İnsan olmayan hayvanlar üremekte, öyleyse biz neden üremeyelim? Bu hayatın doğal bir parçası.
Bu mazeret, insan olmayan hayvanların (bundan böyle: hayvanlar) üremeyi sürdürdükleri için plasentalı hayvan infra sınıfına dahil olan biz insanların da üremeyi sürdürmesinin ahlaki olarak kabul edilebilir olduğunu iddia etmektedir. Başka bir deyişle, hayvanların x davranışını sergilemesinde bir sakınca yoksa, insanların da x davranışını sergilemesinde bir sakınca yoktur.
Bu argümandaki en önemli kusur, hayvanların bebek öldürme ve tecavüz gibi insanların büyük çoğunluğunun kınayacağı birçok davranışta bulunmalarıdır. Hayvanların, hem kabul edilebilir (iş birliği ve paylaşım gibi) hem de kabul edilemez (daha önce bahsedilen örneklerdeki gibi kınanacak) davranışlarda bulundukları gerçeği göz önüne bulundurulduğunda, bunları insan bağlamında, insan davranışının ahlakını yargılamak için güvenilir bir ölçü olarak kullanamayız.
Belirli hayvan davranışlarını kendi davranışlarımız için gerekçe olarak gösterirken, bir yandan da kınamamız gereken diğer hayvan davranışlarını görmezden gelmek, “cımbızlama” yanılgısına düşmek olur. Aslında insan bağlamında kabul edilebilir ve kabul edilemez olan hayvan davranışlarını ayırt edebiliyor olmamız, insan davranışlarını yargılamak için bambaşka bir ahlaki ölçüye sahip olduğumuzu kanıtlar; öyleyse neden bu ölçüyü kullanmıyoruz?
Üremenin doğal olduğunu iddia eden sav da aynı kusuru içeriyor. Üreme davranışı gerçekten doğaldır ancak bir şeyin doğal olması ahlaki olarak haklı olduğu anlamına gelmez. Doğada, insan bağlamında (örn. fedakârlık, iş birliği, şefkat vb.) iyi kabul edilen davranışlar olduğu gibi (örn. çocuk öldürme, tecavüz, bir canlıyı diri diri yeme vb.) kötü kabul edilen davranışlar da bulabiliriz; bu sebeple bir davranışın doğal olduğu gerçeğini o davranışın iyi ya da kötü olduğunu kanıtlamak için kullanamayız. Bu, “doğalsa iyidir, değilse kötüdür” safsatası olarak bilinir (örn. bitkisel ilaçlar doğal olduğu için iyidir, antibiyotikler doğal olmadığı için kötüdür).
Üremeye devam etmezsek neslimiz tükenecek. Bu yüzden, türümüzün devam etmesi için üremek zorundayız!
Bu mazeret ortaya atıldığında, tartışmanın farklı bir yere çekilmesine hazır olmanız gerekir. Şimdi tartışma, “İnsan türünün yok olması etik mi?” sorusuna dönüştü.
Doğadaki vahşi hayvanlar üzerinde ortaya çıkaracağı sonuçları düşünmeden, insanlığın neslinin tükenmesinin etik olup olmadığı konusunda değinebileceğimiz ilginç bir konu var. Şimdilik sadece insan neslinin tükenmesine değinmek muhtemelen daha uygun olur.
Bir kişinin neslinin tükenmesine karşı çıkma nedeni genellikle mantıksal gerekçelerden değil de duygusal ve toplulukçu bir bakış açısından kaynaklanır. Çoğu zaman itirazları şu şekildedir: “Diğer bireylerin bir şeyleri feda etmeleri anlamına gelse bile insanların neslinin tükenmesine izin veremeyiz çünkü bazı insanların sahip olduğu vasıflar kalıcı olmamızı gerektirir”. Tarih boyunca şahit olduğumuz gibi çoğunluğun çıkarlarına bireyin çıkarlarından daha çok değer vermek çoğu zaman büyük ahlaki zulümlere yol açmıştır ve özellikle şu aşamada nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek için fazla hayal gücü gerektirmez. Sohbeti ilerletmek için “İnsanların neden var olması gerekiyor?” ve “Bireylerin ürememeyi tercih etmelerinin doğal bir sonucu olarak nesilleri tükenmiş olsaydı, bunun neresi yanlış olurdu?” şeklinde sorular sormalısınız.
Bu sohbetler ilginçtir ancak sonuç olarak en doğru olanı, konuştuğunuz kişinin üzerinde tam olarak kontrol sahibi olduğu şeye, yani “onun kendi davranışlarına” odaklanmaktır.
Diğer herkes üremeye devam edecek, bu yüzden benim durmam bir fark yaratmayacak; üresem değişen bir şey olmaz.
Elbette üremekten kaçınan tek bir kişi, ortaya çıkan yeni insanların toplam sayısını önemli ölçüde azaltmayacaktır. Bununla birlikte, bir eylemin etik olup olmaması o eylemin popülaritesine bağlı değildir; başkalarının yaptıklarından biz sorumlu değiliz ama başkalarının ne yaptığından bağımsız olarak kendi yaptıklarımızdan biz sorumluyuz. Örneğin, bu mantık çerçevesinde hareket etmeyi seçersek, insan olmayan hayvanların yiyecek amacıyla öldürülmesini de haklı çıkarmış oluruz: “Ben de hayvanların öldürülmesi için para ödemeye devam edebilir ve cesetlerini yiyebilirim çünkü bunu herkes yapıyor; Benim durmam, öldürülen toplam hayvan sayısını azaltmayacak”. Sorunu görebildiniz mi?!
Bu argümanı ortaya atan kişi, etrafındaki insanların üreme eylemine katılmasını bahane olarak kullanarak, bunun aksini savunanlara herhangi bir ahlaki hesap verme sorumluluğunu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. “Normalliğe uymayı” seçersek, ahlaksızlığa karşı ilgisizliğimizin sadece kendimizi etkilemediğini unutmamalıyız; eylemlerimiz başkalarını da etkiler ve bu eylemlerin sonuçları ortaya çıktığında kafamızı ne kadar kuma gömersek gömelim, bu başkalarına verilen zararı değiştirmez. Elbette gerçeği görmezden gelebiliriz ama gerçeği görmezden gelmenin sonuçlarını da görmezden gelemeyiz.
İnsanlar, – en zeki tür – olarak yanlış ile doğruyu ayırt edebilme konusunda diğer türlerin hepsinden çok daha üstün olduklarını iddia ediyorlar amabir konuyu ele almak yerine, diğer insanlar da bu davranışı gerçekleştirdiği gerekçesiyle, verdikleri zararı mazur görmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Bu ahlaki bir hata değilse başka ne olabilir?
Üreme sistemine sahip olmamızın bir sebebi var; ürememiz gerek.
Üreme yeteneğine sahip olmamız, ürememiz gerekip gerekmediği konusunda bize hiçbir şey söylemez. Anatomimiz bizi ahlaki açıdan tiksindirici bulacağımız birçok eylemi gerçekleştirme yeteneği ile donatılmış; elbette bir eylem için kapasitemizin olmasının ötesinde, öncelikle yapılacak olan eylemin doğru olup olmadığını düşünmeliyiz.
Bazıları şöyle diyebilir: “Üreme sistemi özel bir durumdur çünkü sadece tek bir kullanım alanı vardır oysa diğer uzuv ve organlar, aralarından seçim yapabileceğimiz birçok amaç için kullanılabilir. Bu yüzden onu bu amaçla kullanmalıyız”. Burada yine aynı şey geçerlidir; bir sistemin tek bir işlevi olsun ya da olmasın, onun işlevini kullanmamız için bir şart yoktur. Bu sistem veya sistemler kullanılmayabilirler.
Çoğu insan, üremenin etik olmayacağı bazı durumlar olduğunu kabul edecektir: Örneğin çocuğun yoğun acı ve ıstırap çekip kısa bir hayat yaşamasına neden olacak ve onu güçten düşürecek bir genetik hastalıktan muzdarip olması. Aslında üremekten kaçınmamız gereken durumlar olduğu şeklindeki bu itiraf, sadece üreme yeteneğine sahip olmanın üreme davranışını haklı çıkarmadığını gösterir. Üremenin ahlaki olarak “üreme sistemlerimiz olmasının bir nedeni var” önerisi ile gerekçelendirildiğini kabul edersek, o zaman (natalist standartlara göre bile) yaşanmaya değmeyen hayatlar süren çocuklarla sonuçlananlar da dahil; tüm doğumlar haklı çıkar.
Dinim üremenin doğru olduğunu söylüyor.
Pek çok insanın güçlü dini inançları vardır ve bu insanların çoğu, bu dini inançlara sahip oldukları için başkalarını bir şekilde kontrol etme hakkına sahip olduklarına inanırlar. Bu çok tehlikeli bir fikirdir ve bu fikri ileriye taşıyanların birçoğu aslında derinlemesine düşündükten sonra bu fikri reddedeceklerdir (veya mantıksal düşünme hatalarından biri olan, önermenin yanlışlanmasını ortama veya istisna bir duruma bağlamaya başvuracaklardır – örn. evrendeki her şeyi, kendisinden daha karmaşık olan bir varlık yaratmıştır, ancak Tanrı’yı kimse yaratmamıştır, çünkü o zaten hep oradaydı vb.).
A dini bizim dinimiz olduğunu varsayarsak, x davranışını yapmanın bizim inancımıza göre doğru olduğuna inandığımızdan başkasına x davranışını yapabileceğimizi kabul edersek, tutarlı olmak için B dininin de bize farklı inançları gereği y davranışını yapabileceğini de kabul etmeliyiz çünkü dinleri buna izin verilebilir. Örneğin A dinine mensup olanlar homoseksüellik dinlerinde kınandığı için eşcinselleri infaz edebilmeleri gerektiğini ifade ederken, homofobiyi büyük suç olarak gördüklerinden A dinine mensup olanları idam edebilmeleri gerektiğini belirten B dininin şartlarını kabul edecekler mi? Muhtemelen hayır. Çoğu insan, bu bahanenin her iki yönde de değişiklik gösterdiğini anladığında, kullanımının ideal olmadığı konusunda hemfikir olacaktır.
Bir kişi ürediğinde, başka birini içeren bir davranış sergilediğinden, – sabit olan – dini inanç geçerli bir ahlaki gerekçe olarak kullanılamaz; ayrıca başka birini dahil etmekle gerçekleşen bu eylemin, kişisel olarak sizin başınıza gelmesinden hoşlandığınız bir eylem olup olmadığının önemi yoktur çünkü diğer kişi bu eylemin ona yapılmasını istemeyebilir. Özellikle natalist biri, cehennem kavramına inanıyorsa, bir çocuğu dünyaya getirmekle onu ateş hattına maruz bırakmaktadır. Birinin bu riski kendisi için almak isteyip istemeyeceği konuyla alakasızdır; dinler, başkalarını bu riski almaya zorlamayı haklı çıkarmak için kullanılamaz.
Üremeye son verirsek, son nesile kim bakacak ve onları kim destekleyecek?
Bu ilginç bir bahane. Üremeyi haklı göstermese de ele alınması gereken geçerli bir konuyu vurguluyor.
Birincisi, üremeyi neden haklı çıkarmaz? Birini sadece bir amaca hizmet edebilmek için veya bazı faydaları olduğu için var etmek, natalistlerin bile çoğunlukla reddedeceği bir davranıştır. Bu mantık çizgisini takip edersek, zaten var olan insanların verimini yükselttiği sürece yeni insanları başka amaçlar için var etmeyi haklı çıkarmış oluruz. Bu, ahlaki açıdan sakıncalı birçok eyleme yol açabilir. Yaşam standardımızı sürdürebilmek için fabrikalarda ve tarlalarda çalıştırmak amacıyla yeni insanlar yetiştirmeyi haklı çıkarabilir miyiz? Çoğu dürüst insan bunun haklı olmadığını kabul eder ve bunun yerine yapmamız gereken, hayatın mükemmel bir durum olmadığını ve elimizden geldiğince engellerle (örn. yaşlanmak) başa çıkmamız gerektiğini anlamaktır. Bu tür güçlüklerle karşılaşıyor olmamız, sorunlarımızı çözmek için yeni insanlar üretebileceğimiz anlamına gelmez. Çocuklar başkalarına hizmet edecek birer köle değildir.
Not: Bu kuralın bir istisnası (buna ahlaki olarak izin verilebileceği söylenebilirse) vahşi hayvanların acılarını ele almak amacıyla insan türünü sürdürmektir; “vahşi hayvanların acılarını ele almak” ile “yaşlılara bakmak” arasındaki temel fark, soruna önerilen çözümün, sorunun kökeni olmamasıdır; yeni insanları mevcut insanları desteklemek amacıyla dünyaya getirmek, sorunun kaynağını beslemektedir.
Şimdi, son neslin bir parçası olan yaşlılara bakma meselesine değinelim. Dürüst olmak gerekirse, bildiğimiz kadarıyla şu anda bu meselenin mükemmel bir çözümü yok. İnsanları varoluşa getirmeyi destekleyen sistemleri kapattıkça, daha fazla insanın bu sistemlerden çıkmayı tercih edeceği, çıkan insanların da kendilerine yetmelerini kolaylaştıran veya onları desteklemenin yollarını araştıran sistemlere geçeceği makul bir şekilde varsayılabilir. Bu, toplumu sayısal olarak küçültürken, mümkün olduğunca kendi kendine yetecek şekilde organize etmemiz gereken ve aşmamız gereken bir engel. Belki de mükemmel bir çözüm bulamayacağız.
Bu dünyada o kadar çok acı ve ıstırap var ki benim çocuk sahibi olmam, büyük resme bakıldığında fark yaratmaz.
Bu bahanenin iddia ettiği, dünyadaki tüm acı ve ıstırabın toplamının çok fazla olması nedeniyle, bu acıya karşı olan mücadelenin hayatlarından alacakları zevk ve doyumdan “fedakârlık” yapmalarını gerektirecek kadar önemli olmadığıdır; onlara göre sebep oldukları acı sadece “okyanusta bir damla”dır.
Dikkat etmemiz gereken, yapılan tüm bireysel ahlaksızlıkların, bu argümanı savunan kişi tarafından muhtemelen bilinçsiz olarak haklı çıkarılıyor olmasıdır; ne de olsa onlara göre bunların hepsi “okyanusta bir damla”dır. Örneğin, aynı argüman, başka birinin evini sadece keyfi olarak, sebepsiz yere yakmayı haklı çıkarmak için kullanılabilir; o evin yanması sonucu çekilen acı, tüm dünyada çekilen acının toplamına kıyasla sadece “okyanusta bir damla” olması, bu bireysel eylemi haklı çıkarmaz. Aslında bu argüman makul bir şekilde başkalarına zarar vermekten kaçınması gereken herhangi bir kişiyi, kişisel sorumluluklarından kurtarmayı amaçlamaktadır.
Unutulmaması gereken bir nokta da bir kişinin çocuk sahibi olması, o çocukla sınırlı kalmayıp, inanılmaz miktarda ıstırap ve adaletsizlikle sonuçlanabileceğidir. Tek bir çocuk sahibi olma örneğini ele alırsak, sadece o çocuğu doğurmuyoruz, yüzlerce(belki de daha fazla) yeni nesil için potansiyel bir kapıyı aralamış oluyoruz; bu gerçek, duygusuzca göz ardı edilmemelidir.
Çocuğum kansere çare bulabilir veya başka büyük bir başarıya imza atabilir.
Bu bahaneyle başa çıkmanın birkaç yolu var:
Söz konusu çocuk, kökeni varoluşun sonucu olan bir sorunu çözmek için var olacaktır. İnsanların neden olduğu bir sorunu çözmek için varoluşa yeni insanlar getirmek, yanan bir eve kuru odun taşımaya benziyor. Söz konusu çocuğun kanserden muzdarip olma olasılığı, kansere çare bulacak olan çocuk olmasından çok daha fazladır. Neden sorunlarla dolu bir dünyaya daha fazla insan pompalamak yerine, zaten var olan insanların potansiyelini ortaya çıkarmaya odaklanmıyoruz? Çocukların karşılaşacağı zararı en aza indirmek için elimizden gelen her şeyi yapmaya çalışıyoruz ama onları dünyaya getirmekle tehlikeye atan zaten bizleriz. Onları tehlikenin kucağına atmasak olmaz mı?
Söz konusu çocuk, ihtimali son derece düşük de olsa kansere çare bulabileceği gibi aynı zamanda bir seri katil veya bir terörist de olabilir. Birini dünyaya getirirken kimse bunu düşünmez. Bu mazeret ileri sürüldüğünde, genellikle “Çocuğum kanseri tedavi edebilir, edemese bile önemli değil” çerçevesine yerleştirilir. Durum aslında böyle değil; iyi şeyler yapabilecekleri gibi iğrenç şeyler de yapabilirler; “kanseri tedavi edebilirler veya edemezler” değil ama “kanseri tedavi edebilirler veya kalabalık bir yerde gelişigüzel ateş açarak katliam yapabilirler veya bir dolandırıcı olabilirler”. Bu cevap, kesin sonuçtan ziyade, potansiyel eylemlere pembe gözlüklerin ardından bakıldığını göstermeyi amaçlar.
Bu bahaneyi üretenlerin, çocukların kanseri tedavi edeceği koşulları sağlayabileceğini varsayalım. Neden evlat edinmek yerine bu yolu seçmeli ki? Bugün hayatta olan milyonlarca genç, fırsat veya kaynak yetersizliği nedeniyle potansiyeline erişemiyor. Yeni birini yaratmak yerine, zaten var olan birini evlat edinmek gerekir.
Yaşlılığımda beni destekleyecek bir aileye ihtiyacım var, yoksa yalnız kalırım ve desteksizlikten mustarip olurum.
Bu bahaneyi öne süren insanlar empatiyi hak ediyor. Doğru, hiçbirimiz burada olmayı istemedik. Hiçbirimiz yaşlılığın yükünü ve beraberinde getirdiği yalnızlığı seçmedik ancak bu yeni insanları var etmek için bir sebep değildir.
Üremeyi neden haklı çıkarmaz? Birini sadece bir amaca hizmet edebilmek için veya bazı faydaları olduğu için var etmek, natalistlerin bile çoğunlukla reddedeceği bir davranıştır. Bu mantık çizgisini takip edersek, zaten var olan insanların verimini yükselttiği sürece yeni insanları başka amaçlar için var etmeyi haklı çıkarmış oluruz. Bu, ahlaki açıdan sakıncalı birçok eyleme yol açabilir. Yaşam standardımızı sürdürebilmek için fabrikalarda ve tarlalarda çalıştırmak amacıyla yeni insanlar yetiştirmeyi haklı çıkarabilir miyiz? Çoğu dürüst insan bunun haklı olmadığını kabul eder ve bunun yerine yapmamız gereken, hayatın mükemmel bir durum olmadığını ve elimizden geldiğince engellerle (örn. yaşlanmak) başa çıkmamız gerektiğini anlamaktır. Bu tür güçlüklerle karşılaşıyor olmamız, sorunlarımızı çözmek için yeni insanlar üretebileceğimiz anlamına gelmez. Çocuklar başkalarına hizmet edecek birer köle değildir.
Bunun yerine, hayatın mükemmel bir durum olmadığını kabul etmeli ve bu ihtiyacı karşılamanın sömürülebilir olmayan başka yollarını bulmaya ve inşa etmeye odaklanmalıyız:
- Bizimle aynı yaşta olanların bulunduğu bir ortaklaşalık kurmalıyız ki yaşlanınca onlarla bu deneyimi paylaşabilelim.
- Yaşlılara ortaklaşalık ve bakım sağlayan bir kurum bulmalıyız.
- Savunmasız hali ve ihtiyaçları için endişelendiğimiz evcil bir hayvanı sahiplenebilir; duygusal destek bulabileceğimiz bir arkadaşolacağını takdir edebiliriz.
- Savunmasız hali ve ihtiyaçları için endişelendiğimiz bir çocuğu evlat edinebiliriz. Gelecekte, ihtiyaçlarımıza karşılık verebilecek ve ilgi gösterebileceklerdir.
Hayatta tek istediğim çocuk sahibi olmak, çocuksuz hayatım anlamsız.
Bu mazeret ilk bakışta çok makul bir istek gibi geliyor. İnsanlar, tıpkı diğer tüm hissedebilen varlıklar gibi doğuştan üreme arzusuna sahipler. Pek çok insan, üreme ve daha sonra (biyolojik) bir ailenin parçası olarak yaşamak amacıyla, hayatlarını bu biyolojik dürtü etrafında inşaa eder fakat bu üreme ahlâkını değiştirmez.
Öncelikle hayatımıza atfettiğimiz anlamın kaynağını (var olsun ya da olmasın) başka bir bireyin eline bırakmanın kesinlikle sağlıklı olmadığını anlamamız gerek. Anlam arayışı konusunda, insanların büyük çoğunluğunun kendi kendilerine yetmeleri (başkalarının eylemlerine bel bağlamamaları) muhtemelen faydalarına olacaktır. Her hâlükârda, kişinin bir başkasını anlam kaynağı olarak görmesi, bir başkasında idealindeki anlamı bulabilme şansına sahip olacağı anlamına gelmez. Örneğin (uç bir örnek olsa da), seri katiller kurbanlarını öldürmekten büyük anlam çıkarabilirler ancak hiç kimse işlenen eylemi haklı çıkarmak için bu anlam duygusunu kullanmaz.
Gerçi bu mazeretin savunucusunun, bu arzudan mahrum olarak ayrılması gerekmez çünkü alternatifler mevcuttur. Bariz bir yol, evlat edinmektir. Dünyada milyonlarca ebeveynsiz çocuk var, birini evlat edinmek ve büyütmek neredeyse aynı anlam kaynağını sağlıyor. Evlat edinmenin, onları evlat edinen kişinin aldığı tatminle değil, evlat edinilenlerin ihtiyaçları üzerinden görülmesi gerektiği vurgulamak gerekir. Diğer bir seçenek de güçlü bir ortaklaşalık veya tutkulu olduğunuz bir amaç bulmaktır. Sizi çevreleyen bir topluluğa veya kendiniz dışındakilere karşı sorumluluk hissettiğiniz bir amaca sahip olmak fayda sağlayabilir. İnsanlarla olan etkileşimlerinizden ve ilişkilerinizden ya da ortak amacınız doğrultusunda elde ettiğiniz başarılardan anlam çıkarabildiğiniz için üreme ‘ihtiyacını’ bastırabilir, hatta tamamen ortadan kaldırmayı başarabilirsiniz.
Çocuklarıma nispeten daha az acı çekecekleri iyi bir hayat sağlayabilirim, bu yüzden çocuk yapmak kötü bir fikir değil.
Bu bahanenin savunucusunun, insanların varoluşun acılarından korunduğu zengin bir bölgede yaşadığını farz edelim. Dünyaya gelecek olan çocukları göreceli bir refaha kavuşturacak altyapıya sahip olsak bile, yaşadığımız dünyada bir hayatın yaşamaya değer olacağını garanti edebilecek hiçbir elverişli durum yoktur. İnsanların, varoluşun şu anki şartlarında, yaşamaya değmeyeceğini düşünmelerine yol açacak bir dünyaya getirilme riski her zaman vardır. Peki ya psikolojik veya kronik bir hastalık ile doğanlar – ya da yaşamlarının erken dönemlerinde bir hastalığa yakalanan – ve bu sebeple yoğun ıstırap çekecek olanlar? Refah bazı riskleri makul derecede azaltabilir ancak ortadan kaldırmaz. Bu olumsuzlukların gerçekleşme olasılığı ne kadar az olursa olsun, hayatlarının yaşanmaya değmeyecek kadar kötü olma ihtimali olduğu sürece onları dünyaya getirmek anlamsızdır; öyleyse onlar adına bu riski almak başkasına düşmez hele ki bu riski almakla çocuğun elde edeceği hiçbir şey yokken (var olma isteği duymadıkları için var olmaktan fayda sağlamaları mümkün olamaz).
Hayat, sağlığımızı bozacak etkenleri kendimizden uzak tutabilmemiz için karşılamamız gereken ve birçoğunu karşılamak için sağlıklı şekilde donatılmadığımız bir dizi ihtiyaçtan ibarettir. Var olması gerekmeyen ihtiyaçlar (bu ihtiyaçları yeterli şekilde karşılayamadığımız için) yaratmak tamamen mantıksızdır.
Bu mazeret başkalarının bir başkasının mutluluğu üzerindeki etkisini değerlendirmeyi hesaba katmaz. Bu dünya tecavüzcüler, katiller, teröristler ve çok daha fazlasıyla dolu. Birini var olmaya zorlamak, onlar adına zar atmak ve saf bir şekilde bunun iyi sonuçlanmasını ummaktır. Başkaları için de acı kaynağı olabilme ihtimali de cabası; onları bir seri katil veya tecavüzcü olmaktan alıkoyan şans değil de nedir?
Eninde sonunda varoluştan gelen acıyı değiştireceğiz. Bu gerçekleştiğinde çocuk yapmak yanlış olmaz.
Elbette insanlar bir gün acıyı varoluştan uzaklaştırmanın bir yolunu bulabilirler ancak bu yeni insanları var etmek için bir neden değildir.
Öncelikle, varoluştan kaynaklı acıyı değiştirip değiştiremeyecağimizi veya bunun mümkün olup olmadığını bilmiyoruz; tartışmayı devam ettirebilmek adına yapabileceğimizi varsayalım. Neden henüz var olmayan, gelecekteki insanların acısını ortadan kaldırmak için gayret sarfetmeliyiz? Bu girişimin azımsanmayacak kadar enerji ve gayret gerektirdiği kesin. Sadece var olmaları durumunda acı çekecekler. En başta onları tehlikenin kucağına atmamak bir seçenekken, karşı karşıya kaldıkları bu zararı hafifletmeye çalışıyor olduğumuz varoluşa getirmiş olmamız saçma görünüyor. Yeni insanları dünyaya getirmek ve o yeni insanların ızdırabını hafifletmek için harcayacağımız gayreti, halihazırda var olanların acısını hafifletmek için kullanmak daha mantıklı ve etik görünüyor.
Tekrar gelecekte acıyı ortadan kaldırabileceğimizi ve bunu hedeflememiz gerektiğini varsayalım; şimdiki zaman ile o nokta arasında ara nesillerin olacağı gerçeğini tamamen görmezden geliyoruz. Muhtemelen milyarlarca kişiyi içeren bu nesiller, bizi istediğimiz noktaya getirmek için var olacaklar ve kesin olmayan bir hedef için tehlikeye atılmış olacaklar. Örneğin bugün akıllı telefonlar ve televizyonlarla bu hayatın tadını çıkarabilmemiz için milyarlarca insanların orta çağın eziyetlerini çekerek yaşamaya zorlanmaları adil miydi? Biz kim oluyoruz ki henüz var olmayan kuşakların çekeceği acıları ortadan kaldırmak için bir başkasını tehlikeye atma hakkını kendimizde görebiliyoruz (onların varlığı ilk etapta acıyı yaratacak olan şeyin ta kendisi). Var olması gerekmeyen bir sorunu çözmek için hissedebilen canlıları tehlikeye atmış oluyoruz.
Hep çocuk yaptık. Bu normal ve her zaman böyleydi.
Gerçekten de her zaman üredik, ancak bir şeyi her zaman yapmış olmamız, yapmaya devam etmemiz için yeterli bir sebep mi? Geçmişte hep yapılmış olması, bunun etik olduğu veya yapmaya devam etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Örneğin geçmişte birbirimizi hep önemsiz sebeplerden ötürü öldürdük ancak insanların büyük çoğunluğu günümüzde bu alışkanlığı birini öldürmeyi meşrulaştırmak için kullanmaz.
Üremenin normal olduğu noktasında: evet öyle; bununla birlikte, bir davranışın sadece toplum tarafından normalleştirilmiş olması, (hele ki yapmamak sosyal olarak damgalanmaya bile yol açabiliyorken) yapılması gereken ahlaki bir davranış olduğu anlamına gelmez. Doğru olup olmadığını sorgulamadan herkesin yaptığı davranışı yapmak ahlak değil, uyumculuktur.
“Bir yalan gerçeğe, yanlış olan doğruya ve sadece çoğunluk tarafından kabul edildiği için kötülük de iyiliğe dönüşmez.”
Booker T.Washington
Örnek vermek gerekirse, eskiden her toplumda genellikle kitlesel ölçekte normal bir davranış olan köle ticareti, günümüzde hala devam etmekte ve kötü olup olmadığı bilinmeyen bir eylem olarak görülmediği gibi ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle insanların ezici çoğunluğu tarafından reddedilmektedir. Hepimizin ahlaka aykırı eylemler olarak kınadığı çoğu eylem bir zamanlar normaldi. Bugün hangi ahlaksızlıkların normalleştirildiğini tespit etmek ve reddetmek bizim görevimizdir.
Dünyaya sadece bir çocuk getirerek üzerime düşeni yapacağım. Bu, üç veya dört çocuk yapmaktan daha iyidir.
Burada mevzu birden fazla çocuğunuzun olması ya da sadece bir çocuğunuzun olması değil, insanların hiç çocuk yapmama seçeneğinin olmasıdır. Elbette, bir çocuğa sahip olmak, 2, 7 veya 10 çocuk sahibi olmaktan daha ahlaklı bir davranış olur ama yine de o çocuğu dünyaya getirmiş oluyoruz. Çocuk sahibi olmanın ahlakı, sahip olabileceğimiz olası çocukların sayısıyla ilişkili değildir. Sadece bir veya 15 çocuk yapmayı planlamış olsak da sonuçta çocuk yapmanı etik problemi hep aynıdır.
Bir benzetme yaparsak, “ama 15 çocuğa tecavüz etmedim, bir çocuktan bir şey olmaz” gerekçesini öne sürerek o çocuğu kendi önemsiz zevkleri için suistimal edilmesi etik olur muydu? Tabii ki de olmazdı; yapabileceğimiz kötü şeylerin sayısına bakılmaksızın, yaptığımız her şeyi kendi içinde değerlendirilmeliyiz. Bu mazeret, görünüşte makul bir uzlaşma (onlar ve kim arasında emin değilim) ortaya koymak umuduyla ileri sürülmüştür ancak aslında makul bir uzlaşma olamaz.
Aynı zamanda, binlerce yeni insanın var olmasına yol açabilecek yüzlerce kuşaktan oluşan bir soy olasılığını ortaya çıkarması sebebiyle bir çocuk yapmakla sadece bir çocuk sahibi olunmadığını kabul etmeliyiz; her biri kendi içinde bir diğerine dayatılmaktadır.
Çocuk sahibi olmamak bencilliktir. Hayatta olduğunuza memnun olduğunuza eminim, neden başka birini bu hayatı tecrübe etmekten mahrum bırakıyorsunuz?
Ürememek, birini yaşamdan mahrum etmek değildir çünkü o kişi yoktur. Başka bir boyuttan Dünya’ya bakıp hayatta olmayı dilemezler, sadece varolmazlar; var olmayanları mahrum bırakılabilmek mümkün değil çünkü ortada mahrum bırakılacak kimse yok.
Asıl bencil olan üremektir. İnsanlar, çocuğun iyiliği için üremiyor – varolmayan çocuk varolmakla fayda sağlamaz – bunu kendi arzularını tatmin etmek için yapıyorlar ve bu süreçte çocuklarını tehlikeye atmış oluyorlar.Sadece bir arzuyu yerine getirebilmeniz veya sahip olduğunuz bazı ihtiyaçları karşılayabilmeniz için artık kendi ihtiyaçları ve kaçınması gereken tehlikeler olan yepyeni bir insan üretme hakkına sahip olduğunuzu düşünmek,şüphesiz bencilce bir harekettir. Bu bahaneyi mantıksal bir sonuca götürelim; üremeyerek ve dolayısıyla birini varoluştan “mahrum etmekle” gerçekten ahlaksız davranıyor olsaydık, kendimizi mümkün olduğu kadar çok (veya en azından desteklemeye gücümüz yettiği kadar) çocuğu dünyaya getirme görevine adamamız gerekmez miydi?
Şu an hayatta olduğumuz için mutlu olabileceğimiz fikri muhtemelen biyolojik dürtülerimizle var olmaya devam etme isteğimiz (daha sonra evrimsel anlamda üremek için) ve kendimizi yeterince şanslı bulduğumuz (kısmen) iyi durumun bir birleşimidir.
Bu sadece senin depresif dünya görüşün, hayatın iyi tarafına bakmalısın.
Kasıtlı olarak yapılsın ya da yapılmasın, bu mazeret ürememeyi savunan argümanları atlatmaya ve bunun yerine sizin bir birey olarak sahip olabileceğiniz potansiyel bir önyargıya (bir tür genetik yanılgıya) odaklanmaya hizmet eder. Bir argüman, onu öne süren kişinin önyargılarına bakılmaksızın, kendi değerlerine göre düşünülmelidir; eğer önyargıları hatalı bir argüman öne sürmelerine neden olduysa, bu argümanı doğrudan ele almak zaten mantıklı olan sonucu ortaya çıkaracaktır.
Üremenin kelimenin tam anlamıyla bir kişinin dünya görüşünü başka birine empoze ettiği gerçeğini görmezden gelerek (örn. ya ebeveynleri kadar olumlu bir varoluş görüşüne sahip değillerse?), sadece mazeretin kendisine değinelim. “Hayatın iyi tarafına bakma” noktasında, Antinatalistlerin hayattaki keyifli deneyimlerden (veya “iyi” şeylerden) hiçbirini hesaba katmadıklarını ve katsalardı hayatın sandıkları kadar kötü görünmeyeceğini ima eder. Bu bahane, asıl sorunu gözden kaçıran bir mazerettir. Evet, hayatta hem iyi hem de kötü şeyler yaşayabiliriz, ama asıl mesele bu bahaneyi savunanın (özellikle de bu riskin alınmasından elde edilecek hiçbir şey olmadığı ve var olmakla kimsenin fayda sağlamayacağı için) başka birisi adına zar atma hakkını kendinde görmesidir; keyiflerine göre birini dünyaya getirmeyi seçmek kimsenin hakkı değildir.
Hayat bu kadar kötüyse neden kendini öldürmüyorsun?
Antinatalistlerin savunduğu argümanlar ile bu bahane arasındaki en önemli fark, birinin varolmayı engellemekle bir diğerinin ise var olmaktan çıkarmayı çözüm olarak görmesidir. Her ne sebeple olursa olsun birisi dünyaya geldiğinde iş değişir. Artık çıkarları, tercihleri ve tecrübeleri vardır. Zaten var olan herkesin refah potansiyellerini artırmaya ve acı çekme riskini azaltmaya çalışmalıyız. Elbette bunu mükemmel bir şekilde yapamayacağız ancak bu gezegendeki herkesin çekeceği acıyı mümkün olduğunca azaltmaya çalışmalıyız. Bireylerin hayatları ölmeyi kurtuluş olarak görecekleri kadar dayanılmaz bir noktaya gelmişse varoluştan zararsız bir çıkış her zaman daha iyi olur, o halde bu onların seçimi.
Elbette, Antinatalistlerin de hayatta kalmayı seçmeleri için (basitçe yaşamlarını sürdürmeyi istemekten öte) pek çok pratik neden var: Örneğin üreme-karşıtı olma farkındalığını yaymak, insan olmayan hayvanların haklarını savunmak ve buna teşvik etmeye çabalamak.
Bir dipnot olarak, bu mazeret aslında üremenin gerçekten ne kadar ahlaksızca olduğunu kanıtlamakta. İşte bu çarpıcı noktayı açıklamak için benzer bir durum:
Bir gece yürüyerek evinize döndüğünüzü ve birilerinin sizi zorla arabasına atıp otoyolda hızla ilerlediğini hayal edin. Korkuyorsunuz, acı çekiyorsunuz ve onlara yalvarıyorsunuz “Bunu neden yapıyorsunuz? Beni nereye götürüyorsunuz? Bunu nasıl yapabilirsiniz?”. Size şu cevabı veriyorlar: “Beğenmedin mi? Kapıyı açık bıraktık. Beğenmediysen hemen atlayıver ama sakın seni buraya koyduğumuz için bizi suçlama çünkü seni kalmaya zorlamıyoruz – işte kapı orada, eğer sana yaptığımız o kadar kötüyse, hemen atlayıver gitsin.”
İnançlarınızı bana empoze etmeye çalışmayın, ürerim ya da üremem , bu benim kişisel seçimim.
Bu bahane gerçekten ilginç. Tıpkı en yakın parka gidip bir çocuğu taciz etmekle veya hayvanları yemek amacıyla öldürmekle yapıldığı gibi, üremeleri de teknik olarak kendi kişisel seçimleridir. Aslında sorun bu değil, sorun bunu yapmanın etik olup olmadığıdır; asıl sorulması gereken, bunları yapmamızın gerekip gerekmediğidir.
Bu mazeretin savunanların amacı, davranışlarını “kişisel seçim” olarak isimlendirerek eylemlerinin ahlaki erişim alanı dışında tutulması gerekliymiş gibi göstermektir (örn. en sevdiği şarkının ne olduğu veya hangi şiiri okuyacağını seçmek gibi ahlaki inceleme gerektirmeyen bir tercih). Maalesef durum böyle değil çünkü yapılan seçim doğrudan bir başkasını etkiliyor. Bu, başkasının refahını belirleyen ve büyük ölçüde ahlaki erişim alanı içinde yer alan bir kumar olduğundan, sadece “bu kişisel bir seçim” demek ve ne istersen yapabileceğini düşünmek yanlış olur. Yeni bir varlığı dünyaya getirme gücüne sahipsiniz ve bu yüzden yapmama sorumluluğunuz var.
Çocuklar var oldukları için minnettar olmalıdır.
Birisi bu genellemeyi ifade ettiğinde bir dizi açıklayıcı soru sormak uygun olacaktır: “Hangi çocuklar? Çocuk pornosunda kullanılanlar mı? Terörist saldırılarla bedenleri paramparça olmuş olanlar mı? Genç yaşta araba çarpması sonucu kalıcı bir ıstırap içinde olanlar mı? Depresyonla/psikolojik rahatsızlıklarla doğanlar mı?” Yeni bir çocuk dünyaya getirildiğinde, tüm bu tehlikelerin ateş hattına itilmiş olur. Tüm bu potansiyel kötülükler elbette hedefi vurmayabilir, bu dertleri ve felaketleri azaltadabiliriz ancak onları ilk etapta bu konuma getirmek asla bizim görevimiz olamaz. Söz konusu risk çok az bile olsa, (korkunç bir dejeneratif hastalıkla doğma riski mevcutken) zaten var olan ve evlat edinilmeye ihtiyaç duyan bu kadar çok çocuk varken neden bu şansı göze alalım?
Tek bir şey için onların hayatıyla kumar oynarız: biyolojik üreme arzumuzu tatmin etmek. Bu, çocukların minnettar olması gereken bir davranış değildir. Aslında çocukların başlarına gelen kötülüklerden dolayı hesap vermeleri gerektiği halde çoğunlukla sorumlu tutulmadıkları için o çocukları dünyaya getirenlerin minnettar olması gerekir.
Vaktinizi, var olmayan insanlarla ilgili tüm bu çılgınca şeylere harcayacağınıza, zaten var olan insanlara yardım etmeye odaklanmalısınız.
Halihazırda var olanların yaşam kalitesini iyileştirmenin peşinden koşmak için tamamen geçerli nedenler vardır – bunların peşinden koşmamız da gerek – ancak daha fazla insanı var etmeye devam etmenin doğuracağı sonuçların ahlaki aciliyetini göz ardı etmemeliyiz; ikisine de odaklanabiliriz. Bugün var olan herhangi bir sorunu çözmek için çabalayın ama çocuk sahibi olmayın ve başkalarını buna teşvik etmeyin.
Üremezseniz üzerinde çalışmayı seçtiğiniz sorunu çözmek için daha fazla zamanınız ve kaynağınız olacaktır; ayrıca ürememek kıtlık, kuraklık, pandemi vb. felaketler ve kötü sağlık sorunları yaşama potansiyeline sahip olan insan ve hayvanların sayısını azaltacaktır.
Var olan insan sayısını zamanla azaltmak, zaten var olanlara tüm kaynakları serbest bırakacaktır. Çocuk sahibi olmamak, kaynaklar için daha az “rakip” olduğu anlamına gelir; aksi takdirde doğmakta olan yeni insanların ihtiyaçlarını karşılamaya gidecek olan bu olanaklar bu sayede yardım etmeye çalıştığımız halihazırda burada bulunanların ve onlara yardım etmeye çalışan bizlerin hizmetinde olacak.
Ama doğmamış olsaydın tüm bu fikirlerini bizimle paylaşamayacaktın.
Zekice bir gözlem! Gerçekten de, ebeveynleri onları var etmemiş olsaydı, konuştukları kişi var olamazdı. Bununla birlikte, ebeveynlerinin onları dünyaya sunduğu gerçeği ve sonuç olarak şu anda bu mazereti öne süren kişiyle konuşuyor olmalarının, bunu yapmak için verdikleri kararın etik olup olmadığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Natalizmin varsayılan durum olduğu ve eleştirel düşünce olmadan kabul edildiği bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Evrimsel olarak üremeyi isteme eğilimindeyiz ve ebeveynlerinin üreme yolunda sorgusuz sualsiz yürümeleri bireyin hatası değildir.
Ayrıca bu mazeretin öne sürüldüğü kişi artık var olduğuna göre başkalarını ürememeye ikna etmek için üreme karşıtlığı hakkında olabildiğince çok diyalog kurmak (veya başka bir tür üreme karşıtı aktivizme katılmak) daha iyidir. Bu çaba esasen kötü bir durumdan olabildiğince fayda sağlamak veya size verilen durumla biraz iyilik yapmaya çalışmaktır. Bu bahanenin savunucusu ile yapılan sohbet de bu sohbetlerden biridir.
Acı özneldir. Çocukların çekeceği acının seninkiyle aynı olacağını bilemezsin.
Bu mazeret, gerçeklikte temeli olmayan bir iddia biçiminde servis edildiğinden, daha çok üremeyi meşrulaştırmak için servis edilen son çare gibi görünüyor. Karnistlerin veganlara söylediği o absürt “bitkiler de acıyı hisseder” bahanesinin natalist versiyonu diyebiliriz. Tüm insanların – ve diğer hayvanların da – aynı sinir sistemine sahip olmasına ve (belki de nadir görülen genetik anormallikler dışında) acıyı benzer şekilde deneyimlemesine rağmen çocuklarının her nasılsa acıyı yeni bir şekilde deneyimleyeceği ve bu yeni acı çekme türü, kendi deneyimlerimizden yeterince farklı olduğundan, kendi deneyimlerimizi, araştırmalarımızı ve bilgimizi referans noktası olarak kullanmamızın mantık dışı olacağını iddia ediyor. Her nasıl olacaksa çocuklarının sinir sistemi farklı bir anatomik biçim alacak ya da “acıyı” sinir sisteminden farklı bir mekanizma yoluyla tecrübe edecekler.
Gerçek şu ki, onların çocuklarının veya var olacak herhangi yeni bir varlığın acıyı farklı şekilde deneyimleyeceğini düşünmek için iyi geçerli bir nedenimiz yok. Onların önemli ölçüde farklı bir sinir sistemiyle, farklı bir acı biçimi yaratan veya deneyimlerini değiştiren yeni anatomik özelliklerle doğacaklarını düşünmek için hiçbir nedenimiz yok. Kanıtların ezici üstünlüğü bize onların tıpkı diğer herkes gibi olacaklarını, diğerleriyle aynı sinir sistemiyle doğacaklarını ve hepimiz gibi aynı şekilde acı çekeceklerini gösteriyor. Elbette, hepimizin farklı duygusal mizaçları var ve hoşlanıp hoşlanmadığımız şeyler farklı fakat aynı temellere sahibiz : eğer elimi kesip kopartırsan…bunu hissedeceğim ve canım yanacak.
Sen kimsin ki bana ne yapacağımı söyleyeceksin?
Bu, insanların – bilinçli olsun ya da olmasın – belirli bir ahlaki konuda kişisel sorumluluklarından kaçabilmek için kullandıkları bir tepkidir. Eylemlerini veya inançlarını haklı çıkarmak zorunda kalmak ve bir başkası tarafından sorumlu tutulmak istemedikleri için bu bahaneye başvurmayı tercih ederler. Bir katil, tecavüzcü veya çocuk tacizcisi de işlediği suçların hesabı sorulduğunda muhtemelen “Sen kimsin ki bana ne yapacağımı söyleyeceksin?” şeklinde tepki verecektir.
“Ahlaki inançlarınızı sadece ileri sürmekle yetinmek kabul edilmesi için yetersiz kalacaktır; bu inandıklarınız mantıklı argümanlarla ve tecrübeye dayalı kanıtlarla desteklenmelidir, aksi takdirde büyük olasılıkla görmezden gelinecek ve reddedilecektir.”
Michael Shermer
Bu mazeretin savunucusunun yanlış düşündüğünü kanıtlayabilmek ve genel üreme karşıtı etik ile yüzleştirebilmek için sohbeti hızla ana konuya geri taşımalıyız. Tartışma kurtarılabilecek gibiyse, örneğin şu şekilde devam ettirilebilir:
“Size ne yapacağınızı söylemeye çalışıyormuşum gibi geldiyse özür dilerim, amacım bu değil. Yapmaya çalıştığım tek şey, size bu konu hakkında daha önce karşılaşmamış olabileceğiniz bir düşünme şekli sunmak. Bunun rahatsızlık verici olabileceğini tamamen anlıyorum, bu konu hakkında konuştuğum çoğu insan başta tamamen yabancı bir fikir olduğunu düşündü ancak bu konuya bir süre gerçekten kafa yorduktan sonra bunun mantıklı olabileceği kanısına vardılar. Şu an için Antinatalizmin en çok hangi yönü size ters geliyor?”
Bu noktada onları doğrudan başka bir konuda düşünmeye yönlendirebilir ve sohbeti ilerletebilirsiniz.
Ya reenkarne olacak olursak. Bu durumda üreyip üremememiz hiçbir şeyi değiştirmez.
Bu savı çürütmeden önce kusurlarını onarmak adına, reenkarnasyonun gerçek olduğunu varsayarak tartışalım. Eğer reenkarnasyon gerçekse birisi neden insanların tekrar tekrar varolmasına kayıtsız kalsın? Tartışmasız, birisi varolduğunda refahı ile kumar oynanıyor. Bunu seçmediler, başkaları onları bu duruma zorladı ve sonunda gerçekten dayanılmaz acılarla dolu kısa bir hayat yaşayabilirler. Bu durumda, (reenkarnasyon kapsamında) sürekli olarak hayatın kıyma makinesine geri dönmeye zorlanacak hissedebilen taşıyıcıların sayısını olabildiğince azaltmaya çalışmak istemez miyiz? Ardından daha az insan varoluşta yeni bir beden bulacağı için çocuk istismarının kurbanları daha az olacaktır, ciddi bir engeli olan daha az çocuk olacaktır, genç yaşta açlıktan ölecek daha az insan olacak.
Tupac Shakur bir keresinde şöyle demiş:
“Tek ölüm korkum reenkarne olarak geri dönmek.”
Tupac bunu bir Antinatalist olarak söylemiş olabilir de olmayabilir de fakat anlatmak istediğimizi vurgulayan bir alıntıdır. Kim yeryüzünde herhangi birinin sürekli olarak varolmasını ve bu sebeple her seferinde ateş hattına karga tulumba taşınmasını ister ki? Bunun gerçekleşmesini engelleyerek mermilerin hedeflerine çarpma şansını azaltmalıyız.
Bu çok tehlikeli bir fikir! Bunun hakkında konuşurken dikkatli olmalısın.
Farkına varmamız gereken ilk şey, Antinatalizm felsefesinin kendi başına tehlikeli olmadığıdır. Tersine, tehlikeli olan hayat ve yeni hissedebilen canlıları var etmektir. Var olmayan varlıklar tehlikede mi? Hayır çünkü tehlikede olmak için önce var olmalılar. Aslında dünyadaki birçok tehlikeyi (örn. savaş, hastalık, tecavüz vb.), yeni insanları dünyaya getirmekle ve bu zararlara maruz kalacak yeni insanları yaratan, körleşmiş iyimser önyargı beslemektedir. Bir tehlikeye maruz kalacak kimse olmasaydı, artık tehlike söz konusu olmayacaktı!
Bütün bunları söyledikten sonra, insanların kötülükleri canlandırmak için felsefeleri saptırıp manipüle edebileceğini ve bunun gerçekten de Antinatalizm ile gerçekleşebileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Yine de bu felsefenin meşrutiyetini ortadan kaldırmaz. Tarih bize hem iyi niyetli hem de kötü niyetli aktörlerin, baskı ve şiddet gerektirmeyen, hatta teşvik etmeyen ilke ve felsefeler tarafından yönlendirilirken bile büyük acılara sebep olabileceğini ve olduğunu göstermektedir. Eşitlik ilkesini örnek alırsak eğer çoğumuz bu prensibi cinsiyet, ırk, milliyet vb. keyfi özelliklerinden bağımsız olarak, herkesin kânun önünde eşit fırsatlara sahip olması gerektiği şeklinde algılarız. Aynı ilke, sonuç eşitliği sağlamaya çalıştıklarında, totaliter partiler tarafından çarpıtılabilir ve sonucunda aşırı derecede baskıcı rejimlere yol açabilir.
Dünya üzerinde üretmiş olduğumuz tüm bu sanat eserleri ve güzellikler ne olacak? Hepsi kaybolup gidecek!
İnsanlar güzel bulduğumuz muhteşem yapılar, sanat, müzik ve edebiyat eserleri yarattı ancak güzellik görecelidir. Bir şeyin sahip olabileceği doğal bir “güzellik” niteliği yoktur, bu yalnızca bizim onlar hakkında sahip olduğumuz bir algıdır. Bazı seslerden, tatlardan, hislerden ve görünüşlerden zevk aldığımız için hayattayken kendimizi bunlarla kuşatmalıyız ama doğmadan önce bunları deneyimleme arzumuz olmadığı gibi öldükten sonra da böyle bir arzumuz olmayacak. Evet, insanlar yoksa, artık bu harika eserleri takdir edecek kimsenin olmayacağı anlamına gelir ancak bu bir kayıp değildir. Yaşarken bu eserleri deneyimlemek için bolca fırsatımız oldu ve şimdi deneyimleyecek kimse olmadığına göre…kimse bunlardan yoksun kalmayacak.
Doğmamış varlıkların, bu güzel eserlere tanık olmadıkları her an acı çektikleri ve var olmak için sıra bekledikleri bir cehennem bölgesi olmadığını hatırlatmakta fayda var. Aslında sadece namevcudiyet vardır.
Ayrıca yarattığımız tüm kötülükleri de düşünün. Her gaz odası, her bomba, her kurşun, her kılıç, her köle gemisi; hepsi de insanlar yüzünden var oldu. Bunların olmaması sanat eserlerinin varlığından daha önemlidir.
Senin bir sorunun var. Seninle birlikte çocuk sahibi olacak birini bulamadığın için çocuğu olanları kıskanıyorsun.
Bu bahaneyi kullananlar, üreme karşıtı etikle uğraşmak ya da en azından üreme karşıtı savları çürütmek için mücadele etmek yerine, bu fikri savunanlar hakkında kişisel varsayımlar üreterek itibarsızlaştırmayı ümit etmekteler.
Gerçek şu ki, Antinatalistler tıpkı herkes gibi flört, ilişki ve cinsel etkileşimler söz konusu olduğunda bir dizi yetkinliğe ve tercihlere sahipler; natalist olup istemediği halde bekâr olanlar olduğu gibi gönül çalmayı çok iyi bilen çapkın Antinatalistler de var. Antinatalislere bu tarz cevaplar verenlerin amacı – muhtemelen bilinçaltında da olsa – odağı mevcut ahlaki meseleden uzaklaştırmak ve mesajı iletenin hayalî bir “yetersizliğine” kaydırmaya çalışmaktır. Kendi argümanlarıyla asıl meseleye entelektüel olarak kafa yormak ve karşı savları çürütmek yerine, karşısındakiyle ve fikirleriyle alay ederek, meşrutiyetini ortadan kaldırma girişimidir. Tahmin edilebilir bir yanıt olduğu gibi Arthur Schopenhauer’in şu sözünü anımsatıyor:
“Tüm gerçekler üç aşamadan geçer. Önce alaya alınırlar; sonra kendilerine şiddetle karşı çıkılır; ve son olarak ise doğruluklarının çok açık olduğu ilan edilir.”
Bu, savunucunun cevabını bağlamsallaştıran ilginç bir alıntı olsa da, şu anda size gerçekten yardımcı olmuyor; öyleyse asıl meseleye geri dönelim. Bu “mazeret”, belirli bir amaca hizmet etmeyen ve ciddiye almaya değmeyecek bir kişisel saldırıdır. Bunu bir hakaret olarak algılamayın. Muhtemelen sohbeti üretken kılmak için, kendinizle veya samimiyseniz onlarla ilgili bir espri yapmak ve gülüp geçmek en iyisi olacaktır.
Yine de bebeklerin sevimli olduğunu düşünmüyor musun? Çok güzeller!
Doğru, insanlar (çoğunlukla) küçük çocukları sevimli bulacak şekilde evrimleştiler çünkü bu onlara ilgi göstermemizi ve onları korumamız anlamına geliyor. Bununla birlikte, çocukları sevimli bulduğumuz için onları varoluşa getirebileceğimiz oyuncaklara indirgeyemeyiz. Birinin sevimli olması, bizi güldürmesi ve içimizi ısıtması, onların var olması gerektiği anlamına gelmez. Sevimlilik, dikkati asıl mesele ile ilgili ahlaki konulardan ve daha da önemlisi, hissedebilen yeni varlıkları dünyaya getirmeme söz konusu olduğunda, kişisel sorumluluklarımız hakkında kendimize sormamız gereken ciddi etik sorulardan uzaklaştıran yüzeysel bir dikkat dağıtıcı faktördür.
Unutulmaması gereken son bir şey de birinin üremeye karşı olması, çocuk karşıtı olduğu anlamına gelmediğidir. Pek çok Antinatalist çocukları seviyor ve onlar için elbette en iyisini istiyor.
Aslında çocuklardan nefret ediyorsun öyle değil mi?
Birinin üremeye karşı olmasını ifade etmesinden, çocuklardan nefret ettiği anlamını çıkarmak akıl almaz bir varsayımdır. Etrafta çocuklardan nefret eden bazı insanlar olduğu ve bunların bir kısmının Antinatalist olabileceğini de vurgulamak gerekir. Ama çocukları döven, pazarlayan, havaAa uçuran tüm o insanları düşünün…bunların hepsinin ya da çoğunluğunun Antinatalist olduğunu gerçekten düşünüyor musunuz? Ben öyle düşünmüyorum. Herkes bir bireydir; bazı Antinatalistler çocukları sevebilir, diğerleri nefret eder, bir kısmı da kayıtsız kalabilir. Üreme ahlakı konusundaki konumumuzu belirleyen şey çocukları sevmemiz ya da sevmememiz değildir.
Aslında Antinatalizm bir felsefe olarak çocukların adına kumar oynanmasını ve ebeveynleri tarafından ateş hattına atılmasını önlemeyi amaçlamaktadır. Çocukların dünyada maruz kaldıkları tüm riskleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan tüm suiistimalleri bir düşünün. Kaç ebeveyn üremeye karar verirken çocuklarının gelecekteki refahını ciddiyetle dikkate alıyor? (almış olsalar bile üreme yine de etik olmazdı o ayrı konu). Riskten kaçınanlar ve masum bir bireyin hayatıyla kumar oynamaya istekli olmayanlar Antinatalistlerdir.
Şüphesiz, eğer Antinatalistler olarak çocuklardan nefret etseydik, onları yaşamın ateş hattına itmek isterdik ve onların acılarından zevk alırdık. Bunun olduğunu görmüyorum. Ben tersini görüyorum.
Bunu tartışmak anlamsız çünkü doğum karşıtları zamanla öldükçe doğum karşıtlığı ortadan kalkacak.
Bu bahanenin üstü kapalı olarak yaptığı varsayım (veya en azından yarım yamalak varsayım), fikirlerin veya etik ilkelerin yalnızca genetik soy yoluyla aktarılıyor olmasıdır; bu varsayım bir miktar doğruluk içerse de büyük ölçüde yanlıştır. Doğrusu, değerlerin ve ilkelerin ebeveynden çocuğa (garantisi olmadan) aktarılabileceğidir; ancak bu, değerlerin, ilkelerin ve etik inançların benimsendiği en etkili veya en yaygın mekanizma değildir. Bunlar ağırlıklı olarak deneyimler, diyalektik ve (özellikle şimdi internet çağında olduğumuzdan) yeni bilgilere maruz kalma yoluyla iletilir ve benimsenir. Hayvan hakları hareketi örneğini ele alırsak: Bu hareketteki insanların büyük çoğunluğu, hayvan haklarının meşruiyetini, hayvan haklarını destekleyen bir aileye doğdukları için değil bir belgesel izleyerek, sohbet ederek veya biraz tecrübe edinerek fark ettiler.
Evet, – liberal feminizm, siyasi haklar, hayvan hakları – gibi (hem geçmişte hem de günümüzdeki) adalet kampanyaları savunanlar için değerlerini ve inançlarını biyolojik çocuklarına aktarmada yavaş bir süreci mümkün kılıyor. Bununla birlikte, üreme karşıtı hareketteki insanlar da yetiştirmek için evlat edinebilir ve bunu zaten yapanlar var. Tıpkı biyolojik ebeveynlerin çocuklarının değerlerine yön vermeye çalıştıkları gibi, evlat edinilen çocukların koruyucu aileleri de çocuklarının değerlerine aynı şekilde yön verebilir.
Onları varoluşa getirmek için onlardan izin almaya gerek yok. İzin verecek veya vermeyecek kimse yok.
Bu mazeret (tamamen gereksiz olsa bile) bir başkasını ondan izin almadan açıkça, doğrudan ve önemli ölçüde etkileyecek bir eylemde bulunmanın uygun olduğunu iddia ediyor – veya en azından bunun için dolaylı olarak emsal oluşturuyor. Aslında bir kişiden rıza alma yükümlülüğünün, rızasını alabilecek bir mekanizma olmadığında bu yükümlülüğün ortadan kalktığını iddia ediyor.
“Razı olma” ile ilgili olarak üremeyi inceleyelim. Birisi üremediği takdirde, aksi halde var olmuş olacak kişiye zarar verme riski kesinlikle yoktur. Bir kişi üreyecek olursa, meydana getirilen çocuk (çoğu durumda kendileri veya ailelerinin kontrolü dışında) büyük zarar görme riski altındadır ve çoğu durumda varoluşu ancak büyük bir maliyetle (intihar) terk edebilir (insanların çoğunluğunun ötanazi hizmetlerine erişimi yoktur). Birinden onları ikinci duruma sokmak için rıza alamazsak (ve doğmamıştan rıza almak imkânsızsa), o zaman (özellikle alternatif seçenek sıfır zarar riski taşıdığı için) onlara empoze edilmesine yol açacak bir eylemde bulunmamalıyız. Her birimiz kendimizi büyük bir zarar görme riskiyle karşı karşıya bırakmakta özgürüz, ancak bunu yapmak gereksiz olduğunda (ve tamamen kaçınılabilir olduğunda) bir başkasını büyük zarar riskiyle karşı karşıya bırakma hakkını kendimizde görmemiz doğru olmaz.
“Razı olma” söz konusu olduğunda, birisi var olmadığı gerçeği ışığında, üremenin (bir eylem olarak) onları açıkça, doğrudan ve önemli ölçüde etkileyeceğini bildiğimizden dolayı, gözümüzün önünde olup olmadıklarına bakılmaksızın, onlara karşı ahlaki bir yükümlülük duymamız kaçınılmaz hale gelmiş olur.
Haydi gerçekçi olalım; bu bahaneyi kullanan ve muhtemelen çocuk yapacak insanlarla, henüz var olmamalarına karşın o varlığa karşı yükümlülüklerinin olduğunu fark ettikleri için aylarca hazırlık yapanlar aynı kişilerdir.
Çocuk yapmayarak Tanrı’yı oynamış oluyorsun.
“Tanrıyı oynamak” ne anlama geliyor? Bu söz genellikle başkalarının hayatlarını veya onları ilgilendirmeyen olayları kontrol etmek ya da yön vermek için baskı kuran birine atıfta bulunmak için kullanılır; burada söylenecek iki şey var.
Birincisi, bu bahane tanrı rolünü oynamanın kötü olduğunu ima ediyor. Peki neden kötü? Elbette, bir kişi veya grup tarafından diğerinin işlerine çirkin ve yanlış olan müdahaleler var ancak son derece olumlu olan müdahaleler de var. Diyelim ki dağlarda kaybolan ve açlıktan ölmeye başlayan bir grup insana rastlasaydık, onlara yiyecek ve su vermek için tanrıyı oynar mıydık? Tanrıyı oynamalı mıyız? Yoksa kendi halinde ilerleyen olaylar dizisinin devam etmesine izin mi vermeliyiz? Anlaşılacağı gibi tanrıyı oynamanın kendi başına kötü olmadığı aşikâr diye düşünüyorum; iyi ya da kötü olan şey “Tanrıyı nasıl ve ne zaman oynadığımızdır”.
İkincisi, (bahanenin ima ettiği gibi) “tanrı rolünün” kötü olduğunu varsayalım. “Tanrıyı oynamak” aslında üremedir! Biri üremiyorsa, nasıl “tanrı rolü yapıyor” olabilir? Birlikte “tanrıyı oynayacak” kimse yok – varoluşa girmesine engel olunan, doğmamış çocuklardan oluşan bir diyar yok. Öte yandan üremek, kelimenin tam anlamıyla – onu yaratmakla – birine yapabileceğiniz tanrısal bir eylemdir. Sizden bu gücü onlar üzerinde kullanmanızı istemediler, yarattığınız hayat size ait değil. Ürememekle değil ama üremekle tanrıyı oynamış oluruz.
Herkesi çocuk yapmaktan vazgeçirmek imkansız.
Bu mazereti öne süren kişiye karşı dürüst olmak gerekirse, söylediği doğru olabilir. Gerçeklik düzgün ve derli toplu olmadığı gibi, varolma nedeni insanların ahlaki ilerlemesine uygun olmak değildir. Belki de Pandora’nın Kutusu’nun açılması sonucunda üremeyle ilgili tam olarak çözülemeyen bir durum ortaya çıkmış olabilir. Üreme karşıtı hareket olarak nihai hedefimize (bu hedef kişiden kişiye farklılık gösterebileceği için her ne olursa olsun) ulaşamayabiliriz ancak bu bahanenin iki temel sorununa değinmekte fayda var:
- Bu, hiçbir şey yapmamak için geçerli bir neden değildir – Bir sorunu tam olarak ele almanın mümkün olmaması, elimizi eteğimizi çekmemiz ve hatta onu kısmen ele almaktan bile vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmez. Aynı mantığı başka herhangi bir duruma uygularsak, durumun saçmalığının farkına varırız; açlık konusunda hiçbir şey yapmamak için birinin “her zaman açlıktan ölen insanlar olacak…bunu tamamen ortadan kaldıramayız” dediğini hayal edin. Bu kişi çoğunluk tarafından ciddiye alınmayacaktır.
- Bu, mevcut soruna aktif olarak katkıda bulunmak için geçerli birsebep değildir – Bir sorunun tam olarak ele alınamıyor olması, o sorunun ölçeğini veya yoğunluğunu artırmaya aktif olarak katkıda bulunmak için bir bahane olamaz. Aynı örneği kullanacak olursak, birilerinin gıda maddelerini kasıtlı olarak başka bir yere yönlendirmek için bir bahane olarak “her zaman açlık çeken insanlar olacak…bunutamamen ortadan kaldıramayız” dediğini hayal edin. Aynı şekilde bu kişi de çoğumuz tarafından ciddiye alınmayacaktır.
Bir çocuğu evlat edinmek pahalıdır; herkesin parası yetmez.
Bu bahane yanlış bir ikilem içeriyor. Sizin için mevcut olan seçeneklerin ya evlat edinmeniz ya da doğurmanız olduğunu varsaymakta ama aslında bir çocuk yetiştirmek zorunda değiliz – sadece çocuk sahibi olmamayı tercih edebiliriz. Çocuk istiyor olsanız (ve bazı nedenlerden dolayı evlat edinemeseniz) bile bu size çoğalmanız için sınırsız yetki vermez. Bu “makul kılma yöntemi”, bazı insanların diğer hissedebilen canlıları öldürmek ve yemek için öne sürdüğü “gerekçeye” benzer çünkü alternatif ürünleri yemek istemezler (veya yiyemezler) (ör. bitkisel protein veya bitkisel sütler). Maalesef, arzumuzu etik yollarla tatmin edemiyorsak (veya alternatifleri reddediyorsak), o zaman tatmin olma şansımızı kaybetmiş oluruz. Evet, bazı arzularımızın yerine getirilememesi berbattır, ama dünya bizi mutlu etmek için varolmadı ve kendimizi tatmin etmek için başkalarına etik olmayan davranışlar yapamayacağımızın farkına varmalıyız. Elbette biz (doğum karşıtılar) bunu iletme şeklimiz konusunda duygusuz olmamalıyız, ancak kararlı olmamız gerekiyor.
Asıl mazereti ele alalım: bir çocuğu evlat edinmek gerçekten daha mı pahalı? Hamilelik sırasındaki tıbbi/gıda maliyetleri ve doğumla birlikte gelebilecek mali yük gibi biyolojik ebeveynliğe özgü bazı maliyetler olsa da bu sorunun doğru cevabı muhtemelen tamamen kişinin durumuna bağlı olacaktır.Hangi evlat edinme sistemine erişimleri var? Halihazırda kullanabilecekleri kaynaklar nelerdir? Yaşam kaliteleri nasıl? Çocuğu bir partnerle mi büyütüyorlar? Evlat edinmeleri için bir devletten tazminat alacaklar mı? Birisiyle konuşurken bu soruyu kendi tecrübelerimize göre yanıtlamaya çalışmak bile anlamsızdır çünkü bu faktörlerin her birinin onların yaşamında ne şekilde ortaya çıktığı hakkında muhtemelen hiçbir fikrimiz yoktur.
Sohbeti kuramsal olarak sürdürmek (bu cevabın ilk paragrafında olduğu gibi) ve sadece üremeyle ilgili temel etik tartışmayla alakalı deneysel bir tartışmada kaybolmamak muhtemelen daha verimli olacaktır.
Siz çocuk yapmıyorsunuz anlıyorum ama başkalarını rahatsız etmeyi bırakın! Vaaz vermenize gerek yok!
Bu bahane, üreyebilmek için bir bahane olmaktan çok üremenin etik çıkarımlarına eleştirel bir şekilde yaklaşma sorumluluğundan kaçmaya yönelik altbilinçsel bir çabadan öteye geçemez. Bu tepkiyi veren kişiye, dünya görüşünün temel bir parçasına meydan okuyan bir argüman/ayrıntı/perspektif sunuldu – üremenin ahlak dışı olduğu – ve muhtemelen yapmayı planladıkları bir şeyin (çocuk sahibi olmak) ahlaksız olduğu vurgulandı.
Üreme karşıtı etiği savunmanın nedenleri nelerdir? Bu sebepler, diğer herhangi bir ahlaki ilerleme biçimi ile aynıdır. Neden köleliğin kaldırılmasını savunuyorsunuz? Neden ırk ayrımcılığı içeren yasaların sona ermesini savunuyorsunuz? Eğer bunları savunmazsak ahlaki bir ilerleme gerçekleşmeyeceği için savunuyoruz – veya gerçekleşirse muhtemelen çok daha uzun süreceğinden. Ürememek tek başına yeterli değildir çünkü tarafsız bir eylemsizliktir – sadece bir soruna (aslında bir çoğuna) aktif olarak katkıda bulunmaz. Gerçekten bir fark yaratmak ve ilerlemeye katkıda bulunmak istiyorsak (mümkün ve uygulanabilir olduğunda) aktif olarak üreme karşıtı bir mesaj yaymamız gerekir.
Bunlara değindikten sonra, bu tepkinin kabaca geçerli bir sorunu öne çıkardığını kabul etmeliyiz. Birisi bu tepkiyi verecek noktaya geldiyse muhtemelen muhabbet pek iyi gitmiyor demektir; geçerlilik konusunu gündeme getirmek mantıklı olur. Üreme karşıtı bir mesajı savunmalıyız ancak bunu nasıl yaptığımıza dikkat etmeliyiz. İnsanların büyük çoğunluğu, üreme karşıtı mesajı zaten uç bir fikir olarak görüyor, bu yüzden (savunucuları olarak) onları bu görüşten soğutacak bir şekilde iletmek istemiyoruz. Bununla birlikte, nasıl bir yaklaşımla etkili savunma ortaya koyabileceğimiz, doğum karşıtı hareket olarak aramızda fikir alışverişi gerektiren bir konudur – yani böyle bir kitapçığın basitçe önerebileceği bir şey değildir.
İnsanların nesli tükense bile farklı bir uygarlık ve türler başka bir yerde ortaya çıkabilir.
Doğru, evrende başka medeniyetler veya hissedebilen canlılar olabilir; bizler nasıl doğadaki hayvanların kötü durumlarını iyileştirmek için insanların varoluşlarını sürdürmesi gerekip gerekmediğine dair bir tartışmaya kafa yoruyorsak, dünya dışı canlıların etik sorunlarını potansiyel olarak hafifletmeye yardımcı olmak için varlığımızın sürdürülmesi gerekip gerekmediği konusunda benzer bir tartışmaya kafa yorabiliriz. Bu tartışmaya değer bir konu olsa da bu gezegendekilerin acıları ile diğer gezegenlerdekilerin acılarını ele almak arasında iki önemli fark var gibi görünüyor: 1) Burada acı çeken varlıklar olduğunu biliyoruz (bu başka yerler için geçerli değil) ve 2) Dünya dışı hissedebilen varlıkların (eğer varsa) çektiği acıyı gidermek için büyük olasılıkla daha fazla teknolojik ilerleme (ve dolayısıyla nesiller) gerekecektir.
Öyleyse bu bahanenin mantığını aslında amaçlandığı gibi ele alalım: (başkalarına fedakârca yardım etme görüşü olmadan) üreme için bir gerekçelendirme. Bu mantık çizgisi esasen şu şekilde özetlenebilir: başka bir yerde veya zamanda bir şeyler oluyor veya olabiliyorsa, bunu burada/şimdi yapmakta haklıyım. Bu mantık çizgisinin başka herhangi bir şey için kullanılıp kullanılmadığını hayal edin; “Bu çocuğu taciz etmeyi neden bırakayım? Başka biri başka bir yerde veya zamanda başka bir çocuğu istismar edecek.” Evet, belki başka bir kişi sizinle aynı yanlış eylemi başka bir yerde ya da başka bir zamanda yapacak, ancak bu sizin şimdi yaptığınız şeyi haklı çıkarmaz. Uzakta olan bir davranış, bizi kendi kapımızın önünde olup bitenleri ele alma sorumluluğundan kurtaramaz.
Hayatın iyi ve kötü bir yanı olması gerekiyor. Kötü şeyler olmadan hayattaki iyi şeyleri takdir edemezsiniz!
Bu bahane, yaşamda deneyimlediğimiz olumlu şeyleri takdir etmek için gerekli olduğundan, hayatta deneyimlediğimiz olumsuz (veya belki de hiç de kötü olmayan) şeyleri birisine empoze etmek için haklı olduğumuzu iddia ediyor gibi görünüyor. Aslında gözden kaçırılan, ilk etapta kimsenin bu olumlu şeyleri istemediğidir. Varolmayan bir ‘kişi” olumlu şeyleri deneyimlemeye ilgi duymuyorsa, bu olumlu şeyleri deneyimlemeleri için onlara olumsuz deneyimler empoze etmek neden haklı olsun?
Bu bahane, yaşamda deneyimlediğimiz olumlu şeyleri takdir etmek için gerekli olduğundan, hayatta deneyimlediğimiz olumsuz (veya belki de hiç de kötü olmayan) şeyleri birisine empoze etmek için haklı olduğumuzu iddia ediyor gibi görünüyor. Yine farkına varılamayan şey, ilk etapta kimsenin bu olumlu şeyleri istemediğidir. Varolmayan bir “kişi” olumlu şeyleri deneyimlemeye ilgi duymuyorsa, bu olumlu şeyleri deneyimlemeleri için onlara olumsuz deneyimler empoze etmek haklı olabilir mi?
Hayat, refahı içeren bir dizi risk ve takastır ancak bunlar kimsenin kendisine dayatılmasını istemediği riskler ve takaslardır. Bir çocuğumuz olduğunda, onu doğasında acı çektiren bir işe kasti olarak bulaştırmış oluruz.
Hayatın kötü olduğunu söyleyemezsin. Hayatının yaşamaya değer olup olmadığına herkes ancak kendisi karar verebilir.
Bu bahane, yaşam ve üreme arasındaki ayrımı gözden kaçırıyor. Bu mazeret, hayatın temelde kötü olduğundan(veya yaşamaya değmeyeceğinden) emin olamayacağımızı, çünkü hayatının yaşamaya değer olup olmadığına karar vermek bireye has olduğunu iddia ediyor. Birisi varoluşa geldiğinde, hayatlarının yaşamaya değer olup olmadığına kendileri karar verecekleri doğrudur ancak üremeli miyiz? (ve böylece yaşamaya değmeyecek hayatları yaratmalı mıyız?) sorusu bundan tamamen ayrı bir sorudur.
Söz konusu olan, yeni bir hissedebilen canlı yaratma etiğidir (elbette daha fazla ayrıntı var ancak burada gerekli değil). Bazı insanlarının hatta belki de çoğunun öznel olarak kendi yaşamlarının yaşamaya değer olduğunu değerlendirecek olması gerçekten önemli değil; cömert olup insanların %99’unun hayatlarını yaşamaya değer olarak değerlendirdiğini varsayalım. Kimsenin var olması gerekmediği belliyken, yarattığımız bireylerden herhangi birinin – öznel değerlendirmeleri yoluyla – yaşamlarının yaşamaya değmediği (aslında işkence olduğu) kanısına varan %1’in bir parçası olabileceği göz önünde bulundurulduğunda, bu insanları dünyaya getirmenin beraberinde getirdiği zararları bildiğimiz halde, biz kim oluyoruz da yeni bir hissedebilen yaşamın sürekli olarak yaratılmasına katılmaya veya destek olmaya kalkışabiliyoruz? Şunu vurgulamak gerekiyor ki bu insanların tüm insanların sadece %1’i olması önemli değil, diğer %99’un hiçbirinin yaratılması gerekmiyor… öyleyse %1’in varlığı için nasıl bir gerekçe olabilirler?
Üremeyi bırakırsak, atalarımızın bizi bu noktaya getirmek için yaptığı fedakârlıklar hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Bu bahane de ilginçtir; esasen insan türünün varlığını sürdürmeyi atalarımıza borçlu olduğunu söyleme nedenleri, bunu sürdürmek için zorluklar yaşamış olmalarından kaynaklanıyor. Birincisi, atalarımız artık burada değiller – öldüler. Tıpkı otomobillerin veya internetin varlığından haberdar olmadıkları gibi devam edip etmemesi durumunda insan türüne ne olacağına dair de hiçbir fikirleri olmayacak.
İkincisi, bu mazeret atalarımızın yaptıklarını yücelterek bir tür başarı olduğunu ima ediyor. Elbette geçmişte birçok insan büyük şeyler başardı ve başkalarının hayatını iyileştirdi; bunun için tanınmalı ve hatırlanmalılar…ama insan türünü sürdürmek gerçekten de bir başarı olamaz. Bu noktaya kadar, sırf ceset yığınlarının üzerinde yükselip “bakın, bir iphone’um var” diyebilelim diye milyarlarca insan (ve trilyonlarca başka hayvan) işkence gördü ve öldürüldü. İnsanlık tarihinde keyfi bir konumdayız; üreyerek yaptığımız tek şey, ihtiyaç duyulmadığı halde yeni ihtiyaçlar yaratmaktır. Elbette şimdi doğmuş biri muhtemelen 200 yıl önce doğmuş birinden (bu birçok şeye bağlı olsa da) daha az acı çekecek ve belki ihtiyaçları daha fazla karşılanacaktır ancak bu ihtiyaçların ilk etapta var olması asla gerekmedi – bu anlamsız bir mazeret ve tüm riskler göz önünde bulundurulduğunda bir o kadar da tehlikeli.
Üçüncüsü (ve son olarak) insanlar, Dünya’nın yapısı üzerindeki etkisiyle (örneğin, antropojenik iklim değişikliği) kendi türleri üzerinde zaten bir yok olma baskısı oluşturmaktalar. Bu mazereti öne süren kişiler (ataları çok fazla fedakârlık yaptığı için) gerçekten insan türünün devam etmesini umursuyorlarsa, Dünya’nın yapısı üzerinde sebep olduğumuz zararı azaltmak için yine de ürememeyi tercih etmeleri gerekmez mi?
Çocuk sahibi olmamak sadece bir akım. Diğer tüm akımlar gibi sona erecek ve insanlar yeniden normale dönecek.
Bu mazeret gerçekten tuhaf çünkü üreme için bir bahane değil aksine daha çok doğurganlığı etik bir mesele olarak küçümsemenin bir aracıdır. Üreme karşıtı hareketi – yeni çıkan bir bilgisayar oyunu gibi – bir akıma benzeterek önemsiz gösterme çabası, başka herhangi bir ciddi etik hareketin (örn. liberal feminizm, hayvan hakları) başına gelebilecek(ve zaten geçmişte de gelmiş) temelsiz ve saygısız bir ön yargıdan öteye geçemez.
Muhtemelen bu mazereti öne süren kişi iddiaları için herhangi bir kanıt sunmayacaktır ve Christopher Hitchens’ın dediği gibi:
“Kanıt olmadan ileri sürülebilen şey, kanıt olmadan reddedilebilir.”
Ama yine de iddiaya bir göz atalım! Anti-üreme düşüncesi yeni değil, bin yıldan fazladır var. Sadece bir örnek olarak, Ab al-Alā al-Ma arrī, 973 – 1057 yılları arasında yaşamış olan üreme karşıtı bir filozoftu. Belki de en ünlü alıntılarından biri şudur:
“Bu, babamın bana karşı işlediği bir suçtur ve ben kendim bu suçu hiçkimseye karşı işlemedim”
Üreme karşıtı düşüncenin katılımcıları son yıllarda daha da arttığı göz önünde bulundurulursa ve bu kadar uzun süredir var olması, bir akım olmadığı, aksine kalıcı olduğunun bir göstergesidir.
Ama çocuklarımın cennette yanımda olmasını istiyorum!
Her ne kadar bu mazeret kişinin başkalarını önemsemeyip kendi arzularının peşinden koşmasından kaynaklanıyor olsa da bizlere yine de insanlarla empati kurmaya çalışmak yakışır. Bir cennetin (her ne şekilde olursa olsun) var olduğuna inanıyorlarsa, birinin sevdiği insanlara kavuşmak istemesi anlaşılır bir durumdur. Gözden kaçırdıkları şey, bunu başarmak için kullanmayı önerdikleri yöntemin(yani üreme), potansiyel olarak büyük miktarlarda ikincil zarara yol açacağıdır.
Hangi ikincil hasar? Çizginin bir adım ötesine geçerse (bu kişinin dünya görüşünün bir parçası olması muhtemel olan) cehennemde geçirebilecekleri potansiyel sonsuzluğu bir yana bırakın, bu kişinin varolduğunda başına gelebilecek tüm o dehşet verici şeyleri düşünün. Bir arzunuzu tatmin etmek için potansiyel olarak cehenneme(var olabilecek en korkunç yer) gitme riski olan başka birini varoluşa getirmeye razı oluyorsunuz, oysa var olmadıklarında böyle bir yere gitme riski yok. En kötü ihtimalle, yoğun ıstıraptan kaçınmak için veya en iyi ihtimalle bencil arzularınızın gerçekleşmesine hizmet etmek için (ayrıntıları kişinin dini inancına bağlı olarak değişecektir), atlamaları gereken bir dizi engel sıralamış olursunuz. Evet, hepimizin arzuları vardır ancak bu arzuların peşinden koşarken başkalarını hiçe sayamayacağımızı anlamalıyız. Bazen arzuların tatminsiz kalması gerekir.
Tüm bunlara ek olarak, birileri “cennete giden yolda” başkalarına rehberlik etme fikriyle bu kadar ilgileniyorsa, her zaman evlat edinebileceklerini unutmamalıyız. Bu kişinin gözünde, evlat edinilen bu çocuk zaten cehennem riskiyle karşı karşıyadır, bu yüzden yeni bir çocuğu bencil arzunuzu tatmin etmeye zorlamaktansa, evlat edineceğiniz çocuğu “cennete giden yola” yönlendirebilirsiniz. En azından onlara göre – kurtarabileceğimiz potansiyel mağdurlar – varken, neden cehennem için (ve Dünya’daki eziyet için) yeni potansiyel kurbanlar yaratalım?
Üremezsek, diğer insanlar benim bulunduğum gruba egemen olacak. Bunun olmasına izin veremem!
Bu mazeretin temelleri natalizm üzerine inşa edilmediği için aldatıcıdır. Aslında kişinin başka bir gruptan hoşlanmaması veya bu gruptan şüphesinden doğar – üreme sebebi daha çok grup hakimiyetinin sona ermesi için bir araç konumundadır. Bu gruplar din, milliyet, eğitim seviyesi, mali durum veya diğer pek çok şeye dayalı olabilir ve bu mazereti ele almak için altında yatan şüpheye değinmeniz gerekebilir. Buna rağmen (çoğu durumda) söylenebilecek birkaç şey var:
- Üreme gerekli değildir – Çoğu grup gönüllülük esasına dayanır (örn. düşünme şekillerine, davranışlara, hobilere vb.) ve bu yolla üye olmakisteyip istemediğimize karar veririz. Bu gruplar için yeni üyeler kazanmanın tek yolu veya en etkili yolu biyolojik çocuklar üretmek değildir. Aslında, halihazırda var olan insanları etkilemeye çalışmak, yeni bir insanı var oluşa getirip ardından etkilemeye çalışmaktan daha etkilidir.
- Üreme garanti değildir – Üreme, biyolojik çocuğunuzun sizin izinizden gideceğini ve ait olduğunuz grubun üyesi olmak isteyeceğini garanti etmez.
- Evlat edinmek daha iyi bir seçenektir – Çocukların (veya herhangi birinin) politik oyunlarda piyon veya araç olarak görülmemesi gerekir. Bu zihniyete sahip olsak bile üremenin yine de bir anlamı yoktur. Evlat edinme, (çocuğu etkileme açısından) üreme ile aynı belirsizlikle gelir ancak evlat edinerek o çocuğu diğer grubun etkisinden uzaklaştırmanın (çevreleri üzerinde daha fazla kontrole sahip olacağınızdan) ek bir “avantajına” sahip olursunuz.
Elbette, birisini içine veya dışarıdan entegre edemeyeceğimiz (örn. ırksal olan) bazı gruplar vardır – bu grubun yeni üyeler kazanması için üreme gerekir – ve bu nedenle, gerçekten, şüphenin kendisini(ırkçılık) ele almanız gerekir.
Varolmayışın daha iyi olduğunu nereden biliyorsun?
Bu mazeret, yalnızca bir durum (varoluş) hakkında somut bilgiye sahip olduğumuz ve diğerine (varolmayış) ilişkin somut bilgiye sahip olmadığımız için, onları çok daha kötü bir şeyden (varolmayış) kurtarma şansımız olduğu için yeni varlıkları meydana getirmenin makul olduğunu ileri sürer. Elbette, bu iddia tam tersine de çevrilebilir: varlıkları varolmayışta bırakmak mantıklıdır çünkü onları çok daha kötü bir şeyden (varoluştan) kurtarma şansımız olabilir. Mazeretin kendisine geri dönersek, iki şeyden birini iddia ediyor gibi görünüyor ve ikisiyle de başa çıkabiliriz:
- Varolmama özünde kötüdür – Bu mazeret biçimi, varolmayışın ne olduğu konusundaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor gibi görünüyor. Varolmayış, basit olarak hiçbir şeyin olmayışıdır ve varolmamanın kendi içinde kötü olması için, deneyimlendiğinde istenmemesi gerekirdi. Ancak, bunun deneyimlenmesi için, deneyimleyen birisinin olması gerekir…ama o zaman da bu artık varolmayış olmayacaktır.
- Varoluş, var olmamaktan nispeten daha iyidir – Varoluşu ve varolmayışı karşılaştıralım. Doğru şekilde özetlersek, varoluşun iki temel bileşeni vardır: tercih ettiğiniz şeyler (yani iyi şeyler) ve tercih etmediğiniz şeyler (yani kötü şeyler). Var olmamak kötü şeylere sahip değildir, bu iyi. Aynı zamanda iyi şeylere de sahip değildir ancak bu kötü bir şey değildir çünkü onları istemek/kaçırmak için var olmuyorsunuz. Var olmayış hiçbir ihtiyaç ya da isteği empoze etmez, asla sağlıksız veya tatminsiz olmayacaksınız; aslında tüm kötü şeyler varoluştan kaynaklanır – varolmayış bunların hepsini ortadan kaldırır.
Thomas Ligotti’nin dediği gibi:
“Varolmayış hiç kimseye zarar vermez. Varoluş herkese zarar verir.”
“Huzur içinde yatsın” dememizin bir sebebi var … çünkü varolmayış huzurdur.
Doğum karşıtlığı kadın ve feminist karşıtlığıdır. Bir kadına vücuduyla ne yapacağını söylemeye nasıl cüret edersin?
Bu mazeret esasen “bu benim kişisel seçimim” bahanesinin feminist yorumudur. Doğum karşıtlığının kadınlara bedenleriyle ne yapacaklarını söylediğini ve bir kadının vücuduyla ne yapacağının kişisel bir seçim olduğunu iddia ediyor.
İlk parça ile başa çıkma anlamında: doğum karşıtlığı kadınlara bedenleriyle ne yapacaklarını söylemeye çalışmaz, onları (veya herhangi birini) eylemlerinin(özellikle üreme) etik sonuçlarını düşünmeye ikna etmeye çalışır. İkinci parçaya gelince: evet, birisinin (hangi cinsiyet olursa olsun) bedeniyle yaptığı şey kişisel seçimidir ancak üremekle dolaylı yoldan başkasının bedenini eylemin sonuçlarına dahil ederiz ve işte burada etik mesele devreye girer. Kendi bedeninizle ne isterseniz yapabilirsiniz ama bedeninizi başka birini yaratmak ve onun hayatıyla kumar oynamak için kullanmak kişisel bir seçim değildir – başka birisi adına seçim yapıldığı için etik incelemeyi şart kılan bir eylemdi.
Bir başka nokta da ürememenin orantısız bir şekilde kadınlara fayda sağlayabileceğidir. Temelde hamileyken tüm iş kadına düşer ve doğumdan sonra (doğru veya yanlış) çocuk bakımının çoğu da yine kadınlara düşer. Çocuk olmadan, onları yetiştirmek için harcanan zaman ve enerji kadın tarafından istediği her başka şeyleri yapmak için kullanılabilir – bir çocuk sahibi olmak onun özerkliğini ve yapabileceği seçimleri azaltır.
Son olarak, kadınların karşılaştığı sorunlara tek bir gerçek çözüm olduğunu belirtmekte fayda var: varolmayış. İnsanları var etmemek, birçok kişinin karşılaştığı acılara, ayrımcılığa ve kontrollere kurban olma riskini ortadan kaldırıyor. Doğum karşıtlığı, ele almaya çalıştığı sorunlardan muzdarip bir dünyada, yeni kurbanların var olmasını engelleyerek feminizmi destekliyor gibi görünüyor.
Doğum karşıtlığı bir tarikattır!
Bu, üreme için bir bahaneden çok Antinatalizmi aşırı veya gülünç göstererek gözden düşürme çabasıdır; asıl amaç, (kendi dünya görüşüne meydan okuyan bu bakış açısıyla yüzleşmemek adına) Antinatalist görüşü savunanlarla karşılaşanların Antinatalistlerin söyleyeceklerine itibar etme gereği duymamalarını sağlamak.
Kısaca, üremenin etik olmadığı fikrinin, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” algı yönetim şekli’nin hemen dışında olması bu bahanenin uydurulmasına yol açabilir ancak daha önce olumlu bir izlenim bırakmamış olan Antinatalistlerle yollarının kesişmiş olması da olasılıklar arasında. Bu şekilde “din” ya da “tarikat” etiketinin doğum karşıtlarına yapıştırılması, kişinin zihninde bu etiketin felsefenin kendisine ilişkin algısının içine sızmasını sağlayabilirdi.
Diğer bir neden de çoğu insanın, doğum karşıtlarının amacının herkesin davranışlarını (tıpkı dinlerin takipçilerinin davranışlarını sıklıkla kontrol ettiği gibi) kontrol etmek istediklerini düşünmeleridir. Tabii ki durum böyle değil, herhangi bir etik ilkede ne kadarsa aynen o şekilde. Doğum karşıtlığının tek amacı bireylerin eylemlerinin (üremek veya üremeyi desteklemek) etik sonuçları üzerine kafa yormalarını sağlamaktır. Bu, diğer herhangi bir etik soruya cevap aramakla tamamen aynıdır: Sizi rahatsız eden birini öldürmek yanlış mı? Zevk için birini öldürmek doğru mudur? Hayır deseler bile biriyle seks yapmak doğru mudur? Bu sorulardan herhangi birini sormak, bir başkasını kontrol etmenin bir yolu olarak görülebilir ama aslında sadece birinin davranışının etiğini sorgulamaktır.
Bu bahaneyi ele alırken izleyeceğim temel yol, soru sormaktır: Hangi yönü tarikat gibi? Birkaç doğum karşıtının davranışını, felsefenin kendisiyle mi karıştırıyorsunuz? Dürüst olmak gerekirse, en iyisi tartışmaya değecek asıl konulara geri dönmek olacaktır çünkü bu gerçekten üreme için bir bahane olamaz.
Lawrence Anton – Kaynak (Erişim Tarihi: 25.03.2023)
Çeviren: Doğum Karşıtları
Siteye Uyarlayan: Taner Beyter