Arthur Schopenhauer (Felsefe Sözlüğü)

//
1607 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Alman filozof Arthur Schopenhauer (1788 – 1860), 19. yüzyılın başlarındaki Alman İdealizm ve Romantizm hareketlerinin önemli bir simasıydı. Genellikle, iç karartıcı ve kusursuz bir karamsar olarak bilinen Schopenhauer, temelde hayal kırıklığı ve acılarla dolu olan insanlık durumunun estetik, etik ve çileci farkındalık biçimleri aracılığıyla üstesinden gelmenin yollarını savunmakla ilgileniyordu. O, “Yaşam İstenci”nin (insanı hayata tutunmaya ve yeniden üretmeye iten gücün) dünyanın itici gücü olduğuna ve mutluluk arayışının, sevgi ve entelektüel tatminin özünde beyhude olup her halükarda doğuştan gelen üreme zorunluluğuna göre ikincil olduğuna inanıyordu.

Schopenhauer; estetik yaklaşımı ve İradecilik (Voluntarism) doktriniyle (tabi ki aforizma ve özdeyişlerle dolu yazı stiliyle de), kendi döneminin Romantiklerinin yanı sıra birçok filozofu da etkilemiştir. Schopenhauer, belki de diğer tüm büyük filozoflardan daha çok popüler trendler ve modalara malzeme olmuştur; onun, son yıllardaki belirsizlikleri aşmaya yönelik makul çalışmaları saymazsak şan ve şöhret içinde belirsiz bir biçime büründürüldüğünü (en azından genç Wittgenstein ve Nietzsche üzerinde olduğu sözde etkisi gibi) söyleyebiliriz.

Yaşamı

Schopenhauer (Şo-pen-ha-vır olarak telaffuz edilir) 22 Şubat 1788’de (günümüzde Gdansk/Polonya olan) Danzig’de dünya gelmiştir. Babası başarılı bir tüccar olan Heinrich Floris Schopenhauer; annesi ise yetenekli bir yazar olan Johanna Trosiener’dı; ebeveynleri zengin Alman ailelerinin torunları idi. Danzig 1793 yılında Prusya tarafından işgal edildiğinde Schopenhauer ailesi Hamburg’a taşındı. Schopenhauer, gençliğinde babasıyla beraber birçok seyahat yaptı ve belirli dönemlerde de Fransa ve İngiltere’de yaşadı.

1805 yılında, Schopenhauer henüz 17 yaşındayken babası öldü (muhtemelen intihar etti), o da Hamburg’daki aile işlerini bir süreliğine devraldı ve böylece de bir gecede zenginleşti. Fakat annesi, yazarlık kariyerine devam etmek için o dönemde Alman edebiyatının merkezi olan Weimar’a taşınıp Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) arkadaşı ve yakın dostu oldu. Bir yıl sonra da Schopenhauer ve kız kardeşi Weimar’daki annesinin yanına taşındı.

Schopenhauer her ne kadar kısa boylu olsa, kadınlar için büyük ölçüde yakışıklı ve çekici olarak görülmekteydi, fakat romantik girişimlerinde hiç tatmin olmamıştı.

25 yaşındaki Schopenhauer’in doktora tezi, “Über die vierfache Wurzel des Satzes vom zureichenden Grunde” (“Yeter-Sebep İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine“), o dönemde hakim olan Alman İdealist filozoflara (Fichte, Schelling ve Hegel vb.) karşı kullanacağı birçok argüman içermekteydi.

Schopenhauer’ı, bazı açılardan, tüm Alman İdealist hareketinin tam karşısındaki antitez olarak düşünebilirsiniz: Büyük sistemleri hiç sevmez ve tek tek fikirlerle ilgilenmeyi tercih ederdi. Bu büyük sistemlerin dini tutumları ve Alman Milliyetçiliğine karşı çıkmaktaydı.

Ortaya koyduğu Pesimizm ilkesinin de yer aldığı 1819 tarihli “Die Welt als Wille und Vorstellung” (“İsteme ve Tasarım Olarak Dünya“), genellikle en önde gelen eseri olarak kabul edilmektedir. (Pesimizim ilkesi, genel olarak yaşamı karamsar bir açıdan ele almak ve kavramaktır) hem dramatik hem de güçlü yazılarında, dünyayı adaletsizlik, hastalık, baskı, acı ve gaddarlıkla dolu olan gerçek anlamıyla korkunç bir mekan olarak tanımlıyordu. Leibniz’in bu dünyanın mümkün dünyalar içerisindeki en iyi dünya olduğuna dair görüşünün tam aksine, Schopenhauer bu dünyanın mümkün dünyalar içerisindeki en kötü dünya olduğunu kanıtlamaya çalıştı: Öyle ki, ona göre, eğer bu dünya birazcık daha az kötü olsaydı bile var olmaya devam edemezdi!

Schopenhauer, 19. yüzyıl Almanya’sındaki Romantik çağdaşlarının çoğunun kucaklayıcı iyimserliğinin tam aksine tüm varoluşun nihayetinde beyhude olduğunu hissediyordu: Çünkü ona göre varoluşun temelinde asla tatmin edilemeyecek olan bir doyuma erişme arzusu vardı.

Schopenhauer kendisini bir Kantçı olarak adlandırıyordu. Onun başlangıç noktası şüphesiz ki Kant’ın Evren’i fenomen (görüldükleri gibi olanlar, duyularımız ile algılananlar) ve numen (bizden bağımsız olarak var olan varlığı bize bağlı olmayanlar, yalnızca insanlar tarafından düşünülebilen veya tasavvur edilebilen “kendinde-şey”ler) olarak ikiye ayırmasıydı.

Schopenhauer, tüm bu çokluğun/şeylerin fenomenal deneyimin bir parçası olduğunu öne sürerek Kant’tan bir adım daha ileri gitti; çünkü ona göre numen realite eşsiz, tekil, farklılaşmamış ve ayırt-edilemeyen bir şey olmalıdır. O, numenin, bizim istenç (veya irade) dediğimiz şeyle aynı olduğu (veya en azından; tecrübe edebileceğimiz “kendinde-şey” in en dolaysız tezahürü olduğu) sonucuna varmıştı. “İstenç” isimlendirmesi sizi şaşırtmasın; bunun yerine “Güç” veya “Enerji” de aynı anlamda kullanabilirdi.

Schopenhauer aslında fiziksel evreni; nesneleri ve maddenin yalnızca örnekleri olarak görüp her şeyin temelinde yatan şeyin enerji olduğunu düşünüyordu; bu anlayış, 20. yüzyıldaki Einstein sonrası madde anlayışına çarpıcı bir şekilde benzeyen bir fikirdir).

Schopenhauer daha sonra bu İstenç (irade) anlayışını daha da genişletti; ortaya koyduğu argümanlarını Batı Felsefesinin temel geleneklerine dayandırırken çok iyi bildiği Upanishad’lardaki Hindu Vedanta gelenekleriyle de neredeyse tamamen tutarlı bir tür İradecilik inşa etmişti.

“Yaşama istenci”nin (insanı hayatta kalmaya ve üremeye iten gücün) dünyanın içsel doğası ile itici gücü olduğuna; İstenç ve arzunun ontolojik olarak düşünce ve akıldan önce (ve hatta onlar olmadan da var olduğuna) geldiğine inanıyordu. Hatta aşık olmayı bile bu üreme dürtüsünün (veya cinsel güdünün) bilinçsiz bir unsuru olarak görerek (modern zevklerimize göre) şüphe uyandırıcı bazı cazibe kurallarını sıralamıştı. (örneğin, uzun boylu insanlar kısa insanları çekici bulur çünkü böylece yavrularının boylarının orantılı olma olasılığı daha artar; veya büyük çeneliler aynı sebepten dolayı küçük çeneli olanları çeker; vb.)

Mutluluğun peşinde koşmanın ve çocuk yapmanın birbirinden tamamen farklı olan iki şey olduğunu ve; “aşkın” art niyetli bir şekilde, bizi, türlerin çoğalmasının çıkarlarımıza uygun olduğunu düşünmeye ittiğini ileri sürmüştü.

Ancak aşkın bu eksik savunmasında, yalnızca aşk kadar güçlü bir gücün bizi “bu role” zorlayabileceğini ve biyolojinin akıldan daha etkili olmasından dolayı da aslında “aşık olmaktan” başka seçeneğimiz olmadığını düşünüyordu.

Hayatta kalma ve yeniden üretme yönündeki bu vahşi ve güçlü dürtünün aslında tüm dünyada acıya ve ıstıraba sebep olan şey olduğunu ve İstenç dünyasının doğasında var olan bu ıstıraptan kaçmanın tek yolunun sanattan geçtiğini savunuyordu. Felsefe ve mantık gibi “söyleme/analize” dayanan düşüncenin, arzu ya da İstenç’in doğasına dokunamayacağını ve onu aşamayacağını düşünüyordu. Ayrıca, şüphesiz bir biçimde Felsefe ve Mantığı; sanattan, şefkat dolu bir nezaketten ve belirli bir dini disiplin biçiminden daha önemli görmüyordu (daha önemsiz görüyordu).

Schopenhauer’in Estetik anlayışına göre, estetik bakış açısı bilimsel bakış açısından daha nesneldir, çünkü zekayı İstenç’ten sanat biçimde ayırır. Ona göre sanat, herhangi bir yaratma biçiminden evvel sanatçının aklında bulunan doğal-kendiliğinden bir eylem veya önceden belirlenmiş bir fikir iken, beden yalnızca İrade’nin bir uzantısıdır; bu sebeple sanat, ne bedenle ne de akılla ilişkilendirilebilir. Öyleyse bilim tam aksine, etkili bir biçimde yeter-sebep alanının ötesine geçer. Schopenhauer’in bu dahiyane fikri sanatına çok odaklanmış bir sanatçı gibiydi; ki bu yüzden de “hayat işini” ihmal etmişti bile. (Schopenhauer için “hayat işleri”, yalnızca, kötücül olan ve acı veren İstenç’in egemenliği anlamına geliyordu).

Schopenhauer’in Etik anlayışı, esas olarak 1839 tarihli “Über die Freiheit des menschlichen Willens” (“On the Freedom of the Will”) ve 1840 tarihli “Über die Grundlage der Moral” (“On the Basis of Morality”) adlı metinlerinde kendini gösteriyordu. Üç temel ahlaki dürtüyü tanımlaması, bu çalışmalarının ana eksenini gösteriyordu:

  • merhamet (ahlaki ifadenin asıl motivasyonu),
  • kötülük,
  • egoizm (ahlaki dürtünün engelleyicisi).

O, aşkı (Antik Yunan “agape” kavramında olduğu gibi erotik aşktan ziyade) insanın ruhunda gizli olan ve dünyayı dramatik bir şekilde şekillendiren son derece etkili bir güç olarak görüyordu. Fikirlerinden bazılarında, Budizm’in ve Four Noble Truths’ın etkisi görülmektedir. (Ç.N.: Four Noble Truths Buda’nın aydınlandıktan sonra ortaya koyduğu ilk öğretisi için kullanılan bir ifade.

Kendisinin de ifade ettiği gibi siyasetle fazla ilgilenmemiş fakat yine de genel anlamda sınırlandırılmış bir hükümet yanlısıydı, ancak genel olarak sınırlı hükümetin yanındaydı; ki böylece erkekler kendi kurtuluşlarına ulaşma konusunda daha özgür olacaktı. Diğer yandan Thomas Hobbes’un Sözleşmecilik anlayışını benimsemişti; türümüzün doğuştan gelen yıkıcı eğilimlerini kontrol altına almak adına Devleti (ve Devlet’in şiddet tekelini) gerekli görüyordu.

Irklar konusunda sınırları belirgin bir hiyerarşi anlayışına sahipti. Duyarlılıkları ve yaratıcılıklarından dolayı Kuzey’deki beyaz ırklara uygarlıkta üstünlük atfediyordu. Fakat bu ifadenin yanı sıra ırkların farklı muamele görmesi ve köleliğe de şiddetle karşı çıkıyordu. Ayrıca anti-semitik görüşleri (Hıristiyanlığın Yahudiliğin materyalist dayanaklarına karşı bir başkaldırı olduğunu savunuyordu), kadınlara karşı şovenist bir tutumu (“kadının doğası gereği itaat etmesi gerektiğini” savunuyordu) ve öjeniye yakınsanan bir eğilimi vardı. Diğer birçok toplumsal meselede genel anlamda özgürlükçü görüşlere sahipti; intihar ve eşcinsellik gibi konularda yerleşik tabulara şiddetle karşı çıkardı. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, İstenç’in fenomenal tezahürü olarak gördüğü hayvan haklarına da epey ilgisi vardı.

Arthur Schopenhauer‘ın Kitapları

Türkçeye çevrilmiş kitapları için tıklayınız.


Kaynak (Erişim Tarihi: 01.05.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Epistemik Olarak Niçin Twitter Instagram’dan Daha İyidir? – Natalie Alana Ashton

Sonraki Gönderi

Modernizm (Felsefe Sözlüğü)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü