Kitap Analizi: “Aklın Üç Yüzü” (Nazif Muhtaroğlu) – Musa Yanık

///
1208 Okunma
Okunma süresi: 13 Dakika
  • Kitabın Adı: Aklın Üç Yüzü: Eleştirel, Çok Yönlü ve Yenilikçi Düşünce
  • Yazar: Nazif Muhtaroğlu
  • Basım Tarihi: Mayıs, 2022
  • Yayınevi: İstanbul: Bilge-Kültür Sanat Yayınları
  • Sayfa Sayısı: 318
  • ISBN: 978-625-7201-76-6
  • Satın Alma Bağlantısı: Amazon

Felsefe tarihinin en önemli filozoflarından biri olan Aristoteles, Metafizik kitabına şu cümleyle başlar: “Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi arzularlar.” Aristoteles’ten günümüze insanların, onun kendi tabiriyle doğaları gereği ya da doğal olarak bilme arzusu halen devam etmektedir. Keza her şeyin iç içe geçtiği ve globalleşmeye başladığı günümüz dünyasında “bilgi” ve “bilmenin” önemli bir yeri bulunur.  İlkçağdan günümüze gelen süreçte, belki de bilgi üzerinde değişen en önemli özelliklerden birisi, buradaki globalleşmeden ya da evrensele açılmaktan ileri gelir. Evrensele açılmak, yalnızca mevcut bilgi ve bilim potansiyelimizi tüm dünyayla paylaşmak demek değildir. Evrensele açılmak, başta politik, sosyokültürel ve dini olmak üzere, birçok paradigmayı da içerisinde barındırır. İhsan Fazlıoğlu’nun tabiriyle “bilenin yönetmesi”, az çok buradaki paradigmalarla ilgilidir. Evrensele açılırken, çok yönlü ve yenilikçi düşüncelerden haberdar olunması da ayrıca önem arz eder.

Bu yazı içerisinde, bu projeyi gerçekleştirmeye çalıştığını düşündüğüm Nazif Muhtaroğlu’nun “Aklın Üç Yüzü: Eleştirel, Çok-Yönlü ve Yenilikçi Düşünce” isimli eserini kritik etmeye çalışacağım. Öte yandan kitabın alt başlıklarından biri olan “eleştirel” düşünce şeklini, kitabın kendisi üzerinden uygulamaya çalışmamın, yazarın kendi silahıyla kendisini vurmak gibi bir anlama gelecek olması belki de bu yazıyı ilginç kılacaktır. Fakat çok başarılı bulduğum filozoflardan birisi olan Alvin Plantinga’nın tabiriyle konuşacak olursam, “bilimin ya da felsefenin kendi isteklerimize göre şekillenmemesi”, buradaki ilginç olan unsuru daha anlaşılabilir kılacaktır. Keza elimizden çıkan her metin, artık okuyucuya ve yorumcuya ulaştığında, yazarı olarak anlam yüklediğimiz eseri, bambaşka yorumlara muhatap kılıyor.

Açıkçası doğru olarak ifade ettiğimiz bilgilerle yanlış olarak ifade ettiğimiz bilgileri bugün epistemoloji sayesinde az-çok birbirinden ayırt edebiliyorken, benzer şekilde doğru ya da geçerli bir önerme ile geçersiz bir önermeyi ise mantık sayesinde birbirinden ayırt edebiliyoruz. Peki doğru bilgi ve doğru önerme sürecindeki doğru düşünce şeklini, bunun zıttı olarak ifade edebileceğimiz yanlış düşünce şeklinden ayırt eden şey nedir? Bütün düşüncelerimiz güvenilir midir? Onları eleştiriye tabi tutmak ne derece mümkündür? Bir kişinin kendi düşüncelerini eleştirebilmesi mümkün müdür? Eleştirel düşünmek ne demektir?

Muhtaroğlu, “Aklın Üç Yüzü: Eleştirel, Çok-Yönlü ve Yenilikçi Düşünce” isimli eserinde, başta yukarıdaki sorular olmak üzere, “eleştirel düşünce” olarak bilinen şeyin kapılarını aralamaya çalışıyor. Bunu yaparken okuyucuyu, sıkıcı felsefi tanımlamalara götürmek yerine, Nasreddin Hoca fıkralarından Robinson Cruose’a bilimsel keşiflerden kültleşmiş dizi ve filmlere götürmesi, kitabın genel muhtevasını da oldukça okunabilir kılıyor. Keza yazarın bu tarz anekdotlara başvurması, kendi tabiriyle “çocuklara verilecek düşünme eğitiminde kullanılacak en uygun entelektüel araçları” oluşturuyor (s. 46.). Bu açıdan kitabın her yaş grubuna hitap edebilecek yeterlilikte olduğunu söyleyebilmek mümkündür.

Kitap, giriş hariç dört bölümden oluşur. Muhtaroğlu, giriş ya da manifesto olarak ifade edilen kısımda, eleştirel düşüncenin tanımı, tarihi ve önemine, “çocuklar için felsefe” ve “hayat için felsefe” gibi önemli problemlere değiniyor, ayrıca aynı bölüm içerisinde kitap ismindeki alt başlıklarda ifade edilen, çok yönlü ve yenilikçi dediği kavramları da sıkı bir analize tabi tutuyor. “Akıl ve Duygular” olarak ifade edilen ilk bölümde, aklın tanımına, işlevine, özelliklerine ve etkileşimine vurgu yaparak, çeşitli fıkralar, hikayeler ve masallar yoluyla okuyucuyla etkileşim kurmaya çalışarak, bizleri düşünce deneylerine davet ediyor. “Akıl ve Sezgi” olarak isimlendirilen ikinci bölümde, yine aynı yöntemi kullanarak, aklın nasıl işlediği sorusunu tartışmaya açıyor. Muhtaroğlu, “Akıl ve Otorite” isimli üçüncü ve son bölümde ise aklın bir rehberi olup olmadığını, akıl yoluyla elde edilemeyen şeylerin yine aynı yolla kabul edilip edilemeyeceğini ve aklın üzerinde bir otorite varsa bunu nasıl kullanabileceğimizi, yine büyük bir titizlikle seçtiği fıkralar, filmler ve diziler yoluyla tartışmaya çalışıyor. Ayrıca, her bölümün sonuna eklediği “İlgilisine Ek” kısımlarıyla, o bölüm dahilinde tartıştığı şeyleri, felsefi bir problemle yakından ilintili olan temalarla iç içe geçirerek, okuyucuyu felsefenin problemler dünyasına çekmeye çalışıyor. Son olarak kitabın son bölümüne karşılık gelen “Kendimizi Sınayalım” bölümünde, bizleri, kitap boyunca öğrendiğimiz bilgileri pratik olarak kullanmaya davet ediyor.

Esasen büsbütün düşünme faaliyeti olarak ifade edilen şeyin uzun bir geçmişi olsa bile, “eleştirel düşünce” olarak bilinen şey, yakın sayılabilecek bir dönemde olgunlaşmaya başlamıştır. Eleştirel düşünce, belirli bir güvenceye ya da belki de epistemik seviyeye dayanan bilgilerimiz üzerinden; güvenilir çıkarımlar, yorumlar, argümanlar, önermeler ve savlarda bulunmamızı sağlayan kritik bir noktada kendisine yer bulur. Nitekim bu yolla elde ettiğimiz bilgilerimizi kavramsallaştırmak ve analiz etmek, eleştirel düşüncenin en önemli yapı taşlarından birsini oluşturur. Bu açıdan bakıldığında eleştirel düşüncenin inanç, kabul, yargı ve eylemlerimiz için bize bir rehber olarak gözlem, deneyim, akıl yürütme veya iletişim yoluyla topladığımız bilgileri, entelektüel olarak değerlendirebilmemizi sağlaması oldukça önemlidir Eleştirel düşünceyi, bir bilgi girdi-çıktısı içindeki üçüncü bir unsur olarak düşünebilmek mümkündür. Üçüncü unsur olarak eleştirel düşüncenin önemi, hazır bilgileri almak yerine onları analize tabi tutmak ve temellendirilmemiş yorumlarda bulunmak yerine onları gerekçelendirmeye çalışmaktan ileri gelir. Eleştirel düşüncenin, ayrıca entelektüel yetenekler ve entelektüel değerler gibi, evrensel olarak kabul edilebilecek yapı taşları da bulunur. Açık fikirlilik, tutarlılık, derinlik ve kapsayıcılık entelektüel yetenekler içerisinde kendisine yer bulurken, entelektüel cesaret, erdem, alçakgönüllülük ve hakkaniyet ise değerlerle alakalıdır.

Muhtaroğlu yukarıda bahsettiğimiz entelektüel yetenekleri bir Nasreddin Hoca fıkrası üzerinden tanımlamaya çalışırken (s.60), fıkranın analizinde, yüzeysel düşünme vurgusuna atıfla, entelektüel yeteneklerden biri olarak ifade edebileceğimiz “ileri görüşlü olma” özelliğini, bunun zıttı olarak “dar görüşlü olma” özelliğiyle karşılaştırarak belirtmeye çalışır (61.). Birinci bölümde açıklamaya çalıştığı bu yeteneklerin çeşitlerine ve detaylandırılmasına pek fazla yer vermemesi, yeteneklerle ilgili olarak eksik noktaların olmasına işaret eder. Belki de Muhtaroğlu, kitabın giriş bölümünde Harvard Üniversitesi’nin lisans eğitimindeki çekirdek programı açıklarken kullandığı “balık vermek yerine balık tutabilme” (s. 35) deyimini, bizler üzerinde uygulamaya çalışıyor olsa gerek. Ancak okuyucuyu fıkralar üzerinden, kendi tabiriyle “balık tutmaya”, yani düşünce egzersizlerine götürmek ne derece önemliyse, aynı şekilde bunu yapabilmek için olta, misine ve yem gibi çeşitli araç ve gerekçelerin, yani entelektüel yeteneklerin bilinmesinin de önemli olduğu açıktır.

Entelektüel değerlerle ilgili olarak ise Aristoteles’in ahlak felsefesi üzerinden bir tartışma yoluna gitmeyi seçen Muhtaroğlu, her ne kadar “duygular”ın rolü üzerinde pek fazla durmuş olsa bile, Aristoteles’te ve yukarıda ifade ettiğimiz entelektüel değerlerde, kendi tabiriyle “kilit noktayı ihtiva eden “erdem” (s. 71) kavramı üzerinde pek fazla durmaz. Doğrusu eleştirel düşüncenin belirli bir fonksiyonunu oluşturan entelektüel değerler kısmına kitap içerisinde kullandığı yöntem dahilinde anekdotlar üzerinden yer vermemeye gitmesi, bunun yerine duyguların işlevi üzerinden bir değerler tartışması yürütmesi, kitabın problematik taraflarından birini oluştururken; bu değerlerle ilgili olarak daha fazla kavrama yer vermemesi ve bunları açıklamaya çalışmaması altını çizmemiz gereken bir noktadır. Nitekim entelektüel değerler bir ölçüde entelektüel erdemler olarak bilinen şeylerle yakından ilişkilidir. Erdemli olabilmek ve karar verebilmek için duyguların rolüne vurgu yapması elbette önemlidir. Ancak kavram zenginliğine işaret etmemesi, yukarıda ifade ettiğimiz ilişkiyi de bir ölçüde ıskaladığını gösteriyor. Öte yandan “erdem” kavramı her ne kadar değerlerle ilgili bir alana işaret etse bile, epistemolojiyle de yakından alakalı bir kavramdır. Yakın dönemde gelişmeye başlayan “erdem epistemoloji” içerisindeki “erdem” kavramı her ne kadar burada yine bilginin değerlerle ilgili kısmını oluştursa bile, Muhtaroğlu’nun entelektüel değerler kısmındaki açıklamalarını da zenginleştirecek mahiyettedir. Keza eleştirel düşünce içerisinde doğru bilgiye ulaşmak ve onu analiz etmek kadar bunu uygulayan kişinin etik sorumluluğunun da olduğu aşikardır. Bu açıdan bakıldığında inanç, bilgi ve değer kavramlarının “eleştirel düşünce” üzerinden bir analize tabi tutulması gerektiğini ayrıca not edelim.

Kitabın birinci bölümünün muhtevasını çoğunlukla “mantık hataları”nın oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Elbette “korkutma”, “perdeleme”, “karalama” vb. gibi birçok mantık hatasının çözümlenmeye çalışılması bir ölçüde entelektüel yeteneklerle alakalı olduğu için önemlidir. Bana öyle geliyor ki aslında birinci bölümü asıl ilgi çekici kılan şey, bir ölçüde zihin felsefesiyle de alakası olan “sistemler” başlığı altındaki açıklamalardır. Burada, oradaki tartışmaları uzun uzun irdeleyecek kadar yerimiz yok. Ancak S1’den S2’ye geçildiğinde, makul insanların gerçekten inançlarını, tutumlarını, bilgilerini ve yargılarını güncellemesinin neleri gerektirdiğini tartışmaya açmanın önemine yapılan vurgunun anlamlı olduğu açıktır (s. 83-89). Ayrıca eleştirel düşüncenin disiplinler, hatta psikoloji ve nöroloji üzerinden multi disipliner bir şekilde ele alınmasını gerektirmesi bakımından da önemlidir.

Kitabın ikinci bölümünde ön plana çıkan kavram büyük ölçüde “sezgi” kavramıdır. Muhtaroğlu, öncelikle sezgilerimizi, ruhsal, içgüdü, tecrübi, metafizik ve bilişsel olmak üzere beşe ayırırken, ruhsal sezgiyi; ilahi, mistik sezgi ve altıncı his olmak üzere üçe, yine tecrübi sezgiyi; sağduyu, uzmanlık sezgisi ve önsezi olmak üzere üçe, bilişsel sezgiyi ise duyusal, akli, kısa yol ve anlık sezgi olmak üzere dörde ayırır ve son olarak anlık sezgiyi, ilham ve epifani olmak üzere ikiye ayırma yoluna gider (tablo için bkz. s. 155). Buradaki her bir kavramı tanımlamaya çalışan Muhtaroğlu, ayrıca bana öyle geliyor ki konuyu, bilim felsefesi, bilim sosyolojisi ve bilgi sosyolojisi gibi disiplinler üzerinden başarılı bir şekilde ele almaya çalışıyor. Nitekim hipotez ve teori gibi kavramların belki de üst başlık olarak bilimin kendisinin sezgi, ilham, ön sezgi ve Muhtaroğlu pek fazla değinmese bile metafiziksel ön kabullerin eleştirel düşünceyle ilişkisinin gösterilmesi, kitabın kavramsal zenginliğini ortaya çıkarıyor. Ayrıca bu bölüm dahilinde aşktaki sezgilerinde kaybedip iş dünyasındaki sezgilerinde oldukça kazançlı çıkan Jeff Bezos örneği üzerinden sezgi kavramının ele alınması (s. 175-176), kitabın güncelle ilişkisini öne çıkarıyor.

Öte yandan bu bölüm içerisinde en büyük eksikliğin sosyal epistemoloji üzerinden bir değerlendirmeye gidilmemesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Muhtaroğlu, her ne kadar bir önceki bölümde çevresel faktörlere ve bir sonraki bölümde ise “epistemik otorite” kavramına dikkat çekerek birkaç değerlendirmede bulunsa bile, “tanıklık”, “anlaşmazlık”, “kolektivizm” gibi sosyal epistemolojinin önemli kavramları üzerinden bir çözümlemeye gitmemesi altını çizmemiz gereken bir noktayı teşkil ediyor. Mesela eleştirel düşünce sürecinde, yargılarımızın oluşumundaki tanıklık gibi sosyal faktörlerin önemi nedir? şeklindeki bir sorunun, belirli bir öneme haiz olduğu çok açıktır. Elbette Muhtaroğlu’nun kitabının doğrudan epistemolojiyle alakalı olmaması, bu itirazı bir ölçüde boşa çıkarabilir. Fakat doğru yargıda, doğru çıkarımda ve epistemolojiyle bağlantılı olarak doğru bilgi sürecinde eleştirel düşüncenin önemi, şüphe götüremez bir gerçek olsa gerek. Son olarak ikinci bölümün sonunda ek olarak verilen yapay zekâ tartışmalarının, kitabın güncel problemleri içerisinde barındırdığını bir kez daha gösteriyor.

Bana öyle geliyor ki kitabın üçüncü bölümü, eserin epistemolojik tartışmalarla ilgili olarak bağlantısını iyi bir biçimde şekillendiriyor. Başta “epistemik otorite” ve “epistemik balon” gibi kavramların seçilmesi, kitabı daha ilgi çekici kılarken, “epistemik otorite” kavramını ve uzmanlığın bu kavramdan nasıl ayırt edebileceğini açık bir şekilde göstermeye çalışıyor (s. 214-215) ve teolojiye ve popüler diyebileceğimiz Hollywood filmlerine atıfla, konuya, kitap boyunca olduğu gibi zenginlik katmaya devam ediyor. Ayrıca kitabın sonuna karşılık gelen “inanç, akıl ve otorite” başlığını taşıyan ek bölüm, okuyucuyu, dini epistemolojinin zengin problemler dünyasına da götürmeyi ihmal etmiyor. Nitekim her ne kadar popüler ancak bana kalırsa yanlış bir söylem olarak “dini” bilginin, belirli eleştirel düşünce sürecine dayanmadan peşin olarak kabul edildiği savının tartışılmaya açılması, not etmemiz gereken bir hususa işaret ediyor. Buraya, “eleştirel düşünce ve dini epistemoloji” başlıklı bir problemi ev ödevi olarak bırakalım.

Sonuç olarak, kitap için genel bir değerlendirmede bulunacak olursak, Muhtaroğlu’nun “Aklın Üç Yüzü” adını verdiği eserin, eleştirel düşünceyle bağlantılı olarak, içerisinde birçok problemi farklı açılardan yorumlama imkanını bize göstermesi bakımından oldukça zengin ve doyurucu bir kitaptır. Muhtaroğlu’nun, eleştirel düşünce söz konusu olduğunda, bilim tarihi içerisindeki hadiselerden, popüler filmlerden ve dizilerden karşılaştırmalar yapma yoluna gitmesi ve epistemoloji, sosyoloji, din, bilim, zihin felsefesi, bilim felsefesi ve bilim sosyolojisi gibi daha birçok disiplinlinler üzerinden değerlendirmelerde bulunması; eleştirel düşünceyle alakalı olarak mevcut literatür içerisindeki yorumlara dair gerek olumlu gerekse olumsuz yeni bakış açılarını bize sunarken, ayrıca mevcut problemleri hem çağdaş hem de klasik örnekler üzerinden ele alması, eserin ufuk açıcı yorumları da kazandırma potansiyeline sahip olduğunu bize gösteriyor.

Bu tarz eserlerin, genel olarak felsefe başta olmak üzere, felsefenin felsefesi olarak ifade edebileceğimiz bir problemi içerisinde barındıran “meta-felsefe” özelinde de birçok zengin tartışmayı beraberinde getireceği aşikardır. Nitekim Muhtaroğlu’nun, eserinin giriş kısmında ifade ettiği gibi, eleştirel düşüncenin doruk noktasını oluşturan “eleştirinin de eleştirisini” yapabilme yeteneği ve kitabın perspektifini de belirleyen “meta-kritik” (s. 23), bu açıdan kitabın meta-felsefeyle olan ilişkisine işaret eder. Ayrıca Muhtaroğlu’nun, kitabın isminde geçen “akıl” kavramı üzerinden, eleştirel, çok yönlü ve yenilikçi şeklindeki üç boyutlu bir değerlendirmeye gitmesi, eserin özgün kılan yönlerinden birini oluştururken, yer yer okuyucuyu etkileşime davet etmesi, onun ortaya koymaya çalıştığı modelin bir ölçüde pratik felsefeyle olan ilişkisini de bizlere gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Muhtaroğlu’nun çalışmasının gerek felsefe ve gerekse eleştirel düşünce geleneğimize anlam katacağını düşünüyor ve onun özgün, yenilikçi, çağdaş ve güncel konseptinin, başta akademik tartışmalar olmak üzere, entelektüel dünyamıza epey katkı sağlayacağını düşünüyoruz.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Epistemik Gerekçelendirme: Rasyonel İnanç Nedir? – Todd R. Long

Sonraki Gönderi

“Analitik” Din Felsefesi – Graham Oppy

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü