Şu an önümde bir ağaç görüyorum ancak bundan ne kadar emin olabilirim? Gerçekten önümde bir ağaç olduğundan şüphe duymak ve sanrı görüyor olabileceğimi hesaplamak ne kadar ileriye götürülebilir bir anlayıştır? Bu pozisyonda takınacağımız şüpheci tavır doğru inançlarımızı gerekçelendirmiş olsak dahi makul müdür?
Önümde gerçekten bir ağaç olabilir ve hatalı bir şüphecilik içinde olabilirim, önümde ağaç olmayabilir ve doğru bir şüphecilik içinde olabilirim; aynı zamanda sanrı görüyor olabileceğimin de farkındayım. Bilgi olmasalar dahi temeli sanrılara dayanan gerekçelendirilmiş inançlara sahip olma olasılığımız hiç de düşük değilmiş gibi görünüyor.
Sezgilerimiz şeylerin gerçek olup olmadığını anlamaya yönelik bir arzuya sahip olduğumuzu çoğunlukla belli eder; yukarıda sorduğumuz sorular bu arzunun en açık ifadeleridir. Diğer yandan yanlışlardan ve gerçek olmayan şeylerden kaçınma arzumuzda var. İlk arzumuz bizi bir şeye inanmaya iterken ikincisi şüpheci olmaya, yargılarımızı askıda tutmamın daha doğru olacağına ikna etmeye çalışır. Bu tür bir şüphecilik kendinden apaçık ve kesin doğru olmayan şeylere ilişkin şüpheci olmayı daha doğru bulur, felsefe tarihinde bu şüpheciliğe “Pyrrhoncu Şüphecilik” denmiştir. (Audi, 2018:335)
Diğer yandan Descartesçı anlamda her şeyin gerçekliğinden ve doğruluğundan kuşku duyarsam, sahip olduğum bu kuşkudan kuşku duyup duymadığım sorusu gün yüzüne çıkar. Eğer kuşku duyduğumdan kuşku duymazsam, kuşku duyulmayacak en az bir şey bulmuş olurum gibi görünüyor; ancak zihin hallerimden kuşku duyuyor olmam, gerçekten kuşku duyup duymadığım konusunda kesin bir bilgi içermez. Belki de zihin hallerimin hepsi (kuşku da dahil olmak üzere) bilgi üretmeyen ve gerçekten var olmayan şeyler olabilir? Bu soru nasıl cevaplanabilir?
Kuşkularımızı Nasıl Temellendiririz?
Felsefeciler tarih boyunca ahlak, din, zihin, varlık vb. birçok farklı alana dair çeşitli sorular sormuştur. İnsanların büyük bir kısmının hem fikir olduğu belli türden konu başlıklarında dahi felsefeciler arasında ciddi görüş farklılıkları ve tartışmalar ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu tartışmalar bir noktada soruyu soran kişinin gerçekten var olup olmadığına dahi yönelmiştir. Peki bu ne anlama gelir? Gerçekten var olup olmamak ya da başka bir “şeyin” yanılsaması olup olmamak ne tür bir tartışmayı içerir?
İnandığımız şeylerin sanrı olabileceği, gerekçelendirmenin sanrıların varlığını azaltmadığı ve hatadan kaçınma arzumuz gibi faktörlerle şüphecilik pozisyonuna yönelebiliriz. Bu pozisyon “Eğer varsa, çok az bilgi vardır.” ifadesine sahip olursa “bilgi kuşkuculuğu” adını alır. Bilgiye dönüşen inançlarımızın, gerekçelendirilmiş inançlarımızdan daha fazla olmadığı yönünde bir varsayımla hareket eden bir kuşkuculuk “Eğer varsa, inançlar için çok az gerekçelendirmemiz vardır.” ifadesiyle hareket eder; buna ise “gerekçelendirme kuşkuculuğu” denir.
Şayet diğer zihinlerin varlığı veya dış dünyanın varlığı konusunda bir sanrı görüyorsak, dünya tam da şu an algıladığımız biçimde bize görünüyor olabilir. Bu tür bir radikal şüphecilikten kaçış zormuş gibi görünüyor. Böylesi radikal bir şüpheciliğin ürünü olan BIV (Brain in vat) argümanını tanıtmak bu yazının ana konusudur.
Çağdaş analitik zihin felsefesi bu ve benzeri sorulara cevap aramaya ve var olan soruları daha ileriye götürmeye devam ediyor. Ancak bahsettiğimiz türden “radikal” görülebilecek sorular hem felsefe tarihinde hem de günümüzde epistemoloji alanında da ciddi bir yer kaplamışa benziyor. Öncelikle tartışmanın epistemoloji alanındaki arka planını çizmeye çalışalım.
Kaba bir betimleme yaparsak epistemoloji (bilgi felsefesi) bilginin doğasının ne olduğu, bilgi türleri ve unsurlarının neler olduğu, neleri bilebileceğimiz, bilgiyi nasıl elde ettiğimiz veya bir şeyi bilmenin ne anlama geldiği gibi sorular ile ilgilenir. Özellikle “bir şeyi bilmenin ne anlama geldiği” ile ilgili sorular yoğun tartışmalar içermektedir. Bu konuyla ilgili kapsamlı yazımızı buradan okuyabilirsiniz.
Felsefeciler bu türden sorulara makul cevaplar bulmak için birçok ölçüt ve yöntem kullanmışlardır; bunlardan biri de “önermesel bilme” dediğimiz şeydir. Geçen hafta yağmur yağdığını biliyorum türündeki bir ifade “-dığını bilme” içerdiği için önermesel bilmeye iyi bir örnektir. Ancak bu bilgiyi nasıl elde ederiz? Bu soru, bizi doğrudan bilmenin koşulları olup olmadığı sorusuna götürür.
Birçok felsefeci bilmenin belli başlı koşul ve ölçütleri olduğu konusunda hemfikirdir. Görece yakın bir döneme dek bilgi, “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak tanımlanıyordu. Üç parçalı bilgi tanımı olarak da bilinen bu yaklaşım, bilgiyi “doğruluk”, “inanç” ve “gerekçelendirme” koşullarının sağlandığı ifade ve önermelerde aramayı en makul yol olarak görmekteydi.
Doğruluk Koşulu
Doğruluk koşulu, önerme ve ifadelerimizin zihnimizden bağımsız gerçekliklere uygun olması anlamına gelir. Örneğin, “Şu an bir şey yazdığımı biliyorum.” ifadesine sahipsem, bu ifade, zihnimden bağımsız bir gerçekliğe dayanıyorsa, yani gerçekten de yazma eylemi içerisindeysem, doğruluk koşulunun sağlandığını düşünebiliriz. Kimi yorumcular için bu koşulun gerekliliği, “doğru olmayan şeyin bilinemeyeceği” varsayımına dayanır.
İnanç Koşulu
İnanç koşulu çok talihsiz bir şekilde ülkemizde iman kavramı ile karıştırılmakta ve “dini kabul, dogmatik eğilimler” ile eş anlamlı kullanılmaktadır. Ancak felsefeciler faith (iman veyahut dini inanç) ile belief (inanç) arasında ayrım yaparlar; inanç zihinsel kabul anlamında kullanılır. Örneğin “Ben şu an Ankara’da bir sandalyede oturduğuma inanıyorum.” ifadesine sahipsem, bu ifade, aynı zamanda benim şu an Ankara’da bir sandalyede oturduğumu kabul ettiğim anlamına da gelir. Böylece kimileri için inanç koşulu, doğruluğu benimseme veya bilmenin bir türü olarak da tanımlanır.
Örneğin şu an elimdeki kalemi yere bırakmayı planlıyorum. Bu durumda hem kalemin düşeceğini inanırım hem de düşeceğini kabul ederim. “51. Bölge’de uzaylıların olmadığına inanıyorum.” ile “51. Bölge’de uzaylıların olmadığını kabul ediyorum.” böylece aynı anlama gelir. Böylece bir ifadenin içeriğinin doğruluğuna inanmak ile “önermesel inanç” dediğimiz bir kavram ortaya çıkar.
Eğer bu felsefeciler haklıysa ve X,’in Y olduğunu bilmek aynı zamanda X’in Y olduğuna inanmanın bir türüyse, bunu bizzat inancın kendisinden nasıl ayıracağız? İşte bu soru ile beraber üçüncü koşul olan “gerekçelendirme koşulu” devreye girer.
Gerekçelendirme Koşulu
X’in Y olduğuna yönelik inançlarımızın sadece doğru olup olmadığına değil aynı zaman nasıl gerekçelendirildiğine de bakmamız gerekir.
Uzun bir zamandır birçok felsefeci için doğru inancı bilgi yapan koşul gerekçelendirme koşuluydu. Bu nedenle Platon’un şu ifadesi uzun bir dönem oldukça önemli bir referans noktasıydı;
Bilgi olması için, doğru inanca ne ilave etmek gerekir? (Platon, Theatetus, 201b, 201c)
Diğer yandan çoğu kişi, içinde şans faktörünün olduğu bir bilginin tam anlamıyla bilgi olarak tanımlanamayacağını iddia etmiştir. Sezgisel olarak “-dığını biliyorum” biçimindeki önermesel bilme türlerinin şans ile elde edilmemiş olduğunu duyumsarız. Örneğin, Andromeda Galaksisi’ndeki gezegenlerin sayısını bildiğimi iddia ediyorsam, bu şans eseri elde edilmiş olamaz.
1963 yılında Edmund Gettier adında bir felsefeci yalnızca üç isme atıf yaparak (Chisholm, Platon ve Ayer) 3 sayfalık bir metin yayımladı. Bu metin daha sonra Gettier Problemi ismini alacak ve epistemoloji tartışmalarında İçselcilik-Dışsalcılık yaklaşımları ile birçok farklı bakış açısının doğmasına katkı sağlayacaktır. Gettier, “Is Justified True Belief Knowledge?” (Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?) adındaki makalesi ile bahsettiğimiz üç koşulun (doğruluk, inanç ve gerekçelendirme) bilgiyi elde etmemiz için yeterli olmayacağını iddia ederek gerekçelendirme koşulunun ne anlama geldiği konusunda ciddi tartışmalara sebep olmuştur.
Yazımızın bundan sonraki kısmında Gettier Problemi’nden söz edecek ve daha sonra bu problem ile şekillenen İçselcilik-Dışsalcılık yaklaşımlarını ele alarak İçselciliğe yönelik şüpheci bir argüman olan BIV argümanını inceleyeceğiz.
Gettier Problemi Nedir?
Gettier, yazımızın bundan önceki kısmında (ve buradaki yazımızda) bahsettiğimiz üç parçalı geleneksel bilgi tanımının yetersizliğini göstermek ve gerekçelendirme koşulunun önemine dikkat çekmek istiyor gibidir. Bu amaçla Gettier karşı-örnekleri (Gettier counterexamples) adında bazı senaryolar ortaya çıkmıştır. Gettier problemi kimileri için, bir önermeden çıkarılmış yanlış bir önermeye olan inancın gerekçelendirilmiş; hatta gerekçelendirilmiş doğru inanç olsa bile bilgi sayılamayacağıdır. Karşı senaryolardan birini daha önce buradaki yazımızda ele almıştık, yine aynı örneği vererek açıklamaya çalışalım.
Berat ve Can, bir iş başvurusu yapacaklardır. Berat’ın şu önermelerle ilgili güçlü kanıtlarının olduğunu düşünelim:
- Q: Can, işe alınacak kişidir ve Can’ın cebinde 10 adet misket vardır.
Berat’ın (Q) konusundaki kanıtı, şirket yöneticisinin ona Can’ın seçileceğini söylemesidir. Bunu söylemeden hemen önce Berat, Can’ın cebindeki 10 misketi biliyor olsun. Bu durumda Q önermesi şunu gerektirir:
- Y: İşe alınacak kişinin cebinde 10 adet misket vardır.
Berat’ın Q’dan Y’ye geçmenin gerekliliğini gördüğünü ve sahip olduğu kanıttan dolayı Q’ya dayalı olarak Y’yi kabul ettiğini düşünelim. Bu durumda Berat Y’nin doğru olduğu inancını gerekçelendirmiş olur.
Şimdi şunu hayal edelim: İşe Can’ın yerine Berat’ın alınacağını ve Berat’ın bunu bilmediğini düşünelim. Berat’ın da cebinde 10 tane misket olsun ve bu misketlerin varlığından habersiz olsun. Bu durumda, Berat’ın Y’yi çıkarsadığı Q önermesi yanlış olsa dahi Y doğru olacaktır. Yani işe alınacak kişinin cebinde 10 misket olan Can olduğu Q önermesinin yanlış olmasına karşın, cebinde 10 misket olan birinin işe alınacağı Y önermesi yine de doğru olur. Böylesi bir durumda aşağıdakilerin hepsi doğru olur;
- x: Y doğrudur (işe alınacak kişinin cebinde 10 misket vardır.)
- z: Berat, Y’nin doğru olduğuna inanır (cebinde 10 misket olanın işe alınacağına inanır.)
- t: Berat, Y’nin doğru olduğuna inancını (cebinde 10 misket olanın işe alınacağı inancını) gerekçelendirmiştir (Şirket sahibi bunu ona söylemiştir.)
Ancak Berat kendi cebinde ne kadar misket olduğunu bilmemesine ve yanlış bir biçimde inancını, işe alınacak kişi olduğuna inandığı Can’ın cebindeki misketlere dayandırmasına rağmen (Y önermesi), Y önermesi Berat’ın cebindeki misketlerin sayısından dolayı doğrudur.
Bu örneğin amacı, bir doğru inancın gerekçelendirilmiş olmasına rağmen hafıza, algı veya şans gibi faktörleri dışarıda tutamadığını göstermektir. Bir önermeyi bilgiye dönüştürmek için doğruluk, inanç ve gerekçelendirme yeterli olamamaktadır. “İşe alınacak kişinin cebinde 10 misket var” önermesine olan inanç gerekçelendirilmiştir ve doğrudur. Ancak bu inanç yine de tesadüfen doğru çıkmıştır, şans faktörü ortadan kaldırılamamıştır ve dolayısıyla ortada bilgi yoktur.
Uzun bir süre Gettier problemi çağdaş epistemolojinin merkezinde yer almıştır. Şunu eklemek gerekir ki Gettier problemi a posteriori ve çıkarıma dayalı önermesel bilgi ile ilişkili olup, a priori ve tümdengelimsel bilgi türleri için geçerli değildir.
İlk kez 1980 yılında BonJour ve Goldman tarafından kullanıldığı bilinen içselcilik (internalism) ve dışsalcılık (externalism) kavramları, çağdaş epistemolojide iki farklı yaklaşımı temsil eder. BIV argümanı, bu yaklaşımlardan İçselciliğe yönelen şüpheci bir argümandır.
İçselcilik Nedir?
İçselciler, gerekçelendirmeyi zihne ait içsel durum ve özellikler ile ele almayı tercih eder. İçselciler için problemin çözümü gerekçelendirmedeki teminat şartının bilişsel olarak doğru inanca sahip kişinin zihninde (yani o kişiye ‘içsel’ koşullarda) hazır olarak bulunmasında yatar. Diğer bir deyişle, doğru inançların gerekçelendirilmesi, kişinin bu gerekçelendirme sürecinin farkında olması ve inançların kişiye erişilebilir olması ile mümkündür.
İçselciliğin yaygın olarak kabul edilen iki biçimi vardır. Bunlardan ilki olan erişimcilik (İng: accessibilism), bir öznenin sahip olduğu inancın epistemik gerekçelendirmesini, öznenin zihnindeki bazı özel erişim türleri ile belirlenebileceğini iddia eder. Bir doğru inancı gerekçelendiren etkenlerin her an erişime ve muhakeme etmeye açık olması, öznenin bakış açısına içsel olan etkenlerin önemine vurgu yapar. BonJour, Audi ve Chisholm’un savunduğu bu yaklaşımda, bir şeyle ilgili tam deneyime sahipsek bilinç, içe bakış ve muhakeme ile bilgiye ulaşabiliriz; inanç ve algı deneyimlerimizin çoğuna muhakeme yeteneği ile ulaşırız.
Diğer bir içselcilik türü olan zihincilik (İng: mentalism) savunucusu Steup, Sosa ve Pollock’a göre bir öznenin inançlarını sadece o öznenin zihnine içsel olan şeylerle gerekçelendirmemiz mümkündür. Diğer bir deyişle, gerekçelendirmeyi sağlayan şey belli zihinsel durumlar ya da zihinsel durumların toplamıdır. İlk yaklaşım zihnin bazı ek ilkelere ihtiyacı olduğunu iddia ederken, ikinci yaklaşım ek epistemik ilkelere gerek olmadığını savunur. Zihinciliğin avantajlı yönü, erişim kavramını dışarıda bırakarak, gerekçelendirmeyi zihinsel durumlara bağlamasıdır. Bu tez genellikle hangi zihinsel durumların gerekçelendirmeyi sağladığına doğrudan bir yanıt vermemekle eleştirilir. Zihinci içselciler için gerekçelendirmenin, içgözlem, algı ya da inanç gibi zihin durumlarının hangilerini ve ne şekilde içerdiğini açıklamaya ihtiyaç vardır.
Kavanozdaki Beyinler!
Tam bu noktada (bu yazımızın da konusu olan) içselciliğe yönelik “BIV”; “brain in a vat” (kavanozdaki/fıçıdaki beyin) eleştirisi gelir. “Kavanozdaki Beyinler” tartışması geleneksel epistemolojideki şüphecilik tartışmasının modern halidir. Bu tartışmadan yola çıkan ilk eleştiri, eğer içselcilik haklıysa ve epistemik özne bilgi sürecini kendi içsel durumları ile ediniyorsa, kavanozda yer alan beyinler olmadığımızı nereden bileceğimizi sorar.
BIV argümanı Descartes’ın rüya ve kötü yaratık argümanının günümüzdeki bir uzantısı olup özellikle “olgu durumları hakkındaki önermeleri bilemeyiz” sonucunu temellendirmeye çalışan radikal bir şüpheci dedüksiyondur. (Öztürk, F. S. M., Sarı, M. A., 2013: 128) Argüman kısaca şöyle bir senaryo üzerine kuruludur:
Sizin beyniniz, oldukça güçlü ve gelişmiş bir nöron teknolojisi ve bilgisayar sistemi sayesinden kafatasınızdan alınarak özel bir kavanoz içerisine yerleştirilmiştir. Böylece artık deneyimleri bir bilgisayar sistemine bağlı ve gerçek dünyayla veri-duyum-algı ilişkisine giremeyen kavanozdaki bir beyinden ibaretsiniz. Artık “Ayaklarımın üzerinde yürüyorum.” gibi bir ifade kurmanız anlamsız olacaktır çünkü artık bir BIV’siniz (kavanozdaki beyinsiniz) ve gerçek dünyaya dair önermesel bilgileriniz bilgisayar sistemi sayesinde sizde yaratılan “şeyler”dir. Aynı anda hem gerçek dünyaya dair önermesel bilgi sahibi olmak hem de BIV olmak mümkün değilmiş gibi görünüyor.
- P1. BIV varsayımının yanlış olduğunu bilmiyoruz.
- P2. Eğer BIV varsayımının yanlış olduğunu bilmiyorsak, ayaklarımızın üzerinde yürüdüğümüzü de bilemeyiz.
- C1. O halde ayaklarımızın üzerinde yürüdüğümüzü bilmiyoruz. (Pollock, 1986: 3, Dancy 1985:10)
Felsefe tarihinde şüpheciliğe yaslanan düşünürlerin iki eğilimi vardır. İlki, öncelikle yanılmanın ve hatanın kaçınılmaz olacağı fikridir. Diğeri ise ölçüt problemine dayanır; bilgiye ulaşmak için ölçüt ve kapsamlarımızın ne olacağı sorusuyla ilişkilidir. İki eğilim de Antik Yunan ve sonrasındaki dönemde etkili olmuştur ancak; ikinci eğilim genellikle modern felsefede görülmüştür. Felsefe tarihi ile ilgilenenler Hume’dan Sextus’a, Descartes’den Pironculuğa kadar geniş bir çerçeveyi anımsayacaktır.
Beyindeki Kavanozları Çürütmek …
Yukarıda bahsettiğimiz argüman (bundan sonra BIV argümanı diyeceğiz) modus ponens formunda geçerli bir çıkarımdır; yani öncüller doğruysa sonucun yanlış olma ihtimali yoktur. Ancak argümanının güvenilirliği yani öncüllerin doğruluğu tartışmaya açıktır.
İlk öncülün yanlış olduğunu bilmenin bir yolu var mıdır? Yani gerçekten bir kavanozda yer alan beyin olup bilgi ve deneyimlerimizin tamamen bir bilgisayar tarafından yönlendirip yönlendirilmediğini nasıl bilebiliriz? İlk çözüm önerisi, dışsalcılardan gelir.
Dışsalcılar sözünü ettiğimiz zihne ait durum ve özellikleri, zihnin kendi iç mekanizmasının bizi yanıltabilmesi sebebiyle reddederek zihinlerimize içsel olan çeşitli özellikleri dördüncü koşulu sağlayan unsurlar arasında kabul etmezler. Dışsalcılığın, ılımlı dışsalcılık (Goldman) ve radikal dışsalcılık (Quine, Rorty) olarak iki ana formülasyonu mevcuttur. Bunlardan ilki, gerekçelendirmenin inançların doğru bir şekilde nedensel olarak birbirine bağlanması ile oluştuğunu savunur. Bu görüşe, süreç/tarihsel güvenilircilik denmektedir. Gettier örneklerinde bahsettiğimiz gibi, öznenin inançları dış dünya ile nedensel ve doğru bir bağlantı kurarak gerekçelendirilebiliyorsa, bu doğru inançlar bilgi oluşturabilirler.
Dışsalcılık, kaba bir tabirle bilgilerimizin doğruluğundan emin olmamızı sağlayan unsurların ‘tamamının’ kişinin zihninde hazır bulunduğu reddeder. Daha basitçe ifade edecek olursak, öznenin gerekçelendirme sürecinin farkında olması, epistemik gerekçelendirme için gerekli bir koşul değildir. Bu karşı çıkış içselciliğin radikal yorumlarıyla taban tabana bir karşıtlık güder. Böylesi bir yaklaşım zihinsel süreçlerin çevreyle (dış koşullar) ilişkili olmaya önem verir.
- x, y’ye olan doğru inancını dışsal olarak (öznenin farkındalığından bağımsız güvenilir ve nedensel süreçlerle) gerekçelendirir.
- O zaman x’in y’ye inanmasına neden olan süreçler güvenilirdir.
halde soru daha açık hale gelir; bir kişinin bir şeyi bilmesi, içselcilerin ifade ettiği gibi, bildiğini düşündüğü şeye olan inancının farkında olması veya bu farkındalığı zihinsel olarak açıklamasıyla mı ilişkilidir? Yoksa, bir şeye yönelik doğru ve gerekçelendirilmiş bir inanç sahibi olmak, o şeyin doğruluğu ile doğru türden dışsal bir ilişki kurmakla mi ilişkilidir? Doğru inancın gerekçelendirilmesi için gerekli olan koşul kişinin zihninde hazır mı bulunur yoksa zihinde hazır bulunması zorunlu olmayıp kişiye dışarıdan mı gelir? Tüm tartışma bir anlamda bu soru üzerine kuruludur. Dışsalcılar, içselci yaklaşımın makul olmadığını göstermek için BIV argümanını örnek gösterir ve kendi yaklaşımlarında bu türden sorunlar çıkmayacağını iddia ederler. Biz bu tartışma yerine BIV argümanına odaklanmaya devam edelim.
Gerçek bir dünyada da yaşasak, bir kavanoz içindeki beyin de olsak problemin odak noktalarından biri bilgi kaynağımız olarak duyusal deneyimlerimizden nasıl emin olacağımız üzerine kuruludur. Kimi yorumcular için gerçek dünyada olduğumuzu sanan bir BIV olabiliriz, böylece gerçek dünyada mı yoksa kavanozda mı olduğumuzdan emin olamayız. Bir yoruma göre her iki durumdaki epistemik özne bir anlamda ikizdir ve deneyimler niteliksel olarak aynıdır.
İkinci öncül dedüktif kapanış (closure) prensibine dayanır. Yani “BIV isem ayaklarımın üzerinde yürümüyorumdur, eğer ayaklarımın üzerinde gerçekten yürüyorsam BIV değilimdir.” Yani ikinci öncül örtük bir şekilde kapanış prensibine dayanarak şunu varsayar; “Ayaklarımın üzerinde yürümek BIV olmadığımı bilmeyi gerektirir.” Böylece bu öncül tersten bir yöntem ile BIV olmadığını bilmiyorsan ayaklarının üzerinde yürüyüp yürümediğini de bilemezsin sonucuna ulaşır. Şimdi bu argümana karşı nasıl bir pozisyon almamız gerekir? En makul yollardan birisi öncüllerin doğruluğunu ve dayanaklarını ele almaktır.
Şimdi BIV argümanına karşı birkaç pozisyonu ele alacağız; bu pozisyonlardan ilki Moorecu Anti-Septisizm’dir.
Kavanozdaki Beynin Karşıtları …
G. E. Moore, common sense (sağduyu) anlayışına dayalı bir yaklaşımıyla tanınan ünlü analitik felsefecilerdendir. Moore, BIV gibi şüpheci argümanları başarılı bulmaz ve ilk öncüle itiraz eder. Moore sanki basit bir soru sorarak başlıyor gibidir; bu argümanın yanlış olduğunu mu yoksa ilk öncülün doğru olduğunu kabul etmek daha makuldür? (Steup 2006:22) Bir rüyada olduğum mu yoksa şu an gerçek dünyada olduğumu mu düşünmek daha makuldür? Bir kavanozda beyin olduğumu düşünmek mi yoksa Ankara’da iki ayağımın üzerinde sokakta yürüdüğümü mü düşünmek daha makuldür?
Moorecu Karşıtlık
Moore’cu anlayışa göre kavanozdaki beyin olmadığımı kanıtlayamasam veya BIV argümanının yanlış olduğunu nasıl bildiğimi açıklayamasam bile ilk öncülü kabul etmek; iki ayağımın üzerinde yürüdüğümü reddetmekten daha az makuldür. (Öztürk, F. S. M., Sarı, M. A., 2013: 130) Böylece izlediğimiz yol, BIV argümanının sonucunu alternatif gerçek dünyada yolda iki ayağımızın üzerinde yürüdüğümüz seçeneğine göre daha az makul görerek ve reddederek ilk öncülü kabul etmemeye dayalıdır. Bu yaklaşımı şöyle ifade edebiliriz:
- P1. İki ayağımın üzerinde yürüdüğümü biliyorum.
- P2. Eğer rüya hipotezinin/BIV argümanının yanlış olduğunu bilmiyorsam, iki ayağımın üzerinde olduğumu da bilmiyorum.
- C1. Öyleyse, rüya hipotezinin/BIV argümanının yanlış olduğunu biliyorum. (Moore 1959:247)
Kimileri için bu argüman kabul edilebilir değildir; çünkü BIV yanlısı şüphecinin kendisi bir şey talep etmemiz gereken taraf değildir. Bu anlayışa göre açıklama, dayanak veya kanıt türü taleplerde bulunabileceğimiz taraf şüpheciler değil bilginin mümkün olduğunu öne süre epistemologlardır. Dış dünyanın bilgisine ulaşabileceğimiz yönündeki her epistemolojik yaklaşım aynı zamanda bir tür şüpheci karşıtı pozisyon içerir ve taleplerin karşılanması yükümlülüğü de bu epistemologlara aittir.
Diğer bir yoruma göre Moore’un karşı çıkışı dış dünyanın bilgisine nasıl ulaştığımızı ve bu nedenle dış dünyanın bilgisine yönelik talebimizi açıklamamaktır, bu neden BIV yanlısı şüpheciye yönelik makul bir cevap olarak görülemez. Peki şu soruya nasıl cevap verebiliriz; şüphecilik makul ise BIV olup olmadığımızı bilemememiz eşit derecede geçerli değil midir? BIV olduğumuza mı yoksa olmadığımıza mı yönelik şüphe daha makuldür? Şüpheciliğin kendisini, şüpheciye yöneltmek makul bir yaklaşım değil midir?
Yanılabilircilik İtirazı
Belki de BIV olmadığımızı duyumlarımız tek başına bize veremez, yani yalnızca duyurumlarımıza dayanarak BIV olmadığımızı gerekçelendiremeyiz. Ancak Steup, BIV olmadığımızı bize gösterebilecek arka plan bilgisine sahip olabileceğimizi iddia eder (Steup: 2003). BIV olduğumuzu nasıl bildiğimize dair bilginin yanı sıra BIV durumunu mümkün kılacak teknolojinin gerçekten var olup olmayacağını da bilmemiz gerekir. Yani BIV olmanın bilgisini ve BIV olmanın teknolojisini şu an bilmiyoruz gibi görüyor; bu belki BIV olmadığımıza yönelik en güçlü eleştiri olabilir. Bu eleştiri Yanılabilircilik İtirazı’dır. Bu itiraz bilgi demetimizi ele alırken “kesinlikçi” ve “yanılmazçı” eğilimlere yer vermemeyi tercih eder. Olağan (ordinary) bilgi kavrayışını öne süren bu anlayış “yanılmış olsaydın da biliyorsun” savına yaslanır. Böylece BIV argümanına şöyle itiraz eder: “Bu argüman ya güvenilir değildir ya geçersizdir ya da dikkate değer değildir.”
Ancak argümandaki ilk öncülü Kartezyen epistemolojideki kesinlik, yanılmazcılık ile ele alırsak bu eleştiri yerinde olmayacaktır. Bir Yanılamazcı, bu argümanın Kartezyen (Descartesçı) anlayıştaki yanılamazcılık ve kesinlik unsuruna dayandığı takdirde kendi içinde tutarlıdır; o halde biz Kartezyen epistemoloji anlayışını kabul etmiyorsak nasıl bir sonuç elde ederiz? Yanılanabilircilik görüşü, bilginin varlığının olası tüm hata durumlarını elimine etmeyi gerektirmediğini söyler ve BIV argümanının yaslandığı çerçeve olan Kartezyen anlayışı reddeder.
Nozick ve Dretske gibi düşünürler ise BIV argümanının ikinci öncülüne itiraz ederler; yani “BIV varsayımının yanlış olduğunu bilmiyoruz, ayaklarının üzerinde yürüdüğümüzü de bilmiyoruz.” Kapanış ilkesini reddeden bu yaklaşım, bilginin mantıksal bir gerektirme altında kapalı olacağını kabul etmez. Yani “Hem ayaklarımın üzerinde yürüdüğümü biliyor hem ayaklarımın üzerinde yürüyorsam, o halde BIV değilim.” önermesini biliyorsam ayaklarımın üzerinde yürüyorum önermesinin mantıksal olarak BIV olmadığım sonucunu ayrıca bildiğimi göstermez.
Özellikle Nozick’in BIV argümanını reddedişi tracking (gerçeği/doğruyu izleme) koşulu anlayışı ile daha da dikkat çekicidir. Duyarlılık (sensivity) şartı adını verdiği bir ilke ile bilgi yaklaşımını inşa eden Nozick’e göre bu ilke, kapanış prensibinin de reddini doğurur. Örneğin iki ayağımın üzerinde yürüdüğüm konusunda inanç ve kabulüm duyarlı bir inançtır, çünkü iki ayağımın üzerinde yürümemiş olsaydım, iki ayağımın üzerinde yürüdüğüme inanmazdım; ancak bir BIV olmadığıma dair inancım doğruya duyarlı değildir çünkü aslında bir BIV olmuş olsaydım yine bir BIV olmadığıma inanıyor olabilirdim. Bu noktada bilginin gerektirdiği koşul ve ölçütler burada sağlanmadığı için bir BIV olmadığımı bildiğim söylenemez. O halde kapanış prensibi güvenilir değildir. İki ayağımın üzerinde yürüdüğümü bilirim çünkü bu doğruya duyarlıdır. Aynı zamanda bunun mantıksal bir dizgeyi izlediğini de takip edebilirim. Yine de bu bilişsel farkındalığım bir BIV olmadığımı göstermiyor gibi görünüyor ve BIV argümanının ikinci öncülü kabul etmek zorunda kalmıyoruz. O halde ikinci öncüle itiraz edebiliriz. (Kapanış ilkesinin reddinin sonucuyla ilişkili olarak Dretske’nin Nozick’in yaklaşımına olan itirazı ve DeRose’un savları tartışmayı bambaşka bir noktaya çekeceği için şimdilik yazımız kapsamı içerisinde yer almamaktadır.)
Bağlamcılık
BIV argümanı karşıtı diğer bir yaklaşım David Lewis, Keith DeRose ve Stewart Cohen ile anılan Bağlamcılık’tır. Bu epistemolojik yaklaşım bilgi kavramının kendisinden çok bilgi atıfları üzerinde durur ve bağlamlara odaklanır. Bu yaklaşımda bilgi bağlam duyarlı olarak değerlendirilir, bağlamına göre neliği belirlenir ve bilginin farklı durumlarda farklı epistemik standartlara göre çeşitlilik gösterdiği ifade edilir. (Öztürk, F. S. M., Sarı, M. A., 2013: 137)
Bu itirazda öncelikle epistemik bağlamlar düşük ve yüksek seviye olarak ikiye ayrılır, düşük bağlamlar gündelik hayatta kolayca gözlenebilir olan şüpheci alternatifleri olmayan durumlardır. Şüpheci eğilimlerin olduğu bilginin doğası ile ilgili meta-analizler ve yoğun akıl yürütmeler ile bağlamların standartları yükselir.
Örneğin BIV argümanını ele alalım. Diyelim ki bir gün felsefenin hiçbir alanına ve epistemolojiye ilgi duymayan bir arkadaşınızla bir kafede karşılaşmış olun, siz ise epistemolojik problemlerle oldukça ilgili birisiniz ve şüpheci itirazların bir hayli farkındasınız. Birdenbire yanınızdan hızlıca geçen bir araba olmuş olsun; belki de bu durumdan etkilenmiş olan arkadaşınız “Araba süren kişi bir arabada oturduğunu biliyor.” diyerek bir bilgi atfında bulunur. Siz yine de buna karşı, şüpheci bir çerçevede, “Araba süren kişi arabada olduğunu bildiğini bilmiyor.” olabileceğini iddia ettiniz. Bazı Bağlamcılara göre ikimizde aynı anda yanılıyor olamazsınız ve aynı anda doğru söylüyor olabilirsiniz. Çünkü bu iki kişide kendi epistemik standartları ve referans noktalarından ele alarak konuya ve bağlama izafi yaklaşıyor olabilir. Karşımızdaki kişinin içinde bulunduğu düşük standartı veya günlük bağlamı göz önüne alırsak, bu kişi için araba süren kişi bir BIV olmadığını biliyordur. Ancak araba süren kişinin kendisi, sizin için, bir BIV olmadığını bilmiyordur ve araba sürdüğünden emin olamaz. İki bilgi atfı da doğru olabilir çünkü araba süren kişi için, araba sürdüğünü bildiği ama bir BIV olmadığını bilmediği bir bağlam olmayabilir. Böylece düşük standart için hiç makul görünmeyen BIV argümanı yüksek bir standart için makul olabilir.
Ancak bu BIV argümanı ve şüpheci yaklaşıma ne derece makul cevap vermiştir? Bir şüpheci, bu yaklaşımın sonuçları itibariyle kendi savlarını doğruladığını iddia ederse bu hatalı bir pozisyon mu olur? (Bu yaklaşımı Kıta Felsefesi’nde de çokça yer alabilen ve sübjektivizme yaslanan postmodernist eğilimler ve sübjektivist/görececi etik veya epistemolojik yaklaşımlarla doğrudan ilişkilendirmek hatalı olacaktır. Konunun Derrida, Foucault veya diğer filozoflar ile doğrudan ilgisi olduğunu düşünmüyoruz.)
Sonuç
Tüm bu yaklaşımlar çerçevesinde BIV argümanının kesinlikle yanlışlanabildiğini iddia etmiyoruz, BIV argümanını tamamen çözen ve ortadan kaldıran bir cevap bulunduğundan da emin değiliz. Ancak yine bu BIV argümanı ve dış dünyanın gerçekliğine yönelik radikal şüpheciliği onayladığımız anlamına gelmez. Birçok felsefecinin de katılacağı bir çözüm, bu sorunun ancak zihin felsefesi ve epistemolojinin iç içe geçtiği ve birbirini beslediği bir yaklaşım ile daha uygun bir pozisyondan ele alınmasıdır.