Kuş Gribi, İtlaf ve Hayvan Hakları – Prof. Dr. Hasan Yücel Başdemir

Kuş gribi, bir kanatlı hayvan hastalığıdır. 1999 yılında bu hastalığın insanlara da bulaştığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine hastalıkla mücadele için kanatlıların itlaf edilmesi yoluna gidilmiştir. Bu amaçla Türkiye’de 2006 yılında kanatlı hayvanlar itlaf edilmiştir. Bu süreçte etik bazı ilkelere riayet edilmemiş ve insan hakları ve hayvan hakları ile ilgili bazı ihlaller olmuştur. Bu, hastalıkla mücadeleyi zorlaştıracak bir durumdur. Hayvan hakları ile ilgili felsefî ve aktivist yaklaşımlar, hastalıkla mücadele için bize etik araçlar sağlar. Sonuççu ve deontolojik etik yaklaşımların yanı sıra veganizm, vejeteryenizm ve hayvan huzuru gibi aktivist hareketler, hayvanlara uygun davranmanın yolunu gösterir. Hayvanlara karşı uygun muamele için bu hareketlerden birini öncelemek gereksizdir. Bunların her biri, çevre ve hayvan hakları bilincinin gelişmesine katkı sağlar. Türkiye’de yapılan itlaf sadece hayvan hakları ile ilgili sorun ortaya çıkarmadı; mülkiyet hakları, çevre sorunu, çocuk hakları ve insan sağlığı gibi sorunlarla karşı karşıya kalındı.

/
1144 Okunma
Okunma süresi: 24 Dakika

Avian influenza veya (H5N1) şeklinde de isimlendirilen ve farklı türleri olan kuş gribi (bird flu) hastalığı, 100 yıl önce ilk olarak İtalya’da tanımlanan ve dünyanın değişik yerlerinde de zaman zaman salgın şeklinde ortaya çıkan bir hayvan hastalığıdır. 1959 yılında hastalık İskoçya’da toplu tavuk ölümlerine neden oldu. Kuş gribi, tekrar 1999 yılında ortaya çıktı ve insan sağlığını etkileyen bir hastalık olduğu anlaşıldı. 2003 yılında Vietnam’da üç, Çin’de bir kişinin hayatını kaybetmesiyle güneydoğu Asya’da yaygın bir şekilde görülmeye başladı. İlk olarak ülkemizde 31.12.2005 tarihinde avian influenza insanlarda tespit edildi. 2006 yılında ülkemizde on iki kişi bu hastalığa yakandı ve dört kişi hayatını kaybetti. Kuş gribi ile ilgili ülkemizdeki ilk önemli olay, 2005 yılının Ekim ayında Manisa’nın Manyas ilçesine bağlı Kızıksa beldesindeki karantina olayı oldu. Karantina çerçevesinde Türkiye’de kuş gribi nedeniyle ilk kez 1500 kümes hayvanı itlaf edildi.

Türkiye’de kuş gribinin insanlara geçmesi sonucu ilk resmî ölüm 11 Ocak 2006’da gerçekleşti. Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinden Van’a sevk edilen ve ölü tavuklarla temasta bulunan 14 yaşındaki Muhammet Ali Koçyiğit hayatını kaybetti. Koçyiğit’in ardından kardeşleri Fatma ve Hülya Koçyiğit de aynı hastalıktan öldü. Virüs, başta Doğu Anadolu olmak üzere bütün Türkiye’ye hızla yayıldı, milyonlarca kanatlı hayvan itlaf edildi.

Türkiye’de Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı, koordineli bir çalışma yaparak kuş gribi hastalığı ile mücadele konusunda fizikî bazı düzenlemeler yaparak önlemler aldı. Ancak bu süreçte bazı insanî hassasiyetler göz önüne alınmasına rağmen (örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın hastalığın çocuklar üzerinde bırakacağı psikolojik etkilerle ilgili bilgilendirmeleri) bu önlemler, etik açıdan ele alınmadı. Bu yüzden özellikle itlaf sırasında birçok etik sorunla karşı karşıya kalındı. Ben bu çalışmada öncelikle itlaf sırasında ortaya çıkan sorunlara temas edeceğim. İkinci olarak hayvan hakları ile ilgili çağdaş yaklaşımları ve etik teorilerin hayvan hakları ile ilgili tutumlarını değerlendireceğim. Üçüncü olarak da bu yaklaşım ve teorilerin itlaf sürecinde karşılaşılan etik sorunların çözümüne bir katkısının olup olamayacağını tartışacağım.


İnsan hayatının ve sağlığının önemi konusundaki ortak kesin inancın bir neticesi olarak belirli bölgelerdeki kümes hayvanları ile tek tırnaklı hayvanların itlaf edilmesi, toplumsal bilinçte gayet doğal, yerinde bir tedbir biçimi olarak algılandı. Belki yapılması gereken tek şey itlaftı; ancak çok açık biçimde itlafın kaçınılmaz, mutlak bir şey olduğu “inancı”, itlaf süresince insan hakları, hayvan hakları, mülkiyet hakları ve çocuk hakları ile ilgili bazı hassasiyetlerle hayvanlara karşı toplumsal duyarlılığın ve çocuklarda hayvan sevgisini geliştirme çabasının göz ardı edilmesine neden oldu. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralamak mümkündür:

  • Hayvanların itlaf ediliş biçimi oldukça rahatsızlık vericiydi. Hayvanlar canlı canlı poşetlerin içine koyuluyor ve ağızları sıkıca kapatılarak boğuluyordu. Canlı tavukların üzerlerine greyderlerle toprak atılıyor; hayvanlar, gaz sobalarının içine dolduruluyor; daha da vahimi bazı yerlerde tavuklar diri diri yakılıyordu. Hayvanların saygıya layık varlıklar olduğu hiç düşünülmüyor; onlara karşı hiçbir ahlakî değere sahip değillermiş gibi muamele ediliyordu.
  • Hayvanları itlaf görüntüleri, ailelere her hangi bir uyarı yapılmadan ana haber bültenlerinde yayınlandı. Hayvanların yakılma görüntülerinin yanı sıra çocuklar ve yaşlılar başta olmak üzere birçok insan gaz sobalarını algılayamadıkları için genel olarak insanlar, hayvanların diri diri yakıldığını düşündüler. Bu tür görüntüler, insanlarda gereğinden fazla kaygı ve korkuların ortaya çıkmasına neden oldu ve özellikle çocuklarda hayvanlara ve doğaya mesafeli bir yaklaşımın oluşmasına neden oldu. Çocuklukta yaşanan travmalar, hayatın geri kalanında insanların olaylara ve sorunlara karşı tutumunu etkiler.
  • İtlaf edilen hayvanların sahiplerinin duygusal tepkileri, yapılan işe yüklenen doğruluğun modalitesinden dolayı, hiç göz önünde bulundurulmadı. Hatta itlafa değil; ama itlaf biçimine karşı çıkan bazı insanların üzüntüleri anlaşılamadığı için bu insanlar, “bilinçsiz”, “geri kalmış” olarak nitelendirildiler. İnsanların çevre ve hayvanlarla olan duygusal bağları tamamen göz ardı edildi. Yine devletin jakoben tavrı kendisini göstermiş; hastalıktan koruma adına zaman zaman insanlar aşağılanmıştır.

Maddi değeri yüksek olan takla güvercinleri gibi bazı hayvanlar, normal itlaf bedeline göre tazmin edilerek özel mülkiyeti gasp suçu işlendi ve bu, sanki hiçbir anormal durum yokmuş gibi davranıldı; yine karşı çıkanların duygusal tepkileri “problem” olarak değerlendirildi. Hayvan hakları sorunu, kendi başına bir sorun değildir; onu insan hakları sorunu ile aynı noktada buluşturacak bazı durumlar da mümkündür. Mülkiyet sorunu, bu türden bir sorundur. Eğer itlafın kaçınılmaz bir şey olduğu düşünülüyorsa bundan ortaya çıkacak sorunların da göz ardı edilmemesi etiktir. Oysa itlaf sadece fizikî bir iş olarak görülmüş, olayın moral yönü ihmal edilmiştir. Belirlenen itlaf bedelinin standart olması, yine sorunu sadece fizikî olarak bakmaktan kaynaklanmaktadır. Tavuk, ördek ve evcil güvercinler için 5 tl; evlerde beslenen süs kanatlıları için 10 tl; kaz için 15 tl; hindi için 20 tl tazminat ödenmesi kararlaştırılmış ancak televizyon ve gazetelere yansıyan haberlerde bu bedellerin altında ödemeler yapıldığı, örneğin tavuk ve takla güvercinleri için 3 tl ödeme yapıldığı haberleri yansımıştır.

İtlaf, tüm köy/kümes tavuklarının öldürülmesi şeklinde kesin bir inançla yapılmıştır. Tarım ve Köy İşleri Bakanı’nın “artık bundan sonra kümes tavukçuluğu tarihe karışacaktır” şeklinde açıklama yapması, soruna kökten bir çözüm arayışının bir ifadesidir. Bu kesin bir inançtan başka bir şey değildir. Bu akıl yürütmeyi, “tüm tavuk ve kuş türleri tarihe karışacaktır” şeklinde sürdürmekte hiçbir mantıksal tutarsızlık yoktur. Çünkü hepsinin kuş gribine yakalanması muhtemeldir. Nitekim bu kesin inancın bir neticesi olarak hayvanların sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın hastalığın görüldüğü yerlerde 3 km yarıçaplı alandaki tüm kanatlılar itlaf edilmiştir. Oysa hayvanların belli bir süre kapalı yerlerde tutulmuş (tecrit) ve hayvanlarda hastalık tespit edilmesi durumunda itlaf yoluna gidilmiş olsaydı hastalıkla mücadele, sadece resmî makamların işi olmayacak toplumun tüm bireylerinin hassasiyetin oluşmasına neden olacaktı. Iğdır’da 2005 Aralık ayının son haftasında 7 günde 170.000 kanatlı itlaf edilmiştir. Ayrıca mevzuatta 3 km ile 10 km yarıçap arasındaki hayvanlara gözetim tedbirleri uygulanması gerekirken Afyon’da 10 km yarıçapında hayvanların itlaf edildiği bildirilmiştir. Vali, bu alanın dışında olduğu halde tavukları yediği için televizyon ekranlarında yargılanmıştır.

  • İtlaf ekibi, iş güvenliği konusunda yeterli tedbiri almış ve itlaf ekipmanlarını tam olarak donanmış olmasına rağmen kanatlıları çocukların yakalayıp bu kişilere vermesi görüntüleri traji-komiktir. Çocuklar başta olmak üzere insanlar, görevlilerin etrafında dolaşıyor ve ekiplere biraz sonra boğulacak olan tavukları yakalamak için yardım ediyorlardı. Sağlık Bakanlığı, 18.01.2006 tarih ve 509 sayılı genelgesinde sağlık personelinin ve itlaf ekibinde bulunanların alması gereken tedbirleri, eldivenlerin nasıl giyilip çıkartılacağı, önce ellerin mi yıkanacağı yoksa gözlüğün mü çıkarılacağına kadar bütün ayrıntıları yazmış olmasına rağmen alınması gereken çevresel tedbirlerden (biosecurity) hiç bahsetmemiştir. Çalışanlar için iş güvenliği konusundaki hassasiyet takdire şayan olmasına rağmen tedbirlerin eksik olduğu açıktır.
  • İtlaf sürecinde etik değerlerin hesaba katılmaması, bazı söylentilerin ve komplo teorilerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kuş gribi hastalığının ortaya çıkması sürecinde yetkililer, insanlara bireysel olarak tedbir alabilmeleri konusunda bazı uyarı ve bilgilendirmeler yapabilecekken bu konuda geç kalınması, insanlarda itlafın gerekli olup olmadığı ile ilgili bazı şüphelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur; en azından bazı söylentilerin yayılmasına, kabul görmesine yol açmıştır. Genellikle bu iddialar, dikkate alınmayacak türden şehir efsaneleridir; fakat etik söylem, duygucu yorumuyla bireylerin zihinlerinde ve duygu dünyalarında var olan şeyleri hesaba katmayı ve onları incitmeme konusunda duyarlı davranmayı gerektirir. Bu duyarlılığın olmaması, komplo teorilerine güç katmıştır. Buna bazı örnekler verebiliriz: Örümceklerin artması iddiası, öldürücü kenelerin arttığı iddiası, kümes hayvanlığı yok edilerek şirketlerin pazar paylarını artırdığı iddiası. Bunlara, Anadolu’daki tavuk cinslerinin bu yolla yok edilmeye çalışıldığı ve bunun bir tür biyolojik savaş olduğu şeklindeki iddiaları da ilave edebiliriz. Bu tür iddialar, doğrulama veya yanlışlama testinden geçmediği için onlar hakkında söyleyebileceğim fazla bir şey yoktur. Hatta muhtemelen çoğu da yanlıştır; fakat etik hassasiyetlerin göz önüne alınmaması, komplo teorilerinin ortaya çıkmasına veya mevcut komploların güçlenmesine neden olur. Davranışların gerekçelendirilmesi, etiğin temelini oluşturur; herhangi bir haklılaştırma/gerekçelendirme sürecinden geçmemiş bir uygulamanın etik olduğu söylenemez. Bu açıdan resmi makamlar, kendi başlarına kararlar alamaz; bu karardan etkilenecek insanlar, karar alma mekanizmasının bir yerinde mutlaka bulunmalıdır; en azından onların arzu ve beklentileri bu kararlarda gözetilmelidir.


Burada sıralanan sorunlar, aslında sorunun sadece hayvan hakları ile ilgili olmadığı; aynı zamanda insan hakları, insan sağlığı, çevre sorunu, mülkiyet hakları ve çocuk hakları ile de yakından ilgili olduğunu gösterir. İtlaf sırasında şahit olduğumuz bu durumları farklı açılardan değerlendirmek mümkündür. Bu değerlendirmelerden biri, etiktir. Bir hastalığın veya sosyal bir sorunun üstesinden gelmek için yapılacak fizikî müdahale ve düzenlemeler kadar ahlâkî hassasiyetlerin gözetilmesi de sorunun çözümüne katkı sağlar. Antik Yunan’da hastalıkların tedavisinde korku ve saygı gibi duygusal unsurların etkili olduğuna inanılırdı. Yine bundan 5000 yıl önce Hammurabi kanunlarında tıbbî müdahaleler yapılırken dikkat edilmesi gereken bazı sorumluluklardan bahsediliyordu. Hala günümüzde Hippocrates, tedavilerde sosyal ve ahlakî unsurların etkili olduğu konusundaki yaklaşımlarıyla tıbbın babası olarak bilinir. Biz Hippocrates’i tıp alanında yapmış olduğu pratik tedavilerden ziyade hastalara ve hastalıklara karşı tutumla tanırız. 10 ve 11. yüzyıl boyunca tıbbî uygulamalarda İbni Sina’nın tıbbın etik yönü ile ilgili Hippocrates yorumları esas alındı (Aksoy 2003: 227). Bu yaklaşım, günümüzde de devam etmekle birlikte çoğu zaman pratikte eksiklikler yaşanmaktadır. Nihayetinde hastalıklarla mücadelede etik yaklaşımların önemli bir role sahip olduğu kabul edilmektedir.


İtlaf sırasında hayvanlara yapılan muameleyi ve bunun hayvan sahipleri ile üçüncü şahıslardaki etkilerini değerlendirmemize yardımcı olacak geniş bir hayvan hakları literatürü vardır. Bu literatürü iki kategoride ele almak mümkündür. Birincisi, hayvan hakları ile ilgili sorunlara teorik çözümler üretmeye çalışan akademik literatürdür. İkincisi ise bu sorunlara anında müdahale ederek fiili tepki ortaya koyan aktivist hareketlerdir. Bu aktivist hareketler, düşünsel temellerini genellikle bu akademik çalışmalardan alır. Ayrıca evrim teorisi gibi bilimsel teorilerle Hinduizm ve Budizm gibi uzak doğu dinlerinden de güç alır.

Modern hayvan hakları hareketi, 1970’lerin başında ortaya çıkmaya başladı. Richard D. Ryder’in Hayvanlar İnsanlar ve Ahlak: İnsan Olmayanların Tedavisi Üzerine Bir Deneme (Animals, (Men and Morals: An Inquiry into the Maltreatment of Non-humans) adlı kitabı, hayvan hakları ile literatürün gelişmesine katkı sağladı. Bioetikçi Peter Singer’in 1975’te yayınladı Animal Liberation kitabı, faydacı bir yaklaşımla hayvan haklarını savundu ve havyan hakları hareketinin incili kabul edildi. Bugün içinde ilahiyatçı, hukukçu, fizikçi, psikolog, psikiyatris, vejetaryen, patalojist ve eski hayvan deneycilerinin de bulunduğu Animal Liberation diye bilinen hareketin isim babası da bu eser oldu. Singer’in hayvan hakları ile ilgili etik yaklaşımı faydacı idi. Tom Regan, 1983’te yazdığı The Case for Animal Rights adlı kitabıyla haklar temelli deontolojik bir hayvan hakları hareketine öncülük etti. Daha sonra James Rachels, 1990’da Created from Animals: The Moral Implications of Darwinism (1990) kitabını ve Steven M. Wise, 2000’de Rattling the Cage: Toward Legal Rights for Animals kitabını yazdı.

Peter Singer

Etik tarihi, insan merkezli yaklaşımların tarihidir. Antik çağdan günümüze etik külliyatı, insanî sorunlara odaklanmıştır. Ancak yirminci yüzyılın son çeyreği, etik yöntemlerin çevre sorunlarına uygulanmaya başlandığı bir dönem olmuştur. Üç temel çevreci etik anlayıştan bahsetmek mümkündür: deontoloji, sonuççuluk ve sezgicilik. Bu yaklaşımlar, özellikle sonuççuluk, hayvanları ahlakî varlıklar görme noktasında tarihsel olarak bazı vurgulara sahip olsa da insan merkezlidir.

Deontoloji, sonuççuluk ve sezgicilik, geleneksel olarak canlı merkezli görüşü benimsemedi. Onlarda hâkim olan düşünce, insanların evrenin merkezinde olduğu veya doğanın insanların menfaati için kullanıldığı şeklindedir. Bu, insan merkezli (anthropocentric) görüş olarak isimlendirilir. Bu yaklaşım, “Değer biçiciler olmadan değer olmaz.”; başka bir ifade ile “Her şey insan içindir.” düşüncesini merkeze alır. Deontolojinin önemli temsilcilerinden Kant, “kendi var oluşlarının bilincinde olmayan hayvanların sadece araç, insanlarınsa amaç olarak var olduklarını” söylüyordu. Hayvanlar için “Var oluşlarının nedeni nedir?” sorusunu soramayız. Bu yüzden hayvanlara karşı doğrudan ödevlerimiz yoktur; hayvanlara karşı ödevler, insanlığa karşı dolaylı ödevlerdir. Bu ifadelerin içerisinde iyiyi istemenin hayvanların (ve diğer doğanın) değerini neden maksimize edemediğinin cevabı vardır. İyiyi isteme, maksim ile birlikte işler. Maksim, benim eylemimin kurallarına riayet edecek bilinçli varlıkları ön koşul sayar. Bu açıdan hayvanlar, iyiyi istemenin bir tarafı olamayacağı için aslî (intrinsic) değere sahip olarak düşünülemezler. Nitekim Kant’ın ahlak anlayışı, salt bir insan felsefesidir. Diğer taraftan Kant, biyolojik çeşitliliğin aslî değere sahip olduğunu söylemenin aslî değeri bir niceliğe indirgemek ve insanları diğer varlıklara eşitlemek olduğunu söyledi ve bunu insan nesli için aşağılayıcı buldu.

Sonuççular, David Hume ve Jeremy Bentham gibi hayvanlara ahlâkî değer yükleyen düşünürlere rağmen bundan farklı bir tutum sergilemediler. Ahlakî duyu teorisi (Adam Smith, David Hume, Francis Hutcheson) ve faydacılık (Jeremy Bentham, John Stuart Mill), insan merkezli bir bakış açısı geliştirdiler. Adam Smith’in sempati terimi, kendinde değere sahip olacak şeylerde insanî bilince sahip olmayı ön koşul sayıyordu; çünkü sempati, benim kendim ve başkası için uygun gördüğüm eylemimin başkaları tarafından da benim için tasvip edilmelerini ön görüyordu. Hayvanların bu tür bir duygudaşlık süreci yaşamaları mümkün olamazdı; aksine bir aslan bizi öğle yemeği olarak görebilirdi.

Çağımızda birçok düşünür, bu geleneksel insan merkezli etik anlayışlarından hareketle bir çevre etiği geliştirmenin mümkün olduğuna inandı. Peter Singer ve Tom Regan, 20. yüzyılda en bilinen hayvan hakları teorisyenleridir. Birçok aktivist hareket, fikri temellerini onların eserlerinde bulur. Onlar iki ayrı temellendirme biçimine başvurur: sonuççu ve deontolojik. Diğer etkili bir düşünür Gary L. Francione’dur. O, insan olmayan canlıların insanların mülkü olarak görülmeksizin temel haklara sahip olduklarını savundu. Singer, günümüz hayvan hakları hareketinin kurucularından olmasına rağmen onun yaklaşımında hayvanların ahlakî statüleri, haklar düşüncesi çerçevesinde ele alınmaz; aksine menfaatlerin eşit olarak gözetilmesi şeklindeki faydacı ilkeye dayanır. Animal Liberation’da o, insanların diğer insanlara karşı saygısını zekâ temelli bir yaklaşımla savunmanın mümkün olamayacağını ve ahlakî özelliğin insanî bazı yeteneklerle açıklanamayacağını savunur. Ahlak bundan ziyade acı çekme tecrübesi üzerine ancak bina edilebilir. Aksi takdirde ona göre, çocukları ve zekâ geriliği olan insanları ahlâkî ahlakî failler olarak göremeyecektik. Aynı şekilde acı tecrübesine sahip olduklarını duygusal bir şekilde tecrübe ettiğimiz hayvanları bunun dışında tutmak, türcülük (speciesism) diyebileceğimiz bir tür ayrımcılıktır. Singer, onlardan istifade etmek adına hayvanlara acı çektirmenin gerekçelendirilemeyeceğini; bu istifadenin sadece onlara eziyet etmemek koşuluyla gerekçelendirilebileceğini ileri sürer (Singer 1990, s: 12). Singer’in düşünsel temellerini David Hume’da ve Jeremy Bentham’da da buluruz. Hume, bazı hayvanların duygusal tepkilere sahip olduğunu gözlemlememizin onların ahlâkî varlıklar olduğunu kabul etmemiz için yeterli olduğunu savunur. Erdem ve erdemsizlik olarak nitelenebilecek tüm özellikler, hayvanlarda ve insanlarda ortaktır. Ancak hak ve mülkiyet konusunda yeteneksiz olmaları, bilgi ve zekâlarının insanla karşılaştırılamayacak seviyede olması gibi nedenlerden dolayı hayvanlarla insanlar arasına nitelik farkı vardır. Fakat sevgi ve duygudaşlık gibi ahlâk nitelikler başta olmak üzere “insanlar arasında olduğundan daha az olmamak üzere hayvanlar arasında da yer alır” (Hume 1997, s: 297, 351). Hume, ahlâkın temeline zekâyı değil duyguları koyduğu için hayvanları ahlâkî varlıklar olarak kabul eder. Bentham da benzer bir düşünceyi savunur. Bentham, hayvanların tıpkı insanlar gibi faydayı elde etme ve acıdan sakınma duyguları ile hareket ettiğini söyler. Ona göre hayvanların çektiği acı, insanlarınki kadar gerçektir. Acı çekmek, aklın değil duyguların bir özelliğidir. Hayvanların duygusallığı, onları ahlâkî varlıklar yapar; aksi takdirde çocukları ve az akıllı insanları da ahlâkî varlıklar olarak görmemiz gerekir (Bentham 2000, s: 225).

Tom Regan

Regan ve Taylor, Kantçı geleneğe mensup deontoloji düşünürleridir; ancak onlar Kant’ın yaptığından daha fazlasını yaparak insanî olmayan şeylerin de aslî değere sahip olabileceğini savunurlar. Kant, insanlara nasıl davranılması gerektiği ile ilgili bir standart ve yöntem geliştirmişti. Onun çevreci takipçileri bu yöntemi, hayvanlara ve diğer canlı ve cansız varlıklara kadar genişlettiler. Kantçı yöntem, sonuççularınkinden farklı olarak aslî değere sahip olan bir şeyin araç olarak görülmesine veya kullanılmasına asla müsaade etmiyordu. Regan ve Taylor, çalışmalarında bu yöntemi kullandılar (McShane 2002, s: 36). Kant’ın aksine Regan, canlı ve cansız doğanın kendinde değeri olduğunu kabul etti. O, içsel/doğal değer (inherent value) terimini kullanmayı tercih etti; fakat aslında o, zihnî olarak aynı anlayışa sahip gibi görünüyor. Regan’a göre bir şey içsel olarak değerli ise biz ona saygı göstermeliyiz; bizim ona karşı sorumluluklarımız vardır. Bizim ona kendinde bir amaç olarak muamele etmemiz gerekir (Regan 1983, s: 235). “Bir amaç olarak görme”, açıkça Kantçı bir yaklaşıma işaret eder. Regan, bu düşünceyi Kant’ın çevreyi talî (extrinsic) değere sahip şeyler olarak görmesi nedeniyle aslî değerden ayırmak istedi; fakat Kant’ın yöntemine aynen sadık kaldı. Paul Taylor, içsel değeri şöyle açıklar: “Yaşayan şeyler, saygıya layık nesneler olarak görünürler ve bundan dolayı içsel değere sahip varlıklar olarak saygı görmelidirler.” İçsel değere sahip olmak demek, onun iyiliğinin bütün ahlakî failler tarafından övgüye, ilgiye ve saygıya layık olduğunun kabul edilmesi demektir ve onun iyiliğinin gerçekleşmesi, aslî değere sahiptir (Taylor, 2005, s: 100, 103).

Regan ve Taylor, içsel değer ile saygı arasında Kantçı bir bağlantı kurar: İçsel değere sahip şeyler bizim saygı göstermek zorunda olduğumuz şeylerdir. Fakat Kant, varlıklara başka şeylerden ayrı olarak aslî bir değer vermemişti; o olgu durumlarının aslî değere sahip olabileceğini savunuyordu. Regan ve Taylor, somut bir varlığın içsel değere sahip olabileceğini savundular. Onlar, yaşamayı evrenin merkezine koydular ve diğer yaşayan varlıkların insanların eşit bir parçası olmaktan başka ayrımlarının bulunmadığını savundular. Bu yaklaşıma çevre merkezli (ecocentric) veya canlı merkezli (biocentric) görüş adı verilir.

Tom Regan, The Case for Animal Rights ve Empty Cages adlı kitaplarında insanoğlunun dışındaki canlıların da tıpkı insanlar gibi bir hayatın öznesi olarak hakların taşıyıcıları olduklarını ileri sürer. Regan’ın akıl yürütmesi şöyledir: insanların ahlakî hakları, sahip oldukları bazı bilişsel kabiliyetlere dayandığı ve bu kabiliyetlerin aynı zamanda az da olsa bazı diğer canlılarda bulunması nedeniyle bu tür canlıların insanlar gibi bazı ahlakî haklara sahip olması gerekir. Bilişsel kabiliyete sahip olan hayvanlar, inherent (doğal, fıtrî) değere sahiptirler ve bir amacın aracı olarak görülemezler. Bu, aynı zamanda doğrudan sorumluluk görüşü olarak da isimlendirilir. Regan’a göre biz, hayvanların yiyecek olarak yetiştirilmesini, deneylerde kullanılmasını, ticarî mal olarak kullanılmasını ve avlanmasını durdurmamız gerekir. Regan’ın yaklaşımı, duygusal tüm canlıları içine almaz; sadece bir hayatın öznesi olarak görülenleri içine alır. Ona göre en azından bir yaşına girmiş tüm normal memeliler, bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir (Regan 1983, s: 236).

Singer, öncelikle hayvanlara karşı muameleleri iyileştirmekle ve yasal olarak hayvanların insanî veya insanî olmayan amaçlarla kullanılamayacağı ile ilgilenirken Regan, hayvanlara bizim gibi şahıslarmış gibi davranmamız gerektiğini inanır. O, hayvan hakları konusunda sıkı bir Kantçı/deontolojik düşünceye başvurur ve onların asla bir amacın aracı haline getirilemeyeceği ve onlara kendi başlarına amaçlar olarak muamele edilmesi gerektiğini ileri sürer. Kant, hayvanların kendi başlarına ahlakî failler olarak görülmesi gerektiğine inanmıyordu. Kant, hayvanlara karşı dolaylı görevlerimiz olduğunu ileri sürmüştü; hayvanlara karşı ödevlerimiz, insanlığa karşı ödevlerimizden ileri gelir. Onlara karşı merhametli olmak, insanlara karşı görevlerimizden ileri gelir. Bu farklı yaklaşıma rağmen Singer ve Regan, pratikte yapılacak şeyler konusunda uzlaşırlar. Örneğin onlar, vegan diyetini benimseme ve neredeyse tüm hayvan testlerini yasaklama konusunda uzlaşırlar ve bunun ahlakî bir zorunluluk olduğunu ileri sürerler.

Moore, hayatta sadece bir vasıtası olarak değerli olan şeylerle, hayatın bir parçası olarak onu daha iyi kılan şeyler arasında bir ayrım yapar. Para vasıta olarak değerli iken güzellik, haz, bilgi veya erdem hayatı daha iyi yapan şeylerdir. Bir şeyin sadece var oluşu, onu değerli yapmaz; o, taşıdığı özelliklere göre değer alır. Bu anlamda çevre veya hayvanların varlığı kendi başına bir değer değildir; ancak onlar hayatı daha iyi kılan şeyler olduklarında aslî değeri veya değerleri bünyelerinde taşıyorlar demektir. Bu anlamda onlar aslî değere sahip değildir. Moore, doğalcı yanılgı nitelemesine bağlı kalarak, iyilik ve güzellik gibi aslî şeyleri bizzat çevreye ait özellikler olarak görmez; onlar, aslî değerin taşıyıcıları olabilirler; fakat sürekli taşıyıcıları değillerdir.

Moorecu yaklaşımı benimseyen Nicholas Agar, yaşayan her şeyin aslî değere sahip olduğunu ileri sürdü ve bu iddiasıyla yalnızca insanoğlunun kendi başına değerli olduğunu savunan mevcut ahlakî görüşlere meydan okudu. Agar, yaşamayı merkeze alan bir anlayışla çevre ahlakı için zemin oluşturdu (Agar 2001, s: 23). Elizabeth Anderson ve Thomas Scanlon gibi bazı Kantçılar, hayvanlar ve hatta resimler gibi cansız varlıkların da aslî değeri olduğunu ispatlamaya çalıştılar; ancak bunların kendi başlarına değerli olduğunu açıkça söylemekten imtina ettiler (Scanlon 1998, s: 95; Anderson 1995; s: 19). Tom Regan ve Paul Taylor gibi yazarlar, daha belirgin bir şekilde çevreci bir tutumu benimsediler.

20. yüzyıl, dünyada çevre felaketlerinin yaşandığı bir dönem olmuştur. Buna eş zamanlı olarak bir çevre bilinci gelişmeye başladı ve geleneksel etik anlayışlara çevreci yorumlar getirilmeye başlandı. Bu görüşün radikal ifadesi, tüm türlerin aslî değere sahip olduğu ve insanların diğer türlerden daha değerli olmadığı şeklindedir. Bu yüzden her şey, deontolojinin diliyle sadece zaten var olduğu için eşit hakka sahiptir. Yaşayan her şey aslî değere sahiptir ve bir şey aslî olarak değerli ise insanlar ve diğer türler için yararına bakılmaksızın o, korunmalıdır. Çevrecilik ve hayvan hakları ile ilgili bu etik yaklaşımların yanı sıra günümüzde bazı aktivist topluluk da hayvan hakları ile ilgili faaliyetler yürütürler. Çabaları, felsefi düşüncelerden bağımsız olmamakla birlikte onlar, teorik bazı kuramlardan ziyade hayvanlara karşı kötü muameleyi engellemeye çalışırlar. Hayvan hakları söylemi, aslında aktivistlerin ortaya koyduğu bir söylemdir.
Hayvan hakları, hayvanlara karşı kötü muamelede bulunmama ve hayvanları insanoğlunun mülkü olarak görmeme konusunda özel hassasiyeti ifade eden bir harekettir. Bu hareketi üç temel kategoride ele almak mümkündür: hayvan huzuru, hayvan hakları ve radikal çevrecilik. Birincisi, hayvanlara karşı insanca/insaflı bir davranışı öngörür. Genel olarak “animal welfare” veya “animal liberation” şeklinde ifade edilen bu hareket; etinden, sütünden, dostluğundan, iş gücünden ve diğer ürünlerinden yararlanılan hayvanlara karşı kötü muamelede bulunmamaya yoğunlaşır.


İkincisi ise bunların ötesinde çok daha temel bir vurguya sahiptir. Bu; yaşamın tek olduğunu, yaşayan bütün canlıların ortak bir kökeni olduğunu ve türlerin evrimle farklılaştığını, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunu ve sinir sistemi olan her hayvanın kendine özgü hakları bulunduğunu, bu doğal hakların küçümsenmesi ve hatta kolayca göz ardı edilmesinin doğa üzerinde ciddi zararlar doğuracağını ve insanoğlunun hayvanlara karşı suç işlemesine sebebiyet vereceğini, hayvan türlerinin yaşama hakkının insanoğlu tarafından tanınmasını, insanoğlu tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin bir insanın bir diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağını dikkate alan harekettir. Bu hareketin esası, tüm canlıları biyo-çeşitlilik ve biyolojik denge terimleri içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahip görmesidir. Daha çok vejeteryenizm olarak tezahür eden bir harekettir.


Üçüncüsü ise radikal çevrecilik veya veganizm de denebilecek, hayvan hakları şeklinde bir vurguya gerek görmeden onu çevreciliğin altında bir hassasiyet olarak telakki eden harekettir. Onlar, var olmak bakımından bütün canlıların aslî/kendinde değeri olduğunu savunurlar.
Bu tür radikal hareketler, hayvan hakları ile ilgili katı söylemlere sahiptir. Örneğin PETA (2003) adlı çevreci bir örgüt, hayvanlara karşı kötü muamelede bulunmakla Holocaust arasında ilişki kurdu. Ancak bu tür hareketler, hayvanlara iyi muamele ile ilgili bir bilinç oluşmasına katkı sağlayabileceği gibi bazı coğrafyada yaşayan veya belli bir dine mensup olan insanların tepkileri ile karşılaşabilir (örneğin Holocaust mağdurları, buna karşı çıkabilir). Bu yüzden radikal hareketler, ideolojik algılamalara dönüşebilir ve hayvan hakları hareketlerine zarar verebilir. Tıpkı Türkiye’de hayvan haklarının “Panter Emel” tiplemesi ile gündeme gelmesi ve bir taban bulamaması durumunda olduğu gibi.


Hayvanlara iyi muameleyi esas alan “hayvan huzuru” hareketi, çevre ve hayvan hakları ile ilgili bir bilinç oluşturmada daha etkili gibi duruyor. Bunun yeni bir hareket olduğunu söylemek zordur. Kadim dinler ve kültürlerin bize kadar ulaşan bilgilerinde hayvanlara karşı kötü muameleyi yeren veya iyi muameleyi öğütleyen birçok unsur vardır. İnsanoğlunun duygusallığı, hayvanların incitilmemesine dair bir bilincin her daim var olmasını sağlamıştır. Buna rağmen vejeteryenizm ve veganizm gibi radikal hareketler, ya yakın zamanlarda ortaya çıkmış ya da belli bir coğrafyada veya kültürde kendisini göstermiştir. Budizm ve hinduizm gibi doğu dinlerinde reenkarnasyon düşüncesinin etkisiyle yaşayan tüm canlılara karşı saygı esastır. Özellikle vegan kültürü, bu iki dinden kendisine dayanak bulur. Ancak doğu dinlerinde “ruhun başka bedenlerde/canlılarda yeniden hayat bulması” düşüncesi, veganizmde “her canlı var olmak bakımından yaşama hakkına sahiptir” şeklinde bir düşünce ile ortaya koyulur. Ayrıca veganizm, “tüm türlerin ortak bir kökenden geldiği” şeklinde bir evrimci düşünceden de güç alır.

Kaynaklar
Agar, N. (2001) Life’s Intrinsic Value, New York: Columbia University Press.

Aksoy, Ş. (2003) “Turkish Perspectives in Bioethics”, The Annals of Bioethics, Regional Perspectives in Bioethics, editör: John F. Peppin, Mark J. Cherry, Tokya: Swets & Zeitlinger Publishers.

Anderson, E. (1995) Value in Ethics and Economics, Cambridge: Harvard University Press.

Bentham, J. (2000) An Introduction, to the Principles of Morals and Legislation, Kitchener: Batoche Books.

Hume, D. (1997) İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, çev:: Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları.

McShane, K. M. (2002) The Nature of Value: An Environmentalist Challenge to Ethical Theory, Ann Arbor: ProQuest Information and Learning Company.

Regan, T. (1983) The Case for Animal Rights, California: University of California Press.

Scanlon, T. (1998) What We Owe to Each Other, Cambridge: Harvard University Press.

Singer, P. (1990) Animal Liberation, New York: Avon Books.

Taylor, P. (2005) “Biocentric Egalitarianism”, Environmental Ethics: Readings in Theory and Application, Belmont: Wardsworth.

Not: Bu yazı 19-20 Ekim 2006 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen II. Uygulamalı Etik Kongresi’ne sunulmuş olup yazarından izin alınarak yayınlanmıştır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Paranın Satın Almaması Gereken Şeyler Var Mı? Ticarileşme Karşıtı İki Argüman – John Danaher

Sonraki Gönderi

Anglo-Sakson Marksizmi’nin Ana Hatları – Alex Callinicos

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü