Metafizik, günümüzde felsefedeki anlamından farklı imalara sahip olan bir terim. Günlük hayatta metafizik denince pek çok insanın aklına gelen ilk şeyin fizikötesi, doğaüstü, mistik, okültist, ‘uçuk kaçık’ şeyler olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle felsefeyle ilgilenen biri metafizik çalıştığını söylediği zaman birbirine zıt iki tür tepki geldiğini görüyoruz. Ya bu kişinin saçma sapan şeylerle uğraştığı, bir tür bilim karşıtı olduğu ve ‘uçuk’ bir takım inançlara sahip olduğu düşünülüyor; ya da metafiziğin gündelik hayattaki anlamına sıcak bakan insanlar bu kişiyi ‘kendilerinden biri olduğu’ düşünülüyor.
Ancak felsefedeki anlamıyla metafizik böyle bir şey değil. Burada metafizik teriminin gündelik kullanımının yanlış olduğunu ve felsefedeki kullanımının doğru olduğunu söylemek istemiyoruz. Sadece bu yazıda kastettiğimiz anlamıyla metafiziğin farklı bir şey olduğunu söylüyoruz. Ancak kastettiğimiz şey bir metafizikçinin doğaüstü inançlarının olamayacağı ya da bilim karşıtlığı yapamayacağı da değil. Kastettiğimiz şey, bunların felsefedeki anlamıyla metafiziğin asli unsurları olmadıkları…
Peki felsefedeki anlamıyla metafizik nedir? Metafizik, felsefenin üç ana alt dalından biridir. “Felsefe Ağacı” yazı dizisinin önceki yazılarında da gördüğümüz üzere bu üç ana alt dal etik ya da ahlak felsefesi, epistemoloji ya da bilgi felsefesi ve metafiziktir. Birazdan göreceğiz ki metafiziği tanımlamak ve metafiziğin sınırlarını net bir şekilde çizmek, etik ve epistemolojiye nazaran daha zordur. Çünkü etik ve epistemoloji belli ilgi alanlarına sahipken (mesela epistemoloji bilgiyle ve etik ahlakla ilgilenirken), metafiziğin ilgi alanlarını belli bir kavramla sınırlamak mümkün değildir. Metafizik tanımlanırken bu alanın varoluşun doğasına dair en genel ve en temel felsefi sorularla ilgilenen felsefe alt dalı olduğu gibi ifadeler kullanılır ancak bunun oldukça muğlak olduğu ve alanın doğası hakkında pek bilgi vermediği aşikar. Dolayısıyla metafiziği tanımlamak için daha net önerilere ihtiyacımız var.
Metafiziği Tanımlama Girişimleri
Etik ve epistemolojiyi tanımlamaya kıyasla metafiziği tanımlamanın çok daha zor olduğunu ve bunun metafiziğin kapsamına giren konuların çeşitliliği olduğunu söyledik. Bu noktada genel olarak metafiziğin kapsamına girdiği düşünülen başlıkların neler olduğuna bakmamız, metafiziğin ne olduğunu anlamamız açısından faydalı olacaktır. Metafiziğe konu olan başlıkları gördükten sonra, metafiziği en iyi ne şekilde tanımlayabileceğimiz konusunda daha iyi akıl yürütebilecek duruma geleceğiz.
Standart bir metafizik ders kitabında işlenen konulardan bazıları şunlardır:
- Sayılar ve önermeler gibi soyut nesneler var mıdır?
- Nedensellik gerçekliğin bir parçası mıdır? Bir şeyin diğerine neden olması ne demektir? Nedensellik varoluşun temelinde olan bir şey midir? Yoksa ondan daha temel şeylerden dolayı ortaya çıkmış bir şey midir?
- Zaman nedir? Gerçek midir? Zaman akar mı? Geçmiş ve gelecek arasında gerçek bir fark var mı?
- Tek tek varlıkların ötesinde; kırmızılık, yuvarlaklık, sıcaklık, esneklik gibi, varlıklar tarafından paylaşılmakta olan tümeller var mıdır?
- Bir nesne diğeriyle birleştiğinde ne zaman yeni bir nesne oluşur? Her zaman mı? Peki Eyfel Kulesi ve benim kafamı parça olarak içeren nesneler de var mıdır? Yoksa sadece parçalar vardır ve bütünlerin var olduğundan bahsedemeyiz mi demeliyiz?
- Dil ve gerçeklik arasındaki ilişki nedir? Dil gerçekliği tasvir mi eder yoksa bir anlamda gerçekliği ‘oluşturucu’ rolü mü vardır? Bir anlamda dilden bağımsız bir gerçekliğin olduğundan bahsedebilir miyiz?
- Bir şeyin doğru olması ne demektir? Doğruluk bir özellik midir? Doğru olan nedir?
- Zorunluluk ve mümkünlük gibi modal/kipsel özellikler gerçekliğin bir parçası mıdır? Bunların doğası ve açıklaması nedir?
- Özgür irade nedir? İrade hangi koşullar altında özgürdür ya da özgür değildir? Özgür iradeye sahip miyiz? Eğer seçimlerimiz belirlenmişse yine de özgür iradeden bahsedebilir miyiz?
- Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?
- Var olmak ne demektir? Bir şeyin varlığını kabul etmek ne anlama gelir?
Metafiziği tanımlamak için, metafiziğin uğraştığı bu birbirlerinden oldukça farklı görünen problemlerin ortak bir noktası olduğunu iddia etmemiz gerektiği düşünülebilir. Bütün bu, metafiziksel olduğu söylenen, soruların paylaştığı ortak bir nokta var mıdır?
Bazı filozoflar böyle bir noktanın bulunamayacağını düşünüp metafiziğin sistemli bir tanımını yapmaya çalışmamamızın gerektiğini ve metafiziği gerçekliğe dair bir şeyler söylemeye çalışan diğer alanlardan net bir şekilde ayıramayacağımızı iddia etmiştir. Bu filozoflar için yapılması gereken şey, metafiziğin birbirlerine şöyle ya da böyle benzeyen ve birbirleriyle kimi zaman sıkı sıkıya kimi zamansa zayıf bir şekilde ilişkili olan bir sorular yığını olduğunu kabul etmemizdir. Ancak metafiziğin net bir tanımı olmasa bile, onu tanımlamaya çalışmamız metafiziğin doğasını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Metafiziğin ne olduğunu daha iyi anlamak adına dört tanımlama girişimine değineceğiz:
- Etimolojik Tanım,
- İlk Nedenlerin Bilimi Tanımı,
- Büyük Resim Tanımı,
- Örneklerden Yola Çıkarak Tanımlama.
Etimolojik Tanım ve Eleştirisi
Metafiziği tanımlamaya yönelik ilk girişim etimolojik tanımdır. Etimoloji, kelimelerin nereden geldiğini ve kökenlerini inceleyen bilimdir. Dolayısıyla metafizik kelimesinin etimolojik tanımı da bu terimin kökeninden yola çıkarak anlamının ne olduğunu göstermeye çalışır.
Bu tanımlamaya göre metafizik kelimesi eskiden İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunan bir takım Aristoteles yazmalarına verilen isimden geldiği için, terimi bunu yansıtan bir şekilde kullanmalıyız. Aristoteles’in Fizik diye de bir kitabı var. İskenderiye Kütüphanesi’nde Aristoteles’in belli yazmaları isimlendirilirken ‘Aristoteles’in fiziğinden sonra gelen’ anlamına gelecek şekilde ‘Metafizik’ yani ‘Fizik’ten sonra gelen’ ifadesi kullanılmış. Bu adlandırmayla ilgili tarihsel detaylar bizim için önemli değil. Metafizik dediğimiz alan, bu tanıma göre, Aristoteles’in Metafizik olarak gruplandırılmış yazmalarında işlenen konularla uğraşan alanın adı olmalı.
Bu tanımın oldukça bariz iki problemi var. İlk olarak, bir kelimenin anlamının o kelimenin etimolojisini her zaman yansıtmayacağı söylenebilir. Kelimeler, tarih boyunca çeşitli anlam değişikliklerine uğrarlar ve dolayısıyla kelimenin etimolojik kökenleri, onların bugünkü anlamı hakkında bize bilgi veremeyebilir. Kelimenin şu anda, ve belli bir bağlamda, nasıl kullanıldığını incelememiz onun anlamını bize, etimolojik kökenine kıyasla, daha doğru bir şekilde öğretebilir.
Etimolojik tanımın ikinci problemiyse Aristoteles’in sadece Metafizik kitabının değil, Fizik kitabının da günümüzde metafiziğin kapsamında ele aldığımız problemlerle ilgilenmesidir. Yani etimolojik tanım terimin felsefedeki kullanımını yakalayabilmek açısından yeterince kapsayıcı görünmemektedir.
İlk Nedenlerin Bilimi Tanımı ve Eleştirisi
Metafiziğin Aristoteles tarafından yapılan tanımlarından biri, metafiziğin ilk nedenlerle, ilk ilkelerle, ve değişmeyen şeylerle uğraştığıydı. Bu disiplinin bir diğer adı da ‘ilk felsefe’ idi. Aristoteles her ne kadar metafizik terimini bizzat kullanmamış olsa da ilk nedenlerin bilimi derken kastettiği şeyin metafiziğin ilgi alanına girdiği aşikar görünüyor.
Metafizikçiler, örneğin, en temelde var olan şeylerin neler olduğuyla ilgilenirler. Dahası, en temeldeki şeylerle en temelde bulunmayan şeyler arasındaki ilişkinin nasıl olduğuyla da ilgilenirler. En temeldeki şeylerin ‘ilk neden’ ve ‘ilk ilke’ gibi şekillerde adlandırılmasıysa son derece makul görünüyor.
Ancak buradaki ‘bilim’ kelimesinin hangi anlamda kullanıldığının farkında olmakta fayda var. Aristoteles’in bahsettiği anlamda bilim, günümüzde genel olarak gözleme dayalı sistematik bilgi edinme olarak anlaşılan bilimden daha farklı. Aristoteles sistematik bilgi edinme girişimlerinin her birini bilim olarak adlandırılıyor. Dolayısıyla Aristoteles’te bilim kavramı, günümüzdeki bilim kavramından daha fazla şeyi kapsıyor.
Ancak bu tanım da ilk tanımla benzer problemlerden muzdarip. İlk olarak, ilk nedenlerin ve prensiplerin var olduğundan şüphe edilmesi mümkün. Dahası, değişmeyen şeylerin var olmadığı da en azından felsefi açıdan savunulabilecek bir pozisyon. Metafizik teriminin günümüzdeki kullanımına göre ilk nedenlerin, ilk prensiplerin, temel varlıkların ve değişmeyen şeylerin var olmadıklarının iddia edilmesi durumunda da metafiziksel iddialarda bulunulmuş olur. Yani metafizik yapmak için böyle şeylerin olduğunu söylemenize gerek yok. Bunların olmadığını söyleyen biri de metafizik yapabilir.
Bu nedenle metafiziğin ilk nedenlerin ve ilk ilkelerin bilimi olarak karakterize edilmesi, terimin günümüzdeki anlamını yakalamak açısından yeterli değil. Belki günümüzdeki bilim kavramına göre metafiziğe bilim diyemiyor olsak da (Bilim ve metafiziğin birbirinden nasıl ayrıldığı konusuna daha sonra değineceğiz) Aristotelesçi anlamda metafiziğin de bir bilim olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü metafizik varlığın doğasına dair, gözleme dayanma oranı daha az olsa da, sistematik bilgi edinmeyi amaçlayan bir disiplin.
Büyük Resim Tanımı ve Eleştirisi
Metafizikle ilgili standart ders kitaplarının hemen hemen tamamında görülebilen bir tanım metafiziğin varlığın doğasına dair en temel sorularla ilgilenen alan olduğunu belirtir. Bu tanım muhtemelen metafiziğin sağduyuya en yakın olan tanımıdır. Tanımın bir avantajı da metafiziğe konu olan hemen hemen her şeyi kapsayabilecek kadar genel olmasıdır. Ancak bu genellik, tanımın en önemli kusurudur.
Büyük Resim tanımlamasının muğlak olduğu aşikardır. İlk olarak, bu tanım metafiziği diğer felsefe alanlarından ayırmak konusunda bize pek yardımcı olmaz. Mesela ahlak felsefesi ve epistemoloji gibi diğer felsefe alanları da varlığın doğasıyla ilgilenmiyor mu? “Bilgi nedir? İyi ve kötü nedir?” gibi ‘nedir’ soruları varlığın bir bölümünün doğası hakkında sorular değil mi? Dahası, bilimler de varlığa dair en temel sorularla ilgilenmiyorlar mı? Mesela fizikçiler evreni oluşturan en temel yapıtaşlarının neler olduğuyla ilgilenmiyor mu? Evrenin kökeni ve maddenin doğasıyla ilgili sorular da en az metafiziğin sorduğu diğer sorular kadar varlığa dair en temel sorular arasında değil mi?
O halde Büyük Resim tanımı fazla genel olması ve metafiziği diğer alanlardan ayıramaması nedeniyle problemli görünüyor. Metafiziği tanımlamanın bir yoluna daha baktıktan sonra bilim ve metafiziğin ilişkisinden bahsederken metafiziğin bu tanımının içerdiği muğlaklığın aslında söz konusu tanımın bir avantajı olduğunu iddia edeceğiz.
Örneklerden Yola Çıkarak Tanımlama ve Eleştirisi
Günlük hayatta kullandığımız pek çok kavramı tam olarak tanımlayamıyoruz. Diyelim ki “masa” kavramının uygulanabilir olduğu her nesnede ortak olan niteliğin ne olduğunu tespit etmeye çalışıyoruz. Bu durumda yapabileceğimiz hemen hemen her tanımın karşı örneklerini bulabiliriz gibi görünüyor. Hatta ne masa olduğunu ne de masa olmadığını söyleyebildiğimiz bazı ‘sınır durumları’ da olabilir gibi görünüyor. Belki metafiziğin de tam bir tanımını yapamıyor olsak da metafiziksel soruları, tıpkı masalarda olduğu gibi, gördüğümüz zaman tanıyabiliyoruzdur? Bu durumda bazı soruların metafiziğin sorularına daha yakın olduğunu, bazı sorularınsa metafiziksel sorular olmadıklarını metafiziğin sistemli bir tanımına sahip olmamamıza rağmen söyleyebiliriz.
Yapabileceğimiz şeylerden biri elimizdeki bariz metafiziksel soru örneklerine bakmak. Standart bir metafizik ders kitabında işlenen konu başlıklarından bazılarını yukarıda sıraladık: Sayılar var mıdır? Doğruluk nedir? Özgür irade nedir? Neden hiçlik yerine bir şeyler var? Özellikler var mıdır? Nedensellik nedir? Bu gibi sorular bariz bir şekilde metafiziksel olduğunu söyleyebileceğimiz sorulardan sadece bazıları. Metafiziğin kapsamına giren bu sorulara önemli oranda benzeyen her sorunun metafiziğin kapsamına girdiğini, bazı sorularınsa ‘sınır durumları’ olmaları nedeniyle haklarında yargıda bulunamayacağımızı söyleyemez miyiz?
Örneklerden yola çıkan bu tanımlama girişimi umut vaat etse de metafiziğin doğasına dair daha derin bir kavrayışa sahip olmak isteyenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Sonuçta bir alanla uğraşanların hiç değilse o alanın tanımını verebilmeleri beklenir, değil mi?
Aslında buradaki tanımlama güçlüğünün neredeyse bütün alanlarda olduğu söylenebilir. Örnek verecek olursak, ahlak felsefesi ve epistemoloji gibi alanların bile tam olarak belli bir kategoriye oturtamadığımız ‘sınır bölgelerinde bulunan’ problemleri olabilir. Benzer bir şekilde bilimde çok fazla uzmanlaşma olduğu için pek çok bilimsel problem tek bir alanın kapsamının dışına taşan bir hal almıştır.
Net bir şekilde sınıflandırma yapamamak, bazen konunun doğasından kaynaklanan bir şeydir. Metafizik belki de diğer bütün alanlardan daha genel olduğu için metafiziğin sınırlarının çizilmesinin diğer alanlara kıyasla daha zor olması bir anlamda kaçınılmaz olabilir.
Bilim ve Metafiziğin İlişkisi
Metafiziğin tanımını net bir şekilde yapmamızın mümkün olmadığını gördük. Peki ama bilim ve metafiziği birbirinden nasıl ayırabiliriz? Bilim de varlığa dair en temel sorularla uğraşmıyor mu? Bu durumda ne yapacağız? Bilimi felsefeden, özellikle de metafizikten, ayıramamak bir problem değil mi? Metafizik bilim dışı bir faaliyet sonuçta… Bilim dışı bir faaliyetin bilime ‘taşması’, bilim açısından bir problem değil mi? Bilimin metafiziksel kavramlarla işi varsa, bu bilimin gözlemin ötesine geçen bir takım iddialarda bulunmasını gerektiriyor. Ama bilim sadece gözleme dayalıysa bunu yapmaması gerekmez mi?
Bunlar gibi sorular bazı bilim felsefecilerini bilimi metafizikten elden geldiğince ‘arındırmak’ gerektiği düşüncesine itmiştir. Örneğin nedensellik gibi kavramlar bile bazı bilim felsefecileri tarafından ‘metafiziksel’ bulunmuş, bu nedenle de bilimin bu tarz metafiziksel kabullere sahip olmadan yapılması gerektiği, bilimin amaçlaması gereken tek şeyin metafiziksel anlamda ‘gerçekliğe ulaşmak’ değil deneye/deneyime uygunluk olduğu öne sürülmüştür. Bu yaklaşım en meşhur savunucusu Amerikalı bilim felsefecisi Bas van Fraassen olan ‘inşacı ampirizm’dir.
Ancak çoğu bilim felsefecisi ve metafizikçi Bas van Fraassen kadar ileri gitmez. Bilimin ‘gerçeklikle’ ilgilendiği, nelerin var olduğu gibi konularda bilgi verdiği genellikle kabul edilir. Bu durumda bilim ve metafizik bir anlamda ‘aynı işle uğraşan’ disiplinler olarak görülebilir. Her iki disiplin de bize varlığın ve var olan şeylerin doğasına dair bilgi vermeye çalışır.
Bu durumda bilim ve metafizik arasına sınır çizilecekse bu sınırın iki disiplinin amaçları ve konuları açısından çekilmesinde bazı problemler vardır. Nihai anlamda bilimler de, metafizik de gerçekliğe dair ‘büyük resmi’ bizlere sunmaya çalışır. Nihai anlamda bilimler de, metafizik de gerçeklikle ilgilenir. Ancak bu disiplinlerin aynı amaca ulaşmak için kullandıkları araçlar ve meselelere yaklaştıkları yönler birbirlerinden farklıdır.
Örnek verelim. Bir fizikçi en temel fiziksel parçacıkların neler olduklarını sorar. Ancak öyle varlık soruları vardır ki, bunlar en kuramsal fizik dalında dahi sorulmaya gerek duyulmayan kadar ‘derin’ sorulardırlar. Mesela hemen hemen hiçbir fizikçi matematiği kullanmasına rağmen ‘sayılar bizden bağımsız bir şekilde var mıdır?’ sorusunu fizik yaparken sormaz. Hiçbir fizikçi, fizik yaparken çeşitli fiziksel özelliklerden bahsetse de, özellikler var mıdır sorusu hakkında bir fizikçi olarak düşünmez. Fizikçiler şeylerin birbirlerine neden olmalarından bahsetmelerine rağmen pek çoğu nedenselliğin doğası hakkında kafa yormayı tercih etmez. Hem metafizikçi hem de fizikçi gerçeklik hakkında çeşitli sonuçlara varmaya çalışsa da metafizikçi sorduğu kimi sorular nedeniyle fizikçinin ilgilendiği sorulardan daha farklı sorularla ilgilenir. Bu, metafizikçinin ilgilendiği soruların her zaman fizikçinin ilgilendiği bütün sorulardan daha ‘temel’ olduğu anlamına gelmez. Ancak metafizikçi bu sorularla da ilgilenmesi açısından fizikçiden ayrılır.
Metafiziğin bilimden ayrıldığı bir diğer nokta yöntemidir. Kuşkusuz metafizikçiler de gözleme başvururlar. Bu gözlem basit duyu gözlemi olabileceği gibi iç gözlem de olabilir. Hatta metafizikçiler metafiziksel akıl yürütmelerinde bilimin verilerini de kullanabilirler ve çeşitli metafiziksel pozisyonların belli bilimsel veriler tarafından daha muhtemel kılındığını söyleyebilirler. Ancak metafizikçiler neredeyse hiçbir zaman bizzat bilim insanlarının yaptığı türden çalışmalar yapmazlar. Yaptıkları işin deneye ve deneyime dayanan bölümü bilime kıyasla daha sınırlıdır.
Öte yandan metafizikle bilim arasında kısmi bir örtüşmenin olduğu da barizdir. İki alan da gerçekliğin doğasıyla ilgilenir. Metafiziğin ‘Büyük Resim Tanımı’ da metafizikle bilim arasındaki ayrımın keskin bir ayrım değil, dereceli bir ayrım olduğunu ima ediyordu. Yani metafizikle bilimin arasında bir sürekliliğin olduğu görüşü kısmen daha makuldür denebilir. Varlığın doğasına dair sorular gözlemle araştırılmaya ne kadar müsaitlerse o derecede bilimsel sorular haline gelirler. Öte yandan varlığın doğasıyla ilgili, bu şekilde cevaplanmaya müsait olmayan problemlerse metafiziğin konusu olurlar. Burada bir derecelilik söz konusudur. Bazı sorular daha bariz bir şekilde bilimin konusuyken bazı sorularsa daha bariz bir şekilde metafiziğin konusudur. Metafiziğin varlığa dair en temel sorularla ilgilenen disiplin olduğu şeklindeki tanım muğlak olması nedeniyle bilimle metafiziğin arasındaki bu sürekliliği daha doğru bir şekilde yakalar.
Şöyle düşünebiliriz: Metafizikle kastettiğimiz şey aslında ‘felsefi metafizik’tir. Yani felsefenin yöntemsel araçlarıyla yapılan metafiziktir. Bilimse, ne tür şeylerin var olduğu, bu şeylerin aralarındaki ilişkilerin nasıl olduğu gibi problemlerle ilgilendiği nispetle ‘ampirik’ ya da ‘deneysel metafizik’ ile uğraşır. Dolayısıyla ortada bilimsel metafizik ve felsefi metafizik olmak üzere iki tür metafiziğin olduğundan bahsetmemiz, bilimle metafizik arasındaki ayrımın bir tür değil de derece ayrımı olduğunu söylememiz daha doğru olur.
Metafiziksel Soruların Tasnifi
Metafiziğin kapsamına giren pek çok farklı soru tipi var. Bu yazı kapsamında elbette bu soru tiplerinin hepsine değinmek mümkün değil. Ayrıca bu soru tiplerinin sadece metafizikte karşımıza çıktığını söylemeo de doğru olmaz. Buradaki soru tiplerinin çoğu hem bilimde, hem de felsefenin diğer alanlarında karşımıza çıkıyor. Ancak yine de metafizikteki soruların genelinin birkaç kategoriye dahil edilebilecekleri söylenebilir.
Ontolojik Sorular
Ontoloji kelimenin tam anlamıyla ‘varlık bilimi’ demek. Çağdaş metafizikte kullanıldığı anlamıyla ontolojinin varlığın en temel kategorilerinin bir envanterini çıkarmakla uğraştığını söyleyebiliriz. Burada sorulan varlık soruları felsefi açıdan önem arz eden türden varlık sorularıdır ve günlük hayattaki varlık sorularından sorulma düzeyleri ve onları yanıtlamamızı sağlayan yöntemler açısından ayrılırlar. Örnek verecek olursak hiçbir filozof ‘Buzdolabında bir şişe süt var mıdır?’ türü bir varlık sorusuyla ilgilenmez. Çünkü bu sorunun cevabı duyusal gözlemle çok kolay bir şekilde verilebilir. Buzdolabını açarsınız ve buzdolabında süt varsa onu orada bulursunuz.
Ancak metafiziğin ilgilendiği varlık sorularının, yani ontolojik soruların, bu kadar keyfi ve basit cevaplarının olmadığı düşünülür. Daha önce metafiziksel soruların örnekleri arasında saydığımız özellikler var mıdır, nedensellik var mıdır, matematiksel nesneler var mıdır gibi sorular ontolojik sorulardırlar. Ontolojik soruları yanıtlamaya çalışırken sadece neyin var olduğunu söylemiş olmayız, aynı zamanda gerçekliğin en temel yapıtaşlarının veya gerçekliğin parçası olan kategorilerin neler olduklarını söylemeyi amaçlarız.
Analitik felsefe tarihinde ontolojik soruların anlamlılığını ya da ontolojiyle uğraşan filozofların düşündükleri kadar önemli ve zor sorular sorduklarını reddeden filozoflar olmuştur. Bu filozoflardan belki de en meşhuru Rudolf Carnap’tır. Carnap’ın felsefecilerin sordukları türden metafiziksel/ontolojik soruların ya anlamsız olduklarını, ya da cevaplarının sıradan ampirik (deneysel) yöntemlerle veya kavramsal analizle bulunabilecek sorular olduklarını düşünmüştür. Ontolojik sorulara bu şekilde bakmak bazı filozoflara bütün varlık sorularının, bazılarınaysa hiç değilse bazı varlık sorularının aslında ‘kolay’ cevaplara sahip olduklarını düşündürmüştür.
Carnap için bir şeyin var olduğunu söylemek, kabaca, o kavramın uygulanma koşullarının karşılanması anlamına geliyordu. Bazı metafizikçilerin gerçekten de önemli bir ontolojik soru olduğunu düşündüğü gündelik nesnelerin -masa, sıra, sandalye gibi- varlığı yokluğu sorusunu ele alalım. Masalar var mıdır sorusunu nasıl cevaplamamız gerekiyor? Carnap’a, ve ontolojiye bu bakış açısını benimseyen Amie Thomasson gibi ‘kolay ontoloji’ savunucularına göre, masaların var olduğunu söylemek, masa teriminin uygulama koşullarının karşılandığını söylemekten başka bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla ben ‘onu oluşturan parçacıkların ötesinde masalar var mıdır?’ gibi, burada cevabı verilen türden bir sorunun ötesinde, ontolojiyle uğraşan filozofların sorduğu türden bir varlık sorusu sorduğum zaman aslında doğru soruyu sormamış olurum. Masa teriminin uygulama koşullarının karşılanması durumunda ortada başka, daha derin bir soru kalmıyor. Dolayısıyla bizler herhangi bir zor felsefi akıl yürütmede bulunmadan, direkt gözlemle varlık sorularını cevaplayabiliyoruz.
Belki masaların var olup olmadıkları sorusu sizin için de bariz bir cevaba sahiptir. O nedenle biraz daha ‘zor’ görünebilecek bir ontolojik soruya bakalım. ‘Özellikler var mıdır?’ sorusuna. Bu soruya Carnap ve Thomasson gibi filozoflar şu argümanı kullanarak olumlu yanıt verebilirler:
- Elmanın rengi kırmızıdır.
- Kırmızı bir renktir.
- O halde renkler vardır.
- Renkler nesnelerin özellikleridir.
- O halde özellikler vardır.
Eğer Carnap ve Thomasson gibi düşünen felsefeciler haklılarsa özelliklerin var olduğunu da yine herhangi bir zor felsefi akıl yürütmeye ya da argümana ihtiyaç duymadan söyleyebiliyoruz. Bu durumda ontolojinin soruları ‘derin’ felsefi sorular olmadıkları gibi, aslında felsefenin araçlarına ihtiyaç duymadan yanıtlanabilecek türler sorular oluyorlar.
Elbette bütün filozofların, hatta filozofların çoğunun, kolay ontolojistlerin meydan okuması tarafından ikna olmadıklarını anlamamız önemli. Ayrıca bir filozofun bazı ontolojik sorular konusunda kolay ontolojistler gibi düşünüp, o soruların ‘sığ’ olduklarını kabul edip başka ontolojik soruların bu şekilde yanıtlanabileceğini reddetmesi ve karma görüşler benimsemesi de mümkün. Mesela gündelik nesnelerin varlığı konusunda kolay ontolojistlere benzer düşünüp özelliklerin varlığı yokluğu tartışmasının anlamlılığı konusunda kolay ontolojistlerden ayrılmanız mümkün.
X’in Doğası Nedir Soruları
Bu sorular ‘X’in doğası nedir?’ ya da basitçe ‘X nedir?’ şekillerinde sorulabilirler. Bu tür soruları sorduğumuzda ontolojik soruların bir adım ötesine geçeriz. Bazen ontolojik soruların cevapları konusunda fikir birliğine varsak da ‘Doğası nedir?’ soruları konusunda fikir ayrılığına düşebiliriz. Bu noktayı daha iyi bir şekilde görebilmek için ontolojik sorular hakkında verdiğim örneklerden bazılarına bakalım.
‘Matematiksel nesneler var mıdır?’ sorusuna evet demekle beraber bu nesnelerin doğaları hakkında fikir ayrılığına düşebiliriz. Mesela Matematiksel Platonizm’i benimsiyorsanız matematiksel nesnelerin bizlerin zihinlerinden bağımsız bir şekilde uzay-zamanı aşan bir şekilde var olduklarını kabul etmiş olursunuz. Öte yandan matematiksel nesneler konusunda bir kavramsalcı da olabilirsiniz. Kavramsalcılar matematiksel nesnelerin var olduklarını, ama zihinlerimize bağımlı olan soyutlamalar ya da kavramlar olduklarını kabul ederler. Dolayısıyla bir kavramsalcı da, bir Matematiksel Platonist de sayıların varlığını kabul eder, ancak sayıların doğası hakkında fikir ayrılığına düşerler.
Bir başka örnek özgür irade konusunda söz konusudur. Özgür irade tartışmasında özgür iradenin ve ahlaki sorumluluğun var olduğunu düşünen, ancak özgür iradenin doğası konusunda farklı düşünen iki kampın olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, seçimlerimizin belirlenmesiyle özgür iradenin bağdaşmadığını ve özgür irade sahibi olduğumuzu söyleyen bağdaşmazcılar, ikincisiyse özgür iradenin seçimlerimizin belirlenmesiyle bağdaştığını iddia eden bağdaşırcılardır. Her iki grup da özgür iradenin olduğunu ve ahlaken sorumlu tutulabileceğimizi kabul etseler de özgür iradenin tanımında ve hangi koşullarda sorumlu olduğumuz konusunda birbirlerinden ayrılırlar.
Yine bir başka örnek özelliklerin varlığı konusunda verilebilir. Özelliklerin tümeller olduğunu düşünenler ve özelliklerin tikeller olduklarını kabul eden trop nominalistleri özelliklerin var olduklarını kabul ederler. Burada özelliklerin tümeller olduklarını ve tikeller olduklarını iddia etmenin ne demek olduğunu da kısaca açmak gerek. Herhangi bir özelliği ele alalım. Mesela kırmızılık özelliğini düşünelim. Kırmızılığın bir tümel olması demek, en azından bunu anlamanın bir yoluna göre, kırmızı olan bütün varlıkların aynı kırmızılık özelliğini ‘paylaştıklarını’ söylemeyi gerektirir. Yani bir masa, sandalye, ya da insan bedeni gibi sadece belli bir konumda bulunabilen ve bir kere örneklenebilen ‘tikel’ nesnelerin yanı sıra birden fazla defa örneklenebilen ve aynı anda birden fazla yerde bulunabilen tümeller diye bir kategori de vardır. Trop nominalistleriyse özelliklerin var olduklarını kabul ederler. Ancak özelliklerin tümeller değil tikel varlıklar olduklarını ve birden fazla yerde aynı anda örneklenemeyeceklerini söylerler. Örneğin kırmızı bir arabanın da kırmızı bir elmanın da kırmızı olduğunu söylememiz doğrudur. Ancak bu iki kırmızılık trop nominalistleri için aynı kırmızılık değil, iki farklı kırmızılık ‘tropu’dur. Yani arabanın kırmızılığı ve elmanın kırmızılığı farklı kırmızılıklardır. Bunlardan birine kırmızı1, diğerine kırmızı2 diyebiliriz. Araba ve elma arasında ortak olan bir şey yoktur.
Kısaca metafiziğin ilgilendiği ‘X’in Doğası Nedir?’ sorularının üç farklı örneğine göz attık. İki filozofun aynı varlıkları ontolojilerine dahil etseler bile bu varlıkların doğaları hakkında birbirlerinden farklı düşünebileceklerini de görmüş olduk.
Aralarındaki İlişki Nedir Soruları
Metafiziğin sorduğu bir başka soru ‘Aralarındaki ilişki nedir?’ sorusudur. Mesela zihin durumları ve beyin durumları arasında nasıl bir ilişki vardır? Zihin durumları beyin durumları tarafından ‘oluşturulan’ şeyler midirler? Yoksa birinin diğerine neden olduğunu mu söylemeliyiz? Belki de aradaki ilişkinin bir tür neden olma ilişkisi olduğunu söylememiz zihin durumlarının beyin durumlarından ‘farklı’ bir şey olduğunu ima ettiği için yanlıştır ve aradaki ilişkinin daha çok özdeşlik ilişkisi olarak düşünülmesi gerekir? Yoksa aradaki ilişkiyi zihin durumlarında fark yaratabilmek için beyin durumlarını değiştirmemizin gerekmesiyle yani ardgelim (İng: “supervenience”) ilişkisiyle mi anlamalıyız? Bu ilişkilerden her biri ya da bu ilişkilerin belli bir kombinasyonu zihin-beyin ilişkisinin doğru tasavvuru olabilir.
Metafiziğin ‘X ile Y arasında nasıl bir ilişki vardır?’ türü sorulara verebileceği çok sayıda cevap vardır. Temellendirme (İng: “grounding”), ardgelim (İng: “supervenience”), neden olma (İng: “causation”), özdeşlik (İng: “identity”), bağımlılık (İng: “dependance”), doğru kılma (İng: “truth-making”), oluşturma (İng: “constitution”), kompozisyon (İng: “composition”), indirgeme (İng: “reduction”), bağımlılık (İng: “dependance”) ve öncelik (İng: “priority”) bunlardan bazılarıdır.
Bu ilişkilerin doğaları hakkındaki tartışmalara metafizikçiler ciddi mesai harcarlar. Bazı metafizikçiler buradaki ilişkilerin bir kısmının iyi bir şekilde tanımlanmadıklarını ya da gerçekliğe denk düşmediklerini düşünür. Mesela bazı metafizikçiler temellendirme (grounding) ilişkisinin aslında diğer metafiziksel ilişkilerin; ardgelim, neden olma ve indirgeme gibi ilişkilerin, bir amalgamı olup gerçek bir metafiziksel ilişkiyi belirtmeyen muğlak/sezgisel bir kavram olduğunu düşünmektedir. Yine bazı metafizikçiler oluşturma (İng: “constitution”) ilişkisinin özdeşlik (İng: “identity”) ilişkisiyle aynı şey olduğunu düşünürler. Özetle ‘X ve Y’nin arasındaki nedir?’ sorusuna cevap olarak verilen metafiziksel ilişkiler hakkında da ‘X’in doğası nedir?’ türü metafiziksel sorular sorabiliriz.
Açıklaması Nedir ve Neden Var Soruları
Açıklama kavramı ve nedensellik arasında ciddi bir ilişki olduğu aşikar. Diyelim ki evinizin bahçesinde zehirli mantarlar buldunuz. Bu mantarların açıklamasını sunmak, aynı zamanda onların orada var olma nedenlerini de sunmayı gerektirir. Ya da onların nedenlerini sunmanız aynı zamanda onların varlıklarının açıklamasını da sunar. Mesela zehirli mantarların oradaki varlığını mantar sporlarının orada bulunması ve toprağın nemli olmasıyla açıklayabiliriz. Bu, aynı zamanda onların nedenini de verir.
Ancak her açıklamanın nedensel olması gerektiği genellikle kabul görmez. Bazı açıklamalar nedensel olmayan (İng: “non-causal”) açıklamalardırlar. Bunlara verilebilecek en bariz örneklerden biri matematiksel/mantıksal açıklamadır. Bir teoremin neden geçerli olduğunun açıklaması, onun çeşitli aksiyomlardan nasıl çıkarsandığını göstermemiz, yani ispatını sunmamız, suretiyle gerçekleştirilir. Burada, aksiyomların ve çıkarım kurallarının teoremin doğru olmasına ‘neden olduğunu’ söylememiz doğru olur mu? En azından günlük hayattaki nedensellik kavramı açısından düşünürsek neden olunan şeyin varlığa gelmesinin zaman alması gerektiğini söyleyebiliriz. Peki aksiyomların ve çıkarım kurallarının bir teoremi doğru kılmasının ‘zaman aldığından’ bahsedebilir miyiz? Elbette hayır. Bir teorem geçerliyse her zaman geçerlidir. O halde en azından bazı açıklamaların nedensel olmadıklarını söyleyebiliriz.
Burada kullandığımız ‘neden’ kavramının daha çok gerekçe (İng: “reason”) kavramıyla ifade edilmesi o nedenle daha doğru olabilir. Çünkü ilk tür neden (İng: “cause”) olma en azından ilk bakışta zamansal bir ilişkidir. Ancak metafiziksel açıklamanın zamansal olmaması söz konusu olabilir. Mesela ‘Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?’ sorusunu ele alalım. Bu soruya verilebilecek herhangi bir cevabın nedenselliğe başvurması mümkün müdür? Elbette hayır. Çünkü neden olabilmek için neden olan bir şeyin olması gerekir. Ama biz neden herhangi bir şeyin olduğunu soruyoruz. O halde sunulan açıklamanın nedensel olmayan bir açıklama olması gerekiyor olabilir. Örneğin ‘Bir şeyler var çünkü en azından bir şeyin var olmaması imkansız’ cevabını verdiğimiz zaman neden bir şeylerin olduğunun cevabını nedensel olmayan bir şekilde vermiş oluyoruz. Benzer bir şekilde metafizikçiler çeşitli şeylerin bu tür, nedensel ya da zamansal olmayan, metafiziksel açıklamalarının ne olduğunu merak edebilirler.
Metafiziğin sorduğu başka soru tipleri de vardır. Ancak bu yazıdaki amaçlarımız açısından bu dört soru tipinin metafiziğin sorduğu soruların önemli bir bölümünü kapsadığı söylenebilir.
Bazı Metafiziksel Tartışmalara ve Argümanlara Örnekler
Özgür İrade
Özgür irademiz var mı ve varsa özgür irade sahibi olmak ne demektir? Özgür iradeli olmak için karşılanması gereken koşullar nelerdir? Bu soruya cevap verilirken genelde başka bir soru daha göz önünde bulundurulur: Seçimlerimiz belirlenmişse özgür irademiz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu ikinci soruya olumlu yanıt verenlere bağdaşırcı, olumsuz yanıt verenlereyse bağdaşmazcı denir. Bağdaşmazcılar da kendi içlerinde ikiye ayrılırlar. Katı bağdaşmazcılar özgür iradenin belirlenimle çeliştiğini ve seçimlerimizin belirlendiğini söylerler. Yani özgür iradeli olduğumuzu reddederler. Liberteryen bağdaşmazcılar denen bir diğer grupsa özgür iradenin determinizmle bağdaşmadığını ve özgür irade sahibi olduğumuzu iddia ederler.
Her bir pozisyonun farklı versiyonları vardır ve burada bu pozisyonlara detaylı bir şekilde değinmemiz mümkün değil. Bu yazı kapsamında sadece bazı filozoflara bağdaşırcılığın neden cazip geldiğinden ve bağdaşırcılığa karşı öne sürülmüş en önemli argümanlardan bazılarından bahsedeceğiz. Ayrıca bağdaşırcılığı bu argümanlara karşı savunma amacı taşıyan stratejilere örnekler vereceğiz.
Bağdaşırcılığı kabul etmek için iki temel motivasyon olduğunu söyleyebiliriz. İlki, doğanın bir parçası olarak insanın da doğadaki diğer şeylerle aynı türden nedensel etkenlere maruz kalmasıdır. Bizlerin de fiziksel varlıklar oldukları, ve eylemlerimizin de diğer fiziksel varlıklarla aynı şekilde fiziksel nedenlere sahip olduklarını düşünüyoruz. En azından, biyoloji ve nörobilimin bunu ima ettiğini kabul ediyoruz. Dolayısıyla eylemlerimizin çeşitli nedenlerle belirlenmesiyle bağdaşan türden bir özgür iradeyi kabul etmemiz yönünde ciddi metafiziksel nedenlerimiz var. Aksi takdirde insanın doğanın kalanından tamamen bağımsız nedensel zincirler başlatabilme yeteneğine sahip olduğunu söylememiz gerekebilir. Bu da pek çok filozofun yapmayı istemediği bir şey.
Bu metafiziksel tezin dışında bağdaşırcılığı cazip kılan şeylerden biri bazı türden kısıtlamaların özgür irade için diğerlerine kıyasla daha az problem çıkardığı ya da çıkarmadığı yönündeki sezgimizdir. Burada dışsal kısıtlamalarla içsel kısıtlamalar arasında bir ayrıma gidebiliriz. Dışsal kısıtlamalarla kısıtlanan seçimlerimiz özgür değildir. Örneğin beni rızam dışında bir yere kapatır ve kapıyı üstüme kilitlerseniz -kapının kıramayacağım türden bir kapı olduğunu varsayarsam- dışarı çıkma yönünde özgür olmadığımı söylerim. Ya da kafama silah dayanması durumunda bir hırsıza para verip vermemek konusunda gerçekten de özgür olmadığımı söylerim.
Öte yandan benim seçimlerimi kısıtlayan içsel kısıtlamalardan da bahsedebilirim. Bunlar isteklerim, inançlarım, arzularım gibi şeylerden kaynaklanan kısıtlamalardırlar. Eğer benim vanilyalı yerine kakaolu dondurma almayı seçmem dışsal faktörlerin beni kısıtlamasından değil de, benim isteklerim, inançlarım, ve arzularımdan kaynaklanıyorsa, bu durumda tamamen aynı koşullar altında kakaolu dondurmayı seçmek zorunda olsam bile özgürce seçim yaptığımdan bahsedemez miyim? Beni kısıtlayan şey bana içsel olan faktörlerse, seçimlerimin belirlenmesinin özgür irade sahibi olmamla çelişmediğini söylemem akla uygun değil midir?
Bu noktada bağdaşırcılığa karşı Alternatif İmkanlar Prensibi’ne (AİP) başvuran bir argüman öne sürülebilir. Bu prensip şunu söyler: Eğer tamamen aynı koşullar altında farklı seçenekler arasında seçim yapmam mümkün değilse özgür olamam. Evrenin belli noktadaki bir durumunda sadece kakaolu dondurmayı seçebiliyorsam başka bir seçeneğim yok demektir. Bu nedenle kakaolu dondurmayı seçmem özgür bir seçim olamaz.
Felsefeci Harry Frankfurt, özgür irade için AİP’in gerekmediğini iddia eden meşhur Frankfurt Karşıörnekleri’ni öne sürer. Bu karşıörneklerin her biri de alternatif seçeneklerin olmadığı ancak seçimlerin özgürce yapılmış gibi göründüğü durumlardan bahsederler. Odaya kilitlenme örneğine geri dönelim. Diyelim ki odaya zorla tıkılmadık ve kendi rızamızla girdik. Ancak, biz bunu bilmesek de, odanın kilitlendiğini düşünün. Bu durumda odadan çıkma seçeneğine sahip değilim. Peki odadan çıkmaya çalışmıyorsam, yani odadan çıkmayı istemiyorsam ve bu yönde eylemde de bulunmuyorsam, bu durumda odada özgürce kaldığımı söyleyemez miyiz?
Frankfurt’un orijinal örneklerinin formatına daha yakın başka bir örnek verelim. Diyelim ki bir seçimde oy vereceksiniz. Önünüzde seçenek olarak sadece A ve B partileri var. Siz A partisine oy vermek istiyorsunuz, ancak bilmediğiniz şey çılgın bir bilim insanının sizin bilginiz olmadan beyninize bir çip yerleştirdiği. Bu çip, siz B partisine oy vermek isterseniz aktive oluyor ve sizin A partisine oy vermenizi sağlıyor.
Seçim günü geldi çattı ve siz cihaz aktive olmadan A partisine oy verdiniz diyelim. Bu durumda oyunuzu özgürce vermiş olur muydunuz? Kuşkusuz, oyunuzu B partisine vermeniz mümkün değildi. Ama cihaz aktive olmadan A partisine oy verdiğiniz için seçiminizi özgürce yaptığınızı söylememiz daha makul görünmüyor mu?
Bağdaşırcı özgür iradeye ciddi bir meydan okuma, özgür olmadıklarını düşündüğümüz akıl hastalarının dahi özgür irade sahibi olmalarını mümkün kıldığı şeklindedir. Uç bir örneği düşünelim. Diyelim ki bir beyin tümörü nedeniyle X kişisi diğer insanlara acı çektirmek ve cinayet işlemek yönünde karşı konulmaz bir istek duyuyor. Bu isteğine karşı çıkması mümkün değil ve haliyle X, birilerini öldürüyor olsun.
Bu durumda X’in avukatı mahkemede beyin tümöründen bahsederek müvekkilinin özgür olmadığını söyleseydi ne dememiz gerekirdi? Bir bağdaşırcı, X’in özgür olmadığını neye dayanarak söyleyebilir? X pekala kendi arzularına göre hareket etmiş gibi görünüyor. Bu durumda bir bağdaşırcının X’in işlediği cinayeti özgürce işlediğini söylemesi gerekmiyor mu? Ama bu bariz bir şekilde yanlış görünüyor çünkü X’in cinayeti işlememesi mümkün değildi.
Bu meydan okumaya karşı bağdaşırcıların yapabilecekleri iki manevradan bahsedelim. İlki, Frankfurt’un savunduğu birincil derece arzular ve ikincil derece arzular ayrımı olabilir. İkincil derece arzular ‘arzu etmeyi arzuladığımız şeyler’ ya da ‘istemeyi istediğimiz şeyler’ olarak düşünülebilirler. Bir uyuşturucu bağımlısını düşünelim. Uyuşturucu bağımlıları uyuşturucuyu bırakmak isteseler de bırakamazlar. Birincil arzuları olan uyuşturucu kullanma arzusuna uygun hareket etseler de ikinci derece arzuları olan ‘uyuşturucuyu bırakma arzusu’na uygun hareket edemezler. Yani arzu etmeleri gerektiğini düşündükleri şey doğrultusunda eyleme geçemezler ya da geçmeleri çok zordur. Bu nedenle bir bağdaşırcının da birincil/ikincil arzular ayrımına başvurarak akıl hastalarının neden özgür olmadıklarını açıklayabilecekleri düşünülebilir.
İkinci manevra ‘gerekçe duyarlılığı’ kavramına başvurur. Bir kişi, eylemde bulunma yönünde sahip olduğu gerekçelere yanıt verebiliyorsa bu görüşe göre özgür iradeye sahiptir. Ancak, akıl hastaları ve bağımlılarla ilgili bildiğimiz bir şey, onların sahip oldukları gerekçelere yanıt veremedikleridir. Mesela uyuşturucu kullanan biri uyuşturucu kullanmasının zararlı olduğunu, ailesini üzdüğünü, bunun onun çıkarlarına aykırı olduğunu düşünmesine rağmen uyuşturucu kullanmayı bırakamayabilir. Bu durumda uyuşturucu bağımlısının uyuşturucu kullanımı ‘gerekçe duyarlı’ değildir. Gerekçe duyarlılığı ya da gerekçelere cevap verebilme görüşü, seçimlerimiz belirlenmiş de olsalar gerekçe duyarlı bir şekilde yapılmaları durumunda özgür olacaklarını ve akıl hastalarıyla bağımlıların seçimlerinin gerekçe duyarlı olmamaları nedeniyle özgür olmadığını söyleyerek bu meydan okumaya cevap verir.
Bağdaşırcılığa karşı bahsetmek istediğimiz son argümansa Peter van Inwagen’in savunuculuğunu yaptığı Sonuç Argümanı.
Sonuç Argümanı oldukça sağduyulu diyebileceğimiz öncüllere dayanır. İlk olarak, bağdaşırcılığın iddiasına göre eylemlerimizin nedeninin doğumumuzdan çok önce olan şeyler olduğu saptanır. Ayrıca geçmişte olan şeyler üzerinde kontrolümüzün olmadığı belirtilir. Eğer geçmişteki şeyler üzerinde kontrolümüz yoksa ve seçimlerimize geçmişteki şeyler neden oluyorsa seçimlerimiz, bizim kontrol edemediğimiz şeylerden kaynaklanır. Bir kişinin geçmişteki olayları değiştirememesi yüzünden onu sorumlu tutamayız. Ancak gelecekle ilgili olarak insanları sorumlu tutarız. Peki determinizm, yani olayların önceki şeyler tarafından tamamen belirlendikleri görüşü, bu durumda özgür iradenin yokluğunu gerektirmez mi? Neticede determinizm doğruysa seçimlerimiz bizlerden değil, bizimle ilgisi olmayan geçmişteki şeylerden kaynaklanıyor.
Burada gözlemlememiz gereken ilk şey seçimlerimizin gelecekteki olaylara neden oldukları ancak geçmişteki olaylara neden olmadıkları. Bizler bu nedenle geçmişi dert etmemekle beraber geleceği dert ediyoruz. Bunun nedeniyse aslında geçmişin ‘taşa yazılı olması’ değil, evrenimizin ilk koşullarından kaynaklanan bir zamansal asimetrinin olması. Eğer evrenimizde zamansal asimetri olmasaydı sadece gelecekteki şeylere değil, geçmişteki şeylere de neden olabilirdik. Yani geçmişteki olaylara neden olmakta aslında çelişkili bir şey olmayabilir.
Peki bağdaşırcılığı savunanlar determinizmin doğru olması durumunda ‘daha farklı davranabilirdim’ derken neyi kastederler? Basitçe söyleyecek olursak seçimlerimizin bizim zihinsel durumlarımızdan kaynaklandıklarını, eğer farklı zihinsel durumlara ve seçim yaparken farklı gerekçelere sahip olsaydık bu durumda farklı şekilde davranabilirdik der bağdaşırcılar. Ben vanilyalı dondurma yerine çikolatalı dondurma isteseydim çikolatalı dondurma yemeyi seçebilirdim. Ama vanilyalı dondurma istiyorum. Bu nedenle vanilyalı dondurmayı seçiyorum. Bunu dememiz determinizmi reddetmemizi gerektiriyor mu? Gerektiriyor gibi görünmüyor.
Ancak bağdaşmazcılar için bu hatalı. Çünkü buradaki anlamda ‘yapabilmek’, özgür iradenin gerektirdiği türden bir ‘yapabilmek’ değil onlar için. Bağdaşmazcılar bizlerin doğumundan önce gerçekleşen şeylerin davranışlarımızın nedeni olması durumunda davranışlarımızın bizden kaynaklanamayacağını, dolayısıyla davranışlarımız bizden kaynaklanmadığı için de özgür iradenin determinizmle bağdaşamayacağını söyleyeceklerdir burada. Sonuç argümanıyla ve bağdaşmazcı yapabilirlik tanımlarıyla ilgili tartışma oldukça detaylı ve teknik bir tartışma olduğu için bu tartışmanın detaylarına burada girmek istemiyorum. Ancak sonuç argümanının ve bu argümanın farklı versiyonlarının bağdaşmazcılık lehindeki en güçlü argümanlardan biri olarak kabul edildiğini söyleyebilirim.
Doğa Yasaları
Bir doğa yasasını tesadüfi bir biçimde doğru olan bir genellemeden ayırmak mümkün müdür? Eğer mümkünse nasıl mümkündür? Doğa yasası kavramı bilimlerde sürekli karşımıza çıksa da bu kavramın aslında hiç de düşündüğümüz kadar açık olmadığını görüyoruz.
İskoç filozof David Hume’un bu konudaki görüşü, çağdaş felsefede düzenlilik teorisi olarak bilinen teorinin atasal versiyonlarından biri olarak adlandırılabilir. Hume’un günümüzdeki anlamda düzenlilik teorisini savunduğu tartışmalı olsa da düzenlilik teorisinin Humecu motivasyonlara sahip olduğu söylenebilir. Önce geniş anlamda Humecu denebilecek ama Hume’un savunduğunu iddia etmediğimiz basit düzenlilik teorisinin iddialarına bakalım.
Basit düzenlilik teorisi, doğa yasalarının istisnasız genellemeler olduklarını ve bunlardan ibaret olduklarını iddia eder. Doğa yasası olmak için bunun ötesinde bir şeye gerek yoktur. Doğa yasaları mantıksal ya da metafiziksel anlamda zorunluluk taşımazlar. Sadece doğayı tasvir eden istisnasız genellemelerden ibarettirler.
Doğa yasaları hakkındaki bu görüşün bazı problemleri hemen göze çarpar. İlk olarak bazı genellemeler, istisnasız da olsalar, doğa yasası gibi görünmezler. Çünkü bazı genellemeler doğru olsalar da ‘tesadüfen doğru’ gibi görünürler. Örneğin 1 kilometre yarıçapında altın bir kürenin olmadığı şeklindeki genellemeyi düşünün. Bu genelleme, bildiğimiz kadarıyla, doğrudur. Ancak böyle bir şeyin olmaması tesadüfidir. 1 kilometre yarıçapında altın bir kürenin olmaması için hiçbir neden yoktur. Mevcut doğa yasalarının böyle bir şeyin varlığını ‘yasakladığı’ da söylenemez.
Öte yandan 1 kilometre yarıçapında, altından değil de uranyumdan bir kürenin olmadığı şeklindeki genellemeyi düşünün. Bu genelleme doğru mudur? Doğrudur. Ancak bu genellemenin doğruluğu ilk genellemeye kıyasla daha az tesadüfi görünmektedir. Neden? Çünkü uranyumun nükleer reaksiyon göstermeye başlayacağı kritik kütle, 1 kilometre yarıçapında bir uranyum küre oluşturulmaya çalışılırken aşılacaktır ve böyle bir küre başlayan nükleer reaksiyondan dolayı oluşamayacaktır. Altından kürenin olmaması salt tesadüfiyken, uranyumdan kürenin olmaması böyle değildir. İlk önerme bir doğa yasası değilken, ikincisi gerçek bir doğa yasasıdır. Bu durumda basit düzenlilik teorisi sıkıntıya giriyor gibi görünüyor.
Bu problemi çözmeye çalışan, izleri John Stuart Mill’de görülen ve David Lewis tarafından savunulan bir görüş ‘en iyi sistemler görüşü’dür. En iyi sistemler görüşü bize şunu der: Bir doğa yasası olmak, basitlik ve açıklayıcılık dengesini en iyi şekilde tutturan bir tümdengelimsel sistemin parçası olmak demektir. Tümdengelimsel sistemlerin aksiyomları vardır. Basitlik ve açıklayıcılık dengesini en iyi şekilde tutturan tümdengelimsel sistemin en azından bizim evrenimizde kuantum mekaniğinin ve görelilik teorisinin yasalarını içerdiği söylenebilir mesela. Bu yasalardan da 1 kilometre yarıçapında uranyum bir kürenin var olamayacağı çıkarsanabilir. Ancak, 1 kilometre yarıçapındaki altından kürenin var olamayacağı, basitlik ve açıklayıcılık dengesini en iyi tutturan tümdengelimsel sistemin aksiyomlarından -mesela kuantum mekaniği ve görelilik teorisinin yasalarından- çıkarsanamaz. Bu nedenle uranyum kürenin olamayacağı bir doğa yasasıyken, altından kürenin olamayacağı bir doğa yasası değildir.
En iyi sistemler teorisi basit düzenlilik teorisinin problemlerinin büyük bir bölümüne çözüm getirebilmektedir. Ancak bu teorinin de bazı sıkıntıları vardır. Mesela bazıları, doğa yasalarının ‘dışarıda olan’ şeyler olduklarını ve en iyi sistemler teorisinin basitlik ve açıklayıcılık gibi epistemik kriterlere sahip olması, ve kriterlerinin metafiziksel kriterler olmaması, gibi nedenlerle yasaları bizlerin zihinlerine bağımlı kıldığını iddia etmiştir. Ayrıca bu yaklaşımın yasalar ve önkoşullar arasında ayrım yapamadığı da iddia edilmiştir. Evrenimizin bir zaman okuna sahip olduğu doğrudur ve muhtemelen evrenimizi en iyi açıklayan tümdengelimsel sistemin de bir parçasıdır. Ancak bu, evrenimizin zaman okunun düşün entropili bir ilk duruma sahip olmasından kaynaklanır ve bir doğa yasası değildir. En iyi sistemler görüşü bu farkı yakalayamaz.
Zaman
Zamanın metafiziği konusundaki ana tartışma, zamanın akışının gerçek olup olmadığı tartışmasıdır. Bu tartışmada kabaca iki konumun bulunduğu söylenebilir: Zamanın A teorisi zamanın akışının gerçek olduğunu iddia eder. A teorisinin en yaygın versiyonu olan şimdicilikse sadece şimdiki zamanın olduğunu, geçmişin yok olduğunu ve geleceğin henüz var olmadığını iddia eder. Bu görüşün karşısında zamanın B teorisi bulunmaktadır. B teorisinin en yaygın versiyonu olan B teorisindeyse bütün zamanlar bir arada vardır ve bir zamanın diğerinden daha gerçek olduğu söylenemez. Zaman felsefesi ile ilgili daha detaylı bilgileri buradaki yazımızdan alabilirsiniz.
Örneğin bu yazının yazıldığı şu anda 9 Şubat 2020 günündeyiz. Şimdiciliği savunanlar için, şu anda tarih 8 Şubat 2020 ise bundan önceki ve sonraki zamanların olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıcalıklı bir şimdiki zaman vardır ve sadece onun gerçek olduğunu söyleriz. Ancak B teorisi ayrıcalıklı bir şimdiki zamanın olduğunu reddeder. Şimdiki zaman, B teorisinin savunucusuna göre, ‘burası’ gibi dizinseldir (indexical). Nasıl ki objektif bir ‘burası’ yoktur, çünkü burasının gönderimde bulunduğu konum söyleyene bağlıdır, ‘şimdi’ de 4 boyutlu uzay-zamanın neresinde bulunulduğuna göre değişir. Bu zamansal konumların biri diğerinden daha az gerçek değildir. Örneğin dinozorların olduğu zamanlar, B teorisi çerçevesinde, 2020 yılıyla eşit derecede gerçektir. Benzer bir şekilde ölümümüzden sonraki zamanlar da, diyelim ki 2200 yılı, en az 2020 yılı kadar gerçektir bu teoride. Bütün zamanlar 4 boyutlu bir uzay-zaman blokunun bir boyutundaki konumlardan ibarettir. B teorisinde zamanın akışından ve ‘zamansal oluş’tan (İng: “temporal becoming”) bahsedilemez.
A teorisini B teorisine tercih etmemiz için ne gibi nedenlerimiz var? İlk olarak A teorisinin deneyimlerimizle en paralel zaman teorisi olduğu söylenebilir. Bu deneyim son derece güçlü bir şekilde A teorisini desteklediği için de A teorisini reddetmemiz için ciddi gerekçelere ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Burada B teorisinin savunucuları zamanın akışı deneyiminin bir yanılsama olduğunu gösteren nedenlerin daha güçlü olduğunu söylemeye ve zamanın geçişi tecrübesini zamanın gerçekten aktığını ima etmeyen bir şekilde açıklamaya çalışabilir. Mesela fizikçi Paul Davies’in dediği gibi aslında tecrübe ettiğimiz şeyin zaman akışı değil, bizim tecrübe ettiğimiz durumlarla hatırladığımız durumların birbirlerinden farklı olması olduğu iddia edilebilir.
A teorisini benimsemek için ikinci bir neden de dilin kipli yapısının A teorisi tarafından daha iyi açıklanması. Eğer kipli ifadeleri kipsiz ifadelere anlam kaybı olmadan çeviremezsek, gündelik dilin önemli bir boyutunun B teorisini savunanlar tarafından açıklanamayacağı iddia edilebilir. Ancak bu noktada B teorisini savunanlar kipli cümlelerin kolayca kipsiz cümlelere çevrilebileceğini söyleyebilirler. Mesela şu anda Evrim Ağacı için metafiziğe giriş yazısını yazıyorum demek yerine 9 Şubat 2022 tarihinde saat 18.30’da yazmaktayım diyebilirim. Geçmiş ve gelecek gibi kipleri kullanmama gerek yok.
Peki B teorisini savunmamız için nasıl nedenlerimiz var? B teorisi lehinde iki argümandan bahsedeceğiz.
İlk argüman doğru kılıcılardan yola çıkıyor. Doğru kılıcılar isimlerinden de anlaşılabileceği üzere önermeleri doğru kılarlar. Her doğru önermenin en az bir doğru kılıcısı olduğu en azından maıkul bir ilke gibi görünüyor. Peki bu durumda geçmişe dair doğru önermelerin doğru kılıcıları nerede? Mesela 65 milyon yıl önce dinozorlar vardı önermesini doğru kılan şey nedir? Eğer sadece şimdiki zamanın var olduğunu kabul ediyorsak geçmişe dair önermelerin doğruluk kılıcıları olamazmış gibi görünür. Ancak B teorisinde doğruluk kılıcılar hali hazırda mevcuttur çünkü 65 milyon yıl önce yaşamakta olan dinozorlar uzay-zamanın belli bir konumunda bulunmaktadır. Bu durumda, özellikle geçmişe dair önermelerin doğrulukları B teorisi tarafından daha iyi bir şekilde açıklanabilir.
B teorisi lehindeki ikinci argümansa görelilik teorisinin B teorisini desteklediğini iddia eder. Bu argüman ya da bu argümanın bir türü çoğu fizikçinin, ve zaman felsefecilerininse hatırı sayılır bir bölümünün B teorisine sempati duymasının nedenidir. Görelilik teorisinin en bariz yorumu B teorisini ima eder görünür. Ancak görelilik teorisinin nasıl anlaşılması gerektiği tartışması burada ele alınamayacak kadar karmaşık bir tartışma olduğu için ana pozisyonları özetlemekle yetineceğiz.
A teorisini savunan bazı felsefeciler görelilik teorisinin Neo-Lorentzci yorumunu benimserler. Neo-Lorentzci yorum, görünenin aksine mutlak bir referans düzleminin olduğundan, görünenin aksine mutlak aynı andalığın olduğundan, ve yine görünenin aksine zaman yavaşlaması ve uzay daralması gibi göreliliğin standart yorumlarının açıklayabildiği gözlemlerin ‘öyleymiş gibi’ göründüğünü iddia etmek zorunda olduğundan cazip bir seçenek değildir. Öte yandan ‘rölativistik A teorisi’ denen bir görüş, mutlak aynı andalık olmadan da A teorisinin savunulabileceğini iddia eder. En azından görelilik teorisinin B teorisini ciddi şekilde cazip kıldığını söyleyebiliriz.
Neden Hiçlik Yerine Bir Şeyler Var
Kimileri için metafiziğin en temel sorusu bir şeylerin neden var olduğudur. Bu soru, sorulabilecek belki de en genel metafiziksel soru olması bir yana, herhangi bir şekilde cevaplanmasının mümkün olmadığı da düşünülebilir. Sonuçta herhangi bir şeyin varlığını açıklamanın tek yolunun bir şeylerin ona neden olması olduğu düşünülebilir. Ama bu türden bir açıklama başka bir şeyin varlığını varsaydığı için neden bir şeylerin var olduğunu açıklayamaz gibi görünür. Bu nedenle bir şeylerin var oluşunu başka şeylerle açıklamak, soruyu sadece bir adım geriye iter. O halde bu soruyu sormak saçma mı? Bu soruya ne türden yanıtlar verilebilir?
Diyelim ki her olayın bir nedeni var ve bu nedenler zinciri sonsuza kadar geriye gidiyor. Bunun olamayacağını iddia eden çok sayıda felsefeci olsa da şimdilik olabileceğini varsayalım. Bu durumda, örneğin David Hume gibi, bazı filozoflar her şeyin açıklanmış olacağını ve dolayısıyla açıklamamız gereken başka bir şeyin kalmayacağını iddia ederler. Ama bu cevap pek çok kişiyi tatmin etmez. Hala, merhum felsefeci Derek Parfit’in dediği gibi, yanıtını veremediğimiz iki soru kalır bu durumda bile: Neden sonsuz bir nedenler zinciri var ki? Dahası, neden bu spesifik sonsuz nedenler zinciri var?
Bu sorunun cevabının fizikte yattığı düşünülebilir. Bazı fizikçiler neden hiçlik yerine bir şeyler olduğunu ‘hiçliğin istikrarsız olması’ ile açıklarlar. Ancak bu son derece tuhaf görünür. İstikrarsız olmak için bir şeylerin olması, o şeyin çeşitli potansiyellere sahip olması gerekmez mi? Bir fizikçinin gözündeki hiçlik, temelde, boş uzaydır. Boş uzaysa aslında ‘tam anlamıyla’ boş değildir. İçinde çeşitli fiziksel alanların bulunduğu oldukça aktif bir şeydir boş uzay bu resimde.
Bu noktada bazı itirazlar yükselebilir. Hiçlik derken, en azından günlük dilde, boş uzayı kastetmiyor muyuz? Dahası, hiçliği neden filozofların tanımladığı felsefi kavramla özdeşleştirelim ki? Fizikçilerin hiçliğin ne olduğunu filozoflardan daha iyi bildiğini söyleyemez miyiz?
Bu iki eleştiri de pek yerinde değil. Filozofların sorduğu soru neden herhangi bir şeyin olduğu sorusu. Soru sorulurken hiçliğin bu şekilde tanımlandığı, yani herhangi bir şeyin yokluğu şeklinde tanımlandığı, özellikle belirtilir. Ayrıca fizikçilerin hiçlik kavramlarının filozofların hiçliğinden daha doğru olduğunu söylemek de oldukça tuhaftır. Her ne kadar fizikçiler hiçlik kelimesini kullansalar da kastettikleri şeyin bu sorudaki hiçlikten farklı olduğu barizdir. Fizikçiler ve bu soruyu soran felsefeciler birbirlerinden farklı soruların yanıtlarını aramaktadırlar. Boş uzayın varlığının bir evrenin var olması için yeterli olması gerçekten de pek çok insanın sağduyusuna hala yatmayan bir şeydir ve bir anlamda kavramın günlük kullanımıyla sorulan ‘neden hiçlik yerine bir şeyler var?’ sorusunun fizikçiler tarafından cevaplanabileceği belki doğrudur. Ama sorulan sorunun felsefecilerin yanıtını aradığı soruyla alakası olmadığı için sorumuz hala ortada duruyor.
Bu soruya vermemiz gereken cevabın başka bir varlığa dayanmaması gerektiğini söylemiştik. Ancak bu koşulun esnetilmesi gerektiğini düşünen bazı filozoflar vardır. Bu filozoflara göre olumsal varlıklar, yani var olmamaları mümkün olan varlıklar, ve zorunlu varlıklar, yani var olmaları zorunlu olan varlıklar, arasında bir ayrıma gitmeliyiz. Zorunlu varlıkların var olmamaları mümkün olmadığına göre, bir zorunlu varlığın olduğunu gösterebilirsek neden hiçlik yerine bir şeylerin olması gerektiğini de gösterebiliriz. Zorunlu bir varlık ya da zorunlu varlıklar olduğu için hiçlik imkansızdır.
Bu açıklamada insanı tatminsiz bırakan bir taraf var. Özellikle ampirist filozoflar, David Hume gibi, herhangi bir varlığın zorunlu olabileceğinden şüphe ederler. Var olduğunu tasavvur edebildiğimiz her şeyin var olmadığını da tasavvur edebiliriz. Dolayısıyla bir varlığın yokluğu hiçbir zaman çelişki oluşturmaz. Ama bir şeyin imkansız olmasını çelişki oluşturması şeklinde anlamayacaksak o şeyin imkansız olmasına anlam vermemiz oldukça zor. Mesela bir zorunlu varlığın olmaması çelişki oluşturmuyorsa ne anlamda var olmamasının imkansız olduğunu söylemeliyiz? Buradaki zorunluluk mantıksal zorunluluk değilse çok tuhaf değil midir? Eğer zorunlu varlık diye bir şeyin olabilmesi size de tuhaf geliyorsa bu alternatifi seçmeyi istemeyebilirsiniz.
Bazıları hiçlik yerine bir şeylerin olmasının nedeninin, varlığın hiçlikten daha muhtemel olması olduğunu iddia eder. Hiçliğin olasılığının varlığın olasılığına kıyasla çok daha düşük olması gerektiği şu akıl yürütmeyle öne sürülür: Varlığın alabileceği biçimlerin sayısı sonsuzdur. Hiçliğinse alabileceği farklı biçimler yoktur. Yani mümkün olan hiçliklerin sayısı bir tanedir. Bu nedenle olasılık hesabı yaparsak bir şeylerin var olacağı neredeyse kesindir.
Bu argümanın fazla aceleci olduğu düşünülebilir. Şöyle ki, bir şeylerin ‘olmaması’ açıklama gerektiren bir şey değilmiş gibi görünür. Ancak bir şeylerin olması açıklama gerektirir. Bu nedenle hiçliğin bir anlamda varsayılan durum olmasını beklememiz gerekmez mi? Ancak hiçliğin olmamasına neden olan bir şey varsa bir şeyler olabilir. Bu, Yeter Sebep İlkesi (YSİ) denen ilkenin bir versiyonudur. YSİ olumsal şeylerin bir açıklamalarının olması gerektiğini iddia eder. Bu ilke bir şeylerin var olmamasının değil de var olmasının açıklama gerektirdiğini ima eder.
Bu durumda Yeter Sebep İlkesi’ni kabul edenler bir nevi ‘Hiçliğin Normalliği’ varsayımını kabul etmiş olmazlar mı? Bu ilkeyi kabul edenler, eğer zorunlu varlık yoksa hiçbir şey var olamaz türü bir görüşü kabul etmeliler. Dolayısıyla zorunlu bir varlığın olmaması durumunda normal durumun hiçlik olacağını öne sürmeliler. Ancak Adolf Grünbaum gibi bazı filozoflar buna karşı çıkar. Grünbaum hiçliğin normal durum olarak görülmesinin hiç de makul olmadığını iddia eder. Neden hiçlik yerine bir şeylerin olduğu şeklindeki sorunun da hiçliğin normal durum olduğunu varsayması nedeniyle cevabı hak etmediğini söyler.
Probleme cevap vermemizin son bir yoluysa herhangi bir zorunlu varlığa başvurmadan hiçliğin imkansız olduğunu iddia etmektir. İlk argüman hiçliğin çelişkili olduğunu, çünkü hiçbir şeyin olmaması durumunda ‘hiçbir şeyin olmaması olgusunun olduğunu’ öne sürer. Bu durumda en az bir tane olgu vardır. Bu nedenle de en az bir tane olumsal şey vardır. Dolayısıyla hiçbir şeyin olmaması mümkün değildir.
Kuşkusuz bu cevap çoğu kişiye fazla kolay görünür. Bir şeylerin olmamasının ‘bir olgu’ olduğunu söylemekte felsefecilere kötü şöhret kazandıran türden bir el çabukluğu ya da dil oyunu var gibidir. Herhalde bu kadar filozofun kafa patlattığı bir sorunun cevabı böyle bir el çabukluğuna dayanmamalı!
Hiçliğin olamayacağına dair bir diğer argümansa hiçliği hayal edemeyeceğimizden yola çıkar. Hiçliği hayal etmeye çalıştığımda aklıma hiçbir şey değil de siyah bir boşluk geliyor gibidir. O siyah boşluğun var olmadığınıysa hayal edemem. Eğer bunun var olmadığını hayal edemiyorsam bunun var olmaması mümkün değildir der bu son argüman.
Bu argüman da sorunludur. Bir kere bizler 3’ten fazla boyutu da kafamızda canlandıramıyoruz. Ama hem fizikçiler, hem de matematikçiler 3’ten fazla boyutun olduğu varsayımına dayanan işlemler yapabiliyorlar. 3’ten fazla boyut olmasında herhangi bir çelişki yok. Dahası, bir şeylerin hayal edilememesinin tek başına bir şeyin imkansız olduğunu gösterdiğini iddia etmek insanın hayal gücüne gereğinden fazla güvenmek değil midir? Son olarak, pek çok kozmolog, uzay-zamanın da varlığa başladığından bahsetmektedir. Yani yokluğunu hayal edemediğimiz boşluk da sonradan ortaya çıkmış olabilir. Bu nedenle uzayın olmadığını hayal edemememiz, onun varlığını zorunlu kılmamaktadır.
Neden hiçlik yerine bir şeyler olduğu sorusuna verilmeye çalışılan çeşitli cevapları görmüş olduk. Kuşkusuz, verilen cevapların hepsinin çeşitli problemleri var ve hala alternatiflerin büyük bir bölümünden bahsetmedik. Yine de bahsettiğimiz cevapların iyi bir örneklem olduğunu düşünüyoruz.
Okuma Önerileri – Türkçe
- A. Kadir Çüçen (der.) – Metafizik: Filozofların Metafizik Sistemleri
- A. Kadir Çüçen (der.) – Metafizik: Kavram ve Problemleriyle Varlık Felsefesi
- Adrian Bardon – Zaman Felsefesinin Kısa Tarihi
- Ahmet Ayhan Çitil – Matematik ve Metafizik 1. Kitap: Sayı ve Nesne
- Arda Denkel – Nesne ve Özellik
- David Armstrong – Tümeller: Bakış Açımı Değiştirmediğim Bir Giriş
- Enis Doko – Metafiziğin Temelleri: Analitik Metafiziğe Giriş
- Stephen Mumford – Metafizik
- Teo Grünberg – Metafizik Açıköğretim Ders Kitabı
Okuma Önerileri – İngilizce Giriş Seviyesi
- Burada verilen okuma önerileri metafizik için giriş seviyesinde ders kitaplarını içermektedir.
- Brian Garrett – What is this thing called Metaphysics?
- Francesco Berto – Ontology and Metaontology: A Contemporary Guide
- John W. Carroll, Ned Markosian – An Introduction to Metaphysics
- Michael J. Loux – Introduction to Metaphysics
- Robert Koons – Metaphysics: Fundamentals
- Alyssa Ney – Metaphysics: An Introduction
- Tuomas Tahko – An Introduction to Metametaphysics
Okuma Önerileri – İngilizce Orta ve İleri Seviye
Burada verilen okuma önerileri metafizik alanının klasik makalelerini içeren derlemeleri, alanda ses getirmiş kitapları ve çeşitli spesifik tartışmalar hakkında makaleler içeren derlemeleri içermektedir.
Klasik Metinleri İçeren Derlemeler:
- Jaegwon Kim, Ernest Sosa – Metaphysics: An Anthology
- Helen Beebee, Julian Dodd – Reading Metaphysics: Selected Texts with Interactive Commentary
- Peter van Inwagen, Dean Zimmermann – Metaphysics: The Big Questions
- Stephen Laurence, Cynthia Macdonald – Contemporary Readings in the Foundations of Metaphysics
Spesifik Tartışmalar Hakkındaki Derlemeler:
- A. Bottani, Massimiliano Carrara, P. Giaretta – Individuals, Essence and Identity: Themes of Analytic Metaphysics
- Antonella Corradini, Sergio Galvan, E.J. Lowe – Analytic Philosophy Without Naturalism
- Bob Hale, Aviv Hoffman – Modality: Metaphysics, Logic, and Epistemology
- Daniel D. Novotna, Lukas Novak – Neo-Aristotelian Perspectives in Metaphysics
- David Chalmers – Metametaphysics
- Tuomas Tahko – Contemporary Aristotelian Metaphysics
- William M.R. Simpson, Robert C. Koons, Nicholas J. Teh – Neo-Aristotelian Perspectives on Contemporary Science
- Ernest Sosa, Michael Tooley – Causation
- Fabrice Correria – Metaphysical Grounding: Understanding The Structure Of Reality
- Frank Jackson, Graham Priest – Lewisian Themes
- Helen Beebee, Christopher Hitchcock, Huw Price – Making a Difference: Essays on the Philosophy of Causation,
- J.D. Trout, Paul Moser – Contemporary Materialism: A Reader
- James Ladyman, Don Ross, Harold Kincaid – Scientific Metaphysics
- Joseph Keim Campbell, Michael O’Rourke, Matthew H. Slater – Carving Nature at its Joints: Natural Kinds in Metaphysics and Science
- Michael Rea – Material Constitution: A Reader
- Miguel Hoeltje, Benjamin Schnieder, Alex Steinberg – Varieties of Dependence: Ontological Dependence, Grounding, Supervenience, Response-Dependence
- Ricki Bliss, Graham Priest – Reality and its Structure: Essays in Fundamentality
- Stephan Blatti and Sandra Lapointe – Ontology after Carnap
- Theodore Sider, John Hawthorne, Dean W. Zimmerman – Contemporary Debates in Metaphysics
Alanda Ses Getirmiş Bazı Kitaplar:
- Alvin Plantinga – The Nature of Necessity
- Amie Thomasson – Easy Ontology
- Bob Hale – Necessary Beings
- D.M. Armstrong – A World of States of Affairs
- D.M. Armstrong – Truth and Truthmakers
- Daniel Stoljar – Physicalism
- David K. Lewis – On the Plurality of Worlds
- David Oderberg – Real Essentialism
- David Papineau – Philosophical Naturalism
- E.J. Lowe – The Four-Category Ontology: A Metaphysical Foundation for Natural Science
- E.J. Lowe – A Survey of Metaphysics
- E.J. Lowe – Possibility of Metaphysics
- Edward Feser – Scholastic Metaphysics: A Contemporary Introduction
- Eli Hirsch – Quantifier Variance and Realism
- Huw Price – Naturalism Without Mirrors
- James Ladyman, Don Ross – Every Thing Must Go: Metaphysics Naturalized
- John Heil – From an Ontological Point of View
- John Martin Fischer, Mark Ravizza – Responsibility and Control
- Kadri Vihvelin – Causes, Laws, and Free Will: Why Determinism Doesn’t Matter
- Kathrin Koslicki – The Structure of Objects
- Lynne Rudder Baker – Persons and Bodies: A Constitution View
- Michael Tooley – Causation: A Realist Approach
- Penelope Mackie – Second Philosophy
- Peter van Inwagen – Existence: Essays in Ontology
- Peter van Inwagen – Material Beings
- Peter van Inwagen – Ontology, Identity, and Modality
- Robert Koons, Timothy Pickavence – Atlas of Reality
- Robin Le Poidevin – Change, Cause and Contradiction: A Defense of the Tenseless Theory of Time
- Stephen Mumford – Powers
- Ted Sider – Four Dimensionalism
- Ted Sider – Writing the Book of the World
- Thomas Hofweber – Ontology and the Ambitions of Metaphysics
- Tim Button – The Limits of Realism
- Tim Maudlin – The Metaphysics Within Physics
- Timothy Williamson – Modal Logic as Metaphysics
- Trenton Merricks – Objects and Persons
- Trenton Merricks – Truth and Ontology
- W.V.O. Quine – Word and Object
- W.V.O. Quine – From a Logical Point of View
- Wilfrid Sellars – Naturalism and Ontology