Alışveriş Özgürlükse Yağma Direniştir – Enzo Rossi

/
833 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Haziran ayı başlarında Minneapolisli bir grup protestocu bölgedeki Sheraton Oteli işgal etti ve otel sahiplerinin işbirliğiyle burayı evsizler için bir pansiyona dönüştürdü. Ne yazık ki, yeniyi eskinin kabuğunda inşa etme amacındaki bu girişim (prefigurative politics) beklendiği üzere sadece birkaç hafta dayanabildi. Bu tarz dayanışma eylemleri zaten baskı uygulamaya hazır kişiler için kolayca hedef haline geliyor.

İşgalciler tarafından adlandırıldığı şekliyle Minneapolis Sanctuary (Minneapolis Sığınağı), protestocuların taleplerini ‘’yağmacı’’ olarak damgalayarak meşruiyetini bozmaya yönelik birçok samimiyetsiz girişimin aksine, medyada neredeyse hiç yer bulamadı. Aslında, bir kez daha, merkezciler ve muhafazakarlar, Kenosha gibi şehirlerdeki ve başka yerlerdeki mülk hasarını, bizi ayaklanmanın acil nedenlerinden ve altında yatan daha derin sorunlardan uzaklaştırmak için kullanıyor. (Kurumsallaşmış ırkçılık, yükselişe geçen beyaz üstünlükçülüğü vb)

Medya tarafından sunulan anlatı, birkaç ay önce George Floyd’un polis tarafından öldürülmesine tepki olarak başlayan protestolarda gördüklerimizle hemen hemen aynı. O zamanlarda da medya bize kırılmış bir dükkan camından elinde eşyalarla çıkan bir kadının sözde kısa klibini gösterip duruyordu.

Ancak mülke zarar verme videoları dahi bu protestocuları suçlayamaz. Dürüstlükten uzak bu kanun ve nizam (law and order) çağrılarına direnmeliyiz. Protestoların kilit noktası, herkesin kanun önünde eşit olmadığıdır. Bu noktanın avantaj ve dezavantajları var. Hukuka aykırılığın, tek başına, bize bir eylemin haklılığı hakkında hiçbir şey söylemediği meselesini bir kenara bırakalım, marjinal gruplar tarafından ve onların faydası adına kanunu çiğnemek -özellikle bu süreçte kimsenin zarar görmemesi durumunda- diğer kanun ihlalleri ile aynı değildir.

Dahası, yardım amaçlı otel işgali ile yağmalar arasında yapısal bir yakınlık ilişkisi vardır. İlk bakışta bunlar tamamen farklı konular gibi görünüyor. Tüketim mallarını yağmalama ile, toplumun sınırlarında yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için özel bir alan tahsis edilmesi çok uzakmış gibi. Yine de, iki eylem — kişisel yağma ve en savunmasızlara fayda sağlamak için işgal — aynı fenomenin tezahürleri olarak görülebilir: Birçok insanın erişemediği yaşam tarzını, yalnızca arzu edilen değil, aynı zamanda sosyal bütünleşme için gerekli olarak da belirten bir sisteme karşı ‘’doğrudan eylem’’.

Bu noktayı anlamak için Nisan ortasına geri dönelim, George Floyd’un öldürülmesini izleyen protestolardan bir ay önce başka bir gösteri dalgası vardı. COVID-19 karantina uygulamalarına karşı protestolardan bahsediyorum. Bu gösterilerin baskın teması, çeşitli yorumlamalarıyla, “özgürlük” idi. Protestocuların sloganları yer yer komikti de, — “Saçımızı kestirmeye hakkımız var!” veya “Golf sezonumu iptal etme!” — ama mesaj açıktı: Bizim toplumumuzda alışverişe gidemiyor veya iş yapamıyorsanız özgür değilsiniz.

Ve bu özgürlük tartışmaları önemlidir; Öyle ki, çoğu beyaz ve erkek olmak üzere birçok vatandaş, Amerikan “yurtseverlerin’’ özgürlüklerini savunma uğruna hazır olduklarını valilere göstermek için eyalet başkentlerine ellerinde silahlarla toplandı .

Kuşkusuz, bu özgürlük iddialarının samimi olup olmadığı ve içi boş bir retorik araç olarak mı kullanıldığı hatta “özgürlük” kavramına ilişkin basit bir kafa karışıklığının sonucu mu olduğu merak edilebilir. Amerikan kültürü, kasıtlı olsun ya da olmasın özgürlük kavramı hakkında yanlış anlamalarla doludur. Yaklaşık yirmi yıl önceki bir scooter reklamındaki sloganı hâlâ hatırlıyorum: “Özgürlüğümü geri verin!” arka planda ulusal marş vardı. Ve evet, cesur bir kartal simgesi de oradaydı.

Birleşik Devletler’in kendini “Özgür Ülke” olarak temsil etmesi ile ticaret ve tüketimin Amerikan kültüründeki merkezi rolü arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Amerikan ekonomik-politik düzenini meşrulaştıran anlatıda bu bağlantının ve özgürlük fikinin oynadığı bir yol var, bu yol tüketimin hem kendini gerçekleştirme hem de sosyal katılım için anahtar bir araç olduğu ile ilgilidir. Karantina önlemlerine karşı protestocuların ateşli silahlarına sarılmaları Second Amendment ile pek ilgili değildi daha çok özgür tüketim hakkının bir savunmasıydı.

ABD’nin kültürel tarihi tüketimciliğe düşman olan ve diğer özgürlük kavramlarına odaklanan pek çok geleneğe sahiptir: Puritanizm, hippilerin anti-materyalizmi veya eski dönemdeki kasaba toplantıları. Yine de araştırmalar , 20. yüzyılın ortalarından beri tüketimin, sosyal katılımın ana biçimi haline geldiğini gösteriyor. Tüketim yapmayanlar, özellikle de yeterli imkanlara sahip olamadıkları için tüketemeyenler, toplumun sınırlarına itilmiştir. (Öyle ki oy vermeyenlerden bile daha geride kalmışlardır sosyal katılımda.)

Amerikan rüyasının (‘’Özgürlükler Ülkesi’’), tüketici toplumuna katılımdan dışlanmış veya en azından katılım yetenekleri ciddi şekilde sınırlı kalan milyonlarca insan için yerine getirilmemiş bir vaat olarak kaldığını görebiliriz.

Evsizler ve kentli etnik azınlıklar, sosyal dışlanmanın en bariz örneklerinden sadece birkaçıdır — bu durum yalnızca mutlak ve göreli yoksullukla alakalı değil, her şeyden önce toplumun “normal” olarak gördüğü bir yaşam biçimini sürdürme konusundaki yapısal yetersizliklerinin de bir göstergesidir. Böyle bir yaşam sabit bir meskene sahip olmayı, aynı zamanda tüketilecek ürünlerin birikimini de içerir. Genç yağmacılar ve Sheraton Oteli’nin işgalcileri, sosyal dışlanmalarını ‘’doğrudan eylemle’’ — son birkaç on yılda kapitalizme karşı direnişin merkezine dönen politik bir strateji — gidermeye karar verdiler.

Karantina önlemlerine karşı olan protestolardan yağmalama ve işgallere kadar geçen aylarda yaşanan olaylar, ‘özel mülkiyetin’ statükonun hem ilk hem de son savunma hattı olduğunu bir kez daha gösterdi. Retorik tanıdık geliyor: Bir çocuğun en sevdiği oyuncak ayısına olan bağlılığı, tıpkı herhangi bir yaşlı milyarderin hisselerini tutması kadar kutsaldır. Ancak, statükonun meşruluğunu sorgulayan isyancı eylemleri kınamak için kullanıldıklarında, “özel mülkiyet” veya “yağma” gibi sağduyu kavramlarına karşı dikkatli olmalıyız.

Özellikle de bu statüko kapitalizmken. (Devletin şiddet tekeli ile sosyal organizasyonun temel taşı olarak özel mülkiyetin kombinasyonuna dayanan bir düzen) ‘’Sağduyu’’ gibi görünen şey, genellikle tepedekilerin lehine olan ideolojik bir çarpıtmadır. Doğrudan eylem, hem daha ilkel biçimleriyle hem de karmaşık tezahürlerinde, bu ideolojik perdeyi parçalamamıza yardımcı olabilir. Hatta sosyal olarak arzu edilen veya mümkün olanı değiştirmemize bile yardım edebilir.


Enzo Rossi- “If shopping is freedom, looting is resistance”, (Erişim Tarihi: 01.11.2020), Erişim Kaynağı: https://roarmag.org/essays/looting-as-resistance/

Çevirmen: Mehmet Kara

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Wittgenstein ve Din – Stephen Law

Sonraki Gönderi

‘Ehvenişere’ Oy Vermek Ne Zaman Etik Olur?- Robert Simpson

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü