Felsefe bir ağaçsa, metafizik ve epistemoloji onun iki ana dalıdır. Epistemoloji dünya hakkında nasıl bilgi sahibi olabileceğimizi sorar; metafizik ise dünyanın en temel seviyesinde ne olduğunu anlamaya çalışır. Eğer ağacımız etrafta kimsenin olmadığı bir ormanda düşseydi, bir epistemolog olanlara ilişkin kanıtların niteliğini incelemeye başlarken metafizikçi, ağacın ses çıkarıp çıkarmayacağını merak ederdi.
Bilim filozofları (benim gibi) genellikle şeylerin ve olayların varlığını sorgulamadan kabul eder. Biz epistemoloji yaparız: şeyin kendisine değil bilgiye odaklanırız. Kendimize şu gibi soruları sorarız: Bilim, eğer öyleyse, şeyleri bulmakta neden bu kadar başarılıdır? Bu başarının altında yatan bir yöntem var mıdır? Değerler bilimsel araştırmayı nasıl şekillendirir? Ana akım metafizik genellikle bilimsel çabanın varoluş, varlık ve gerçeklik hakkındaki derin soruları yanıtlamak için çok sığ olduğunu söyleyerek bizi yerimize oturtur.
Ama ben, bu soruları cevaplamaya başlamamız gereken yerin tam olarak bilim olduğunu iddia ediyorum – (özellikle de biyoloji ve biyokimyanın tuhaflığı ve karmaşıklığı ile.) Yaşam bilimleri kanserin kökenlerinden kişisel kimliğin doğasına kadar, bize yalnızca gittikçe artan sayıda birbiriyle bağlantısız gerçekler sunmaz. Aynı zamanda, dünyanın gerçekte neye benzediğine dair, şeylerin ne olduğu ve nereden geldikleri hakkında birçok ortak varsayımı birleştiren bir tablo oluşturmak için bize en iyi verileri sunar. Bir balığı denizden ilk çıkardığımızda, böyle sıra dışı bir varlığın nasıl orada olduğu konusunda her ihtimale karşı agnostik kalabiliriz. Birçok farklı türden binlerce balık gördükten sonra, orada, dalgaların altında, tuhaf, yaşayan bir dünya olduğunu söylemeye hak kazanırız. Benzer şekilde, bilim dünya hakkındaki gerçekleri keşfetmeyi amaçladığından, şüphesiz bize gerçekliğimizin en derin seviyeleri, yani metafizik hakkında bir şeyler söylemelidir.
Bazen ‘natüralistik metafizik’ olarak anılan bu bilim temelli metafizik projesi şaşırtıcı şekilde tartışmalıdır. Bristol Üniversitesi’nden James Ladyman ve Cape Town Üniversitesi’nden Don Ross, Every Thing Must Go (2007) adlı kitapta buna güçlü bir savunma önermiştir. Kitabın da gösterdiği gibi, yapılan tartışma hem teknik hem de iğneleyici olabilir. Bu nedenle, natüralistik metafiziği eleştirilerine karşı savunmayacak, size aslında felsefe tarihinin en eski çetin ceviz sorularından birine cevap vermemize nasıl yardımcı olduğunu göstereceğim: Gerçeklik, zamanla bir şekilde değişen şeylerden mi oluşur, yoksa şeyler, algımızın dağınık, serpilmiş süreçlerin akışından çektiği geçici şekiller midir?
Özcülük (essentialism) sorusu başlamak için iyi bir yerdir. Platon ve Aristoteles‘e dayanan eski bir felsefe geleneği, özleri, yani şeylerin onları tanımlayan özelliklerini bulmaya çalışmıştır. [Filozof John Locke‘un İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’de (1689) yazdığı gibi, “herhangi bir şeyin varlığı, ne vasıtasıyla kendisi olduğu ve olduğu şeyin ne olduğu”.] Locke, şeylerin gerçek olduklarından şüphe etmemesine rağmen, onları anlamak için gerekli ‘mikroskobik gözlerden’ yoksun halde, bu tür özleri anlayabileceğimizden şüpheliydi.
Ama gerçekten, bir kurbağayı kurbağa, kara kurbağasınıysa kara kurbağası yapan içsel bir doğa var mıdır ve doğada ikisi arasında sınırsız bir uçurum mevcut mudur? Yoksa bunlar yalnızca doğal dünyanın sakinleri arasında öyle ya da böyle pragmatik ayrımlar, eşit seviyede ancak oldukça farklı şekillerde yapılmış ayrımlar, meydana getiren kelimeler midir? Natüralistik metafizikçiler için bu, en sonunda ampirik deneyimlerle veya bilimle cevaplanması gereken bir sorudur.
Protein örneğine bakarak özcülüğü daha somut hale getirebiliriz. Proteinler, hücreler arasında sinyal taşımaktan kimyasal reaksiyonları başlatmaya kadar her şeyden sorumlu olan, organik dünyanın işçi arılarıdır. Amino asitler olarak bilinen uzun moleküllerin zincirler halinde bir araya dizilmesi ve son derece karmaşık şekillere katlanmasıyla oluşurlar.
Peki, nedir bu protein? Bilim adamları, amino asit dizilimini bularak, yapıyı veya formu haritalayarak ve bu özelliklerin kombinasyonunun proteinin spesifik fizyolojik işlevine nasıl hizmet ettiğini gözlemleyerek her türlü proteini tanımlayabileceklerini düşünürlerdi. Ama ne yazık ki, işler o kadar da basit değil. Bir proteinin (enzim formunda), üzerinde hareket ettiği her şeye tam olarak uyan bir ‘kilit ve anahtar’ gibi çalıştığı klişe bir metafordur. Fakat aslında ikisi de giderek birbirine adapte oluyor gibi görünmektedir. Bir kilitteki anahtardan ziyade üstüne düşünmeden varılmış bir anlaşmaya benzer şekilde. Dahası, çeşitli protein türleri ‘kaçamak’ yapabilir, yani farklı durumlarda farklı davranabilir. Yetenekleri genellikle bağlamlarına bağlıdır. Glikoz-6-fosfat izomeraz en iyi, hücrelerin içindeki enerjiyi serbest bırakan süreçteki rolü ile bilinir – ancak hücrenin dışında olduğunda, sinir büyümesine yardım etmek gibi en az dört farklı işlev gerçekleştirebilir. Kategorik özcüler için en kötüsü, bir formdan diğerine hızla geçiş yapan, şekil değiştiren makromoleküller olan ‘özünde düzensiz proteinler’in keşfiydi. Mevcut tahminler, ökaryotik proteinlerin yüzde 40’ının ve genel olarak tüm proteinlerin yüzde 10’unun bu şekilde davranabileceğini göstermektedir.
Evrim bize, eğer yeterince geniş bir perspektiften bakarsak, türler arasında keskin çizgiler olmadığını söyler.
Bu verilere nasıl bakmalıyız? Ana akım metafizikle ilgileniyorsanız, belki de bu tür deneysel kanıtlar sizin için pek önemli değildir; bilim bir şeyin ne olduğu veya olmadığı hakkında gerçekten temel olan şeyi bize anlatmak için çok sınırlı, dar ve yanıltıcıdır. Ancak natüralistik bir metafizikçi için bu daimi biyotik akımın gözlemleri, dünya görüşümüzde bir revizyona ihtiyaç duyulduğuna işaret eder. Natüralistik metafizik, biçim ve işleve dayalı sabit özleri olan şeyler aramak yerine, çok daha dinamik olan, herhangi bir “şeyliğin” kesinlikle geçici olduğu bir görüşe geçmemiz gerektiğini söylemektedir.
Ama belki de karmaşıklık katmanına çıktığımızda “şeyler” korunabilirdir? Özcüler bir zamanlar genetiğin, çeşitli organizmalar arasındaki farklılıkları açıklayan, bütün kilitleri açacak bir anahtar sunmasını umuyordu. Ancak, gerçek genetik bilgi hayal kırıklığına uğrattı. Türler arasında en çok değişiklik gösteren genler, ilgili türlerin içinde de en fazla değişikliği gösterme eğilimindedir. Bu nedenle tek başına genler, birbirinden ayrı organizmaları sınırlandıramaz. Evrim bize, eğer yeterince geniş bir perspektiften bakarsak, türler arasında keskin bir çizgi olmadığını söyler. Bir mantar ve bir kelebek ya da bir eğrelti otu ve bir fil için, temelde kesintisiz bir sırayla ataları ilk ortak ataya kadar izleyebilir ve içinde keskin sınırlar olmadan tam bir bağlantı dizisi sağlayabiliriz. Keskin sınırlar yoksa, kesinlikle bu sınırları tanımlayan hiçbir öz de yoktur.
Elbette, bazı ‘şeyler’ oldukça farklı ve sürekli görünür. Periyodik tablo, belki de esasen atom numaralarıyla ayırt edilebilen kimyasal elementlerin düzenli bir sınıflandırmasını verir. ‘Şeyliğin’ yaşam bilimleri dışında yaygın olabileceğini kabul etmekten mutluluk duyuyor, bunun yanında tüm bu antik tartışmaları başarılı bir şekilde çözdüğümü iddia etmiyorum. (Yine de çağdaş fiziğin bana “şey gibi” olmaktan çok bir “süreç gibi” göründüğünü söylemeden edemem). Üzerinde ısrar edeceğim tek nokta, bu derin soruları yanıtlamanın en iyi yolunun, başıboş felsefi soyutlamalara güvenmek yerine ampirik bilimi öne ve merkeze koymak olduğudur. En azından canlı dünyasında, “şeyler” metafiziğini sürdürmek zordur. Bir zamanlar ayrı ve farklı proteinlerimiz ve organizmalarımızın olduğunu yerde, geriye kalan tek şey son derece dinamik süreçlerdir.
Biyolojinin bizi gerçeklik üstüne süreç perspektifini benimsemeye nasıl ittiğini ortaya çıkarmak için, karşıt görüşün temelini bir düşünelim: Bir “şeyin” anlamı. Batı felsefi geleneğinde, bir “şey”in en az iki temel özelliği vardır. İlk olarak, şey kendi kendine yeter. Varlığı sadece içsel özelliklerine bağlıdır. İkincisi, bir şeyin varsayılan durumu durağanlıktır. Açıklama, şey aynı kaldığı zaman değil, değiştiği zaman gerekir.
Yaşam bu koşulların ikisine de uymaz. Kendi kendine yeterliliği ele alalım. Canlı sistemler termodinamik denge olarak bilinen durumdan çok uzaktır – enerjileri mümkün olan en geniş alana yayılmak yerine, belirli alanlarda yoğunlaşır ve kardiyovasküler veya sinir sistemi gibi tanımlanmış yollar boyunca akar. Bu gibi durumlar temel fizik söz konusu olduğunda hiç olası değildir. Böyle olağandışı bir düzeni sürdürmek, sürekli aktivite veya metabolizma gerektirir; bu da organizmaların yeme, nefes alma, fotosentez vb. yoluyla çevrelerinden enerji almasını gerektirir. Bu ise tüm bağımsızlık iddialarına ters düşer.
Organizmalar sadece çevrelerinden yararlanmakla kalmaz, aynı zamanda simbiyoz yoluyla birbirlerine muhtaçtırlar. Likenler ve mercanlar gibi bilinen örneklerin ötesinde, hemen hemen tüm hayvanlar ve bitkiler, varoluşları için yanlarında yaşayan sayısız mikroba muhtaçtır. Kendi bağırsaklarımız, cildimiz ve diğer çeşitli açıklık ve boşluklar gibi trilyonlarca mikrobiyal hücre bulundurur. Eskiden bu mikroskobik yol arkadaşlarımızın yalnızca, uygun sıcaklıkta olan ve korunan bir yerin fırsatçı sakinleri olduğunu düşünürdük, ancak bağırsak bakterilerimizin sindirim, bağışıklık sistemi ve hatta gelişim için hayati önem taşıdığı giderek daha açık hale geliyor. Beyin ve sinir sistemi üzerinde de doğrudan etkiye sahip olduklarına dair artan kanıtlar var. Bu bulgular bir canlının kendi kendine yeter olduğunu iddia etmeyi zorlaştırır, hatta bir canlının nerede bittiğini ve bir başkasının nerede başladığını ayırmanızı da. Eğer şeyliğe bağlı kalırsak tüm bunlar oldukça sorunlu ancak iç içe geçmiş ve birbirine bağımlı süreçlerden oluşan bir dünyada hemen hemen beklediğimiz şekilde olacaktır.
Dikkat çekici olan, şeylerin ne kadar değiştiği değil, herhangi bir süre boyunca nasıl durağan kalabildikleridir.
Durağanlık kriteri de eşit derecede güçsüzdür. Dengesizlik termodinamiğinde gördüğümüz gibi, durağanlık canlı sistemler için bir seçenek değildir. Hareketsizlik ölüm demektir. Dahası, tüm organizmaların – ve hücrelerin ve organların – yaşam döngüleri vardır, farklı aşamalarda çok farklı özelliklere sahip olabilirler. Altın saçlı bir çocuk gri saçlı yaşlı bir adam olur; bir larva yumurtadan çıkar, bir pupa, imago ve son olarak bir böcek olur. Eğer şeyliğe takılı kalırsak, bir şeyin var olmayı bırakmadan temel özelliklerinde nasıl bu kadar derin değişikliklere uğrayabileceği konusu gerçek bir çıkmaz haline gelir. Öte yandan süreç, merkezde aynı kalacak bir şeylerde ısrar etmez, süreci sürdürmeye devam eden faaliyetler arasındaki nedensel bağlantılarla devam eder. Örneğin, böceğin yaşam döngüsünün her aşamasında, metabolik süreçlerin bir kısmı mevcut formun korunmasına izin verir. Başka bir süreç dizisi larvadan pupaya ve pupadan yetişkinliğe geçişi yönetir.
Öyleyse doğal dünyayı nasıl bölmeliyiz? Süreç bakış açısı ile bakıldığında, biyolojik varlıklar (kalp hücreleri, kalpler, insanlar), biyolojik aktivitenin dinamik akışındaki geçici girdaplardır. Bu yapıları veya onların hangi kategorinin örnekleri olduğunu ayrıştırmak, sizin için neyin önemli olduğuna dair pragmatik bir soru haline gelir. (ne elde etmeye çalıştığınıza bağlı olarak)
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin doğusunda yaklaşık 50 meşe ağacı türü bilinir. Ormancılık, kereste üretimi ile ilgilenen veya bahçesi için bir ağaç seçecek biri için bu kategoriler çok önemlidir. Bununla birlikte, meşeler aynı zamanda iki büyük gruba ayrılır: kırmızı meşeler ve beyaz meşeler, her gruptaki türlerin çoğu hatta hepsi birbiriyle döllenebilir. Dolayısıyla, bir türü, bir grup melezlenebilir bireyler olarak düşünüyorsanız, eskiden çok daha az tür, belki de sadece iki tür olduğunu iddia edebilirsiniz. (Bu tip çoğalma ile bağlantılı tür gruplarına bazen ‘singameon’ denir.) Öte yandan, uzman bir taksonomist, sadece genel olarak tanınan 50 türü değil, aynı zamanda çok iyi bilinen veya çok iyi bilinmeyen diğer melezleri de ayırt etmek isteyebilir.
Süreç metafiziğinin güzelliği, bu tür esnekliği ve belirsizliği kabul edebilmeniz, ancak gerçekliğin izin verdiği ölçüde analitik keskinliği de koruyabilmenizdedir. Dünya ile ilgili gerçekten dikkat çekici olan, şeylerin ne kadar değiştiği değil, herhangi bir süre boyunca nasıl durağan kalabildikleridir. Girdapların zaman içindeki olağanüstü varlığını açıklamak (eğer kalıcı değilse), biyolojinin çoğu ve aslında tıp için de oldukça iyi bir tanımdır.
Peki, bilim metafiziğe bir el verirse, natüralistik metafizik bilim için bir destek olabilir mi? Bazı bilim adamları, kendi sahalarına giren filozoflardan kuşku duyuyor, ancak diğerleri daha misafirperver. Ve isteseler de istemeseler de, en inatçı ampiristlerin bile metafizik bir çerçeveye ihtiyaçları var. 1936’da pratik adamların istisnasız olarak modası geçmiş bir ekonomistin kölesi olduğunu söyleyen John Maynard Keynes gibi, teorik biyolog ve filozof J.H. Woodger, 1967’de şöyle yazmıştır:
“Genel olarak fizyologlar asla bu tür şeyleri dert etmezler, çünkü boğazlarına kadar batıp yalnızca çok az yukarısında olmalarına rağmen kendilerini ‘metafiziği’ aşmış varsayarlar.”
“Şeylik” mekanizma arayışını güdüleyerek bilimsel çalışma üzerinde çok gerçekçi bir etkiye sahip olmuştur. Bir mekanizma, etkileşimleri merak konusu bir olgu yaratan, hassas bir şekilde düzenlenmiş istikrarlı şeyler kümesidir. Bilim adamları mekanizmaları ortaya çıkarmayı genellikle bilimsel anlayışın altın standardı olarak görürler. Bu yaklaşımın kesinlikle faydaları vardır: Her şey aynı anda incelenemez ve bilim, bütünün iyi tanımlanmış parçalarına olan özel dikkate bağlıdır.
Ancak mekanik açıklamalar yalnızca belirli koşullar altında başarılı olabilir. İlk olarak, mekanizmayı oluşturan parçalar ilgili zaman diliminde stabil olmalıdır. Örneğin, çoğu enzim, dahil oldukları hücresel süreç boyunca aşağı yukarı sabittir. Ancak enzimlerin de oluşumlarından çürümelerine veya proteolize uzanan yaşam döngüleri vardır – ki bunda da başka proteinler tarafından katalize edilirler.
İkinci olarak, mekanik bir açıklama sadece belirli bir bağlam içinde uygulanabilir. Pratikte bu koşulu ıskalamak kolaydır, çünkü laboratuvarlar, ilgili olmayan kimyasallar veya değişen sıcaklıklar gibi çarpıtıcı faktörleri elemek amacıyla tasarlanmıştır. Eğer tutarlı bir sonuç elde edilmezse, araştırmacılar günün saati veya ortam gürültüsü seviyeleri gibi daha ezoterik faktörleri kontrol edebilirler. Amaç, her halükarda, tutarlı bir sonuç üretmek için gereken her şekilde stabilize edilmiş bir ortam sağlamaktır.
Belki de kanser, belirli bir açıklama gerektiren bir işlev bozukluğundan ziyade, aslında ulaşılmak istenen durumdur.
Ancak doğada, hiçbir şey etrafta olup bitenden bağımsız değildir. Bir kalp atışının sabitliği, sadece onu oluşturan dokularının ve moleküllerinin düzgün davranışına değil, aynı zamanda ona oksijen ve ilgili besin maddeleri sağlayan daha geniş organizmaya da bağlıdır. (Egzersizden söz etmiyorum bile.) Eğer yaşayan bir sistem her zaman sabit bir sonuç vermeyi başarıyorsa, bunu sürekli değişen bir ortama uygun şekilde tepki vererek yapar.
Süreç düşüncesinin tıp üzerinde derin etkileri vardır, çünkü bilimsel açıklamanın yükünü, özlere dayalı şeylerin etkileşiminden, kuralsız süreçlerin bir şekilde tanımlanabilir kalıplarda belirginleşmeyi nasıl başardığına doğru kaydırır. Örneğin kanser: İnsan hastayı bir mekanizma olarak gördüğümüzde, bilim adamlarının genelde yaptığı gibi, hastalığın nedenlerini ‘hasarlı’ iç kısımlarda, genellikle genlerde, aramaya meyilliyizdir. Ancak norm olarak değişimi düşünürsek odağın nasıl değiştiğine ve artık açıklanması gereken olgunun durağanlık olduğuna dikkat edin. Yaşam döngüsü boyunca insan organizmasının kalıcılığı, hücrelerin bölünmesi, farklılaşması ve imhasının (apoptoz) neredeyse akıl almaz derecede hassas bir dengesini gerektirir. “Kanser” adı verilen koşullar, belirli bir tür veya türdeki hücrelerin kontrolsüz çoğalması, bu dengenin çeşitli başarısızlıklarıdır. Belki de kanser belli bir açıklama gerektiren bir işlev bozukluğundan ziyade, aslında ulaşılmak istenen durumdur – ve anlamamız gereken şey, öz denetimin kanserden muzdarip olmama konusundaki olağanüstü eğilimimizi nasıl açıkladığıdır. (Aslında, bozuk genlerin, kanserin nedeni olduğu kadar sonucu da olduğu görülmektedir.)
Mikrobiyal hastalık ile benzer bir değişim yapabilirsiniz. Mikrobiyomumuzun işlevini takdir etmede uzun bir yol kat ettik, ancak bilim adamları iyi, kötü ve nötr mikroplar arasında bir ayrım önermek için biraz fazla istekli oldular. Bu açıdan tıbbın görevi kolay görünür – sadece kötü bakterileri tanımak ve yok etmek. Bununla birlikte, bazıları gerçekten sadece kötü olsa da, mikroorganizmaların sizin için iyi veya kötü olması genellikle bir bağlam meselesidir. Bağırsakta faydalı olan bakteriler, vücudunuzun diğer kısımlarını istila ederse gerçekten çok kötü olabilirler. Mikroplar genellikle tek başına çalışmaz. Bağırsaklarınızda binlerce farklı tür vardır ve bunlar genellikle birbirine bağlı işlevler sunar. Sonuç olarak, belirli bir türün yaptığı şey ve yaptığı şeyin konak (içinde bulunduğu organizma) için faydalı olup olmaması mikrobiyal topluluğun genel bileşimine bağlı olacaktır. Dahası, ‘mikrop’ kelimesi bakteriler için geçerli olma eğiliminde olmakla birlikte, sağlık veren mikroskobik varlıklar listemize virüsleri de dahil etmemiz gerekebileceğine dair artan bir farkındalık var. Birçok virüs, bakteriyel popülasyonları düzenleyen fajlar gibi, insan yaşamı için yararlı, belki de gerekli gibi görünmektedir.
Bu örnekler, metafizikle biyolojiyi ve biyolojiyle metafiziği araştırmanın bilimsel ve felsefi sorular hakkında düşünüş şeklimizde çok önemli bir fark yarattığını göstermektedir. Ancak, natüralistik bir metafiziği benimsemeyi seçmek, tanım gereği, en nihayetinde kişinin dünyada görüşünü en iyi bilimimize dayandırmasıdır. Natüralistik metafizikçi kendi kuyruğunu yiyen bir yılan haline gelmiştir. Peki bu iki alan arasındaki ilişkiyi nasıl ele alabiliriz?
İki mümkün cevap öneriyorum. Birincisi, bilim ve metafizik arasındaki ilişkinin diyalektik olduğudur. İkisi de önce gelmez, ancak ikisi de diğerini şekillendirmeye yardımcı olur. -sürece olan hevesim göz önüne alındığında, bu açıklama şaşırtıcı olmamalı- diyalektik, biyolojik organizasyon hiyerarşisinin farklı düzeylerindeki unsurlar arasındaki ilişkiler gibi her türlü süreci anlamakla ilgilidir. Hücredeki moleküller, genel hücresel davranışı açıklamak için hayati öneme sahiptir, ancak aynı zamanda bu parçaların doğası, hücrenin kendisinin genel doğası tarafından şekillendirilme yollarını analiz etmeden düzgün bir şekilde anlaşılamaz.
İkinci cevabım biraz daha sindirilebilir olabilir. Metafizik, bilimsel araştırmanın ayrıntılarından çok daha geneldir. Başarılı çağdaş bilim çok spesifik sorunlar üzerine yoğun bir odaklanma gerektirir. Kaçınılmaz olarak, bu odağın bedelini dar bir vizyon ile ödersiniz. Ancak natüralistik metafizik, farklı, dar uzmanlıkların geniş alanından içgörüleri bağdaştırarak çok daha geniş bir perspektif sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu, bilimsel anlayışın tutarlı bir resmini veya bilimin en azından önemli bir bölümünü sağlama çabası olarak görülebilir. (Sadece tek bir balığın fizyolojisini değil, deniz altındaki tüm ekosistemi anlamak için.) Bu genel tablo, herhangi bir bilim alanının varsayımları ile aynı fikirde olabilir veya olmayabilir. Ancak metafizik, bilimin uygulanmasında yine de somut etkilere sahip olacaktır ve hatta geniş tablo ile çatışan bazı küçük bilimsel bulgulara yönelik derin eleştiriler bile sağlayabilir.
Bilgi ağacının altında hem epistemologlar hem de metafizikçiler için yer var. Ancak canlı dünyası söz konusu olduğunda, her iki filozof da gölgede mütevazi bilim insanı için yer açabilir. Bu üçüncü meslektaşımızdan öğrendikçe, biyolojinin, tam olarak makinenin bir bölümünde hassas bir rol oynamak için özenle şekillendirilmiş lego parçalarından biçimlenmediğini görürüz. Daha ziyade, canlılar birçok değişken formu kabul edebilen süreçlerdir: dinamik, sürekli değişen, ancak kaosun hemen sağında bir süre için dengede kalabilen süreçlerdir.
John Dupré– “Metaphysics of Metamorphosis”, (Erişim Tarihi:01.05.2020 ), Kaynak Linki: https://aeon.co/essays/science-and-metaphysics-must-work-together-to-answer-lifes-deepest-questions
Çevirmen: Beyza Nur Doğan
Çeviri Editörü: Berkay Topuk