Former President Obama greets children at the US Embassy in Nairobi, Kenya in 2015. Official White House photo by Pete Souza
Former President Obama greets children at the US Embassy in Nairobi, Kenya in 2015. Official White House photo by Pete Souza

Siyasetin Artık Aşılayamadığı Umuda Neden İhtiyacı Var?  – Titus Stahl

//
524 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

2000’lerin sonlarında ve 2010’ların başında umut kelimesi batı siyasetinde her yerdeydi. Her ne kadar Barack Obama’nın başkanlık seçim kampanyasındaki kullanımı ikonik hale gelse de, umudun cazibesi Birleşik Devletler ile sınırlı kalmadı. Örneğin Yunan sol parti Syriza “umut yolda” sloganına güvendi ve Avrupa’daki daha pek çok siyasi parti benzer şiarlar benimsedi. Ancak o zamandan beri, kamusal alanda umut kelimesini nadiren duyar veya görür olduk.

En revaçta olduğu dönemde bile, umut retoriği evrensel olarak popüler değildi. Eski başkan yardımcısı adayı Sarah Palin, 2010’da “Sizin bu umut, değişim işleri nasıl gidiyor?” diye kinayeli bir şekilde sorduğunda yaygın çevrelerce umudu gerçek dışı hatta kuruntu olarak bulan şüpheciliğe değinmiş oldu. Palin’in şüpheciliği -birçok kişi bunu duyduğuna şaşıracaktır- felsefi gelenekte uzunca bir süredir var. Platon’dan Descartes’a birçok filozof, umudun beklenti ve güvenden daha zayıf olduğunu söyler. Çünkü umut, bir olayın gerçekleşmesinin muhtemel olduğuna dair kanıta değil de yalnızca olayın gerçekleşme ihtimaline inanmaya dayanır.

Bu filozofların nazarında umut, gerçeklikle ilişki kurmanın ikinci sınıf bir yoludur, sadece yerinde beklentiler oluşturmak için zaruri olan bilgilere sahip olunmadığında kullanılabilecek bir yoldur. Aydınlanmanın düşünürlerinden Baruch Spinoza da “umudun zihnin zayıflığına ve bilgi eksikliğine işaret ettiğini” ve “aklın rehberliğinde yaşamaya ne kadar çabalanırsa umuttan bağımsız olmaya da bir o kadar çaba gösterileceğini” yazarak bu görüşü dile getiriyor. Bu bakış açısına göre umut, özellikle siyasal eylemlere kılavuz görevi görmek için uygun değildir. Vatandaşlar, safi umut ile motive edilmelerine izin vermek yerine, kararlarını hükümetlerin neleri başarabileceğine dair mantıklı beklentilere dayandırmalıdır.

Bu şüphecilik ciddiye alınmalıdır ve gerçekten de umut retoriğinin yükselişini ve düşüşünü anlamlandırmamızda yardımcı olabilir. Peki, siyasette umuda yer var mı?

Ne tür bir umuttan söz ettiğimize dair net olmamız gerekiyor. Bireylerin neyi umduğunu göz önünde bulundurursak, insanların yaşamları üzerinde sonuçları olan her politika bir şekilde umuda bağlı olacaktır. Bu umut, politikanın başarısı veya başarısızlığı için umut olabilir. Bu tür bir umudun oluşması mutlaka iyi veya kötüdür diyemeyiz, bu sadece siyasi yaşamın bir parçasıdır. Lakin, siyasi hareketler umut vaadinde bulunduklarında, umudun bu anlamını kastetmiyorlar. Bu umut retoriği, umudun daha spesifik, ahlaken çekici ve belirgin biçimde politik bir formuna gönderme yapıyor.

Siyasi umut, iki özelliğiyle ayırt edilir. Amacı politiktir, sosyal adalet için umuttur. Karakteri politiktir, kolektif bir tutumdur. İlk özelliğinin önemi belki bariz de olsa, ikinci özellik umudun siyasete dönüşünden bahsetmenin neden anlamlı olduğunu bizlere açıklıyor. Siyasi hareketler umudu yeniden canlandırmaya çalıştıklarında, tek tek insanların artık bir şeyler umut etmediği varsayımından hareket etmiyorlar, umudun şu anda geleceğe yönelik kolektif yönelimimizi şekillendirmediği fikri üzerine inşa ediyorlar. Dolayısıyla umut siyasetinin vaadi, sosyal adalet umudunun kolektif eylem alanının, bizzat siyasetin bir parçası haline geleceği vaadidir.

Yine de siyasi umudun gerçekten iyi bir şey olup olmadığı sorusu hala geçerliliğini koruyor. Eğer hükümetin görevlerinden birisi sosyal adaleti gerçekleştirmek ise, siyasi hareketlerin yalnızca umut etmeyi teşvik etmek yerine haklı beklentileri teşvik etmesi daha iyi olmaz mı? Umut söylemi, söz konusu hareketlerin güven telkin edecek stratejilerden yoksun olduğunun örtük bir itirafı değil midir?

Siyasi alanın, bizim rasyonel beklentilerimize sınırlamalar getiren, kendine has belirli özellikleri vardır. Bu sınırlamalardan birisi, Amerikalı ahlak filozofu John Rawls’un 1993’te kapsamlı doktrinlerin aşılamaz çoğulluğu olarak tanımladığı şeydir. Modern toplumlarda insanlar en nihayetinde neyin değerli olduğu konusunda fikir ayrılığına düşer ve bu anlaşmazlıklar çoğu zaman mantığa dayalı argümanlarla çözülemez. Bu tür bir çoğulluk, bu konularda nihai bir fikir birliğine varılacağına inanmamızı mantıksız kılıyor. Hatta hükümetin bütün vatandaşlara makul gelmeyecek sonuçlar peşinde koşmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Siyasetten mantık çerçevesinde bekleyebileceğimiz en fazla şey, mantıklı her insanın hemfikir olacağı adalet ilkelerinin -temel insan hakları, ayrımcılık yapmama ve demokratik karar alma gibi- takip edilmesidir. Bu sebeple, çeşitliliğimize saygı gösteren hükümetlerden, adaletin daha talepkar ideallerine ulaşmayı hedeflemesini -örneğin herkese, hatta en bireyselci iyilik kavramlarına göre bile makul gelmeyen iddialı yeniden dağıtım politikaları uygulamasını- mantıken beklememeliyiz.

Bu sınırlama, Rawls’un bir diğer savıyla çelişir: Rawls 1971’de en önemli sosyal faydanın özsaygı olduğunu dile getirmiştir. Liberal bir toplumda vatandaşların özsaygısı, kamunun adalete bağlılığının olduğu bilgisine -yani diğer vatandaşların gözünde kendisinin adil muameleyi hak ettiğine inandıklarını bilmesine- dayanır. Ancak, yalnızca kısıtlı bir idealler dizisi üzerinde mutabık olmayı bekliyorsak, bunun özsaygımıza görece küçük bir katkısı olacaktır. Bu beklenti, daha talepkar adalet idealleri hakkında da mutabakata varma ihtimalimize kıyasla diğer vatandaşları, adalete derinden bağlı olarak görmemize daha az katkı sunar.

Neyse ki, kendimizi bekleyebileceklerimizle sınırlamamıza gerek yok. Adalet üzerine oluşturabildiğimiz bu kısıtlı mutabakattan daha fazlasını beklemekte haklı olmasak da gelecekte daha talepkar adalet idealleri üzerinde de mutabık olabileceğimizi hep beraber umut edebiliriz. Vatandaşların kolektif olarak bu umudu beslemesi; toplumun her üyesinin iddialı bir adalet projesine -bu projenin ne üzerine olması gerektiği hakkında hemfikir olamasak bile- dahil olmayı hak ettiğine dair ortak bir anlayışı gösterir. Bu bilgi, öz saygıya katkıda bulunabilir ve dolayısıyla kendi başına arzu edilebilecek bir sosyal faydadır. Mutabakat olmadığında siyasi umut, sosyal adaletin gerekli bir parçasıdır.

Bu nedenle umut kavramını, adaletin gayeleri doğrultusunda tazelemek mantıklı, hatta belki de gereklidir. İşte bu yüzden umut retoriği neredeyse tamamen ortadan kalktı. Umut retoriğini vatandaşlar arasında ancak ve ancak, iddialı sosyal adalet projeleri bulmak için- içerikleri konusunda fikir ayrılığına düşseler bile- ortak bir bağlılık oluşabileceğine inandığımızda kullanabiliriz. Bu inanç, Batı demokrasilerinin gerçekte ne kadar bölünmüş olduğunu ortaya koyan son gelişmelerin ışığında giderek mantıksız hale geldi. Avrupa ve ABD’de, kale almaya değer boyutlardaki bir azınlık, umut retoriğine yanıt olarak, yalnızca adaletin anlamı konusunda değil, aynı zamanda sosyal adaletle ilgili mevcut kelime dağarcığımızın genişletilmesi gerektiği konusunda da aynı fikirde olmadıklarını belirtti. Elbette, bu görüştekilerin fikrinin değişmek üzere ikna edilebilecekleri ümit edilebilir. Lakin öyle görünüyor ki, mevcut durumda bu umut, onların paylaşabileceği bir umut değil.


Titus Stahl – “Why politics needs hope (but no longer inspires it)”, (Erişim Tarihi: 04.05.2024)

Çevirmen: Elif Begüm Baran

Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Animalizm ve Kişisel Özdeşlik: Biz Hayvan mıyız? – Kristin Seemuth Whaley

Sonraki Gönderi

Sanal Gerçeklikte Cinayet İşlemek Yasa Dışı Olmalı – Angela Buckingham

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü