Şairler, tarihçiler, bilim insanları, filozoflar… Hepimiz dünyayı bir dil ağı içinde yakalamaya çalışırız. Yine de ağların doğasında bazı şeyleri yakalarken diğerlerinin kayıp gitmesine izin vermek vardır. Kelimelerimiz deneyimleri nesnelere, niteliklere, eylemlere dönüştürür ve bunları bir tür yapıya, gökyüzüne uzanan bir kule şeklinde inşa edebiliriz; ancak kuleler yalnızca bir yere kadar uzanabilir ve her zaman yapıyla kirişlerini çevreleyen negatif alanlar vardır. Üzerine konuşulmayanlarsa çok şey anlatır.
Kendimizi bu gerçeğe, yani söylenebilir olanın kaçınılmaz sınırlarına teslim edebiliriz ancak aslında pek çok büyük zihin gerçekliği bağlantı noktalarından ayıran ve insan deneyiminin tümünü yakalayan mükemmel bir dil inşa etmeye çalışmıştır. Muhtemelen Tanrı dünyayı var ederken böyle bir dil konuşuyordu: Babil’de kaybolan o ortak dil[1]. Ya da belki de, mükemmel bir dil tarihin kazalarının dilimize yerleştirdiği tüm karışıklıklardan temiz tutacak kurallar sayesinde bir zihnin sahip olabileceği en temel kavramları yansıtan atomik elementlerden yola çıkarak inşa edilebilir.
Bu, genç Gottfried Wilhelm Leibniz’e ilham veren bir umuttu. Gençliğinde, ‘insan düşüncelerinin bir tür alfabesinin oluşturulabileceği ve bu alfabenin harflerinin karşılaştırılması ve bu harflerden yapılan kelimelerin analiziyle her şeyin keşfedilip yargılanabileceği’ gibi dikkate değer bir fikre kapıldı. Daha sonra anahtar kavramları asal sayılarla birleştirme fikrini ortaya attı:
Leibniz’in mükemmel dili sadece bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri yansıtmayacaktır. Aynı zamanda bilgimizi aktif bir şekilde şekillendirecek ve kullandığımız kavramları daha iyi anlamamız için bize yol gösterecektir. Keşif Sanatı’nda (1685) şöyle yazmıştır:
Leibniz bu projede yalnız değildir. Nitekim Umberto Eco, The Search for a Perfect Language (1995) adlı kitabında, 17. ve 18. yüzyıllarda evrensel diller inşa etmeye yönelik 83 ayrı projeyle karşılaştığını belirtmiştir. 1650’lerde Londra’da herhangi bir kahveciye girdiğinizde her biri kendi mükemmel dilini konuşan bir bilginler saçmalığı akınına uğrayacağınız hissine kapılıyorsunuz.
Bu çalışmalar arasında en öne çıkanı John Wilkins’in devasa eseri An Essay towards a Real Character and Philosophical Language (1668) idi. Leibniz gibi Wilkins de diğer tüm kavramların tanımlanabileceği sabit bir ilkeler dizisi sağlamaya çalışmıştır. Başlamak için Wilkins’in dünyayı cinslere, ayrımlara ve türlere ayırması ve ardından her kelimeyi genel şemaya kodlaması gerekiyordu. Rhodri Lewis, büyüleyici ve titiz çalışması Language, Mind and Nature’da (2007) Wilkins’in dilinin nasıl gelişeceğine dair bir örnek sunar:
Filozoflar artık yanlış anlaşılmaktan şikayet edemeyecekti çünkü her kelime kendi anlamını olduğu gibi üzerinde taşıyacaktı. Elbette, Jonathan Swift’in kurnaz zekası Gulliver’in Seyahatleri’nde (1726) Laputanların önerisini anlatırken Wilkins’ten bir adım daha ileri gitmiştir: ‘Sözcükler yalnızca şeyler için birer isim olduklarına göre, tüm insanların üzerinde konuşacakları belirli bir işi ifade etmek için gerekli olan şeyleri yanlarında taşımaları daha uygun olacaktır.’ Söyleyecek çok şeyi olan Laputalılar, söz dağarcıklarını taşımaları için taşıyıcı tutarlardı ve böyle iki adam sokakta karşılaştıklarında ‘yüklerini bırakır, çuvallarını açar ve bir saat boyunca sohbet ederlerdi; sonra eşyalarını kaldırır, birbirlerine yüklerine devam etmeleri için yardım eder ve ayrılırlardı’. Hepimiz bu tür benzer konuşmalara tanık olmuşuzdur.
Mantıksal pozitivistler metafiziksel karışıklıkları çözmek için sembolik mantığı kullanmaya çalıştığında, tüm belirsizliklerden arındırılmış bir dile duyulan delice tutku 20. yüzyılda da ifadesini bulmuş oldu. Rudolf Carnap, Pseudoproblems in Philosophy (1928) adlı eserinde, dünya hakkında anlamlı olduğu iddia edilen herhangi bir iddiayı ele alacak, gereksiz tuzakları ortadan kaldıracak ve geriye kalan anlamlı bilişsel içerik külçelerini yakalayacak katı bir yöntem önermiştir. Tamamıyla metafiziksel olan ifadelerin komple ortadan kalkacağını düşünüyordu. Bir ihtimal geriye kalan herhangi bir olgusal bilgi varsa, bu da tarafsız bir gözlemcinin belirli koşullar altında ne deneyimleyeceğine dair ifadelere dönüştürülebilir. Sonra ortaya ne çıktığını görmek için laboratuvarlara gidilir – bu Leibniz’in “Hesaplayalım!” sözünün empirik karşılığıdır.
Birkaç yıl sonra, Carnap Alman felsefesinin gittiği yönden belirgin bir şekilde endişe duymaya başladığında Martin Heidegger’in ‘Das Nichts selbst nichtet’ (‘Hiçin kendisi hiçtir’) şeklindeki kışkırtıcı iddiasına karşı kendi yöntemini uyguladı. Carnap, ‘hiçbir şeyin’ ancak bir şeyin varlığının reddinden ibaret olabileceği açıkken, bu iddianın ‘Hiçi’ bir şey olarak ele aldığında ısrar etti. Ve ‘hiçlemek’ ne Almanca ne de İngilizce’de anlamlı bir fiil değildir. Dilin bir metafizikçiyi endişeli bir ruh hali içinde anlam taşıyor gibi görünen ama aslında hiçbir anlamı olmayan bir şey yazması için yanlış yönlendirdiği daha açık bir durum olabilir mi?
Şüphesiz, belirsiz düşünme tehlikesi oldukça gerçekti (ve hâlâ da gerçektir). Ancak, Carnap’ın Heidegger’in felsefesini tamamen yanlış ele alması mükemmel bir dil yaratma girişiminde neyin yanlış gittiğini görmemize yardımcı olur. ‘Mükemmel’ açık ve net anlamına geldiğinde, mükemmel bir dil oluşturmak ifade alanını o kadar kısaltmak anlamına gelir ki yeni ve ilginç hiçbir şey söylenemez. Carnap’ın dilin büyüleme gücü olarak gördüğü şey aynı zamanda dünyaya bakmanın şaşırtıcı yeni yollarını sunma konusundaki yaratıcı gücüdür. Olağan düşünme ve deneyim hakkında konuşma biçimlerimize itiraz ederek düşüncemizi yeniden yönlendirmek isteyen herkes, dili yeni şekillerde, dil polisine anlamsız gelebilecek şekillerde kullanmak zorunda kalacaktır. William Shakespeare, James Joyce ve Maya Angelou’yu düşünün. Dilin esnekliği, Protean kıvraklığı, cıvasal taşımsallığı[2] (al sana Carnap!), deneyimlerimizi yeniden şekillendirmemize ve dünyayı yeniden görmemize olanak tanır. Dilin kusurluluğu onun en büyük kusursuzluğudur.
Bu açıdan bakıldığında, Nemrut’un kulesi bir dil yığını arasında yıkıldığında bize bir iyilik yapılmış oldu. Doğru, kafa karışıklıkları, yanlış anlamalar ve sonsuza dek eksik kalan bilgilerle sıkışıp kalmış durumdayız. Ancak dillerin muhteşem çeşitliliği, her bir dilin yaratıcı olanaklarıyla birlikte durmak bilmeyen konuşmalarımızı neredeyse insan deneyiminin doruklarına ulaşan ilahi bir yüksekliğe çıkarıyor.
Çevirmen Notları
[1] Ç.N: Yazar burada Irak’ta bulunan kil tabetlere atıfta bulunuyor. Bahsi geçen tabletlerde kayıp bir kenan dili olduğu söylenmektedir.
[2] Buradaki kullanımlar (Protean twisty-turnyness, quicksilver spilloveritude) yazarın dilin yeni kullanım şekillerine örnek olarak eklediği, normalde kullanılmayan kelimelerdir.
Charlie Huenemann – “Who needs a perfect language? It’s already perfectly imperfect“, (Erişim Tarihi: 10.12.2023)
Çevirmen: Özlem Kırtay
Editör: Yiğit Aras Tarım