisinin isteğinin gerçekleşmesi imkansız olduğundan aynı anda her şeye gücü yeten iki varlık, yani iki Tanrı olamaz. Yani elimizde Tanrı’nın tek olduğuna inanmak için felsefi argümanlar bulunmaktadır ve bu sebeple sadece tek Tanrılı dinler araştırılmalıdır. Bu durumda sadece üç İbrahimi dini araştırmak yeterli olacaktır ve dolayısıyla dini hakikate ulaşmanın pratik bir yöntemi mevcuttur. Öyle değil mi?
Tam olarak öyle değil. Hem Ockham’ın Usturası konusunda hem de Tek Tanrının Varlığı Lehine Kudret Argümanında hem de felsefi indirgemenin mutlak bir fikre ulaştırabileceği konusunda bu yöntem hatalı temellere oturmaktadır. Dini araştırmada rasyonaliteyi ve felsefi altyapıyı önceleyen bu indirgeme yönteminin temel dayanakları şu şekilde gözükmektedir:
A. Tanrı’nın varlığı lehindeki argümanlar, Tanrı’nın tek, mutlak kudretli, ilim sahibi ve bilinçli olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu Tanrı motifine uymayan iddialar devre dışı kalmıştır.
B. Ockham’ın Usturası, yani en basit olanın en akla yatkın olduğu prensibi bize çok Tanrılı dinler yerine tek Tanrılı dinleri kabul etmeye itecektir.
C. Birden fazla Tanrının olması durumunda bu Tanrıların isteklerinin çarpışması iki Tanrı’nın olamayacağını göstermektedir.
Her şeyden önce Tanrı’nın varlığına yönelik hiçbir argümanın Tanrı’ya aslında yeterli bir delil olmadığını uzun bir şekilde önceki iki eserimde bahsetmiştim. Lakin şu an için Tanrı’ya yönelik argümanların doğru olduğunu ve bizi birtakım Tanrı tanımları konusunda kısıtladığını tahayyül edelim. Nitekim hangi teistik argümanı incelersek inceleyelim aslında bir dinin diğerine öncelenmesine sebep olmamakta dolayısıyla argümana bir etkide bulunamamaktadır. Örneğin her şeyin bir sebebi olmasından yola çıkıp evrenin de bir sebebi olduğunu söyleyen Temel Kozmolojik Argüman bize Tanrı’nın evrene sebep olduğunu söylemektedir. Dinin ortaya çıkma sebepleri düşünüldüğünde neredeyse tüm dinler için bu Tanrı tasviri geçerlidir. Her dinin Tanrısı bize evrenin nasıl oluştuğuna dair açıklamalar sunar. Dolayısıyla Temel Kozmolojik Argümandan yola çıkarak Tanrı’nın varlığına kanaat getirilmesi durumunda, dinler arasında bir eleme yapılamaz.
Temel Kozmolojik Argüman’ı geliştiren Kelam Kozmolojik Argüman, zamanın bir başlangıcının olması gerektiğinden yola çıkarak Tanrı’yı delillendirmektedir. Bu iddiaya göre her şeyin bir sebebi olmasa bile var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır, evren de var olmaya başlamıştır. O halde evrenin de sebebi vardır ve bu sebep Tanrı’dır. Bu argüman ise zamana sebep olan bilinçli bir varlık olması konusunda Tanrı’yı sınırlamaktadır. Tanrı, zamanı yaratmışsa zamanın içinde olamaz. O halde zamanın içinde olan Tanrı modelleri bir kenara bırakılmalıdır. Bu argüman ilk etapta bize, dinler arasında bir eleme yaptırabilecekmiş gibi duruyor. Fakat aslına bakılırsa dinlerin Tanrıların her ne kadar zaman-dışı olma yorumları olsa da kutsal kitapların ilk etapta kastettiği anlam Tanrının zamansal bir varlık olduğuyla uyumlu durmaktadır. Yani kelam kozmolojik argümana bakarsak hiçbir dinin Tanrısının mümkün olmadığı sonucuna çıkarız. Zira tüm dinlerde Tanrı evrenle, yani zamansal varlıklarla etkileşim halinde, onları duyan ve onların duaları ve yaptıklarıyla fikir değiştiren bir varlıktır. Bu özelliklerin tamamı zamansal bir varlık için geçerli kavramlardır. Zira değişim zaman gerektirir ve zamansal varlıklarla etkileşim halinde olmak için zamanın içinde olmak zorundasınız. Tanrı’nın t1 zamanında X yapıp t2 zamanında Y yapması için t1 ve t2 arasındaki zamansal ayrımın Tanrı katında da olması gerekir. Etkileşim ise çift yönlü bir eylem olarak karşımıza çıkar ve etkileşen bir varlığın değişmesi, etkileşimin de boyutunun, niteliğinin ve yönteminin değişmesi anlamına gelir. Bu etkileşimin zamansal olması ise etkileşen diğer varlığın zamansal olmasını gerektirir. En basit şekliyle t1 anında sevdiğim köpeğimin t2 anında öldüğünü düşünün. Eğer etkileşen varlıklardan biri yani köpek değişmişse etkileşen diğer varlığın yani benim de değişmem gerekir. Zira t1 anındaki anılarımla t2 anındaki anılarım birbirinden farklıdır. En basit şekliyle t2 anında t1 anında elde etmemiş olduğum bir bilgiye sahibimdir: köpeğimin öldüğü bilgisine. O halde zamansal varlıklarla etkileşim kurmak etkileşen tarafın değişiminin diğer tarafta da değişim yaratması sebebiyle ve değişimin zaman gerektirdiği gerçeğiyle bir araya alındığında Tanrı’nın da zamansal bir varlık olması gerektiği sonucu çıkar (11). Kısaca eğer Tanrı’nın zamansız olan dinsel Tanrı motifleriyle çalışmak istiyorsak hiçbir Tanrıyla çalışmamamız gerekir zira Tanrı dinlerin yapısı gereği zamansal olmalıdır. Nitekim Kur’an “Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir.” (12) diyerek Tanrının katında zamanın olduğundan yani Tanrı’nın zamandan münezzeh olmadığından bahsetmektedir. Bu ayetin de tarihsel anlatı kaynağı elbette Tevrat ve İncil’dir ki Kitab-ı Mukaddes’in “Çünkü senin gözünde bin yıl Geçen dünkü gün, ve bir gece nöbeti gibidir.”(13) ayetiyle uyum içindedir. Yani hem Yahudilik, hem Hristiyanlık hem de İslam’ın Tanrı anlayışları özünde zamansal bir Tanrı’dır. Bu ayetler Tanrı’nın zamansız oluşuyla yorumlanacak şekilde açıklanırsa, Kelam Kozmolojik Argüman’ın dinleri eleme işlevi ortadan kalkar. Çünkü bu ayetler zamansız bir Tanrı modeliyle yorumlanırsa, aynı şey diğer dinler için de geçerlidir. Kısacası bu argüman dinleri indirgeme yöntemi olarak kullanılırsa ya tüm dinlerin yanlış olduğu sonucuna çıkmak gerekir ya da hiçbir dinin elenmediği sonucuna…
Dinler arası felsefi indirgemede kullanılacak argümanlar elbette bunlarla sınırlı değildir. “Neden hiçlik yerine bir şey var” sorusuna sadece Tanrı’nın cevap olabileceğini söyleyen Modal Kozmolojik Argümansa Tanrı’nın zorunlu olduğu sonucunu desteklemektedir. Yani Tanrı’yı zorunlu varlık olarak görmeyen, Tanrıyı bir başka şeye bağlı olarak gören dinlerin tamamı reddedilmelidir. Bu da insan biçimli tüm Tanrıların imkansız olduğunu gösterir. Zira bu tanrıların varlığı maddenin varlığıyla mümkün olduğundan zorunlu değil mümkün varlık kategorisinde olacaktır. İlk bakışta bu argümana bakarak sadece madde-üstü Tanrı modellerini savunan dinlerin doğru olduğu sonucuna çıkılacaktır. Lakin buradaki yanılgı, İbrahimi dinlerin, Tanrı’nın mekan dışında bir Tanrı tasviri sunduğu yanılgısıdır. Kutsal kitapları ortaya çıktığı tarihten ve tarihsel olaylardan bağımsız yorumlayan modernistler kutsal kitabın Tanrısının zamanın ve mekanın dışında olduğu düşüncesine sahip olsa da kutsal kitabın söylemleri hiç de öyle durmamaktadır. İlerleyen zamanlarda yazacağımız yazılarda kutsal kitapların aslında antropomorfik bir Tanrı anlayışına sahip olduğunu detaylıca göreceğiz. Fakat bu detaylı incelemeye başlamadan önce “Allah, ‘Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?’ dedi.”(14) ayetini nasıl anlamamız gerektiğini düşünelim. Burada Tanrı insan hakkında “Ellerimle yarattığım” demektedir. Bu ayetten yola çıkarak Tanrı’nın ellerinin olduğu sonucuna mı çıkmalıyız? Eğer bu sonuca çıkabilirsek Modal Kozmolojik Argüman tüm dinlerin Tanrısının yanlış olduğunu gösterir. Eğer bunu mecazi olarak anlayıp Tanrı’nın ellerinin olduğunu reddedersek, neden aynısını diğer dinlerin anlatımları için gerçekleştirmeyelim? Belki de hepimiz Zeus’u yanlış anladık ve aslında kendisinin ellerinin gözünün çocuklarının olduğuna dair söylenilen tüm söylemler aslında Kur’an’ın bu ayetindeki gibi sembolikti! Yani eğer kutsal kitabın antropomorfik söylemlerini sembolik algılayıp İbrahimi dinlerin Tanrısı mekanın dışında bir zorunlu varlık olarak algılanırsa aynı şey diğer dinler için de yapılabilir. Eğer bu ifadeleri sembolik algılamazsak da zaten uygulamaya çalıştığımız dinsel eliminasyon yöntemi tüm dinleri devre dışı bırakır. Burada, tek Tanrılı inançlara mensup kişilerin çok Tanrılı veya pagan dinlere yaklaşımındaki yanılgı da dile getirilmelidir. Zira aslında putperestler, sanıldığı gibi taptıkları heykelleri onlar ile Tanrı arasındaki dünyevi bağlantı olarak görmektedir. Tıpkı Müslümanların Kabe’yi tavaf etmesi veya Hristiyanların İsa Heykelinin önünde eğilerek dua etmesi gibi… Eğer Müslümanların Kabe’den rahmet dilediği, Hristiyanların taştan heykelleri Tanrılaştırdığı veya Yahudilerin ağlama duvarına taptığı iddia edilemezse pagan dinlerin de bizzat o heykellerin evreni yarattığını düşündüğü ve taşa taptıkları iddia edilemez. Yani dinlerin ritüellerinin ve Tanrı tasvirlerinin çeşitliliği Modal Kozmolojik Argümanın da felsefi indirgeme yöntemine bir katkısı olmadığını desteklemektedir.
Bunlar dışında evrendeki şeylerin tasarlanmışlığından yola çıkan Tasarım Kanıtı da bilinç gibi karmaşık bir fenomenin Tanrısız açıklanamayacağını söyleyen Bilinç Kanıtı da Tanrının potansiyel evrenlerden birinde varsa gerçek evrende de olduğunu söyleyen Ontolojik Argümanlar da dinlerin felsefi olarak daha az sayıya indirilmesinde etkisizdir. Zira Tasarım Kanıtı evrenle ilgilenen bir Tanrı modelini, Bilinç Kanıtı metafiziksel ve doğaüstü ögeleri içinde barındırabilen bir Tanrı modelini, Ontolojik Argümanlar zorunlu bir varlık modelini destekler. Bu ve bunun gibi çok sayıda argüman aslında her dinin her Tanrısı için geçerli olabilecek Tanrı özelliklerini desteklemektedir. Yani Tanrı’nın varlığına yönelik felsefi argümanların hiçbiri, öyle bir özellik ortaya koymamaktadır ki bir dinin Tanrı m odelinin yanlış olduğunu göstersin. Özetle (A) önermesi elimizde dinlerin sayısını azaltacak bir Tanrı argümanı olmadığından dolayı geçerli olmayan; dinlerin Tanrı kavramlarının farklı yorumlanabileceği için ikna ediciliği zayıf bir önermedir.
Peki Ockham’ın Usturasının geçerli olabilecek olası dinler kümesinde bir azaltma yapıp yapmadığını inceleyelim. Bu incelemeye girmeden önce Ockham’ın usturasından bahsedelim. Adını 14. yüzyılda yaşamış Ockhamlı William’dan alan bu prensip bir şeyi açıklayan açıklamalar arasından daha basit olanın tercih edilmesi gerektiği sezgisi üzerine kuruludur. Karşınızda havlayan, dört ayaklı, patileri olan, fizyolojik tüm özellikleri köpeğe benzeyen bir varlık olduğunu düşünün. Karşınızdaki cismin köpek olduğunu iddia edebileceğiniz gibi aslında hastalandığı için havlayan, mutasyonlar geçirdiği için köpeğe benzeyen, sahibinin köpek sevgisi yüzünden fizyolojik özellikleri ameliyatla değiştirilmiş bir kedi olduğunu da iddia edebilirsiniz. İki açıklama da gördüğünüz şeyi neden öyle gördüğünüzü açıklamaktadır. Ama ilk açıklama daha basit bir açıklama yöntemi kullanıp açıklayan şeylerin sayısını azalttığı için daha akla yatkındır ve kabul edilmelidir. Benzer şekilde evrenin oluşumunu, insanın yaratılışını da tek Tanrı ile açıklamak birbirine benzer birden fazla Tanrı ile açıklamaktan daha basit olduğundan tek Tanrının olduğunu kabul etmek daha rasyoneldir. O halde çok Tanrılı dinler yerine sadece tek Tanrılı dinlerin araştırılması gerekmektedir.
Ockham’ın Usturasına dayanan dinsel indirgeme yöntemi birçok konuda problem yaşamaktadır. Öncelikle “en basit olanın her zaman en akla yatkın olması” ile “eldeki verileri açıklayan açıklamalardan en basitinin en akla yatkın olması” birbirinden farklıdır. Nitekim burada yapılan açıklama birincisine dayanırken, Ockham’ın Usturası ikincisine dayanmaktadır. Misal bundan 4.5 milyar yıl önce güneşten kopan gaz ve toz bulutlarından oluşup daha sonra Paleozoik, Mezozoik, Neozoik gibi çeşitli jeolojik devirlerden geçerek günümüze kadar ulaştığını söylemek Dünya’nın nasıl oluştuğuna dair bir açıklamadır. Lakin tüm Dünya’nın bundan on saniye önce farklı bir evrendeki kanatlı atlar tarafından sanki evren 13.8 milyar yıllıkmış gibi yaratıldığı iddiası da bir açıklamadır. Açıklamaların yapısına baktığınızda ikinci açıklama sadece kanatlı atlara atıf yaparken birinci açıklama 4.5 milyar yıl boyunca gerçekleşen çok sayıda kuvvet, mekanizma, değişiklik ve süreci içine aldığından ilki çok daha karmaşıktır. Buna rağmen birinci izah çok daha akla yatkın gözüküyor çünkü aslında bir açıklamanın sadece en basit olması yeterli değildir, aynı zamanda eldeki fenomenlerin çoğunluğunu da açıklamalıdır. Misal görelilik kuramının temelleri ortaya atılmadan ve Hubble teleskobundan evrenin genişlediğine dair veriler ortaya çıkmadan önce evrenin sabit ve sınırsız olduğunu söylemek daha basitken bu veriler eldeki olguları arttırdığı için dinamik genişleyen evren modeli daha basit bir model haline geldi. Yani buradaki basitlik, açıklayanın basit oluşundan ibaret değildir, aynı zamanda açıklanan olguların sayısıyla da ilgilidir. Tam da bu sebeple Ockham’ın usturası çok Tanrıya karşı tek Tanrıyı daha rasyonel kılmamaktadır. Zira Tanrı kavramı, Dünya’nın, insanlığın ve metafiziksel kavramların açıklaması olduğu kadar Dünya dinlerinin de bir açıklamasını sunar. Yani Tanrı kavramı dinleri ve o dinlerin iddialarını da açıklayan bir kavram olmalıdır. Bu sebeple hangi Tanrı modelinin daha basit olduğu dinlerin iddialarından ve hangi dinin daha rasyonel olduğundan bağımsız değildir. Kısacası, tıpkı evrenin oluşumuna dair açıklamaların Hubble teleskobunun verilerini açıklamak zorunda olduğu gibi Tanrı tasviri de dinlerin lehine ve aleyhine olan argümanlarla karşılaştırmalı analizlerin sonucunu açıklamak zorundadır. Eğer Vedalar’ın okunmasının sonrasında Hinduizm reddedilemeyecek şekilde akla yatkın olursa, doğal olarak çok Tanrı, tek Tanrı’dan daha basit demektir. Eğer Zerdüştlüğün kutsal kitabının daha rasyonel olduğu sonucuna varırsak iki Tanrı’nın olmasının hem tek Tanrı hem de çok Tanrı’lı sistemden daha basit olduğunu söyleyebiliriz. Eğer panteistik argümanlar baskın gelirse, aşkın bir Tanrı kavramının basit olmadığı söylenecektir. Kısacası Ockham’ın usturası bu eleştiri için yeterli değildir zira zaten Tanrı tasvirinin basitliğine dinler araştırıldıktan sonra karar verilmelidir. Dinlerin araştırılmasının pratik olanaksızlığına dayanan bir argümanı cevaplamak için ortaya atılan en-basitin-seçilmesi-yöntemi dinleri araştırmayı önceden gerektirdiği için kendi kendini iptal etmektedir. B önermesi bu sebeple hatalıdır.
C önermesi ise birden fazla Tanrı’nın olduğu senaryoları hayal etmemizi istemekte ve bunun mantıksal imkansızlığını vurgulamaktadır. Bu raddede eleştirinin giriş kısmında da bahsettiğimiz örneği yeniden hatırlayabiliriz. A ve B Tanrılarının ikisinin de Tanrı olduğunu düşünelim. İkisi de Tanrı olduğu için ikisinin de her şeye gücü yeter. Tam bu noktada iki varlığın aynı anda her şeye gücünün yetemeyeceği sorunuyla karşı karşıya kalırız. Zira A Tanrısının insanlığı yaratmak istediğini ama B Tanrısının yaratmak istemediğini varsayalım. Bu durumda insanlık yaratılır mı yaratılmaz mı? Eğer yaratılmazsa A Tanrısının her şeye gücü yetmez, eğer yaratılırsa B Tanrısının her şeye gücü yetmez. O halde aynı anda iki tane her şeye gücü yeten varlık var olamaz. O halde Tanrı varsa, tek olmalıdır. Bu argümandan yola çıkarak da dinler arası bir araştırma yapılırken tüm dinlerin karşılaştırılmalı olarak araştırılmasına bir alternatif oluşur: Sadece tek Tanrılı dinler araştırılmalıdır. Çünkü eğer Tanrı varsa sadece tek olması mümkündür.
Burada hem tek Tanrılı dinlerin çok Tanrılı dinlere yaklaşımında, hem de teistlerin mutlak kudret argümanlarına yönelik seçiciliğinde problemler yatmaktadır. Her şeyden önce çok Tanrılı dinlerin yapısı ve niteliği incelendiğinde aslında tek Tanrılı dinlerden çok da farklı olmadığı görülebilir. Zira dinlerin çoğu bir ilk varlığı Tanrı olarak kabul ettikten sonra geriye kalan Tanrıların onun himayesi altında alt varlıklar olarak tasvir etmektedir. Yani dinlerin çoğu yaratılış mitlerinde haklarında yeterli bilgi vermedikleri bir ilk varlığa atıf yapmaktadır. Örneğin Yunan mitlerinde her şeyin başında Kaos denilen varlık bulunmaktayken Kaos’tan Gaia yani yer oluşmuş, onu takiben ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros, sonra aşk anlamına gelen Eros, yeraltı karanlığı Erebos, yeryüzü karanlığı Nyks doğmuş ve yaratım süreci bu şekilde devam etmiştir (15). Nihayetinde tüm varlıkların temelinde sınırsız ve düzensiz boşluk anlamına gelen ama hakkında neredeyse hiçir şey bilinmediği için her türlü yoruma müsait olan bir ilk varlık yani Kaos bulunmaktadır. Buna benzer şekilde Vedalar’dan beşinci Veda olarak anılan Purāṇalar’da evrenin yaratılışına dair Hinduizmin açıklaması dikkate değerdir (16):
Bütün Vedalar eninde sonunda Nārāyaṇa’dan bahseder. Tanrılar Nārāyaṇa’nın bedeninden doğmuşlardır, bu yüzden de ondan konumca aşağıdırlar. Cennet yani Svarga gibi sözcükler Nārāyaṇa’dır ya da bir başka deyişle, bütün varlıklar Nārāyaṇa’yı en yüce tanrı olarak sayarlar. Bütün kurban faaliyetleri Nārāyaṇa’yı memnun etmek içindir. Yoga, Nārāyaṇa’yı anlamak demektir. Çekilen bütün çileler Nārāyaṇa’yı kazanmak içindir. Nārāyaṇa bilginin en yüce amacıdır. Son olarak sonsuz mutluluk Nārāyaṇa’ya bağlıdır. Bir diğer deyişle Nārāyaṇa en yüce amaçtır. O herşeyin özü, her yeri saran, her şeye gücü yetendir. O geleceği gören, denetleyen, değişmeyendir. O beni ve evreni yaratandır. Ben bu yaratılışı yavaş yavaş yayarım. Tanrı sonsuzdur ve üç Guṇa’nın ötesindedir. Bu üç Guṇa’ya hükmeden onun yaratma, koruma ve yok etme için kullandığı sihir gücüdür. Doğadaki elementler, duyular ve tanrıların yönettiği akıl aracılığıyla bu Guṇalar aslen bağımsız olmalarına rağmen öz bilinçle Māyā’ya bağlı olan Bireysel Öz’ü sarar. Ey Brahman! Bu üç Guṇa sayesinde eylemleri anlaşılamayan Yüce Tanrı Vishṇu’dur. Ey Nārada! O benim olduğu kadar tüm varlıkların da hâkimidir. Māyā’nın efendisi çoğalmak istedi ve sihir gücüyle kendi isteği doğrultusunda içinde zaten gizliden var olan Kāla, Karma ve Svabhāva’yı yarattı.
Görüldüğü gibi özünde çok Tanrılı olan ve hatta binlerce Tanrıyı kabul eden Hinduizm, tüm Tanrıların Nārāyaṇa’dan oluştuğunu iddia etmekte ve felsefelerini bunun üzerine temellendirilmektedir. Çok Tanrılı dinlere bu şekilde bakıldığında aslında tek Tanrılı dinlerden yapı olarak çok da farklı olmadığı görülecektir. Elbette yaratılış mitlerinden Tanrıları tasvir etme biçimlerine kadar sayısız farklılık mevcuttur. Buna rağmen nasıl tek Tanrılı dinlerde ezeli olan Tanrı kendisinden daha güçsüz ama birtakım üstün yetenekleri olan melekleri ve cinleri yaratıyorsa, çok Tanrılı dinlerde asıl varlık Tanrılara ve Tanrılar alemine sebep olmaktadır. Tıpkı İslam’da doğa olaylarıyla ilgilenen varlık Tanrı tarafından görevlendirilmiş Mikail isimli melekse, Antik Yunan dininde fırtınalarla ilgilenen Tanrı Zeus’tur. Tıpkı kıyametin kopmasına sebep olacak olan melek İslam’da İsrafil iken, Hinduizmde Shiva yok edici Tanrıdır. Yani aslında iki Tanrı’nın aynı anda doğru olamayacağına yönelik açıklama aslında dinlerin yapısal üstün tutulamazlığından ötürü ya tüm dinleri elememize sebep olur ya da bir eleme yapamamamıza. Tıpkı alternatif eleme yöntemlerinde olduğu gibi… Zira tıpkı meleklerin ve cinlerin farklı alanlarda özelleşmiş doğa-üstü varlıklar olması onların her şeye gücü yettiğinin anlamına gelmediği gibi aslında çok Tanrılı dinlerin Tanrılarının da her zaman her şeye gücü yetmemektedir. Dolayısıyla iki tane her şeye gücü yeten Tanrının olmamasından, çok Tanrılı dinlerin iptaline çıkılırsa aynı şey İbrahimi dinler için de uygulanmalıdır. Fakat melekler ve Tanrı’nın aynı anda savunulabilmesi, İbrahimi dinler için bu argümanın geçerli olmadığını gösteriyorsa; Tanrıların ve asıl Tanrı’nın aynı anda savunulabilmesi de eleştirinin argümanımızı değiştirmediğini gösterir.
Bununla birlikte çok Tanrıya uygulanan kudret argümanının tek Tanrı için de uygulanabiliyor olması, bunu savunan teistlerin samimiyetini sorgulatmaktadır. Zira tıpkı A ve B Tanrılarının çelişen isteklerde bulunması durumu ele alınarak çok Tanrılı tüm sistemler reddediliyorsa Mutlak Kudret Argümanına da dikkat çekmek gerekir. Daha önce internet sitemizde yayımladığımız Mutlak Kudret Argümanı temel olarak şunu savunur: Tanrı gücünün yetmeyeceği bir şeyi (örneğin kaldıramayacağı bir taşı) yaratabilir mi? Eğer yaratabilirse kaldıramayacağı için her şeye gücü yetmez. Eğer yaratamazsa yaratamayacağı için her şeye gücü yetmez. O halde her şeye gücü yeten bir varlık var olamaz. Burada ortaya atılan formülasyonun Çok Tanrıya Karşı Mutlak Kudret Argümanından çok da farklı gözükmemektedir. Burada mutlak kudret argümanının tek Tanrıyı imkansız kıldığından dem vurmadığımızı öncelikle belirtmeliyiz. Buradaki asıl problem şudur, aslında mutlak kudrete olan bakış açısına bağlı olarak ya argümanların ikisi de kabul edilmeli ya da ikisi de reddedilmelidir. Nitekim bu argümana karşı teist taraf “Tanrının gücünün yetmediği şey” kavramının imkansız olmasından yola çıkarak Tanrının bu şeyi yaratamayacağını ama yaratamamasının kudretinde bir eksilme yaratmayacağını iddia etmektedir. Lakin eğer tek Tanrıya karşı mutlak kudret argümanı bu şekilde eleştirilirse benzer şekilde “İki Tanrının gerçekleşmesini istediği birbirinden farklı iki şey” kavramının imkansız olmasından yola çıkarak Tanrıların kudretlerinde bir eksiklik yaratmayacağı iddia edilebilir. Eğer buna rağmen Mutlak Kudret Argümanının çok Tanrıyı imkansız kıldığı savunulursa, aynı şey tek Tanrı için Mutlak Kudret Argümanında da geçerli olacak ve tek Tanrının imkansız olduğu savunulacaktır. Kısacası çok Tanrının imkansızlığına yönelik argümanların bir başka versiyonu tek Tanrı için de sorun yarattığından C önermesi felsefi bir indirgeme gerçekleştirememektedir.
Dinlerin hakikat iddialarına felsefi indirgeme gerçekleştirmenin dayanaklarının aslında neredeyse hiçbir dinin elimine edilmesine izin vermediğini bu incelemelerin sonunda gördük. Lakin felsefi indirgeme yönteminin dayanaklarının eksikliği dışında bir bütün olarak bu yöntemin birtakım eksiklikleri mevcuttur. Her şeyden önce bu yöntem dinleri, tek bir yoruma hapsetme gibi bir problemle karşı karşıyadır. Lakin dinler, içerik ve yapı itibariyle çok sayıda alternatif yorumu ortaya atmaya müsait kurumlardır. Yazı içerisinde Tanrının zamansallığına rağmen Tanrıyı zaman-dışı yorumlayan fikirlerin varlığından bahsetmiştim. Bir şeyin zamanın içinde olduğunu net bir şekilde ifade eden söylemlere rağmen kişiler 21. yüzyıl bakış açısıyla bu ifadeleri zaman-dışı bir varlıkla uyumlu anlama yöntemleri geliştirmiştir. Yani, insan zihni bu tür doğaüstü varlıkları her türlü Tanrı tasvirine uydurma konusunda yeteneklidir. Bu yetenek, herhangi bir Tanrı kavramının olanaksız olduğunu söyleyen bir argüman karşısında Tanrı tasvirini değiştirecek yorumlar yapmayı müsait kılar. Örneğin Kur’an Tanrı hakkında sürekli eril sıfatlar ve fiiller kullanıp Tanrının iki elinden, sarayından, yüzünden ve gözünden bahsetmesine rağmen tüm bu sıfatlar mecazi ve sembolik bir anlamda anlaşılmaktadır. Müslümanların Kur’an’a Yahudi ve Hristiyanların Kitab-ı Mukaddese uyguladığı bu sembolik anlatım yöntemlerinin tamamı diğer dinler ve dini metinler için de uygulanabilir. Dolayısıyla eğer felsefi indirgeme birtakım Tanrı tasvirlerinin imkansız olduğunu gösterse bile insan zihninin sembolik yorumlama yeteneği bu imkansızlığın dini çeşitliliği etkilemediğini gösterecektir. İbrahimi dinler için sürekli uygulanan “O aslında öyle değil!” yorumlarının tamamı Hinduizm, Antik Mısır Dini, Sihizm, Bahailik ve diğer tüm dinler için geçerli olabileceğinden dinler arasında tercih yaparken felsefi indirgeme yönteminin kullanılması çok sağlıklı durmamaktadır.
Bununla birlikte felsefi indirgeme yönteminin sadece tek Tanrılı dinlerin işine yaradığı fikri de hatalı bir fikirdir. Zira burada incelenen tek Tanrının lehine yönelik argümanların bir benzeri birden fazla Tanrıyı desteklemek için de kullanılabilir. Örneğin tıpkı Mutlak Kudret Paradoksundan tek Tanrıya ulaşıldığı gibi bir Zerdüşt de Kötülük Probleminden yola çıkarak “Mutlak iyi bir varlık evrendeki kötülükleri açıklayamaz. Lakin Mutlak İyi ve Mutlak Kötü iki varlık evrendeki kötülük ve iyilikle uyumludur. Dolayısıyla kötülük problemi Zerdüştlüğün iddia ettiği gibi Ahura Mazda ve Ahriman yani iyilik ve kötülük Tanrılarının olduğunu desteklemektedir.” diyerek tek Tanrılı ve çok Tanrılı inançlara felsefi indirgeme uygulayabilir. Yahut kutsal kitapların tarihsel motiflerle bezendiğinden yola çıkan ve dolayısıyla hiçbir metnin evrensel olamayacağını iddia eden Antropo-Epistemik argümandan yola çıkan kitapsız bir din mensubu “Antropo-Epistemik Argüman, Tanrı varsa bile kutsal kitap yollamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla kutsal kitabı olduğunu iddia eden tüm dinler elenmelidir” diyerek bahsedilen felsefi eliminasyonu bir kitabı Tanrı yazımı kabul eden dinlere uygulayabilir. Buna benzer şekilde insanın özgür iradesinin sınav yapma fikriyle çeliştiğini iddia eden argümanlara bakarak bir kişi cennet ve cehennem motifleri içeren dinleri felsefi olarak imkansıza indirgeyebilir. Buna benzer şekilde felsefi eliminasyon her dini hakikat iddiası için felsefi bir temel oluşturabilir. Zira dindeki ve dinlerdeki her ihtilaf için lehte ve aleyhte argümanlar ortaya atılmıştır. Elbette bu argümanların akliliği birbirinden farklı derecelerdedir. Buna rağmen tek Tanrı lehine sunulan argümanlar; çok Tanrı lehine, vahiy yollayan Tanrı aleyhine, mucizelerin imkansızlığı lehine argümanlara çok da baskın gözükmemektedir. Yani felsefi indirgeme yöntemi hangi Tanrıyı indirgeyeceğimiz konusunda psikolojik seçimler yapmaktan ileri sürmediğinden bu yöntem yerine karşılaştırmalı analiz yöntemi hâlâ daha akla yatkın gözükmektedir.
1.5. Mutlak Adil Tanrı ve Sonuç
Dinlerin araştırılmasının bir yöntemi olması gerektiğinden fakat tek objektif yöntemin uygulanması olanaksız bir yöntem olmasından yola çıkan Pratik Olanaksızlık Argümanı, bu haliyle dini çeşitliliğin neden ateizmle daha uyumlu olduğunu göstermeye yeterlidir. Buna rağmen argüman bununla sınırlandırılmamalıdır. Zira buradaki tek problem anlaşılmak istenen Tanrının böyle bir yöntem yollamamış olması değildir, aynı zamanda bu Tanrının onu anlamadığımız durumda bizi cezalandırmasıdır. Sizi binlerce odası olan bir koridora bıraktığımı ve bu kapılardan sadece bir tanesinin labirentten çıkmanızı sağlayacağını söylediğimi düşünün. Bu kapıların renginin, şeklinin, kapı kolunun ve büyüklüğünün birbirlerinden farklı olduğunu ve size bu kapılardan hangisinin çıkışa gittiğine dair bilgi vermediğimi hayal edin. Hatta bununla da kalmayıp bu kapıların açıldığı odaların her birinde girdiğiniz kapının şekline benzeyen ama onunla aynı olmayan binlerce kapı olduğunu farz edin. Üstelik bununla da kalmayıp içinde bulunduğunuz her biri binlerce kapı içeren odalara açılan binlerce kapının bulunduğu labirentin bir saat içinde yok olacağını ve eğer tek doğru kapıyı bulmazsanız müthiş bir azap çekeceğinizi varsayalım. Bu noktada sizi labirente koyan kişinin sizi dışarı çıkarmak istediği için labirente koyduğuna inanır mıydınız? Elbette bu kadar kapının bulunduğu bir labirentte sizden hangi kapının çıkışa ulaştıracağını söyleyen bir yöntem de vermemişse basit bir şekilde sizin dışarı çıkıp çıkmamanızla o kadar da ilgilenmediğini iddia edebilirsiniz. Peki bu varlığın mutlak adaletli olduğunu iddia edebilir misiniz? Elbette hayır. Çünkü mutlak adaletli bir varlık, yapmanızın olanaksız olduğu bir eylemi yapamadığınız için sizi cezalandırdığını düşünmezsiniz. Bu, adalet kavramına taban tabana zıttır. Hem doğru kapıyı bulmanızın imkansız olduğu bir labirent koyup, hem o labirentteki tüm kapıların içindeki tüm kapıları incelemek için fırsat vermeyip hem de kapıyı bulmadığınız için sizin ölmenize sebep olursam elbette adaletli ve merhametli bir davranış sergilemiş olmam.
Fark edilebileceği gibi bu analoji bizzat dinler ve Tanrı için geçerli bir analoji olarak karşımıza çıkar. On binlerce dinin olduğu bir Dünyada, her dinin sayısız mezhebinin ve yorumunun olması ve sizden doğru dinin doğru yorumunu 80 yıllık hayatınızda bulmanız durumunda kurtuluşa ereceğinizi söyleyen Tanrı’nın gerçekten de doğru dini bulmamızı istediğimizi düşünmek akla yatkın değildir. Hele bu Tanrının doğru dini bulmamamız durumunda bizi sonsuza kadar cehennemde cezalandıracağını iddia etmek, onun mutlak adaletli olmasıyla baştan sona çelişki içerisindedir.
Buradaki adaletin varlığını sorgulamak amacıyla cennet ve cehennemin doğru olduğu fakat inanılan dinin yanlış olduğu düşünce deneyine başvurulabilir. Misal yıllardır farklı dinlere kulak aşinalığı olmasına rağmen çeşitli sebeplerle İslam dinini kabul ettiğinizi varsayalım. Ölüp yeniden dirildiğiniz zaman karşınızda Zerdüştlüğün Tanrıları olan Ahura Mazda ile Ahriman olsun ve kendisilerine inanmadığınız için sizi sonsuz cehenneme attığını düşünün. Sırf Zerdüştlüğün kitabını Avesta Dilinden okumadığınız için onda çelişkiler olduğunu sanmıştınız. Sırf o kitabın tamamını okumadığınız için Zerdüştlüğün hatalı olduğu fikrine kapılmıştınız. Sırf o kutsal metnin sembolik anlatımlarını gerçekmiş gibi algılayıp altındaki mesajları anlamadığınız için Ahura Mazda’ya iman etmemiştiniz. Lakin yanılmışsınız! Oysa kendilerini göstermek için biri Dünya’nın iyiliğini diğeri kötülüğünü yaratmıştı. Buna rağmen siz kötülüğün tek Tanrılı dinleri iptal etmediği sonucuna varmamıştınız. Şu an gerçek karşınızda ve maalesef kurtuluşa ermediğiniz, hakikati reddettiğiniz için sonsuza kadar yanacaksınız! Yanlış Tanrıya inandığınız için size kaynar su içirilecek ve içtiğiniz suyu asla yutamayacaksınız. Derileriniz yandıkça acıyı hissetmeniz için yeniden derileriniz çıkacak ve sonsuza kadar acı çekeceksiniz. Çünkü yanlış Tanrı’ya taptınız. Çünkü yanlış ibadetler uyguladınız. Çünkü Ahura Mazda ve Ahriman’ı reddettiniz. Tam bu noktada Ahura Mazda’nın adaleti sorgulanmalıdır. Zira sizin doğduğunuz Dünya’da Zerdüştlük gibi çok sayıda din bulunmaktaydı ve Bahaillik, Taoizm, Eski Mısır Dini, Sihizm, İslam, Yahudilik, Hinduizm, Budizm gibi binlerce iddia içinden hangisinin doğru olduğuna dair detaylı bir inceleme yapmanız mümkün değildi. O halde insanları, kurtuluşa ermesi ve doğru Tanrı’ya inanmasına bakarak yargılayan bir varlık mutlak adaletli sayılamaz. İçinde milyonlarca sorunun olduğu bir sınav içerisinde bir öğrenciyi düşük not aldığı için sınıfta bırakmak, gerçekleşmesi pratik olarak imkansız bir şeyi öğrenciden gerçekleştirmesini istediğiniz için adaletli olmayacaktır. Aynı durum, insanları dinlerine göre yargılayan bir varlık için de geçerli olacaktır. Kısacası ya Tanrı insanları hakikate ulaşmasına göre yargılamamalıdır (çünkü görüldüğü gibi dinsel hakikate ulaşmak mümkün değildir) ya da Tanrı mutlak adaletli olarak görülmemelidir.
Bu noktada dinlerin cehennem motifleri hiç değilse İbrahimi dinler bağlamında incelenmelidir. Kutsal kitapların nasıl anlaşılması gerektiğine dair analizlere girmeden genel yapısıyla dinleri incelediğimizde onların, dini hakikate ulaşmayanların sonsuza kadar cehennemde yanacağına dair çeşitli söylemleri göze çarpmaktadır. Örneğin İslam “Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.”(17) ayeti temelinde İslam dışındaki dinlerin kabul edilmediğini söylerken Tevrat’ta bahsedilen on emrin ilki adam öldürmek, zina yapmak, hırsızlık yapmakla ilgili değil bizzat “Karşımda başka ilâhların olmıyacaktır.”(18) şeklindedir. İslam’ın kutsal kitabında geçen “Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”(19) ayeti İslam’ın diğer dinlere ahirette sonsuz ceza verileceğini desteklerken Yeni Ahit’in “Ve bunlar ebedî azaba, fakat salihler ebedî hayata gideceklerdir.”(20) söylemi o dine inanmayanlar için sonsuz azabı desteklemektedir (21). Kutsal kitaptaki bu ifadeler ardı arkası kesilmez bir şekilde sunulmaktadır:
İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım” derse böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız. (22)
Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.(23)
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenlere gelince işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.(24)
Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenleri görürsün, yüzleri kapkara kesilmiştir. Büyüklük taslayanlar için cehennemde bir yer mi yok!? (25)
İslam örneğinden görüldüğü gibi Tanrı’nın kendisine duyulan inancı ve onu doğru bilmeyi ahirette bir kıstas olarak koymaktadır. Önceki paragrafta insanları dinlerine göre yargılayan bir varlığın mutlak adaletli bir varlık olamayacağını gördüğümüz üzere, dini çeşitlilik Tanrı’nın mutlak adaleti ile de problem yaşamaktadır. Elbette bu yorumlara alternatif yorumlar getirilebilir lakin bu yazı genel dini görüş olan dini dışlayıcılık ekolüne karşı bir eleştiri olduğundan bu yazıda bahsetmedik. İlerleyen zamanlarda isteğinize göre çoğulculuk ve kapsayıcılık görüşlerini de ele almamız mümkün.
Kaynakça ve Notlar
- Bkz. 1. Korintliler, 15; 13-15. Matta, 28; 5-7. Luka, 24; 5-6. Markos, 16; 1-8. Elçilerin İşleri, 1; 3. Yuhanna, 20; 1-30.
- Bkz. İsra, 1. Necm, 7-18.
- Fatma Durmuş, “Perslerde İnanç Kültürü ve Mitolojik Unsurlar”, Danışman: Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Karageçi, Yüksek Lisans Tezi, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018, s. 52.
- Zerdüştlüğün kutsal kitabı olan Avesta’nın bir bölümü. Ayrıntılı bilgi için bkz. Najiba Zyayi Azizi, “Zerdüştiliğin Kutsal Kitabı (Avesta) Üzerine Bir Araştırma”, Danışman: Prof. Dr. Mustafa Erdem, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsu, Doktora Tezi, 2009, s. 44.
- Hinduizmin kutsal metinlerine verilen isim. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kürşat Demirci, Hinduizmin Kutsal Metinleri Vedalar, İşaret Yayınları, İstanbul, 1991.
- Jainizmin kutsal metin külliyatına verilen isim.
- Bu düşünceye dair detaylı analiz “Antropo-Epistemik Argüman” başlığı ile dergimizin dördüncü sayısında yayımlanacaktır.
- “The Vishnu Purana: Book II: Chapter VIII”, çev: Horace Hayman Wilson (1840), Sacred Texts, Son Erişim Tarihi: 06.02.2020, Erişim: https://www.sacred-texts.com/hin/vp/vp066.htm
- Târık, 1-3.
- “Hurûfîlik”, Hüsameddin Aksu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, son erişim tarihi: 06.02.2020, Erişim: https://islamansiklopedisi.org.tr/hurufilik
- Değişimin zaman gerektirmediği Zamanın B Teorisini şu an için es geçtik zira Kelam Kozmolojik Argüman Zamanın A Teorisi üzerine kuruludur.
- Hac, 47.
- Mezmurlar, 90; 4.
- Sâd, 75.
- Şefik Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1997, s. 5’ten akt. Fatma Hicret Un, “Karşılaştırmalı Hint ve Yunan Mitolojisi”, Danışman: Prof. Dr. Korhan Kaya, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2011, s.35.
- Canan Erdemir, “Bhagavata Purana’da Yaratılış”, Danışman: Prof. Dr. H. Derya Can, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2014, s.25.
- Âl-i İmrân, 19.
- Mısır’dan Çıkış, 20; 3.
- Bakara, 217.
- Matta, 25; 46.
- Detaylı bilgi için bkz. İlhan Arsel, İslama Göre Diğer Dinler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2017.
- Enbiyâ, 29.
- Beyyine, 6.
- A’râf, 36.
- Zümer, 60.