Bilgi Ve Nesne-II: Gerçekçilik İçin Sınırlar – Arda Denkel

//
1179 Okunma
Okunma süresi: 45 Dakika

Gerçekçi Uslamlamalar

Bilimsel Gerçeklikler çoğunlukla aynı zamanda Algısal Gerçekçi olmuşlardır. Bun­dan dolayı, gözlemlenemezlerin varlığını savunan uslamlamaları, gözlemlenebilirleri de kapsayan genel bir anlamda öne sürerler: Gerçekçi uslamlamalar Bilimsel Gerçekçilik’i desteklerken Sağduyu Gerçekçiliği’ni de destekler ve öncekini kanıtlamadaki bir başarısızlığın sonrakini kanıtlamayı da engellediği gibi bir izlenim yaratırlar. Oysa bu iki öğreti, mantıksal olarak birbirini gerektirmek bir yana, tersine doğal olarak birbirlerini dışlama eğiliminde olmalıdır. Nitekim aynı zamanda deneyci olan bir algısal gerçekçi, gözlemlenebilir olmayı var olmaya koşul sayacaktır. Daha ileride göstermeye çalışacağımız gibi, bilimsel gerçekçinin göze görülen nesnelerle tam bir gerçeklik yüklemesi tutarsız bir düşüncedir. Bu nedenlerle, değineceğimiz uslamlamaları öncelikle Bilimsel Gerçekçilik’e uygulanışlarıyla ve ayrıca da Sağduyu (ya da Algısal) Gerçekçiliği bağlamında ele almamız gerekiyor.

Hilary Putnam 1960’larm sonlarından 1976’ya değin Gerçekçilik’in en öndeki bir kaç “bayraktarından’’ biri olmuştur; 1976 sonlarındaysa Gerçeksizciler arasına katılır.

Bu yol ayırımından önceki yıl içinde Gerçekçilik adına en olgun uslamlamalarından bi­rini ortaya atmıştır. (29) Bir kuram olsun, diyor Putnam, ve bu kuram kendi tutarlılık ve bütünselliği içinde belirli bir deneysel olguya ilişkin olarak belirli bir önermeyi içeri­ yor olsun. Bu önerme kurama bağımlı olarak doğru olacaktır. Buna “güvenceli öne sürülebilirik” (warranted assertibility) diyebiliriz. Örneğin, bilim kuramımız elde­ ki deneysel veriye göre Venüs’ün atmosferinde karbondioksit bulunduğunu içeriyor, buna güvenceli öne sürülebilirlik sağlıyor olsun. Şimdi bu, doğruluk denen şey olamaz, bu şey doğruluğu zorunlu da kılamaz. Çünkü diyor Putnam, bütün bu yukarıdaki duru­ma karşın, Venüs’ün atmosferinde karbondioksit bulunmayabilir. Kuramın içerdiği öner­ me yanlış çıkabilir; bunu biz bilmesek bile önerme yanlış olabilir. Bunun tersini söylemek kuramın doğru olduğunu içerdiği hiçbir önermenin yanlış olamayacağını, yani bunların zorunlu doğruluklar olduğunu söylemek anlamına gelecektir. Oysa durum buy­ sa. doğru ya da yanlış olmak yalnızca kuramın saptadığı bir şey olmamalı. En temel anlamıyla doğruluk, kurama bağımlı bir şey olmamalı. Peki bu bağımsız ve saltık doğ­ruluğu ne saptayacak? Kaçınılmaz olarak, kuramın dışındaki bir nesnel gerçeklik.. Dikkat edilirse, temel anlamdaki doğruluğun nasıl saptanacağının bir saptaması değil, bunu neyin saptadığının bir kanıtı, bu. Kuramın, algımın dışına çıkabilmek olanağına sahip değiliz. Dolayısıyla, bu uslamlama Gerçekçilik’i yine en minimal bir anlamda kanıtlı­ yor: Kuramın ötesinde olup, önermeleri doğru veya yanlış kılan, ancak bunu nasıl sağladığım (yani kendiliğinden nasıl olduğunu) kuramdan bağımsız olarak bilemediğimiz bir gerçekliğin var olduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle. Popper’dan esinlenircesine. her bilimsel önerme ve her kuram yanlış olabiliyorsa. bunları yanlış kılan şey olarak, bir gerçeklik de bulunmalıdır, denilmiş oluyor. Peki, buna karşı şöyle bir gerçeksizci savunma olamaz mı: Bir kuram tabii ki yan­ lış olabilir. Ancak onun yanlış olabilirliği, bir gerçekliğin onaylanmasını gerektirmez.

Çünkü bir kuramın yanlış kılınması ancak onun başka bir kuramca yanlış kılınması olarak anlaşılabilir. Bu anlayışa göre söz konusu her kuramın yanlış olabilirliği de, bir­birini yanlışlayan kuramların bir sonsuz zincirinin bulunabilir olması anlamında yo­rumlanabilir. Buysa yine kurama-bağımlı bir yanlışlanabilirliktir. Gerçeksizciler bundan da çoğunu öne sürmüşlerdir. Eğer demişlerdir, şimdiki kurama göre geçmiştekiler yanlış idiyseler, geleceğin kuramına göre de şimdiki, ondan sonrakine göre de o kuram yan­lıştır. Dolayısıyla kuramdan bağımsız anlamda doğruluk diye bir şey zaten yoktur.

Oysa bu sonuç geçerli değil. Kuramların hepsinin birbirlerini yanlışlayabilir olma­sı, hepsini (farklı derecelerde) yanlışlayan bir gerçekliğin bulunmasını dışlayamaz. Ku­ramların birbirlerini yanlışlayarak daha başarılı olmaya doğru ilerledikleri, bununsa gerçekliğe yaklaşmak olduğu, Minimal Gerçekçilik sınırını aşmadan öne sürülebilir.

Dikkat edilirse, burada Minimal Gerçekçilik dışlanmadığı gibi kanıtlanmış da değil. Yanlışlama zinciri yanısıra bir gerçekliği varsaymak hiç de zorunlu kılınmış olmuyor. Şu halde Putnam’ın ortaya attığı da, gücü bakımından bir mantıksal kanıttan daha zayıf kalan bir uslamlama.

Hilary Putnam (1926-2016)

Putnam’m uslamlaması inandırıcı oluyor ve Minimal Gerçekçilik’i temellendiri­yorsa, bunun gözlenebilirler ve gözlemlenemezler için getireceği sonuçlar neler? Gözlemlenemezler için ortaya çıkan sonuç, bunlar varsalar bile kendiliklerinde bilinemeye­cekleri, yani onlara ilişkin kuramlarımızın gözlemlenemezleri ne ölçüde betimlediğinin, onlarla ne ölçüde karşılıklılık içinde bulunduğunun hiç anlaşılamayacağı. Bir başka de­yişle gözlemlenemezler için varılan sonuç, Hume doğrultusunda bir Bilinemezcilik (agnosticism) olacak. Bundan daha güçlü bir Gekçekçilik için bir gerekçe veya kanıt sağ­lanmış olmayacak. Oysa, gözlemlenebilirler için durum başka. O alanda bir kez Mini­mal Gerçekçilik onaylandığında, bunun kuramın betimlediği sayıtla örtüşeceğini daha önce de tartıştık.

Putnam Gerçeksizcilik’e “iltica” ettiği zaman yukarıdaki uslamlamasını bir karşı uslamlamayla geçersiz kılmıştır. (30) Ulaşılması olanaklı en yetkin kuramı düşünelim, diyor. Bu, akla gelen her açıdan varılabilecek en başarılı yerde olsun. Bu kuramın Ger­çekçilik açısından tek eksiği, ancak ve ancak nesnel anlamdaki doğruluk olabilir. Çün­kü yukarı ki uslamlamaya göre her kuram yanlış çıkabilmelidir. Şimdi, gerçeklik deni­len şeyin sonsuz sayıda parçası olacağım varsayarak, kuramımızın da sonsuz sayıda şeyler bulunduğunu öne sürdüğünü düşünelim. Kuramın bir modelini alıp bunun sayalarının her birini gerçekliğin bir parçası üzerine izdüşümüyle yanıtsak, sonuçta model ile gerçekliğin öğeleri arasında bire bir karşılıklılık kurmuş oluruz, diyor Put­ nam. Doğruluk dediğimiz şeyi karşılıklılık olarak yorumladığımızda elimizdeki bu ku­ram, aynen bu anlamda doğru değildir de nedir? Peki Gerçekçilik, “her kuram ve dolayısıyla da kuramın içerdiği her önerme yanlış olabilir (ya da doğru olmayabilir demeyi bu koşulda da anlamlı olarak sürdürebilecek midir? Putnam’a göre bu kuramın yanlış olabileceğini öne sürmek anlaşılabilir bir şey değildir. Öyle ise, metafizik anlamdaki Ger­çekçilik yadsınmış ve ideal kuramın (yukarıda betimlenen en yetkin kuramın’) ötesin­ deki bir gerçeklik düşüncesinin anlamsız olduğu gösterilmiş demektir. Çünkü yanlış ola­mayacak bir kuram varsa bu ya gerçeklik ile özdeş olmalıdır, ya da bunun ötesinde gerçeklik diye bir şey hiç var olmamış olmalıdır.

Putnam bu uslamlamasında Gerçekçilik adına öne sürülen “her kuram yanlış olabilir” ilkesini hedef alıyor. Eğer bu ilke geçerliyse ayrıcalıksız olarak geçerli olmak zorundadır. Çünkü az önce görüldüğü gibi, tanınacak bir tek ayrıcalık bile gerçekçi savı yıkmaya yeterlidir. İlke ayrıcalıksız olarak geçerli olmak zorundaysa da, böyle bir ilkenin Gerçekçilik’i destekleyişi, insanın sınırlı olan kavrayış yeteneği nedeniyledir: Algımızın kuramımızın dışına çıkarak, bunu gerçeklik ile karşılaştırmak, ya da bunu gerçekliğe bağlamak yetenek ve olanağına, doğamız ve yapımız gereği sahip değiliz. Bundan dolayıdır ki, anlıkta ya da kuramda gerçekliği ne denli yetkin olarak tasarımlarsak tasarımlayalım, bu tasarım yanlış olabilir diyoruz. Gerçekliğe bağımsız olarak erişip, onu kuramla karşılaştırmaya, çakıştırmaya olanak bulamıyoruz. Buna göre açık olan bir şey, bizim yapamadığımız karşılaştırmayı yapabilme yeteneğindeki bir yaratığın bakış açısından yukarıdaki ilkenin geçerliliğini ve anlamını yitireceğidir. Örneğin her şeyi bilen (omniscient) bir Tanrı varsa ve Tanrı gerçekliğe kuramdan bağımsız olarak da erişebiliyorsa, o, yanılamayacak (yani yanlış olamayacak) bir kuram geliştirebilir. İşte bu karşı uslamlamasında Putnam’ın yaptığı insanların gerçeklik karşısındaki kuramlarını böyle Tanrısal bir kuram açısından eleştirmek, yani soru sorduran (petitio principii) bir yol tutmak. Çünkü Putnam’ın ideal kuram dediği şeyi oluşturuş biçimi insanın yapabileceği şeylerin ötesini yapmayı gerektiriyor.

Sözünü ettiği izdüşümü gerçekleştirmek (ve böylece karşılıklılığı kurmak) insanın harcı olan bir eylem değil. Bu insanın doğasının sı­nırlarının ötesine geçmiş olmayı gerektiriyor. Oysa bu sınırları aşabilen bir yaratık için ilke zaten Gerçekçilik’e götüren niteliğini taşımıyor.

Putnam’ın Gerçekçilik’i destekleyen ve köstekleyen bu iki uslamlaması büyük öl­çüde doğruluk gibi bir şeyin herkesçe varsayılmasına, kuram ve önermelerin doğru ya da yanlış olabilecekleri sezgisinin hem gerçekçi hem de gerçeksizcilerce paylaşılıyor olma­sına dayanıyor. Oysa, daha önce de belirttiğimiz gibi, Pozitivizm bağlamında doğan ve aynı öğreti içinde gelişerek sonunda onu yıkan bütünselci/göreceli yaklaşım, ve bu arada Poincare Uzlaşımcılığı, doğruluk dediğimiz şeyi, saltık, değişmez, nesnel, ontik ve tek olmak gibi niteliklerinden soyarak gitgide kurama bağımlı ye gereksiz bir konu­ma itmeye çalışmıştır. Quine bile doğruluğu -bilim kuramı içinde- korurken, bunu bir ölçüde tutarsızca, ve genel sezgiye aykırı düşmemek için korumaktadır. Köktencilerse bu kavramı açıkça aşağılamanın yanısıra, bütünüyle görecelileştirmektedirler. Doğru­luğun bu rahatlıkla hor görülmesinin bir nedeni de, Tarski’nin de vurguladığı gibi, be­lirli bir önermeyi tırnak içinde verip onun doğru olduğunu öne sürmek ile o önermeyi öne sürmek arasında, öne sürüş gücü (assertoric force) açısından bir fark bulunmayışı­dır. “Kar yağıyor” doğrudur demek, karın yağdığını öne sürmek ile eşdeğerdir. Öyley­se, demiştir kimileri, “doğru” sözcüğünü kuramdan çıkartmakla yitirilecek pek bir şey olmasa gerek. Ya bunu kuramdan çıkartalım, ya da sağduyuya aykırı düşmemek için terimi kullanmayı sürdüreceksek, eskiden taşıdığı gücü ondan alalım. Epistemist yaklaşımın bütünsel doğrultudaki doğal bir sonucu, doğruluğu tahtından indirmek olmuştur.

Doğruluğu tahtından indiren kesim zaten gerçeksizciler olduğuna göre, Putnam türü bir uslamlamanın onlara karşı gücü, daha başlangıçtan tartışmalı olmaktadır. Yinelemekte belki yarar var, Gerçeksizciler’in. Bütünselcilik doğrultusunda yaptıkları, yal­nızca Karşılıklılık-Kuramı’nı yadsımak değil. Bunu yadsımaları, kendi iç tutarlılıkları için zaten zorunlu. Onların buna ek olarak yaptıkları doğruluk kavramını, teklik, saklık ve nesnelliğinden ayırmak. Eğer bunda haklıysalar, yani nesnel bir doğruluk insa nın kendi kendine oluşturduğu bir sanrıysa, Karşılıklılık Kuramı da a priori bir biçim­ de olanaksızlaştırılmış olmaktadır.

Doğruluğun böyle bir “darbe”ye, kurban gitmesi, başka bir klasik gerçekçi uslamlamayı da güçsüz bırakıyor: Bilimin Başarısından Uslamlama. Bilim başarılı olmuştu, ve olmaktadır. Varlığımızı sürdürmemiz, giderek daha rahat bir yaşam koşulu sağlamamız ve deneyde tanıdığımız dünya üzerinde daha etkili bir denetim sağlayabilmemiz, hep bilimin başarısının ürünü ve kanıtıdır. Bilim deneysel veriyi açıklarken ve büyük bir çoğunlukla olumlanan tahminler yaparken, deney verisini kimi (gözlemlenebilir ve/veya gözlemlenemez) nesne, nitelik, durum ve olaylar biçiminde yorumlar, bur lan varsayar. Şimdi, bilim böyle göz kamaştırıcı bir başarı yaratabilmişse ve onun bu başarının nesnesi olarak varsaydığı şeyler gerçek varlıklar olarak düşünülmeyecekse bilimin haşarısının kendisi bütünüyle açıklamasız bırakılacak, bu olgu bir mucizeye dö­nüştürülmüş olacaktır. (31) Oysa gerçekçi görüş bu başarının olası en iyi, en başarılı açıklamasıdır: böyle nesneler gerçeklikte vardır ve biz bilimimizle bunlar üzerinde etki­li olarak başarı sağlamaktayız.

Şimdi, eğer doğruluk nesnel bir değer taşımıyorsa, bilimin başarısına dair dışsal açıklama aramanın anlamı kalmaz. Çünkü bilimin başarısını doğruluğun güvencesi olarak göstermek gereği kalmaz artık. (32) Halbuki, gözlemlenebilirler dünyasına ilişkin ola­rak gerceksizcinin inandırıcı olabilme yeteneği hiç de fazla değildir. Biliyoruz; sağduyu nesnelerine ilişkin dünyaya değin olarak tam anlamıyla gerçeksizci olunabilir. Bu, daha önce de vurgulayıp durduğumuz gibi, bir Tekbencilik ya da Öznel İdealizm ölçüsün­deyse, söyleyecek bir şeyimiz yoktur. Böyle görüşleri ortadan kaldıramıyoruz, ancak bunların kendi dertleri kendilerine yeter diyoruz. Öte yandan, algıya bir dış neden ola­rak Minimal Gerçekçilik onaylanıyorsa, burada dışsal açıklamanın, bilimin başarısını açıklamakta gerçekten kaçınılmaz bir yeri var demektir. Bilim başarılıysa ve gözlemlenebilirler hakkındaysa.

Gözlemlenebilirlerin algısının bir dış nedeni varsa, gözlemlene­bilirlerle bu nedeni özdeşleştirmek için güçlü uslamlamalar vermek olanağı da var. Minimal Gerçekçilik onaylandıktan sonra bilimin başarısı ve Nedensel Algı Kuramı, Algı­sal (Sağduyu Gerçekçilik’i içerecektir. (33) Gözlemlenemezler alanında Minimal Gerçekçilik’i bilimin başarısına bağlayıp bu Gerçekçilik’i bilime konu yapacak algı bağlan­tısından yoksunuz. Kaldı ki gözlemlenemezler alanında Minimal Gerçekçilik’i temellendirecek* kanıtlar yönünden de çok daha zayıf bulunuyoruz.

Bilimin Başarısından Uslamlama’nın gözlemlenemezlere uygulanabilirliğini güçleş tiren, engelleyen bir çok gerekçe var. Öncelikle, Gerçekçilik’in bilimin bu alandaki başarısını gerçekten açıklayıp açıklamadığı sorgulanabilir. Bu doğrultuda belirgin kuşkuların bulunduğu gösterilmiştir.(34) Ayrıca, eğer gözlemlenemezler alanı üzerine doğruluktan söz etmek için gerekli epistemik temele sahip değilsek ve açıklamaların başarısı bunların doğru olmasıyla eşdeğer tutulamayacaksa, aynı şeyin tutarlılık gereği, bir meta-açıklama olan Bilimsel Gerçekçilik’e de uygulanması gerekir. Şöyle: Bilimsel Ger­çekçilik, “Bilim, gözlemlenemezlere ilişkin olguları başarıyla açıklamaktadır” önermesini açıklayan bir savdır. Bu önermeye (Ö) diyelim. Bilimsel Gerçekçilik’in dile getirilişiyse şu olacaktır: “Gerçekçilik. Ö’yü en büyük başarıyla açıklayan savdır”. Bu da (P) olsun.

Şimdi, eğer Ö’de “başarıyla açıklamak”, “doğru olmak” anlamını taşımanın gerisin­ de kalıyorsa, P ’de de böyle olmalıdır. Buysa, bize Bilimsel Gerçekçilik’in iyi bir açıklama olsa bile doğru bir kuram olması gerekmeyeceğini, hatta böyle olmayacağını gösteri­yor.(35) Başarılı açıklamanın kapsamı altında sunulan ve daha büyük bir ayrıntı düzeyinde olup yönteme ilişkin konuları gündeme getiren iki gerçekçi uslamlama daha var. Bun­lar, bugün Bilimsel Gerçekçilik’in önde gelen belki de tek (başına kalmış) savunucusu Richard Boyd’un üzerinde önemle durduğu noktalar.(36) Belirli bir aşamada, bilimin belirli bir alanına ilişkin olarak kendi aralarında yarışma içinde bulunan kuramlar an­cak küçük bir sayıdadırlar. Oysa, aynı deneysel veriden sınırsız sayıda almaşık kuram geliştirmek olanaklıdır. Bunların ancak küçük bir bölümü ciddiye alınmaktadır, ve bu cid­diye almalar arasında da belirgin aile-benzerlikleri vardır. Hemen hepsi, daha önceki terkedilmiş kuramların pekinlik kazanmış önermelerini yapılarında korumayı sür­dürürler. Ayrıldıkları yerler daha az olumlanmış önermelerdedir. Bütün bunlar niye?

Neden yalnızca küçük bir grup kuram? Aralarındaki benzerlikler niye? Neden geçmiş kuramlarla ortak yönler taşımayı sürdürüyorlar? Bu özelliklerin bir araya getirilmesi böyle olmamasından çok daha az olası olduğuna göre bilim niçin bu güç yolu seçiyor?

Gerçekçilik, bütün bu soruların, kuramların betimlendiği şeyin aynı gerçeklik olduğunu söylemekle en iyi biçimde yanıtlanacağını öne sürer. Bu tür yöntemsel gözlemlerin gerçekçi savı ilk bakışta göründüğü kadar desteklemediği, bugün artan bir güçle öne sürülmektedir. Örneğin az önce değindiğimiz Arthur Fine, bu soruların gerçekçi savla döngüselliğe kaymadan açıklanamadığını, ayrıca Araçsalcılık’ın aynı soruları daha da iyi açıklayabildiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. (37) Araçsalcılık (Instrumentalism), bilim kuramım, terimleri ancak kısmen içerik (yani kaplam) kazanmış bir formel dizge olarak yorumlar. Kaplamsız terimler ve onları içlerinde bulunduran önermeler doğruluk değeri taşımadıkları gibi, gerçekliğe ilişkin olarak anlam da taşımazlar. Bu tür terim ve önermeler kuramsal nesnelere, yani gözlemlenemezlere ilişkin olanlardır. Kaplamı olanlarsa gözlemlenebilirlere, ilişkin olan önermelerdir. Bilim kuramı, yalın anlam da bir önermeler yığını değildir. Kuram bir tür hesaplama aracı olarak görülmelidir. Bu öyle bir hesap aracıdır ki gözlem önermelerinden gözlemlenemeyenlere ilişkin önermeler arasında karşılıklı çıkarımsal bağlantılar kurar, ve öncekilerden sonrakilere doğru (belirli ölçülerde) anlamlılık götürür. Dolayısıyla, gözlemlenemezlere ilişkin önermelerin taşıdıkları tüm anlamlılık, çıkarımsal bağlantılarla, gözlem dilinden bunlara aktarılabilen ölçüdedir. Ancak, kuramsal önermelerin anlamları gözlemsel olanlara bütünüyle çevrilemez, çözümlenemez. [Böyle bir çeviriyi olanaklı gören ve Görüngücü yöntemi andıran bir yaklaşım, İşlemsellik (Operationalism) adını taşır.) Fine’in yönteme ilişkin ikinci uslamlama üzerine düşünceleri de bir öncekine benziyor. İki açıklayıcı kuramın bağımsız olarak eşit biçimde olumlandığını düşünelim. Eğer bu iki kurama ortak olan terimlerden hiçbiri içlemi açısından bir çok-anlamlılık taşımıyorsa, bu kuramların birleştirilmesinin (tümel evetlenmesinin) güvenilir bir tahmin aracı oluşturması beklenecektir. Bunun neden böyle olduğunun gerçekçi açıklaması da tahmin edilebiliyor olmalı. Oysa, böyle bir açıklamanın Bilimsel Gerçekçilik’i doğru kılması, ancak, söz konusu kuramların açıklayıcı oluşlarından yaklaşık olarak doğru olmalarının çıkarsandığı varsayımıyla olanak bulurdu, diyor Fine. Oysa bu, Gerçekçilik adına, sonucu varsaymak döngüsünü içerir.

Şimdi Bilimsel Gerçekçilik’i Algısal Gerçekçilik’e askıntı eden iki uslamlama göreceğiz. Bunlar, Bilimsel Gerçekçilik’i, daha sağlam temeller üzerinde kurulu olan Sağduyu Gerçekçiliği’ne bağlayıp, onun desteğiyle ayakta tutmayı amaçlayan çabalardır. Uslamlamalardan biri şu: Bilimsel Gerçekçilik, varsaydığı gözlemlenemezlerle, gözlemlenebilir nesnelerin davranış ve özelliklerini açıklamamamıza olanak vermektedir. Bundan dolayı da, bilimin başarısını açıklayan bir sav olmak ötesinde, kendi doğrudan başarılı olan bir savdır. (38) İki şeyi ayırt edelim. Bunlardan biri, içinde gözlemlenemezleri varsayan bir kuramın gözlemlenebilirlerin davranış ve özelliklerini açıklaması, öbürü de bu varsayılan şeylerin gerçek oldukları savının gözlemlenebilirlerin davranış ve özelliklerini açıkladığı. Öncekinin doğru ya da onaylanabilir olması, bilinen nedenlerle, sonrakinin doğruluğunu desteklemeyecektir. Sonraki sav içinse, hiçbir destekleyici uslamlama ya da kanıt getirilmediği gibi, döngüsel olmayan böyle bir kanıtın getirilebileceği de çok kuşkuludur. Önceki sava dönelim. Bir kez bu bir zorunluluk değil. Bir başka deyişle, sağduyu nesnelerin açıklamak istediğimiz her özellik ve davranışı için gözlemlenemezlere başvurmak gereği gibi bir şey söz konusu değil. Örneğin kuantum fiziği ortaya atılmadan önce de bir doğa bilimi vardı ve bu bilim gözlemlenebilirlere ilişkin olgunun çok büyük bir bölümünü açıklıyordu. Böyle bir doğa biliminin açıklayamadığı şeylerin küçükler fiziğince açıklanması ise olanaklı tek açıklama olamaz. Olsa olsa şimdiki en iyi (başarılı) açıklamadır. Buysa Bilimsel Gerçekçilik’i kanıtlayan bir şey değil. Gerçek olduğuna kanıt bulunan gözlemlenebilir nesnelerin kimi özelliklerini en iyi olarak açıklayan ve bu açıklamada gözlemlenemezleri varsayan bir kuramın varsaydıklarının gerçek olmalarının gerekeceği gibi geçerli bir uslamlama yoktur. En azından aynı olgu Araçsalcılık’ça da aynı güçle açıklanabilmektedir. Bu uslamlamaya daha ileride geri döneceğiz.

Bizi bu yazının kapsamı açısından ilgilendiren son uslamlama, “askıntı” uslamlamalardan ikincisi: “Ben gidersem sen de gidersin” gibi, bir mesajı olan bu uslamlama şöyle: Algısal Gerçekçilik yalnızca gözlemlenen şeylere ilişkin olamaz. Bunun Berkeley’den bu yana iyi bilinen sakıncaları var. Oysa eğer gözlemlenebilirlere ilişkinse, bunlar arasında gözlemlenebilir oldukları halde gözlemlenmemiş ve hiç gözlemlenmeyecek şeyler de olacaktır. Örneğin bizden çok uzaklarda bulunan ve ışığı buraya erişmeden insanlığın yok olmuş olacağı bir galaksi, böyle bir gözlemlenebilirdir. Fakat böyle şeyler, varsa, bunların gözlemlenemezlerden farkı nedir? Öncekilere gerçeklik yüklemiyorsak, aynı gerekçeyle (mutatis mutandis) gözlemlenen şeyler dışında hiçbir şeyin gerçek olmaması gerekmez mi? Gözlemlenebilirliğe ilişkin ayrım bizi bugünün en büyük ilgiyi çeken bilim felsefecisi durumunda bulunan Bas van Fraassen’in görüşlerini ele almaya yöneltiyor.

Van Fraassen ve Deneysel Yeterlilik

Van Fraassen, işe Gerçekçilik ve Deneycilik arasında bulunan gerilime değinmekle başlıyor. Gerçekçi, yola deney verilenlerden çıksa bile, bunları açıklarken salt deney verisinin ötesinde kimi gerçeklikleri varsaymaktadır. Buysa, deneysel temellendirmede, verilerden epey uzak kalabilmektedir. Öncelikle, van Fraassen’in aşırı bir epistemist olmadığını vurgulayalım. Az ileride belirginleşecek nedenlerle, biraz dar anlamda olsa bile, onun burada Algısal Gerçekçilik ya da Sağduyu Gerçekçiliği dediğimiz görüşü savunduğunu şimdiden belirtebiliriz. Gerçekçilik’e karşı çıktığı, bu tutumu “minimal” dozda tutmaya kararlı olduğu alan “kuramsal nesneler” ya da gözlemlenemez dediklerimizin alanı. Yani van Fraassen, Bilimsel Gerçekçilik’e karşı çıkıyor ve ancak bunu “minimal” tutuyor: Gözlemlenemezler var olsalar bile bilinemeyecek şeylerdir ona göre. Gözlemlenemezlere ilişkin kuramımız kendiliğinde doğru olsa bile bunu bilebilmek olanağından yoksunuz. Bilimsel Gerçekçilik’e bir Hume Bilinemezciliğiyle (agnosticism) karşı çıkıyor van Fraassen.

Bilimsel Gerçekçilik’in belirlemesine göre bilim, kuramlarıyla dünyanın nasıl olduğunun doğru olan bir öyküsünü vermeyi amaçlar. Böylece, bilimsel bir kuramı onaylamak, onun doğru olduğu inancını içerir. Burada doğruluktan anlaşılan şey bir karşılıklılık olduğuna göre, Bilimsel Gerçekçilik açısından, kuramın betimlediği bir dış gerçekçilik vardır ve bu da betimlendiği gibidir. Fakat bu kuramın nesneleri gözlemlenemez şeyler olduklarından, onun deneysel temelleri de ancak gözlemlenebilirler üzerinden yani dolayındı olarak söz konusudur. Burada iki eğilim göze çarpıyor: Bunlardan biri, algıdan ve onun verisinden giderek uzaklaşma eğilimi, ve aynı veri üzerinde farklı yorumların olanaklılığı dolayısıyla deneyin kuramı belirleyişten önemli ölçüde geri kalışı. Üçüncü eğilim ise, kavrayışı kavramlarla karıştırma yanılgısının Epistemizm’in tersi yöndeki türü: kavrayışı kavramlara yansıtmak. Pythagoras’ın, Parmenides’in, Platon’un yaptıkları gibi Kavramsal Gerçekçilik yolunda büyükçe adımlar atmak. (39) Van Fraassen, Bilimsel Gerçekçilik’e karşı, kendi görüşü olan Kurucu Deneycilik’i (Construcktive Empiricism) getiriyor. Kurucu Deneycilik için “deneysel içerik” (import) ve “deneysel yeterlilik” (adepuacy) kavramları önem taşıyor. Bir kuramın deneysel yeterliliği olması, onun bir modelinin deneysel veriyi doğru olarak betimlemesi, onun şimdiki ve geçmişteki gözlemlenmiş ya da gözlemlenebilir deney içeriğini karşılıyor olmasıdır. Eşit ölçüde deneysel yeterliliği olan farklı kuramlar, aynı deneysel içeriği farklı kuramsal yapılarla açıklıyor olacaklar, ve her biri de, Quine’ın öne sürdüğü anlamda, deneysel eşdeğerlik içinde olmaktan başka, deneyce belirlenme gerisinde bulunacak. Van Fraassen’a göre fiziksel kuramlar gözlemlenebilir olandan çok fazlasını betimlerler. Ancak bu kuramların onaylanabilirliği açısından önemli olan şey gözlemlenebilir olgunun ötesine geçişlerindeki doğruluk ya da yanlışlıkları değil, deneysel yeterlilikleridir. (40) Deneysel yeterlilik doğruluk anlamına gelmez; gözlemlenemezlere ilişkin olarak doğruluğu içermez de. Gözlemlenebilirlere ilişkin olaraksa durum farklıdır. Sağduyu nesnelerine ilişkin inançlarımız, deneysel yeterlilik taşıdıkları ölçüde doğrudurlar. Dolayısıyla van Fraassen için bir kuramın deneysel yeterlilik taşıması, onun bu dünyadaki gözlemlenebilir şeylere ve olaylara ilişkin olarak söylediklerinin doğru olması, yani onun “olguyu kurtarıyor” olmasıdır (saving the phenomena).(41) Şimdi artık Kurucu Deneycilik’i van Fraassen adına belirleyebiliriz. Bu yaklaşıma göre, bilim bize deneysel yeterliliği olan kuramlar vermeyi amaçlar. Bir kuramı onaylamaksa, yalnızca, o kuramın deneysel yeterliliği olduğu inancına yükümlülük getirir.(42) Görüldüğü gibi, doğruluk deneysel yeterlilikten ayırt edildi ve doğruluğa değinilmekle dile getirilen Gerçekçilik yerine, deneysel yeterliliğe değinilerek dile getirilen Kurucu Deneycilik yerleştirilmiş oldu. Sonuç olarak, bilimsel kuramlar için doğruluk beklentisi ya da doğruluk savı ortadan kaldırılmış, yerine deney açısından kabul edilebilirlik getirilmiş oluyor; Dolayısıyla da. Kurucu Deneycilik gözlemlenemezlere ilişkin olarak belirgin bir epistemizm içine girmiş oluyor. Bu uç bir epistemizm değil, çünkü böyle şeylerin varlığını yadsımıyor: Minimal Gerçekçilik çerçevesinde, bunların bilinemezliklerini öne sürüyor.

Doğruluğu ve dolayısıyla Gerçekçilik’i gözlemlenebilirler alanına sınırlayan bu yaklaşıma, önceki bölümde öne sürdüklerimizden de anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde katılıyoruz. Van Fraassen’den ayrıldığımız nokta, onun görüşünü bir salt tikeller Adcılık’a dek ilerletiyor olması. Van Fraassen hiçbir genelliği, doğadaki hiçbir düzenlilik ilkesini gözlemlenebilirler arasında saymıyor. Klasik deneyciliğin çizgisini izleyerek, düzenliliğe konu olan tikeller yanı sıra örneğin neden-etki ilişkisi, öz, kuvvet, alan gibi şeylerin gözlemlenemediklerini, bunların “olguyu kurtaran”, yani deney verisini açıklayan kuramsal “yaratılar” olduklarım düşünüyor.(43) Dolayısıyla doğa yasalarının da van Fraassen için bir geçerlilikleri yok. O da, Hume’u andıran bir biçimde, bunları görüngüsel düzenlilikleri açıklayan anlıksal kurgular olarak değerlendiriyor. Sonuç olarak, bu tür Epistemizm’in, her örneğinde olduğu gibi, doğanın düzenini açıklanabilir ya da açıklanması gereken bir şey olarak düşünmüyor van Fraassen. Gözlemlenebilir tikellerin içinde doğrudan yer alan bu tür genelliklerin tikellik temelinde gerçek benzerlikler olarak açıklanabileceğini, başka bir çalışmada savunmuştuk. (44) Bu görüş ayrılığını burada irdelemeyecek, van Fraassen’ı, onunla uyuştuğumuz alanda daha iyi anlam aya çalışacağız.

İyi görüleceği gibi, van Fraassen’ın ve onunla uyum içinde olan bizim yaklaşımımızın Bilimsel Gerçekçilik’e karşı ayakta durabilmesi, gözlemlenebilir ve gözlemlenemezler ayrımının ayakta kalmasına bağlı bulunuyor. Bu ayrımsa Bilimsel Gerçekçiler’in 1960’lı yıllardan beri yıkmaya çalıştıkları bir ikilik olmuştur. Ayrım, Mantıksal Pozitivistler’ce dilsel düzeyde ortaya konmuş ve gözlem terimleri” ile “kuramsal terimler” arasında çizilmişti. Haklı gerekçelerle, (45) van Fraassen ayrımın şematik değil semantik olduğunu, yani sözler arasında değil bunların yönlettikleri şeyler arasında bulunduğunu vurguluyor. Ayrıma semantik düzeyde de karşı çıkmış olan Grover Maxwell (46) öncelikle, gözlemlenebilir ve gözlemlenemezler arasında çizginin belirgin olamayacağını öne sürer. Öyle ara durumlar vardır ki, diye ekler, bunların gözlemlenebilir olup olmadığım ancak keyfi, gelişigüzel bir biçimde kararlaştırabiliriz. Örneğin yalnızca teleskopla görebildiğimiz bir gök cismi gözlemlenebilirler arasında sayılacaksa, deney koşullarında bıraktığı izi görebildiğimiz elektron neden böyle sayılmasın? Van Fraassen Maxwell’i yanıtlarken önce iki karşıt arasındaki çizginin keskin olarak çizilememesinin karşıtları bir ölçüde kaypak kılacağını, ancak karşıtlığı ortadan kaldırmayacağım belirtiyor. Çünkü elde “gözlemlenebilir” ve “gözlemlenemez” nitelenimlerinin açık ve seçik bir biçimde uygulanabildikleri büyük bir olgular çokluğu bulunmaktadır. Örneğin, deneye dayanan veriler üzerinde kurama göre yapılan hesaplarla bulunan bir sonucun içerdiği şey, gözlemlenmiş olan bir şey değildir. Gözlemlenebilir olmak, belirli koşullar yerine geldiğinde gözlemlenir olmaktır. Bu açıdan kendi gözlenemediği halde ardında bıraktığı iz gözlemlenebilen elektronla, gökyüzünde bıraktığı beyaz izin az önünde parlak bir nokta olarak gözlemlenen uçağın önemli bir farkı vardır.

Maxwel’in dikkat çektiği ikinci bir nokta, gözlemlenebilir olma durumunun zaman içinde değişebileceği ve örneğin insanın algı organlarının geçireceği bir dönüşümle, ya da yapay etkilerle, önceleri gözlemlenemeyen şeylerin daha sonraları gözlemlenebilir olacağıdır. Buna karşılık olarak söylenmek gereken pek bir şey yok: Hangi aşamada ne gözlemlenebilirse, deneysel yeterlilik ancak onun için doğruluk sağlayabilir. Peki, belirli koşullar yerine geldiğinde gözlemlenir olacak olduğu halde bu koşulların hiçbir zaman yerine gelmeyeceği şeyler için ne denebilir? Daha önce de değindiğimiz, ve çok uzaklarda olduğu için ışığı (bir canlı türü olarak var olduğumuz süre içinde) bize erişemeyecek olan yıldızlar için ne diyebiliriz? Bir kez buradaki belirsizliğin bütün ayrımı ortadan kaldırmadığını yineleyebiliriz. İkinci olaraksa, böyle bir şeyin, her ne kadar gözlemlenemeyecek olursa olsun, koşullar yerine gelseydi gözlemlenir olmuş olacağı için, ölçüte göre gözlemlenebilirler arasına alınması gerektiği söylenebilecektir. Bu durum , Fraassen’ın kendisinin verdiği fare örneğine çok yakın. Gözüme hiçbir zaman görünmese ve görünmeyecek olsa bile, peynir parçalarının ortadan kalkmasından ve geceleri duyduğum kimi tıkırtılardan, evde bir fare bulunduğuna doğru olarak inanabilirim diyor: Çünkü, onu gerçekte göreyim ya da görmeyeyim, fare gözlemlenebilir bir şeydir. Elektron ile uzak yıldız ve farenin farkları ne? Neden öncekinin gerçekliği onaylanamazken öbürlerininki onaylanıyor? “Çünkü onlar gözlemlenebilir şeyler; gözlemlenmeseler de öyleler.” demenin burada bir temeli kalıyor mu? Aynı temele dayanarak “Elektron da gözlemlenebilir; ama gözlemlenmiyor” diyemez miyiz? Hayır, çünkü insanın bildiğimiz yapısı gereği varolan sınırları ve sınırlılıkları açısından, elektronun görülmesine olanak verecek koşullar söz konusu olan ayacakken, kimi koşullar -olgu karşıtı olarak- yerine gelirse, o yıldız da, o fare de gözlemlenir. Sonuncudaki engel varolan koşulların bizim için yerine gelmeyişiyken, öncekindeki engel, böyle koşulların söz konusu olmayışı, var olmayışıdır. Burada eklemek gerek, doğada kavradığımız düzenliliklerin nesneler, onların özellikleri, durumları ve geçirdikleri değişimler arasındaki benzerlikler olduğu düşünüldüğünde, bütün bu ulamlar belirli bir düzeye dek gözlemlenebilir olacaklardır. Çünkü benzerlik bir gerçek olgu olarak deney verisidir, ve gözlemlenenler arasındadır. Tabii bu son nokta, artık van Fraassen’ın pek onaylamayacağı bir görüş.

Sağduyu Gerçekçiliği’ni onaylamanın Bilimsel Gerçekçilik’i onaylamayı neden gerektirmediğini, önceki görüşün doğru bir görüş olmasının sonrakinin doğruluğunu içermediğini gördük. Bunun başlıca nedeninin algı temelinde olan doğrudan yakınlık olduğunu vurguladık. Bizim ortaya attığımız uslamlamaya göre (48) algı verisinin düzenliliği ve nesnelliği ile temellendirilen Gerçekçilik, sağduyu nesneleri için (ve doğal olarak, bilimin bunları kullandığı ölçüde bilimin önermelerine konu olan nesneler için) savunulabilirken, kuramsal nesneler yani gözlemlenemezler için savunulamamaktadır. Buna ek olarak, Quine, Köktenciler ve van Fraassen’la birlikte, özellikle gözlemlenemeyenlere ilişkin olarak kuramın deneyce belirlenme gerisinde bırakıldığını ve deneysel açıdan eşdeğer olan birden çok kuram olabileceğini belirtmek durumundayız. Van Fraassen’ın da özenle vurguladığı gibi, böyle deneysel açıdan yeterli ve eşdeğer rakip kuramlar arasındaki seçimimizin bunların pragmatik yeteneklerine göre yapılacağı, ancak bunun doğruyu seçmek ile bir ilgisi olmadığı iyi anlaşılmalıdır. Pragmatik başarı doğruluk yaratmaz. Başarı çeşitli düzeylerde olabilse de son çözümlemede öznel, yani insana ya da onun yapıtına görecelidir. Oysa doğruluk diye bir şey varsa bu nesnel ve ontik bir koşul olmalıdır.

Peki, savunduğumuz görüşü tam karşıt yöndeki ilişki önünde, yani Bilimsel Gerçekçilik’i yadsımayı gerektiren gerekçelerin Sağduyu Gerçekliğimi de yıkacağı savma karşı nasıl koruyacağız? Bilimsel Gerçekçilik’in dışlanmasının Algısal Gerçekçilik’i dışlamayı gerektirmediğini, içermediğini nasıl göstereceğiz? Bu noktaya değin, böyle bir içermenin bulunduğunu göstermeye çalışan uslamlamaları geçersiz kılmaya çalıştık. Bu ilişkinin bulunmadığı doğrudan doğruya da gösterilemez mi? Kanımızca “algı verisinin düzenliliğinden uslamlama” bunu yeterli bir güçle gösterebiliyor: Gözlemlenemezlere ilişkin olarak, deneysel veriye dayanarak oluşturduğumuz kuramların gerçeklikle karşılıklılık savı taşımayacağını söylemek, aynı bilinemezci tutumu sağduyu nesneleri alanına yaymayı ve Epistemizm’i örneğin Pozitivistler, Pragmacılar ve Köktenciler gibi bu alana da genelleştirmeyi hiç de geçerli kılmıyor. “Veri olan algı verisidir, yani bunlar renkler, sesler, kokular vb.’dir, dolayısıyla bunlardan nesneler dünyasını kurmak da kuramsal bir çabadır ve bunun ürünü de algıca belirlenme gerisindedir. Dolayısıyla, burada da yararın belirlemesine göre, farklı nesne kuramları, ya da ‘nesne sayıt dünyaları’ kurulabilir..” Bu tür bir yaklaşımın geçersizliğini daha yukarıda tartışarak gerekçelendirmiştik. Bunu yinelemeyecek, ancak van Fraassen’ın bizimkine koşut bir amaçla verdiği gerekçelendirmenin zayıflığına değineceğiz. Van Fraassen böyle bir olası itiraza karşı duyu-verileri ve onlardan kurulan nesneler arasındaki ayrımın geçerli olmadığı, çünkü çağdaş felsefenin soyut ve yalıtılmış anlamda duyu-verisi (veya deneyi) gibi şeylerin bulunmadığını artık göstermiş bulunduğunu söyleyip, konuyu kapayıveriyor. (49) Dogmacı gibi duran bu tutumu bir yana, öne sürdüğü şeyin içeriğinin bile halen iyice tartışmalı olduğuna dikkat çekeceğiz.

Van Fraassen’ın Bilimsel Gerçekçılik’çe ileri sürülüp duran ve gözlemlenemezlerin gerçekliğini yadsımanın “bilimsel başarıyı bir mucize konumuna getireceği” düşüncesine karşı ilginç ve etkili bir yanıtı var: Bilim biyolojik bir olgudur ve bir süreç olarak belirli bir organizma türünün çevresiyle olan karşılıklı ilişkisini kolaylaştırma etkinliğidir. Bu olguya, gerektiği biçimde, Darwin’ci bir açıdan bakacak olursak, düzeneğin bir doğal ayıklanma düzeneği olduğunu kavrayabiliriz. Dolayısıyla bilimin başarısı bir mucize olmak bir yana, şaşırtıcı bile değildir. Yalnızca başarılı kuramlar varlıklarım sürdürebilirler: Doğanın düzenliliğini başarıyla açıklayan kuramlar yaşayabilme hakkım kazanmış olanlardır. Bilimin başarısıysa, insanın varlığım sürdürebiliyor olmasının bir koşulu olarak, zaten beklenmesi gereken bir durumdur.(50)

Coup de Grâce

Bilimsel Gerçekçilik’e karşı son darbeyi sona sakladık. Uslamlamamıza geçmeden önce bir saptamada bulunalım. Her bilim felsefecisi bir bilimsel gerçekçi olmadığı gibi, her bilim adamı da böyle değildir. Tam tersine, gözlemlenemezlere ilişkin Gerçeksizcilik’in daha ağır bastığı bir dönemde yaşıyoruz. Kendi geliştirdiği ya da başkalarından alıp benimsediği kuramın başarısı karşısında hayranlık duyan, başı dönen herkes kuramın gerçekliği yansıttığı iddiasına atlayıvermiyor. Ayrıca Bilimsel Gerçekçilik de tek bir paket biçiminde gelmiyor. Gözlemlenemezlere ilişkin gerçekçiler kimi gözlemlenemezlerin gerçekliğini savunurken kimilerinkini savunmuyorlar. Örneğin kuantum fiziğinin bir kuram olarak getirdiği sayıtlar (felsefeci ya da bilim adamı olsunlar) bilimsel gerçekçilerin bile ancak küçük bir bölümünce “gerçek” sayılıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kuramın ontik yorumunda kendi içinde doğan güçlükler. (51) Bırakınız Fraassen Arthur Fine gibi bilinemezcileri ve Feyerabendgibi Köktencileri (52), örneğin Lawrence Sklar’ın da gösterdiği önemli güçlükler nedeniyle (53) Bilimsel Gerçekçilik’in havariliğini üstlenmiş Michael Devitt gibileri bile, bu kuramı “gerçek” olarak yorumlamıyorlar. (54) Arthur Fine’tn daha önce de değindiğimiz yazısı (‘‘The Natural Öntoiogical A ttitude”) Bohr önderliğindeki Gerçeksizcilik’in önerdiği Araçsalcılık’ın Bilimsel Gerçekçiler’e karşı nasıl daha başarılı olduğunu ve daha sağlam temellere dayandığını canlı bir biçimde göz önüne seriyor.

Artık uslamlamamıza başlayabiliriz. (Bu uslamlamayı meslekdaşım Yalçın Koç’, dostlukla sunuyorum.) Bilimsel Gerçekçilik’i benimsemek neleri içerir? Bu anlamdaki gerçekçi gözlemlenemezlere ilişkin kuramların dünyaya ilişkin doğru bir betimleme verdiğine inanır. Dolayısıyla Bilimsel Gerçekçi için gözlemlenemezlere ilişkin kuramın sayıdan olan “nesneler”, gerçek nesnelerdir. Bunların nitelikleri, geçirdikleri değişimler, durumları hep gerçektir. Şimdi iki soru doğuyor. Bilimsel Gerçekçi bu gerçeklik iddiasını neye dayanarak yapıyor ve gerçek olduğunu söylediği şeylerin dünyası nerede bulunuyor?

Her iki sorunun yanıtı da, ilk bakışta gayet net, gayet kesin: Gözlemlenebilirlere ilişkin deney verisine dayanarak geliştirilen ve yine deneysel veri üzerindeki tahminleriyle başarılı olan kuramlardandır bunlar. Dolayısıyla gözlemlenemez şeylerin bilimsel dayanağı, gözlemlenebilir şeylere ilişkin olup, bize onlardan gelen deney verisidir. Gözlemlenemezlerin nerede bulunduğu da belli. Bunlar deneye neden olan ve sağduyu nesnelerin bir arada oluşturduğunu söylediğimiz dünyadan başka bir dünyada değiller, elbet. Gözlemlenemezler gözlemlenebilirler ile aynı yerdeler; çünkü onları oluşturuyorlar. Yani şu üzerine baktığımız kağıt ile daha henüz I974’te bulunan “charmed quark” aynı yerde örtüşüyorlar. O beyaz yüzeyli dörtgen biçimli nesne, “temeldeki” (küçük ölçekli) gerçekte bir arı kovanını andıran küçük parçacıklardan oluşuyor. Üstelik kuramlardan birine (fakat şu anki en başarılısına) göre bu parçacıkların varlık koşullan (biçim, yer, nitelik, vb.) algıda görülen nesnelerinkinden köktenci bir anlamda farklı. Bilimsel Gerçekçi’nin parçacıkların bu varlık koşullarını da kendileriyle birlikte “gerçek” saydığını düşünmek durumundayız. Böylesi gerçek varlıklar, büyük, gözlemlenebilir nesnelerle aynı yerdeler, çünkü onları oluşturuyorlar. (55) Bir başka deyişle, bu yaklaşıma göre (bölümlenmişlik konuları bir yana), bir özdek parçası olarak her orta boy nesne, kimi parçacıkların bir aradalığından oluşan toplam ile özdeş sayılmak durumunda. Şimdi burada safçasına bir rahatlıkla söylenen bir olanaksızlık var. Her nasıl ki şu gördüğüm tikel nesne bir tümelden pay alıyor olmasına karşın, olduğu tikel olarak, aynı yer ve zamanda bir tümel olamayacağına, ve aynen bu nedenle Platon da tutarlılık ve çelişkisizlik uğruna tümellere ayrı bir dünya “açmak” yoluna gitmişse, algıladığım şu özdek parçası olarak tikel nesne aynı zamanda varlık koşulları ve nitelikleri onunkinden çok farklı olan gerçek şeylerin bir arabalığıyla özdeş olmamalı. Çünkü bir nesnenin özdek parçasının küçük parçalarının toplamında bulunan nitelik, durum ve varlık koşulları o nesneninkinden çok farklı olamaz. Bunun tersi, açıkça çelişen ve Leibniz ilkesine (Özdeşlerin Ayırt Edilmezliği anlamında) aykırı düşen bir düşünce olur. X ve Y çelişen nitelikler olsunlar (örneğin, içi dolu olmak ve içinde -onu oluşturan parçacıkların aralarında- büyük boşluklar olmak gibi). Şimdi, Y niteliğini taşıyan parçalar toplamının X niteliğini taşıyan bir şeyle özdeş olduğu savı da çelişik olacaktır. Bunu Aristoteles daha yirmi dört yüzyıl öncesinden söylemişti. (56) Zaten, denecektir, öne sürülen, parçacıkların kendi bu farklı nitelikleriyle, gözlemlenebilir özdek parçalarının varlığını, nitelik ve durumlarını açıkladıktandır. Bu tabii ki doğrudur ve kimsenin bir itirazıyla karşılaşmayacaktır; çünkü kuramın görevi böyle bir açıklama vermektir. Eğer açıklamasaydı o zaten bir kuram olmazdı, bir kuram olmadığından onun sayıdan da olmazdı.

Fakat şimdi durumu iyi saptayalım: Gözlemlenemez parçacıklar gözlemlenebilir nesneleri açıklıyorlar, fakat bunların toplamları ile oluşturdukları söylenen özdek parçaları uyuşmaz ve bağdaşmaz nitelikler taşıdıklarından toplamlar bu özdek parçalarıyla özdeş sayılamıyorlar. Öyle ise ne diyebiliriz? Önce, Platon’un ve Descartes’in kendi sorunları karşısında yaptıkları gibi ayrı dünyalar “açıp” gözlemlenebilirleri birine, gözlemlenemezleri öbürüne koyabilir, böylece her iki ulamı da “gerçek” tutabiliriz. Böylece aynı yer ve zamanda uyuşmaz niteliklerin birlikte bulunmaları çelişkisinden kurtuluruz. İkinci bir yol da, eldeki iki ulamdan birini tam olarak gerçek saymamak olacaktır. Bunun da düşünce tarihinde örnekleri vardır. İ.Ö. 5 yy.’ın Çokçu filozofları gözün gördüğü şeyleri “görünüş” saymış, onları oluşturan görünmezleri de “gerçek” diye nitelemişlerdir. Üçüncü yol bunun tersi, yani bizim van Fraassen ile birlikte tuttuğumuz yoldur. Gözlemlenebilirleri gerçek sayıyor, gözlemlenemezlerde gerçeksizci oluyoruz. (57) Bilimsel Gerçekçilik için bu üç yoldan yalnızca ilk ikisi söz konusu olabilir. Örneğin, gözlemlenebilir nesnenin uzayda bir boşluk bırakmadan yer kapladığı “yerde”, onu oluşturan parçacıklar arasında geniş boşluklar vardır demek, bir anlamda, “aynı yerde” boşluksuz ve boşluklu iki ayrı dünya düşünmek olmuyor mu? Ayrıca “iki dünya” ve “görünüş-gerçek” savlarını birleştirerek (yine Platon gibi) benimsemek de olanaklıdır. Nitekim, Eddington gibi bilim adamaları gelip de, “senin burada gördüğün beyaz kağıt parçası aslında renkleri bile olmayan kimi parçacıkların bir arabalığıdır” dediklerinde, “senin algıladığın bir görünüştür ve onu oluşturan gerçek böyle değildir” demeye getiriyorlar. Görünüşte tek ve deliği bile olmayan hareketsiz bir özdek parçası; gerçekteyse, aralarında büyük boşluklar bulunan ve sürekli devinim içinde olan küçük parçacıklar. Ayrıca bunların daha “derin” varlık koşulları da bayağı farklı. Dolayısıyla tutarlılık ve çelişkisizliği koruyacaksa, bilimsel gerçekçinin algı ve (algının tasarımını oluşturduğu) sağduyu nesneleri dünyası için gerçekten farklı olan bir görünüşler ortamı olduğunu söylemek zorunluluğu var. Aynı anlamda, ormana uzaktan baktığımızda ağaçların arasındaki boşlukları görmüyorsak bu uzaktan bizim onun yalnızca bir “görünüşünü” görüyor olduğumuzdan dolayıdır, demiyor muyuz? İşte Bilimsel Gerçekçilik’in iç tutarsızlığı da burada başlıyor. Tam olarak gerçek ve gerçeğe ilişkin saymadığı bir veri üzerinde kurulan bir kuramın getirdiği varlıksal yükümlülükler, sayıtlar. nasıl olup da tam anlamıyla gerçek sayılacaklar? Algıya dayanmayan ölçüm, onunla temellenmeyen bilimsek hipotezler mi var? Kuramın neresindeki hangi şey onlara gerçeklik kattı? Gerçek sayılmayanın üzerinde yapılanan kuram gerçekleri nasıl yarattı?

Sanki Nesnel İdealizm ile bütünleşiyormuş gibi duruyor, Bilimsel Gerçekçilik. Kavrayışı kavramlara yedirip dışa yansıtmış, Parmenides, Platon ve nice 19. yy romantiğinin içinde dolaşıp sarhoşluğunu yaşadığı o kurguyu “gerçekleştiren” boyuta kaymış gibi.

Onun tek güvencesi, tek payandası hesap ve matematik mi? Deney dünyasının gerçekliğinden vazgeçmekle kendini usçuluk borularının öttüğü, gözlemlenemezlerin “gerçek” dünyasına kapayıp kilitlemiş olmaz mı bilimsel gerçekçi? Eğer konumunun bu olduğunu onaylıyorsa, bizim kendisine olumlu ya da olumsuz olarak diyebileceğimiz bir şey yok. Tıpkı tam öbür uçtaki öznel idealist ve tekbenci gibi, bu uçtaki kavramsal gerçekçi ve gözlemlenemezciye de, eğer onlar kendi durumlarından hoşnutsalar, söyleyecek bir şeyimiz kalmıyor) Ancak kendisini o kayıp düştüğü “dünyadan” buralara çekmeye çalıştığında, ona tıpkı algısal dünyaya ilişkin olarak minimal gerçekçiye yapmış olduğumuz gibi, bir çelişki ve tutarsızlık batağına saplandığını gösteriyor, bir uyarıda bulunuyoruz. (58)

Ek

Son bölümde sunduğum uslamlamayı, öncüllerini belirginleştirerek formüllendirecek ve bunların onaylanabilirliklerini tartışacağım. Önce uslamlamayı kuralım:

  • A) Bilimsel Gerçekçilik’e göre, bilim kuramının betimlediği gözlemlenemez parçacıkların bilgisi doğrudur; yani bu parçacıklar ile onların durum ve nitelikleri nesne ve gerçektir.
  • B) Gözlemlenemezlere ilişkin bilgi gözlemlenebilirlerin deneysel bilgisinden kuram içinde çıkarımla üretilir.
  • C) Birçok durumda gözlemlenemezler gözlemlenebilirlerle uzay-zamanda örtüşürler (onlarla aynı yerdedirler): Her gözlemlenebilir özdek parçası gözlemlenemezlerin bir arabalığından oluşur. Gözlemlenebilir bir özdek parçası, onu oluşturdukları söylenen gözlemlenemezlerin toplamına özdeştir.
  • D) Gözlemlenebilir nesneler (özdek parçaları) ile onlara özdeş olduğu öne sürülen gözlemlenemezler bir arabalığının (toplamının) eşzamansal olarak çelişen nitelikler vardır. (Örneğin öncekiler girilmezlik anlamında doluyken, sonrakilerin içlerindi doluluktan çok boşluk vardır; öncekiler yalnızca özdekselken sonrakiler dalga parçacık ikiliği gösteren varlıklardan oluşur; öncekiler durağanken sonrakiler devinen parçacıklardan oluşur vb.)
  • E) Özdeşlerin ayırt edilmeziiği yorumundaki Leibniz yasası gereğince, ya gözlemienemezlerin bir arabalığının gözlemlenebilirlerle özdeş olduğu (yani C) yanlıştır, ya da özdeş olduğu söylenenlerden biri (ve onun bilinen nitelikleri) tam anlamıyla gerçek olmak yerine bir görünüştür.
  • F) Bilimsel Gerçekçilik’e göre (C) doğrudur. Ayrıca aynı öğretiye göre (A) da doğru olduğuna göre, gözlemlenebilir nesneler (ve onların bilinen nitelikleri) tam gerçek olmayıp birer görünüştürler. (“Eddington’un masası” örneğinde söz konusu edilen görüş gibi).
  • G) Oysa, (B)’nin doğruluğundan da vazgeçilemeyeceğine göre, ya (A) yanlış olmalı, . ya da gözlemlenemezlerin bilgisinin temeli deneysellik dışı olmalıdır.
  • H) Demek ki, bilimsel gerçekçinin benimsediği (A), (B) ve (C) savları bir arada olanaksızdır. Yanı küçükler fiziği ya temelde ussalcı veya sezgicidir, ya gerçeği betimlememektedir, ya da eğer gerçeklikteki bir şeyleri betimliyorsa betimlediği şeyler nesneleri oluşturan şeyler değildir.

Bu uslamlamada (A) öncülü bilimsel gerçekçinin kendi savıdır. Bir tanım olarak doğrudur. (B) savıysa Bilimsel Gerçekçilik’çe de savunulan ve ayrıca deneyle temellendirilmiş anlamdaki bilimi korumak isteyen herkesin onaylayacağı bir öncüldür. (C) öncülü doğa bilimince 17. yy’dan beri benimsenmiş olan bir temel kuramsal önerme. Burada bölümlenmiş (articulated) bir nesnenin, kendisini oluşturan özdek parçasıyla özdeşliği söz konusu olmadığına göre, özdek parçasının onu oluşturan parçacıkların bir aradalığıyla özdeşliğini yadsımak, atomcu öğretiyi de, olduğu gibi yadsımak anlamına gelecektir. Bunuysa, büyük bir çoğunluğumuzun yapmamayı yeğleyeceği kanısındayım.

Bu uslamlamanın en “kritik” öncülü (D)’dir. Uslamlamaya karşı çıkmak, sanırım olsa olsa (D)’yi yadsıyarak söz konusu olabilir. Ancak bu öncül bir yandan algının, öbür yandan da gözlemlenemezlere ilişkin bilimsel verinin içerdiği bir sonuçtur. (E), (D)’ye Leibniz yasasını uygulamaktadır. Bu yasanın temelinde çelişkisizlik ilkesi bulunduğundan (E)’ye Leibniz yasasını sorgulayarak karsı çıkmak bir çıkar yol değildir. (F). (G) ve (H), daha önceki öncüllerce mantıksal olarak içermektedir. Bir kez (A)’dan (E)’ye değin öncüller onaylandığında. (F), (G) ve (H) kaçınılmaz olmaktadır. (D) öncülü orta boy özdek parçalarını ve parçacıkların bir arabalığını insan kavrayışı acısından “iki ayrı dünya” içine yerleştirerek yumuşatılamaz mı? Örneğin çeliştikleri söylenen nitelikler farklı ölçek düzeylerine göreceli sayılarak, bunların birlikte kavranışı çelişik olmaktan arındırılamaz mı? Düzeyleri birlikte kavrarken nasıl bir kural uyguluyor olursak olalım, böyle bir kural, tartıştığımız yaklaşımın bir vargısı olarak, gerçeklikte aynı uzay-zaman bölgesinde çelişik niteliklerin bulunduğu olgusunu değiştirmeyecektir. Örneğin şu toplu iğnenin başının bulunduğu yer aralıksız olarak dolu mudur, yoksa boşluklu mudur? “Düzeye göreceli olarak hem aralıksız doludur, hem de boşlukludur” demek, dünyaları ayırarak kavramayı varsayıyor. Bunu, insan kavrayışını yönlendirdiğini akılda tuttuğumuz sürece, onaylamamak için bir gerekçe yok. Ancak bu bilimsel gerçekçiyi yukarı ki uslamlamadan kurtaramıyor. Çünkü Bilimsel Gerçekçilik tüm gerçekçiliği tek bir ontolojiyle tek bir kuramla kavramayı amaçlayan bir yaklaşım. Daha da önemli olan şeyse, çelişkisiz bir kavrayış için dünyaları ayırmanın, kendiliğindeki uzay-zamanın o bölgesindeki tekliğini değiştiremeyeceği. Olgu kendiliği acısından düşünüldüğünde, düzeylerin görecelik dışı olarak birlikte ele alınmaları ve doğrudan karşılaştırılmaları gerekmektedir. Bu durumdaysa çelişen niteliklerin birinden birinin yeğlenmesi bir zorunluluk oluyor. Ben insan sınırlılığının içine çekilip orta boy ölçekteki deneyselliğin sunduğu nitelikleri onaylıyor, öbürlerinin gerçekçi olarak değerlendiremiyorum. Bilimsel Gerçekçi ise insan sınırlılığını asmak denemesine girişiyor ve asıl niteliklerin küçüklerdeki nitelikler olduğunu söylüyor. Ona göre yeterli bir duyum gücü ve keskinliğine sahip algı organlarımız olsaydı toplu iğnenin başını dolu olarak değil, “gerçekte olduğu gibi”, boşluklarıyla birlikte görürdük. Bu tıpkı uzaktan yeşil bir örtü gibi duran ormana güçlü bir dürbünle baktığımızda ağaçları ayrı ayrı seçebiliyor oluşumuz gibi olurdu. Orman için gerçek nasıl ağaçların toplamı, bir aradalığı olmaksa, özdek parçaları için de gerçek, parçacıkların bir aradalığı, toplamı olmaktır. Dolayısıyla, diyecektir bilimsel gerçekçi, görünüşte dolu olan nesneler gerçekte büyük ölçüde boştur. Belki de öyledir. Ancak durum kendiliğinde böyle olsa bile sorun, bunu insan olarak nasıl bir temele dayanarak söyleyebildiğimizde yatıyor. Her şey yolunda gidermiş gibi dururken bu noktada uslamlama darbesini vuruyor: Sonuçta bilimsel gerçekçi de bir insandır ve o da insana özgü sınırlanımlar içinde kavrar. (O bir tanrı olsaydı durum farklı olabilirdi tabii.) Dolayısıyla o da (H)’daki “trilemma” ile karşılaşacak, hiçbirini yadsımayı istemeyeceği üç savdan birinden vazgeçmek zorunda kalacak, böylece kendi felsefi tutumunun birliğini yitirecektir. Bilimi korumak için (B) ve (C)’den vazgeçilemeyeceğine göre (A)’dan vazgeçilecek. Bilimsel Gerçekçilik’i tanımlayan önerme yanlış olarak yadsımasa bile, doğru olduğu da öne sürülemeyecek, bu doğrultuda yargıda bulunmaktan kaçınılarak bilinemezci bir konumda kalınacaktır. Buysa bizim önerimizden başkası değildir.

Dipnotlar

  • (29) Meaning and the Moral Sciences, Routledge, 1978, s. 34-35 ve 108-109
  • (30) Agy., s. 125-127
  • (31) Örneğin, Bkz. agy.. s. 18-19, Ayrıca J.J.C. Smart, Between Science and Philosophy, Ran- dom House, 1968, s. 150 ss.
  • (32) Bkz. A. cine, “ The Natural Onotological Attitude” , Scientific Ralism, 3. Leplin (ed.) U .C .P ., 1984. s. 85.
  • (33) Bkz. Arda Denkei, Bilginin Temelleri, Metis Yayınları. 1984, 13. Bölüm.
  • (34) Bkz. L. Laudan, “ A Confutation of Convergent Realistti” , Leplin (ayg).
  • (35) Bkz. A. Fine, agy.
  • (36) Bkz. R. Boyd, “ Lex Grandi est Lex Credendi”, İmages of Science, Churchland and H o o k e r (eds.) U of Chicago Press, 1985.
  • (37) Agy.
  • (38) Bkz. M. Devirt. Realism and Truth, B. Blacwell. 1984, s. 105. 107.
  • (39) Bkz. “ Epistemizm” , s. 58-60.
  • (40) The Scientific Image, C’arendon Press, Oxford. 1980, s. 64.
  • (41) Agy., s, 12
  • (42) Agy., s. 12.
  • (43) Agy.. s. 72 ve “ Essence and Existence” A. P. Q. Monograph, 1977.
  • (44) Bkz. Nesne ve Doğası, Bölüm 17.
  • (45) The Scientific Image, s. 54-55.
  • (46) Bkz. “ The Ontoiogicai Status of Theoreticai Entities” , .Minnesota Stüdies in the Pholosophy of Science. 1962.
  • (47) The Scientific Image. s. 16
  • (48) Bkz. “ Epistemizm” , s. 71-72.
  • (49) The Scientific Image, ş. 72.
  • (50) Bkz. agy. s. 39-40.
  • (51) Bkz. “ The Charybdis of Realistti: Epistemological implkations ‘ Bell’s İneouaüty, Sşnıhe- se. 52. 1982. s. 25-38.
  • (52) Bkz. “ Realism and Instrumentalism” , M. Bunge (der.) TheCritical Approach to Science and Philosophy, New York: Free Press, 1964, s. 280-308.
  • (53) Bkz. “ Do Unborn Hypotheses have Rights?” , Pacific Phiiosophicai Qnarterly, 62 (1981), s. 17-29.
  • (54) Bkz. Reaiism and Truth, Oxford U. P., 1984, s. 122. (55) Bkz. 3. J. C. Smart, Between Science and Philosophy, Random House, 1968, s. 150, ss.
  • (56) 316a 15-317a .
  • (57) Bir kez daha belirleyelim: “ Gerçeksizciiik” gerçeği ya da gerçekliği yadsımak anlamım taşımak zorunda değildir. Yadsıdığı Gerçeklik’tir, Gerçeksizciiik, yadsıdığı Gerçekçilik’in alanına ve dozuna görecelidif. Dolayısıyla, bu bağlamdaki bizim gerçeksizciiiğimiz bir Minimal Gerçekçilik anlamını ve gücünü taşıyor.
  • (58) Bu yazının bir özetini, 13 ve 14 Nisan 1988’de, İzmir Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yaptığım iki konuşmada tartışmaya sundum. Sayın Doç. Dr. Harun Rızatepe’ye yazıya ilişkin ayrıntılı değerlendirmeleri için teşekkür ediyorum.

Not: Bu içerik ilk kez Felsefe Tartışmaları Dergisi’nde yayınlanmış olup gerekli izinlerin alınması doğrultusunda Taner Beyter tarafından sitemize uyarlanmıştır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bilgi Ve Nesne-I : Epistemizm İle Gerçekçilik Arasında Çağdaş Tartışmalar – Arda Denkel

Sonraki Gönderi

Yayımlamışları Öncesinde Aristoteles’in Yapıtları – Arda Denkel

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü