Neden Biyologlar Hayvanların Bilinçli Olabileceğini Düşünmüyor? – Antone Martinho-Truswell

//
1207 Okunma
Okunma süresi: 16 Dakika

Hayvan bilinci mevzusu, biyolojik bilimlerin birçok alanında bir tabudur. Peki ya diğer türlerin iç dünyaları hakkında konuşmayı bu kadar güç kılan şey nedir?

Yakın zamanda evime iki küçük papağan almaya karar verdim. Aslen Ekvador ve Peru’dan gelen bu forpus papağanları, insanlarla birlikte yaşayabilen en küçük papağan türlerinden birisidir. Onlara Dandolo ve Madeleine isimlerini verdim. Parmaklarımda epey gaga izi olsa da hafta sonları evim yağmur ormanı tarzı cıvıltılarından geçilmese de Oxford’daki apartman yaşantıma iyi ayak uydurdular.

Profesyonel hayatım neredeyse tamamen kuşlarla ilgili olsa da şaşırtıcı şekilde Dandolo ve Madeleine, evcil hayvan olarak edindiğim ilk kuşlardır. Nasıl öğrendikleri, ne öğrendikleri konuları ilgimi çekiyor; bu kadar başarılı bir canlı türü olmalarını sağlayan davranışları merak ediyorum. Kuşlar, doğrudan dinozorların soyundan gelir ve memeliler, amfibiler, sürüngenler gibi 10.000’den fazla çeşitli türleri mevcuttur. Geçmişte kargalar ve güvercinlerle ilgili çalışmıştım, şu anda da ördeklere odaklanmış durumdayım.

Ördeklerin “aynı” ve “farklı” kavramlarını anlayıp anlayamayacağını soruşturuyordum. İlk olarak, meslektaşlarım ve ben, ördek yavrularını, örneğin, iki kırmızı küreyi tanımaları için baskı yoluyla eğitmeye çalıştık. Bu, genç kuşların hareket eden bir nesneyi, yani aslında annelerini tanımlamayı ve takip etmeyi öğrenebildikleri bir süreçtir. Şekiller dönen mekanik kollara bağlandı ve ördek yavruları aynı anne ördek gibi onları takip etti. Daha sonra onlara iki çift şekil arasında seçim yapma şansı verdik: İki kırmızı piramit ve bir kırmızı küp ile bir kırmızı dikdörtgen prizma.

Hiç beklenmedik şekilde ördek yavruları, farkı anlayabildiler. İki şekil çiftleri de onlar için yeniydi, ancak birbiriyle özdeş olan çiftin (iki kırmızı piramit) tanıdık bir “aynılığı” vardı; dolayısıyla, ördekler onu takip etmeye eğilim gösterdi. Ördeklere, öncesinde birbiriyle aynı olan renkler veya şekiller gösterildiğinde yine birbiriyle aynı olanları -örneğin, iki yeşil küreye hazırlandıklarında, mor ve turuncu şeklinde olan karışık bir çift yerine ikisi de mavi olan bir çift seçtiler- ve birbirinden farklı olanlar gösterildiğinde ise birbirinden farklı olan renk ve şekli tercih ettiler.

Eskiden araştırmalarda, yalnızca “büyük beyinli zeki hayvanlar” kulübünün üyelerinin (papağanlar, şempanzeler, diğer primatlar ve kargalar) bu tür soyut fikirleri kavrayabildiği gösterilmişti. (Gerçi, kapsamlı bir eğitimle güvercinler de bunu yapabilir. Hayvan davranışlarındaki komik bir şey, hangi zor görevi tasarlarsanız tasarlayın, binlerce denemeyle eğitilmiş güvercinler tarafından eninde sonunda yapılacağıdır.)

Bir de ne olsun, ördek yavrularının clickbait ustası olduğu ortaya çıktı! “Ördek yavruları soyut düşünme yeteneğine sahiptir,” diye haykırdı bütün internet alemi… Şimdi, “düşünme”nin anlamını “beyin aktivitesi” ya da “soyut temsilleri anlamlandırabilme” olarak kabul edersek, bu pek de yanlış olmaz. Ancak sezgisel tepki öne sürdü ki, herhangi bir canlının böyle bir problemi çözebilmesi için, her bir çift arasındaki ilişkiyi bilinçli olarak çıkarması ve bunları karşılaştırması gerekli; sevimli küçük kafasında, hangi çiftin ‘aynı’ ve hangisinin ‘farklı’ olduğunu düşünerek kaşlarını çatan küçük bir homunculus (veya belki de anatunculus) versiyonuna sahip olmalı.

Deneyimli bilim insanları için bile hayvanların düşündüğünü varsaymak zordur. Deneyde, izlemesi gereken uyaranları kontrol eden test odasının üzerindeki dönen mekanik kolları fark eden ve deneyin geri kalanını dikkatle mekanizmaya bakarak geçiren akıllı bir ördek yavrusu vardı; ona Platon ismini verdik.

Fakat deneydeki diğer ördekler, iyi bir sebeple, özel isimlere sahip değildi. Onları sayı ve sembollerle tanımladık. Bazı istisnalar dışında, bu standart bir uygulamadır. Bu, araştırmacıların entelektüel mesafeyi korumalarına ve antropomorfizmden kaçınmalarına yardımcı olur, zira antropomorfik düşünmek, hayvan çalışmalarında büyük bir sorundur. Yine de, tekrar tekrar yapılan kümülatif araştırma deneyi çalışmalarında kullanılan uzun yaşamış bazıları özel olarak adlandırılmıştır; dil edinimi üzerine onlarca yıl süren tartışmalı bir deneyin merkezindeki şempanze Nim Chimpsky‘yi ya da birkaç yıl önce birlikte çalıştığım Bavyera’daki bir kolonideki Yeni Kaledonya kargalarını ele alalım. Bu gibi örneklerde, hayvanlara S602 ve D14 yerine Jungle ve Mango gibi isimler verildiğinde, araştırmacının, hayvanların geçmişlerinin zihinsel takibini yapması daha kolay olmaktadır.

Papağan yavrularımla ilgili kafa karışıklığımın temelinde isimlendirme sorunu yatıyor. Evde, Dandolo ve Madeleine’yi beslerken ve eğitirken aynı küçük insanlar gibiler. Birini eğitim için kafesten çıkardığımda, birbirlerini özleyip sesleniyorlar. Başka şeylere olan ilgimi kıskandıklarında, bana merakla bakıyorlar ve ben çalışırken gevezelik ediyorlar. Sinirlendiklerinde, beni ısırıyorlar. Kısacası, evcil hayvanlarımla evdeyken hepimizin yaptığını yapıyorum: Onları anlamak için insan biçimciliği (antropomorfizm) kullanıyorum. Eğer bir hayvan davranışı araştırmacısı olmasaydım, bunun pek farkına varmazdım; ama öyle olduğum için kendime sürekli şunu soruyorum: Neden evcil hayvanlarıma düşünen, bilinçli yoldaşlar gibi davranırken, laboratuvarımdaki ördek yavrularına tüylü robotlar gibi davranıyorum? Alanımın hayvan bilinciyle ciddi bir şekilde ilgilenme konusundaki gönülsüzlüğünün, onların davranışlarını gerçekten anlama çabalarımızı engellediğini düşünüyorum.

İnsanların diğer hayvanlar hakkındaki merakı ve eğer varsa onların zihinlerinin nasıl olduğunu bilmenin imkansız gibi görünmesi, türümüzün tüm tarihi boyunca devam etmiştir. İlk insan felsefesi olan animist spiritüalizm, avcı ve av arasında açık iletişim kanalları olduğunu varsayar. Yine de pek çok toplum, hayvanları, insanların zirvede yer aldığı büyük bir varlık zincirinin alt basamaklarına hapsedilmiş daha aşağı varlıklar, hatta otomatlar olarak damgalamaya yönelik paralel bir eğilim sergiler. Orta çağ Avrupalıları, hayvanları, suçları ve kabahatleri için mahkemeye çıkarmış, ancak onlara bir ruh ya da cennete erişim hakkı vermemiştir. Bugüne gelince, biz işteyken köpeklerimizin evde sıkılacağını düşünüyor ve bundan pekala endişe duyuyoruz; fakat onlara hayatlarının her bir günü aynı yemeği vermek hakkında böyle bir endişe taşımıyoruz. Bu çelişki, kendimizinkine benzemeyen zihinlerin karşısında kaldığımızda ne kadar belirsizleştiğimizi ve korktuğumuzu gösteriyor.

16. yüzyıldan sonra bilimsel devrim, insanlara, diğer türleri materyalizmin gözünden incelemek için yeni araçlar sundu. Bu, davranışlara ilişkin oluşturulan herhangi bir açıklamanın fiziksel dünyadan edinilmek zorunda olduğu fikridir. Bilimsel yöntem test edilebilir hipotezlere dayanır ve bu hipotezlerin test edilebilir olması için yalnızca fiziksel dünya ve onun etkileşimlerini dikkate almak zorundadır. Antropomorfizm burada bir sorun haline gelmekte, çünkü bir şekilde hayvanların bilinçli olduğu fikrine başvurmaktadır; ki bu da test edilemeyen bir hipotez yaratır.

Örneğin, ördek yavrularım aynı olan nesne çiftlerini aynı olmayan çiftlerden ayırabildiklerini gösterdiklerinde, ördek yavrularının soyut ilişkileri ayırt edebildiklerini, öğrenebildiklerini, hesaplayabildiklerini, tanıyabildiklerini veya ayrıştırabildiklerini söyleyebiliriz. Tüm bu ifadeler beynin fiziksel eylemlerinin özetidir. Göz, ışığı desenler halinde toplar; bu ışık nöronları uyarır; bu nöronlar diğer nöronları uyarır; beyin, henüz anlayamadığımız karmaşık bir şekilde, karşılaştırmalı bir hesaplama yapar; ördek yavrusu bu hesaplamalara dayanarak hareket eder. Gözlemlediğimiz davranış budur. Fakat söyleyemeyeceğimiz şey şudur ki; ördek yavruları, insanların yaptığı gibi düşünüp ilişkileri birbirinden ayırt edemez.

Bunu savunmamızın asıl nedeni, bilincin “zor sorunu” olarak adlandırılan sorunu henüz çözememiş olmamızdır. İnsan beyni, neden bir bedeni yöneten akıl sahibi olmayan bir bilgisayar gibi davranmak yerine deneyimlerimiz hakkında düşünce içeren bir farkındalık üretir? Tüm seçimlerimizin ve eylemlerimizin beyin faaliyetlerinden kaynaklandığını kabul edersek, tüm bu kargaşanın direksiyonunda bize bunu ‘hissettiren’ küçük, endişeli bir zihin olmadan gerçekleştiğini hayal etmek zor değildir. Dahası, eğer böyle bir sürücüsüz yaratık var olsaydı ve sizinle ya da benimle aynı beyin süreçlerine sahip olsaydı, eylemleri bilinçli bir insanınkinden ayırt edilemezdi -kendi bilincini iddia etmeye kadar giden, sorgulayan, dünyaya uyum sağlamaya çalışan bir zombi gibi…

Bir ördek yavrusunun ‘düşündüğünü’ söylemekteki sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Deneyci bir perspektiften bunu kanıtlayamayız. Bir ördek yavrusunu bir şey yapmaya iten evrimsel geçmiş ne olursa olsun, eylem bilinçli olarak düşünülsün ya da düşünülmesin, bu davranışı başarıya uygun hale getirecektir. Yani dış bir gözlemci için bir davranış ve bir nöron ateşlenmesi arasında pek bir fark olmayacaktır.

Bu karmaşadan çıkabilir miyiz? Katı materyalistler olarak devam edelim -ruhani bir bilinç olmadığını ve deneyimsel ‘farkındalık’ hissinin beynin faaliyetinden kaynaklanan bir özellik olduğunu varsayalım. Şimdi, her birimiz (bir zombi olmadığınızı varsayarsak) kendimizin bilinçli olduğunu biliyor ve normal olarak kendimizi eşsiz bir metafiziksel mucize, evrendeki ilk ve tek bilinçli varlık, bir tür “Bilinç Mesihi” olarak düşünmüyoruz. Daha basit bir açıklama şöyle olabilir ki; her birimiz bilinçli ve ortalama olduğumuz için, diğer insanların çoğu da bilinçli ve ortalamadır. Bu mantık silsilesi etrafta zombi (ortalama olmayan) olmadığı anlamına gelmez ancak elimizdeki tüm bilgiler bize diğer insanların bilinçli olduğunu gösterir.

Bazı açılardan bu, elimizdeki soruna yaklaşmanın bilimsel yoludur. Bilimde yol gösterici bir ilke parsimonidir: Kanıtlara uyan en az karmaşık açıklamayı seçmemiz gerektiği düşüncesi. Diğer insanların bilinçli olduğunu varsaymak, kendi kişisel bilinçliliğimiz için olabilecek en basit açıklamanın bir parçasıdır. Bilimsel yöntem, aynı zamanda bir tümevarım alıştırmasıdır; elimizdeki veri alt kümesinden daha büyük bir gerçeklik hakkında sonuçlar çıkarır. Kuşkusuz, tek veri noktamız olan “Ben bilinçliyim” verisi, istatistiksel olarak titiz bir örnekle karşılaştırıldığında güçsüzdür, ancak başka seçeneğimiz de yoktur. Felsefenin pek çok türünün tümevarımla ilgili sorunları vardır ve saf akıl meselesi olarak, geçmişteki olayların düzenliliği gelecektekilerin de düzenliliğini garanti etmez. Ancak bilim, ne olursa olsun işe yarar gibi görünür ve bunu sürdürmesi, gerçek dünyada, yani tümevarımın gerçek dünyasında, tümevarımın işlevselliği için bu bir destektir.

Eğer bu, insanlarda bilinç için bir argüman olarak akla yatkın duruyorsa, neden aynı mantığı diğer hayvanlara da uygulamayalım? Hayvan bilinci için ortaya konan şu fikri oldukça ikna edici buluyorum: İnsanlar, problemleri, yaratıcı bir şekilde çözmede iyi olan ve soyut temsiller oluşturabilen büyük beyinli omurgalılardır. Bilinçlidirler. Papağanlar, kargalar ve birçok primat, problemleri yaratıcı bir şekilde çözmede iyi olan ve soyut temsiller oluşturabilen büyük beyinli omurgalılardır. İnsanlar ve bu hayvanlar, aynı maddeden oluştukları ve aynı genel süreçlerle evrimleştikleri için (ve primatlar söz konusu olduğunda aynı soydan geldikleri için), beyinlerinin ortaya çıkan özelliklerinin, bilinç de dahil, benzer olduğunu varsaymak en mantıklısı olacaktır.

Bugün çoğu laboratuvar, insan kaynaklı sıkıntıları ortadan kaldırmak için, (iş gücünü azaltmak için değil) hayvan davranışlarını video üzerinde analiz eden yazılımlar kullanır.

Bu argümandan ben şahsen oldukça memnunum, ancak birçok araştırmacının bunu kabul edeceğini düşünmüyorum. Yine de ördek yavrularıma otomat gibi davranmaya devam ediyorum. Duygusallığı evde bırakmak için iyi bir neden, basitçe, yararlı olmamasıdır. Bir gün, komşu çiftlikteki bir inekten gelen yüksek sesli bir böğürme, ördek yavrularımdan birini ürküttü. Deney cihazını umursamadan başını çevirdi ve bir köşeye çekilip hareketsiz bir vaziyette kaldı. Bu durumda, deneydeki kötü performansını görmezden gelebilirdim, çünkü “korktuğunu” söyleyebilirdim. Başka bir sefer, uyaran çiftlerinden biri eğitim çiftinden biraz daha ‘az farklı’ olduğunda, bir ördek yavrusunun ‘kafasının karıştığını’, kafasını -o ünlü köpek çevirmesi gibi- çevirdiğini gözlemledim. Ördek yavrusunun hangi seti takip edeceğini seçmesi için geçen uzun süreyi atlayabilmeyi çok isterdim. Bu bahsettiğim tepkilerinden, gerçekleştirdiğim deneyin neden istenilen davranışları ortaya çıkarmadığına dair bir açıklama bulursam, her bir ikilem için sağlam bir çözüm bulurum, sonuç da sağlam olur.

Ancak bu berbat bir bilim yapma yolu olur, çünkü bütün objektifliğini kaybeder. İlk ördek yavrusu ineği duymamış olabilir ve diğeri de muhtemelen sadece geriniyordur. Her ördek yavrusunu tutarlı bir şekilde analiz etmenin tek yolu, önceden belirlenmiş fiziksel davranışları hesaba katmada kesinlikle katı olmaktır. Bir bilim insanı olduğum için, tüm yaratıcılığımı, deneysel tasarım aşamasına yönlendirmeli ve ölçümü her türlü belli belirsiz düşünceden uzak tutmalıyım.

Başka bir deyişle, tutarlılığı korumak için, hayvanların ve kendimin yapabileceği şeyler konusunda dikkatli olmalıyım. Sonuçlara bakarken, varsayımlarda bulunurken ve bunları uygularken elimden geldiğince hem kendime hem de hayvanlara aynı birer makineymiş gibi davranmalıyım. İşte tam da bu yüzden, bugün çoğu laboratuvar -iş gücünü azaltmak için değil- insan kaynaklı sıkıntıları minimuma indirmek için hayvan davranışlarını video üzerinden analiz eden yazılımlar kullanılıyor.

Bu durum, laboratuvar ortamını biraz kasıntı hâle getirse bile, öyle olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Video kayıtlarını analiz etmek, elbette çoğu zaman robot gibi düşünmeye ihtiyaç duyar ama deneyleri uygulamak, emin olabilirsiniz ki, her zaman epey eğlenceli olabiliyor. Ördek yavruları, özellikle “zıplanamaz” olarak tasarlanan engellerden zıplayabiliyor. İstedikleri kadar önleyelim ama bu gerçekten oluyor. Bir uyaran üstüne titizlikle yerleştirilmiş bir ördek yavrusu bana bir bakıp beni annesi sanabiliyor (deney için kötü de olsa benim için çok eğlenceli!). Laboratuvarda yaşanan bu gibi talihsizlikler, ilk haftalarda elde edilen verileri hep işe yaramaz hale getirir. Bu, elbette deneysel bilim için genel bir şeydir, fakat hayvan davranışları için elzemdir: Bir kimyager ya da fizikçi için işler yolunda gitmeyebilir, fakat sorunu anlamaları için küçük, -belki de bilinçli olan- canlıları anlamak zorunda değiller…

Laboratuvarda kendi kendime, geçici de olsa, ona insanmış gibi davranıyorum: “Yaramaz ördek yavrusu! Neden ‘annenin’ süspansiyon tellerini karıştırdın?! Deney yaptığımı biliyorsun!”. Ancak işin sonunda hesap yapmak ve videoları incelemek için masaya oturduğumda, doğru düzgün bilim yapabilmek adına, bütün bu empati, şefkat gibi duygulardan uzaklaşmam gerekiyor…

Peki, neden evcil hayvanlarım düşünebilme yetisine sahip (!) de laboratuvardaki hayvanlarım değil?  Pek de tatmin edici olmayan ama olması gereken yanıt, işe yarayanın bu olduğudur.

Bu çıkarımın mantıksal olarak tutarlı olduğunu iddia etmiyorum, zaten değil. Ama bu tutarsızlık, düşünce sürecimdeki bir hatayla ilgili değil, sadece “düşünme”nin birçok farklı anlama gelebilmesiyle alakalıdır. Ördek yavrularım düşünebilmeli, ya da düşünüyorlar, demiyorum. Sadece, yaptıkları her neyse, onu anlamak için bu açıdan bakmam gerekiyor. Davranışlarının nasıl evrimleştiğini ve bunların hangi adaptif amaçlara hizmet ettiğini anlamak istiyorum; eğer -tanımı ne olursa olsun- düşünebiliyorlarsa, bu sadece davranışlarını yöneten sürecin bir parçasıdır ve bu süreç ördek yavrusu için evrimsel olarak en faydalı olacak olan davranış neyse ona göre ilerlemiştir. “Düşünmek” hakkında düşünmek elimize sadece açıklayıcı olmayan, dipsiz kuyuya götüren sorunlar verir. Ördekler bilinçli ya da değil, her ikisi de deneysel olarak gerekçelendirilmiş bir cevaba ulaşmanın dışında kalan şeylerdir.

Yine de Dandolo’yu eğitirken, düşündüğünü varsaymak zorundayım. Eğer düşünebildiğini ve çıkarımlar yaptığını varsayarsam, neyin onu kızdıracağını ve neyin ona zarar verip vermeyeceğini anlayabilir, örneğin, onu nasıl besleyeceğime dair tahminlerde bulunabilirim. Yeni bir ortamda, inatçı bir hayvanla verimli bir şekilde çalışmak için ihtiyaç duyduğum tek seferlik, geçici davranışsal sonuçları çıkarmak için antropomorfizmi kullanabilirim. Küçük papağanlarımı düşünebilme yetisiyle hayal ederek, dairelerine yeni gelen ve onlarla birlikte yaşayan bu dev canlıyı anlamaları konusunda sanırım empati kurabilirim. Belki gerçekte böyle bir yetileri yok, ama öyle olduğunu düşünmek o kadar etkili ki!

Biz bilimciler, evimizde yaşayan hayvanlarla yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenebiliriz. Duygusallık verileri çarpıtabilir, ancak hayvanların ‘düşünebileceği’ ihtimalini tamamen göz ardı etmek de aynı derecede yararsızdır. ‘Soyut temsil’ veya ‘düşünce’ çalışmalarına verilen bilimsel yanıt genelde bilişsel açıklamaların tartışılmasını talep etmek ve test edilen yeteneklerin beyindeki daha düşük seviyeli süreçlerin sonucu olabileceğidir. Örneğin benim kavram-öğrenen-ördekler durumumda, ördekler, kavram oluşturmaktan ziyade, yalnızca görsel özellikleri tanıyarak belli başlı bir ayrım yapmış olabilirler. Tabii, bu iddialar da işlerini yapıyor: Bu çok değişik iddialara karşı kuşkucu yaklaşıyor ve ilgili fenomeni açıklamak için olması düşük olan bir ihtimale karşı çıkıyorlar.

Bilinçlilik ve bilişsel yetenekler arasındaki ayrımın farkına varamamak, bu dostlarımızın entelektüel becerilerini bir şekilde aşağılamamıza yol açıyor.

Yine de hayvan bilinçliliği aleyhine söylenenler, -daha yüksek bilişsel yetenek gerektirdiği için- diğer açıklamaları gölgede bırakabilir. Açıktır ki ördeklerin aynılığın ve farklılığın ayrımına varması durumunu onlara “bilinçli” diyerek açıklayamayız. Ancak tabii ki bu, duyusal hesaplamaların sonuçları böyle gösteriyor diye, bilişsel açıklamaların bir kenara atılması gerektiği anlamına gelmiyor. “Soyut temsil” gibi bilişsel yetenekler “bilinçlilik” ile aynı şey değildir. Bunlar ancak bilinçli olduğunu korkmadan söyleyebildiğimiz tek türde, insanda, aynı şey gibi görülebilir. Biliş, bilinçten çok daha kolay anlaşılabilirdir ve çeşitli fiziksel özelliklerle (örneğin beyin-vücut oranı, nöron sayısı ve yoğunluğu gibi) güvenilir bir şekilde ilişkili gibi durmakta. Yanlışlıkla bilinçliliği işin işine katma korkusuyla bilişsel yetenekleri atfetmekten korkmaya da gerek yok. İkincisi, birincisi için vekil olmaya gerek kalmadan bol miktarda zenginlik sunuyor ve biliş hakkındaki iyimserlik, alışılmadık yönlerde deneyler yapmaya kapı açıyor (ördek yavrularında beklenmedik bir şekilde ‘soyut düşünceyi’ keşfetmek gibi).

Eğer ördek yavrularımın düşünebildiğini iddia etmek istersem, bunun için en iyi kanıt, omurgalı beyinlerinin farklılıktan çok benzerliğe sahip olması olur. Bu durumda, bu tür canlılara bakarken kendiliğinden olan yüksek ya da düşük bir bilinçlilik durumu varsaymamak en doğrusu gibi duruyor. Sadece, bilinç ve biliş arasındaki ayrımın farkına varılmaması ve araştırmacıların bilinci varsaymaya karşı olan tutumları, bizi arkadaş türlerimizin entelektüel hünerlerini küçümsemeye itiyor.

Açık olmak gerekirse, hayvan davranışı araştırmalarının kapısını aralamak ya da her hayvanın bilinç sahibi olduğunu kanıtlamak gibi bir kaygım yok. Ancak insanlar ve diğer omurgalılar arasındaki farklar konusunda da kibirli olmamalıyız. Bu da biyolojik bilimlerdeki bir başka sıkıntı…

Ecclesiastes’in dediği gibi:

İşte, insan ve hayvanın ölümü birdir, ikisi de eşittir: hayvan nasıl ölürse, insan da öyle ölür, aynı şekilde nefes alırlar. İnsan hayvandan daha fazla bir şeye sahip değildir, bütün mevzu kendini beğenmişlikle alakalıdır.


Antone Martinho-Truswell – “Why Wont Biologists Say That Animals Might Be Conscious”, (Erişim Tarihi: 03.04.2022)

Çevirmen: Arda Batın Tank

Çeviri Editörü: Musa Yanık

Yeditepe Üniversitesi Fizik bölümünde lisans eğitimine devam etmektedir. Zihin felsefesi, doğa felsefesi, genel bilim felsefesi ve etik felsefedeki başlıca ilgi alanlarıdır. Psikoloji, sosyoloji ve antropoloji başta olmak üzere sosyal bilim dallarıyla da yakından ilgilidir.

1 Yorum

  1. biz bilinci insana özgü bir potansiyel/durum/yetenek olarak tanımlıyoruz. zihinsel olarak insanı başka varlıklardan, özellikle hayvanlardan ayırt eden temel niteliğimize bu adı vermişiz. tanımı gereği onu her zaman hayvanların yapabildiklerinin ötesinde göreceğiz. örneğin, yazı bizim bilincimizin en somut dışavurumlarından biridir. bu “dil”e dayanır. dil de mantıkla bütünleşiktir. bunları mümkün kılan ise zihnimiz. fakat yazıyı, mantık örgüsüne sahip konuşma dilini kesin bir şekilde insana özgü tasnif edebiliyor olsak da zihni faaliyetlerin tümünün tapusunu üzerimize geçiremeyiz. hayvanlar da belirli bir seviyede düşünür, ayırt eder, tercih yapar. o zaman bilinç bunlardan ibaret olarak görülemez ya da bilincin ana unsurları düşünmek, ayırt etmek, iki şey arasında tercihte bulunmak olamaz; biz hayvanların yapabildiği şeyleri -tanımı gereği- bilincin sınırları dışında tutacağız!
    kavramlar bulanıklaştığında işlevini yitirir ve o zaman yeni kavramlara ihtiyaç duyulur. kadim zamanlardan bu yana bilincin sembolü olan “ruh” böyle kaybedildi. şimdi aynı erozyonu bilinç kavramında görüyoruz. hayır efendim, hayvanların bilinci olmaz, özgür iradesi olmaz; çünkü biz bilinç, özgür irade, entelektüel girişim, felsefe, ahlak, din vs kavramları sadece insana mahsus bir zihin aleminde, özel bir kurgusal evrende tanımlıyoruz. oraya başka bir varlık giremez. tanrı bile!

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yaşadığımız Bu Hayat Gerçek mi? – Matthew Francis

Sonraki Gönderi

Grice’ın Konuşmaya Dayalı Sezdirimleri: Ne Diyoruz Ve Neyi Kastediyoruz? – Thomas Hodgson

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü