Hans Kelsen ile Marx, Engels ve Doğal Hukuk Üzerine – Anna Lukina

/
1179 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

1951 yılında Hans Kelsen, Marx ve Engels’ten Andrey Vyshinsky, Sergei Golunskii ve Mikhail Strogovich gibi 20. Yüzyıl Sovyet düşünürlerine komünist ve Marksist teorinin gelişimini incelemeyi ve eleştirmeyi hedefleyen “Komünist Hukuk Teorisi” başlıklı monografik eserini yayınladı. Bu Kelsen’in dikkatini Marksist temalara ilk yöneltişi değildi; “Bolşevizmin Siyasal Teorisi” başlıklı daha erken bir çalışması, “teoride anarşizmi, pratikte totalitarizmi” kucaklayan Bolşevik diktatörlüğün kafa karışıklığını incelemişti. Komünist Hukuk Teorisi’nde Kelsen, genel olarak komünist siyasi teoriyi irdelemekten daha özel olarak hukukun statüsünü incelemeye geçiyordu, ki bu daha iyi bilinen çalışmalarının merkezi bir temasıdır.

Kelsen’in komünist hukuku incelemesi, Soğuk Savaş bağlamında gerçekleşmişti. ABD için Avrupa’dan iltica etmiş biri olarak, zamanın siyasal haleti ruhiyesinden etkilenmekten kurtulamamıştı. “Pür bir şekilde” tarafsız bir gözlemci olmaktan uzak olan Kelsen, Sovyet yönetimini açık seçik şekilde eleştirdi ve Komünist Hukuk Teorisi’nin sonuç bölümünde “Sovyet hükümetinin hizmetçisi konumuna kadar düşürülmüş Sovyet hukuk teorisinin acınası durumu”ndan yakındı. Ancak o yıllarda bile Kelsen’in Marksizme yönelik tutumu ezici ağırlıkla olumsuz değildi. Örneğin “Seküler Din” isimli eserinde, Marx ve Engels’in Hegel’in din eleştirisini geliştirmesini överek, “diyalektik materyalizm, toplumsal gerçekliğinin nedensel bir açıklaması olduğu ölçüde -ki ana kaygısı bu yöndedir- kesinlikle bilimsel bir teoridir” diyordu. Belki de Marksizm hakkında böyle bir zamanda olumlu şeyler yazmanın yarattığı münakaşalardan ötürüdür ki Kelsen 1964’te kitabı baskıdan çekti. Dolayısıyla, her ne kadar Komünist Hukuk Teorisi’nin başarısı dönemin siyasi tutumlarına bağlanabilse de, Kelsen Marx ve Engels’i ciddiyetle ele aldı ve onların metinlerine önemli bir önyargı taşımadan yaklaştı.

Komünist Hukuk Teorisi’nin siyasi bağlamının akılda tutulması gerekse de, kitabın Sovyet hukuk teorisyenleriyle basit bir çarpışmadan çok daha fazlasını içeren çok daha geniş bir hukuki teori girişiminin bir parçası olduğu açıktır. Kelsen’in nihai hedefi hukuki pozitivizmi savunmaktı: siyasi ve ahlaki yargılardan arındırılmış “saf” bir hukuk teorisi. Böylelikle kitabını, komünist hukuk teorisinin hukukun doğasını açıklamaktaki başarısızlığının “gerçek sosyal bilimin ancak siyasetten bağımsız olması koşuluyla mümkün olduğunu” gösteren bir hatırlatıcı olduğunu belirterek bitiyordu. Kelsen’in monografisinin bu daha büyük amacı okuyucuları tarafından fark edildi. Özellikle hatırlanası bir örnek Reginald Parker’dan geliyordu ve kendisi 1956’da yazdığı kitap incelemesinde şöyle diyordu:

 Elimizdeki kitap değerlidir ancak komünizme karşı mücadelede yararlı olduğu için değil –bu siyasi hareketle onun hukuk teorileri ve teorisyenlerinin safsatalarına dikkat çekerek mücadele etmeye çalışmak bir muharebe kruvazörüne çakıl taşlarıyla saldırmak gibi olurdu-, daha ziyade kafası karışık düşünceye ve gerçeklikmiş gibi davranan hayallere (wishdreams) karşı hiç bitmeyen savaşımızda bir alet sağladığı için. Unutmamalıyız ki Kelsen’in kitapta bahsettiği safsataların hepsi çağlar boyunca, bu kadar yoğun olmasa da, komünist olmayan yazarlarda da görülmüştür.

O halde Parker’ın burada kast ettiği “hayaller” nelerdir? Kelsen’in kendisi, komünist hukuk teorisini “komünist olmayan ülkelerde yaygın olan sosyolojik hukuk biliminin yalnızca bir türü” olarak niteliyor. Ancak burada ilgilendiği tek şey Roscoe Pound gibilerine meydan okumak değil. Buna ek olarak, ve daha da önemlisi, “saf hukuk teorisi” üzerine ilk yazılarından başlayarak Grotius, Pufendorf, Hobbes, ve Locke gibi doğal hukuk düşünürleriyle bir diyaloğa giriyor. Burada tartışmanın ilgilendirdiği şeyler daha büyük: Çoğu sosyolojik teori yalnızca hukuku açıklama ve tasvir etme iddiasındayken, doğal hukuk teorileri hukukun ahlaki gerekçelendirilmesine dair bir sorgulamaya girişiyor. Doğal hukukçular ahlakı hukukun bir parçası olarak ele alıp pozitif hukukun ahlaki niteliklerini değerlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda daha üstün bir otoriteye atfederek onu meşrulaştırıyor. Dolayısıyla da doğal hukuk teorilerinden vazgeçmek, onların tasvir edici doğruluklarının ötesinde pratik sonuçlar doğuruyor; çünkü var olan hukuki düzenleri savunmak ya da eleştirmek için kullanılabiliyorlar.

Kelsen, Marx’ın teorisini açık bir şekilde bir doğal hukuk teorisi olarak ve dolayısıyla önceki çalışmalarında açığa çıkardığı savunmasızlıkların aynısını taşıyan bir teori olarak tarif ediyor:

Tıpkı doğal hukuk doktrininin doğadan yalnızca daha önceden ona ithaf ettiklerini çıkarabilmesi gibi, doğadan elde edilirmiş gibi yapılan çıkarımı da gerçekte doğayı yorumlayanın üstü kapalı bir varsayımıdır, ve de arzu edilen adalet doğada değil hukukçunun bilincinde gizlidir.(…) Marx’ın sosyal gerçeklikten çıkarırmış gibi yaptığı sosyal hakikat, sosyal gerçekliğin üzerine giydirilmiş olan kendi sosyalist ideolojisidir. Onun gerçekliği, tıpkı bir sihirbazın silindir şapkası gibi, istediğiniz şey şeyin sihirle üretilebildiği bir çift dibe sahiptir.

Başka bir deyişle, Marx ve Engels de doğal hukukçular gibi kendi görüşlerini nesnel bir “doğal hukuk” olduğu iddia edilen bir şeyle ikame ediyorlar. Dolayısıyla, onların ahlaken veya hukuken meşru kabul ettiği şeyler herhangi bir tür nesnel “doğal hukuk”tan ziyade kendi varsayımlarına dayanıyor. Ancak bu varsayımların bağımsız olarak gerekçelendirilmeleri gerekir, ve Kelsen’in belirttiği üzere, doğal hukuk teorisyenleri bunu yapmakta başarısız olup onun yerine “doğal hukuk” idealini nesnel olarak geçerliymiş gibi sunuyorlar. Sonuç olarak doğal hukuk düşüncesi kişinin idealinin desteklediği herhangi bir hukuk sistemini meşrulaştırmak için kullanılabilecek bir açık çek durumundadır, ve bu sistem de bu durumda komünist bir sistem oluyor.

Örneğin Marx ve Engels’in çalışmalarının temel özelliklerinden biri olan kötü şöhretli “yapı ve üst yapı ilişkisi”ni düşünün. Üst yapının bir parçası olarak, hukuku iktisadi bir temel – bir üretim biçimi, örneğin kapitalist üretim biçimi, ve onunla ilişkili üretim ilişkileri- tarafından yaratılır ve kısıtlanır. Üstyapının rolü yapıyı güçlendirmek ve dayatmaktır. Diğer bir deyişle, hukukun öne sürülen kurallar ve normların ötesinde bir şeyde bir temeli vardır, ve dolayısıyla insan kontrolünün sınırlarının dışında olmak bakımından “doğal”dır. Ek olarak, Marx ve Engels insanların “doğaları” gereği tahakkümden özgür olduğunu, ama kapitalist toplumdaki “hayatın durumunun” “bu doğanın düpedüz, kapsamlı ve güçlü bir yadsınmasına” yol açtığını düşünüyorlardı. Bu yabancılaşma, insanları yabancılaşmadan kurtaracak olan komünizme geçişi gerekçelendiren şeylerden bir tanesiydi. Bu anlamda, Marx ve Engels’in teorileri gerçekten de Kelsen’in gözlemlediği gibi pozitif hukuktan bağımsız “doğal” olgular üzerine inşa oluyor.

Ancak Marx ve Engels’in teorilerinin bu unsurları, pozitif hukukun köken ve amacını yalnızca sosyolojik olarak açıklıyor(yapı-üst yapı ilişkisinin yaptığı üzere) ve daha sonra onu eleştiriye tabi tutuyor(insanların doğal özgürlüğüne başvurarak yaptıkları gibi). Hiçbir biçimiyle hukuku meşrulaştırmıyorlar. “Doğa”yı kullanarak yeni bir hukuk vizyonunu savunmaktan ziyade, kapitalizmin yıkılmasını ve hukukun ve devletin kademeli bir şekilde “yok olup gitmesini” salık veriyorlar. Dolayısıyla Marksist hukuk anlayışının spesifik ahlak anlayışlarından beslenen bir hukukun üstünlüğü idealine başvuran doğal hukuk yaklaşımını doğrudan taklit ettiğini iddia etmek güçtür. Öyle ki, Kelsen’in kendi pozitivizmini Marx ve Engels’in pozisyonuyla bağdaştırmak mümkündür, çünkü onların çalışmaları hukukun kökenlerine ve işletimine odaklanır ve bir normlar sistemi olarak da tanımlanabilecek olan hukukun “doğası” hakkında büyük ölçüde nötrdür. Marx ve Engels’in (sistematik olmayan ve dağınık) hukuk analizi, dolayısıyla, şüpheci bir analizdir ve en azından “doğal hukuk” düşünceleriyle münasip bir şekilde sınırlandırıldığı müddetçe hukuka yönelik bir inanç besleyen doğal hukuk teorilerinin aksine, hukuki biçimin kendisini eleştirir.

Kelsen’in iddia ettiğinin aksine, Marx ve Engels kesinlikle doğal hukukçu değildirler. Fakat Komünist Hukuk Teorisi yine de incelemeye değer. Kelsen, Marx ve Engels ve onların Lenin ve Pashukanis gibi entelektüel devamcılarının dışında Vyshinsky ve Petr Stuchka gibi post-kapitalist bir toplumda hukuka farklı bir rol biçen ve sosyalizmin ilkeleri üzerine kurulu bir hukuk sistemi tasavvur eden yazarları da inceliyor. İkincisi ve daha önemlisi, Kelsen’in kitabı komünist hukuk düşüncesini ana akım hukuki teorik yazına dahil etme girişimine harika bir örnek teşkil ediyor. Her ne kadar Kelsen Marx ve Engels’in düşüncesini pozitivizm-doğal hukuk ikiliğine sığdırmaya çalışarak hata etse de, bu hata yalnızca hukuka olan inancı değil ona karşı şüpheciliği de açıklayan gerçek manada evrensel bir hukuk teorisinin geliştirilmesinde öğretici olabilir.


Anna Lukina– “Kelsen on Marx, Engels, and Natural Law — Anna Lukina“, (Erişim Tarihi: 08.07.2021)

Çevirmen: Ege Aydın

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Tümüyle Hür Bir İradenin İmkânsızlığı Üzerine Bir Deneme – Çağan Fırtına

Sonraki Gönderi

Kategori Hataları, Paradokslar: Husserl ve Russell – Nazif Muhtaroğlu

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü