Marx’ın Yabancılaşma Teorisi’ne Başlıca Katkıları – Marcello Musto

//
216 Okunma
Okunma süresi: 12 Dakika

Yabancılaşma, 20. yüzyılın en önemli ve en yaygın ölçekte tartışılan temalarından biri olmakla birlikte Marx’ın bu olguyu kuramlaştırması, kavramın oluşumunda kilit bir rol oynamıştır. Gelgelelim, bunun yaratabileceği kanının aksine, yabancılaşma teorisinin kendisi çizgisel bir şekilde gelişmemiş olup Marx’ın yabancılaşma üzerine tefekkürlerini barındıran ve önceden bilinmeyen metinlerin yayınlanması, bu teorinin gelişiminde ve dünyaya yayılmasında önemli momentler olmuştur.

Marx, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda “yabancılaşmış emek” kavramını kullanarak yabancılaşma meselesini felsefi, dini ve siyasal alandan iktisadi maddi üretim alanına taşıyarak genişletmekle kalmamış, aynı zamanda ikincisini ilkinin anlaşılmasının ve üstesinden gelinmesinin ön şartı kılmıştır. Ne var ki 1844’teki kavramsallaştırma, yalnızca başlangıç niteliğinde ve kabataslak bir yabancılaşma kuramsallaştırması idi ve Marx henüz 26 yaşındayken yazılmıştı. Her ne kadar Kapital’in yayınlanmasından önce Marx’ın giriştiği 20 yıldan uzun araştırma süreci boyunca mühim derecede evrim geçirmiş olsa da yabancılaşmaya dair Marksist teorilerin çoğu, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’ndaki eksik ve “öz-yabancılaşma”(self-alienation/Selbst-Entfremdung) kavramının önemini kesinlikle abartan gözlemlere dayanma hatası ile malul olageldi.

1850’lerin ve 60’ların ekonomik yazılarında, Marx’ın yabancılaşma üzerine düşünceleri daha erken dönemde kaleme alınan felsefi elyazmalarındakinden çok daha kapsamlı ve detaylıdır. Marx’ın bu metinlerdeki görüşleri, burjuva toplumda yabancılaşmanın eleştirisi ile kapitalizmin olası bir alternatifi tasvirini bir araya getirmeleri bakımından daha da güçlüdürler.

Yabancılaşma Kavramının Uzun Yolculuğu

Yabancılaşma ilk defa Georg W. F. Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde (1807) sistematik biçimde ele alındı. Burada Entausserung (öz-dışsallaştırma), Entfremdung (uzaklaşma) ve Vergegenständlichung (birebir çeviri ile: nesne-haline-getirmek) kavramları benimsenerek Tin’in kendisinden başkalaşmasına işaret edildi. Yabancılaşma Hegelci solun yazılarında öne çıkmaya devam etti ve Ludwig Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü’ndeki (1841) dinsel yabancılaşma, yani insanın kendi özünü hayali bir ilaha yansıtması teorisi de yabancılaşma kavramının gelişimine katkı sağladı. Ancak akabinde kavram felsefi düşünüşten kayboldu ve 19’uncu yüzyılın ikinci yarısının büyük düşünürlerinden hiçbirinden ciddi ilgi görmedi. Marx dahi kendisi hayattayken yayınlanmış çalışmalarında yabancılaşma terimini nadiren kullandı. İkinci Enternasyonal’in (1889-1914) Marksizm’inde ise yabancılaşma tartışması hiç yer almadı.

Ne var ki bu dönemde çok sayıda düşünür, daha sonraları yabancılaşmayla ilişkilendirilen kavramlar geliştirdiler. İş Bölümü (1893) ve İntihar (1897) eserlerinde Emile Durkheim, iş bölümünün büyük bir genişleme geçirmesini takiben toplumsal kohezyonu güvence altına alan normların krize girmesini barındıran bir dizi olguyu belirtmek üzere “anomi” terimini öne sürdü. Üretim sürecindeki büyük değişimlere doğal olarak eşlik eden toplumsal eğilimler, Alman sosyologların düşüncesinin de temelinde yatıyordu. Paranın Felsefesi (1900) eserinde Georg Simmel, toplumsal kurumların birey üzerindeki tahakkümüne ve insan ilişkilerinin artan gayrişahsiliğine büyük dikkat sarfederken; Ekonomi ve Toplum (1922) kitabında Max Weber, kapitalizmin özü olarak gördüğü toplumun “bürokratikleşmesi” ve insan ilişkilerinde “rasyonel hesaplama” olgularının üzerinde durdu. Ama bu yazarlar insan ilişkilerinin durdurulamaz eğilimlerini tarif ettiklerini düşünüyorlardı ve düşüncelerine rehberlik eden şey sıklıkla mevcut toplumsal ve siyasal düzeni geliştirme isteği olup kesinlikle onu yeni bir düzenle değiştirme isteği değildi.

Yabancılaşmanın yeniden keşfi, Tarih ve Sınıf Bilinci (1923) kitabında emek faaliyetinin insanların karşısına, onlar üzerinde dışsal özerk yasalar vasıtasıyla tahakküm kuran nesnel ve bağımsız bir şey olarak çıkması olgusunu tarif etmek için “şeyleşme” terimini ortaya atan Georg Lukacs sayesinde oldu. Kavramın yayılışında bir devrim niteliği taşıyan belirleyici hadise, Marx’ın gençliğinde yazılıp daha önce yayınlanmamış olan ve yabancılaşmanın emek ürününün üreticinin karşısına “yabancı bir şey, üreticiden bağımsız bir güç” olarak çıkması olgusu olarak sunulduğu 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nın 1932 gibi geç bir tarihte ortaya çıkmasıydı. Marx, işçinin burjuva toplumunda dört şekilde yabancılaştığını söylüyordu:

  1. kendi emeğinin, “onun üzerinde iktidara sahip yabancı bir nesne” haline gelen ürünü ile,
  2. sanki “ona ait değil”mişçesine “kendisine karşı yönelmiş” olarak algıladığı çalışma faaliyetinde,
  3. insanın, “ona yabancı bir varlığa” dönüşen “tür-varlığı” ile,
  4. diğer insanlar vasıtasıyla, “onların emeğiyle ve emeğin nesnesi ile” ilişki içinde.

Hegel’in aksine Marx için yabancılaşma, nesneleşmenin kendisiyle sınırdaş olmayıp daha ziyade belli bir ekonomi biçimine sahip bir olguyla, yani ücretli emekle ve emek ürünlerinin üreticilere karşıt duran nesnelere dönüşümüyle bitişikti. Hegel’in yabancılaşmayı emeğin ontolojik bir tezahürü olarak sunduğu yerde Marx, onu, özel bir üretim evresi olan kapitalizmin karakteristiği olarak gördü.

Bunun aksine 20’nci yüzyılın erken döneminde yabancılaşmayı ele alan yazarların çoğu onu hayatın evrensel bir veçhesi olarak düşündüler. Varlık ve Zaman’da (1927) Martin Heidegger, yabancılaşmaya tümüyle felsefi temellerde yaklaştı. Heidegger’in sahip olduğu yabancılaşma fenomenolojisi için kullandığı kavram “düşkünlük” [Verfallen] (çeviri kaynağı), yani insan varoluşunun kendini çevresini saran dünyanın sahteliğinde kaybetme eğilimiydi. Heidegger bu düşmüşlüğü “belki insan kültürünün daha ileri aşamalarının kurtulabileceği kötü ve acınası bir özellik” değil “dünyada-varolmanın varoluşsal bir biçimi”, tarihin temel boyutunu kısmen oluşturan bir gerçeklik olarak tasavvur etti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Fransız varoluşçuluğunun etkisi ile hem felsefede hem de öyküleyici edebiyatta yabancılaşma, tekrar tekrar kendini gösteren bir tema haline geldi. Ancak insanın toplumdan yaygın hoşnutsuzluğuyla, insan bireyselliği ve deneyim dünyası arasında bir ayrışmayla, üstesinden gelinemez bir condition humaine ile özdeşleştirildi. Varoluşçu filozoflar yabancılaşmanın kaynaklandığı toplumsal bir köken öne sürmediler, onu insan ötekiliği ile ve tüm “doğruluk”la kaçınılmaz olarak bağlı görüyorlardı (şüphesiz ki Sovyet deneyiminin başarısızlığı böyle bir görüşün lehineydi). Kendisini kapitalist üretim ilişkilerinin karşısına konumlandıran Marx, insanın boyunduruk altına alınışının bir eleştirisinin geliştirilmesine yardımcı oldu. Varoluşçularsa Marx’ın yapıtının kendi yaklaşımları için kullanışlı gördükleri kısımlarını özel bir tarihsel eleştiriden yoksun ve yalnızca felsefi bir tartışma içerisinde soğurmaya çalışarak Marx’ın tersine bir güzergah takip ettiler.

Herbert Marcuse de yabancılaşmayı nesneleşmenin kapitalist üretim ilişkilerindeki tezahürü ile değil doğrudan kendisiyle özdeşleştirdi. Eros ve Uygarlık (1955) metninde Marx’la arasına mesafe koyarak, insan özgürleşmesinin emeğin kurtuluşu ile değil ancak lağvedilmesi ile ve toplumsal ilişkilerde libidonun ve oyunun onaylanmasıyla başarılabileceğini savundu. Marcuse nihayetinde genel olarak teknolojik tahakküme karşı çıkmaya başlayınca kapitalist üretim ilişkileri onun yabancılaşma eleştirilerinin hedefi olmaktan çıktı, ve toplumsal değişim üzerine mülahazaları işçi sınıfını sıklıkla sistemin müdafaasına çalışan öznelere dahil edecek denli karamsardı.

Yabancılaşma Teorisi’nin Dayanılmaz Cazibesi

On yıl sonra yabancılaşma terimi ana akım Kuzey Amerika sosyolojisinin lügatına da girdi. Ana akım sosyoloji yabancılaşmayı toplumsal ilişkilerin değil tekil bireysel insanın bir problemi olarak ele aldı ve çözüm arayışları da toplumu değiştirme amacı taşıyan kolektif pratiklere değil bireylerin mevcut düzene uyum sağlama kapasitelerine merkezi yer tanıdı. Bu büyük yaklaşım değişimi nihayetinde toplumsal-tarihsel faktörlerin çözümlemesinin seviyesini düşürdü. Marksist gelenekte yabancılaşma kavramı kapitalist üretim tarzının en keskin eleştirilerinden bazılarına katkı sağlamışken, kavramın sosyoloji alanındaki kurumsallaşması onu bireyin toplumsal normlara yeterince uyum sağlayamama haline indirgedi. Bu yorumlar, yabancılaşma diskurunun fakirleşmesine su taşıdılar ve yabancılaşma bazı sosyologlar için, insanın çalışma faaliyetine ilişkin karmaşık bir görüngü olmak şöyle dursun, yaratıcılığı ifade etmenin bir aracına, olumlu bir fenomene dönüştü. Bu şekilde yabancılaşma kategorisi, anlamını neredeyse tamamen yitirecek denli sulandırıldı.

Aynı dönemde yabancılaşma kategorisi psikanalize de giriş yaptı ve Erich Fromm tarafından Marksizm’e bir köprü kurmak için kullanıldı. Ne var ki Fromm, esas vurguyu öznelliğe yapıyordu ve Sağlıklı Toplum (1955) metninde “bireyin kendini yabancı olarak deneyimlediği bir varoluş biçimi” olarak özetlediği yabancılaşma kavramı, dar bir şekilde bireye odaklı kaldı. Fromm’un Marx’taki kavramı kullanış şekli yalnızca 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’na dayanıyordu ve Marx’ın düşüncesinde yabancılaşmış emeğin özel ve merkezi konumunu anlamakta eksik kalıyordu. Bu boşluk Fromm’u objektif yabancılaşmaya, yani işçinin emek sürecindeki ve emek ürünüyle ilişki içindeki yabancılaşmasına, gerekli ağırlığı tanımaktan alıkoydu.

1960’larda yabancılaşma kuramları ciddi rağbet görmeye başladı ve kavram, dönemin ruhunu eksiksiz yansıtıyor gibi görünüyordu. Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda (1967) yabancılaşma teorisiyle maddi olmayan üretimin eleştirisi arasında bir bağ tesis etti: “’ikinci endüstri devrimi’ ile birlikte yabancılaşmış tüketim, yabancılaşmış üretimle aynı derecede kitleler için bir görev haline gelmiştir”. Tüketim Toplumu’nda (1970) Jean Baudrillard, Marksizmde üretime yapılan merkezi vurguyla arasına mesafe koyarak modern toplumun başat faktörünü tüketim olarak belirledi. Reklamcılığın ve kamuoyu yoklamalarının yapay ihtiyaçlar ve kitlesel fikir birliği yarattığı “tüketim çağı”, “radikal yabancılaşma çağı” idi. Ancak terimin popülerliği ve ayrım gözetmeksizin kullanılması derin bir kavramsal muğlaklık doğurdu. Yabancılaşma kavramı birkaç yıl içinde insan mutsuzluğu spektrumunun bir ucundan diğerine uzanan, asla değiştirilemeyeceği hissini yaratacak denli her şeyi kapsayan boş bir formül haline geldi. Yabancılaşma teorileri gerçek bir ilgiye muhataptı ve dünya üzerinde yüzlerce yabancılaşma kitabı ve makalesi yayınlanıyordu. Düpedüz ve tümüyle bir yabancılaşma çağıydı bu. Çeşitli siyasal arka planlardan ve akademik disiplinlerden yazarlar bunun sebeplerini metalaşma, aşırı uzmanlaşma, anomi, bürokratikleşme, konformizm, tüketimcilik, yeni teknolojiler karşısında kendilik hissiyatının kaybı, hatta şahsi izolasyon, kayıtsızlık, toplumsal ve etnik ötekileşme ve çevresel kirlilik olarak saptadı. Yabancılaşma kavramının ciddi bir çarpıtmaya uğradığı ve tam da çok uzun zamandır onlara karşı yöneltilmiş olduğu toplumsal sınıfların temsilcileri tarafından kullanılır olduğu Kuzey Amerika akademisi bağlamında söz konusu tartışma daha da paradoksal bir hal aldı.

Karl Marx’a Göre Yabancılaşma

Marx’ın 1857-58 yılında yazdığı ama yalnızca 1970’lerin başında popülerleşen bir elyazması olan Grundrisse’nin yayılması, dikkatleri Marx’ın olgun dönemindeki yazılarında yabancılaşmayı nasıl kavramsallaştırdığı noktaya yöneltti. Buradaki çözümlemeler, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’ndakini anımsatsa da ekonomik kategorilere dair çok daha derin bir anlayışla ve çok daha titiz bir toplumsal analizle zenginleşmişti. Grundrisse’de Marx “yabancılaşma” terimini birden fazla kez kullandı ve kapitalizmde “her bir birey için yaşamsal bir koşul haline gelen genel faaliyet ve ürün mübadelesi, yani bireylerin karşılıklı iç bağlantıları, onlara yabancı bir şey gibi, özerk olarak görünür. Mübadele değerinde, kişiler arası toplumsal bağlantı şeyler arasındaki toplumsal bir ilişkiye, şahsi kapasite nesnel servete dönüşür” diye yazdı.

Grundrisse, Marx’ın olgunluk döneminden bir yabancılaşma yaklaşımı içeren tek tamamlanmamış çalışması değildi. Grundrisse yazıldıktan beş sene sonra, Kapital, 1. Cilt: 1. Kitap, Bölüm 6, yayınlanmamış (1863-64), yabancılaşmanın iktisadi ve siyasi çözümlemelerini birbirlerine yaklaştırdı. “Sermayenin emek üzerindeki egemenliği” diye yazıyordu Marx, “şeylerin insanlar üzerinde, ölü emeğin canlı emek üzerinde, ürünün üretici üzerinde egemenliğidir”. Kapitalist toplumda, “emeğin toplumsal üretkenliğinin sermayenin maddi özelliklerine aktarımı” yoluyla, hakiki bir şekilde “kişilerin şeyleşmesi ve şeylerin kişileşmesi” söz konusu olup “emeğin maddi koşullarının işçiye değil işçinin emeğin maddi koşullarına tabi olduğu” görünümünü yaratır.

Erken dönem felsefi yazılara kıyasla bu ilerleme, Kapital’in meşhur “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı” (1967) başlıklı bölümünde de göze çarpar. Marx’a göre kapitalist toplumda insanlar arası ilişkiler “kişiler arasındaki doğrudan toplumsal ilişkiler olarak değil, insanlar arasındaki maddi ilişkiler şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler olarak” görünür. Bu olguya “meta olarak üretildikleri anda kendisini emek ürünlerine yapıştıran ve dolayısıyla metaların üretiminden ayrılamayacak olan fetişizm” der. Meta fetişizmi, erken tarihli yazılarındaki yabancılaşmanın yerine geçmemiştir. Marx, burjuva toplumunda insani nitelik ve ilişkilerin şeyler arasındaki nitelik ve ilişkilere dönüştüğünü savunmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” adını vereceği bu teori, söz konusu olguyu insan ilişkileri yönünden aydınlatırken; fetişizm kavramı onu metalarla ilişkisi bağlamında ele almıştır.

Marx’ın bütün bu yazılarının yayılması, ana akım sosyoloji ve psikolojide hegemonyayı elinde bulundurandan farklı bir yabancılaşma kavrayışının yolunu açtı. Bu kavrayış, yabancılaşmanın pratikte aşılmasına, toplumsal hareketlerin, partilerin ve sendikaların işçi sınıfının çalışma ve hayat koşullarını değiştirmek için giriştiği siyasal eylemliliğe yönelik olarak geliştirilmiş bir kavrayıştı. Dolayısıyla Marx’ın yabancılaşma üzerine yazılarının, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları 1930’larda çıktıktan sonra, ikinci jenerasyonu olarak düşünülebilecek metinlerin yayınlanması yalnızca yeni yabancılaşma çalışmalarına tutarlı bir kuramsal temel sağlamakla kalmadı, hepsinden önemlisi  o yıllarda dünyada patlayan olağanüstü siyasi ve toplumsal hareketlere anti-kapitalist bir ideolojik platform sağladı. Yabancılaşma, filozofların kitaplarını ve üniversitelerin konferans salonlarını terk edip sokaklara ve işçi mücadeleleri alanına döküldü ve burjuva toplumunun genel bir eleştirisi haline geldi.

Son on yıllarda, emekçilerin dünyası çığır açıcı yenilgilere uğradı; ayrıca sol hala derin bir krizin ortasında görünüyor. Neoliberalizmden sonra, 19’uncu yüzyıldakine pek çok açıdan benzeyen sömürücü bir sisteme geri dönmüş bulunuyoruz. Tabi ki Marx pek çok çağdaş probleme cevap veremez ama kilit önemdeki soruları da Marx işaret etmektedir. Piyasanın ve bireyler arası rekabetin hükmettiği bir toplumda Marx’ın yabancılaşma üzerine güncelliğini en iyi koruyan düşüncelerinin yeniden keşfi, hem geçmişi anlamak hem de bugün kapitalizmi eleştirmek için hala vazgeçilemeyecek eleştirel bir araç sunmaktadır.


Marcello Musto Canada – “Marx’s Main Contributions to the Theory of Alienation“, (Erişim Tarihi: 06.04.2023)

Çevirmen: Ege Aydın

Editör: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü