İnsanlar Neden Sanıldığı Kadar Saf Değiller? – Talha Gülmez

/
2198 Okunma
Okunma süresi: 15 Dakika

Hem büyük entelektüellerce (Platon’dan Marx’a) hem de ortalama vatandaşça kabul gören yaygın bir kanı mevcuttur: insanlar genel olarak kolay kandırılabilir, yönlendirilebilir, manipule edilebilir varlıklardır; çoğunluğun dediğini sorgulamadan doğru kabul ederler, biatçıdırlar, otoriteden şüphe etmezler. Propagandaların, demagogluğun, reklamların, subliminal mesajların yaygınlığı da bu kanının popülerliğinin bir nişanesi gibidir. Dahası düz dünyacılık, aşı karşıtlığı, dünyayı yöneten örgütler gibi komplo teoriciliği gibi absürt inançların yaygınlığı, dolandırıcılık gibi koca bir sektörün varlığını da bununla açıklamak mümkün. Tüm bunlar, insanların kolay inanır varlıklar olduğunu gösteriyor gibidir.

İşte tam burada karşımıza büyük bir sorun çıkıyor. Evrimsel mekanizmalara dair az buçuk bilginiz varsa burada yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezebilirsiniz; kolayca inanabilir olmanın uyum başarısı (fitness) çok düşük. Safdillik çok basitçe istismar edilebilecek bir özellik ve kolayca kandırılabilen bireylerin doğal seçilim sırasında ayıklanma ihtimali çok daha yüksek. Bunun yerine bizim iletişim esnasında kendimizi olumsuzluklardan (yanlış bilgi, yönlendirilme vb.) koruyacak; kime, neye, ne zaman güveneceğimize ve inanacağımıza dair karar vermemizi sağlayacak birtakım mekanizmalar geliştirmiş olmamız çok daha olası. İşte bu mekanizmalara epistemik ihtiyat (epistemic vigilance) diyoruz. Epistemik ihtiyat mekanizmaları fikri ilk kez Dan Sperber ve çalışma arkadaşları tarafından Mind and Society dergisinde yayınlanan Epistemic Vigilance isimli makalede ortaya atıldı. Sperber’in bu fikrinden ilham alan bilişsel bilimci Hugo Mercier bu kavramı geliştirdi ve Not Born Yesterday (2020) isimli bir kitaba dönüştürdü. Bu yazı da büyük oranda bu iki kaynak üzerine kurulu. Peki bu mekanizmalar neler?

Bu konuda karşımıza çıkan ilk mekanizma makuliyet denetimi‘dir: buna en temel ihtiyat mekanizması da denebilir. Makuliyet denetimi, bize gelen bir mesajı bizim daha önceden var olan inançlarımızla karşılaştırır ve değerlendirir. Eğer bize gelen bu yeni mesajı önceki inançlarımızla uyuşuyorsa onu doğru kabul ederiz, eğer böyle değilse daha şüpheci yaklaşırız.

Örneğin siz Mehmet’i yıllardır tanıyorsunuz ve onunla tüm etkileşimleriniz olumlu, şimdiye kadar kimseye bir kötülük yaptığını görmediniz ve genel olarak güleryüzlü, sevilen sayılan bir insan olduğunu düşünüyorsunuz. Bir gün Seda geliyor ve diyor ki “Mehmet güvenilmez biri“. Beyniniz bu mesajı Mehmet’le ilgili önceki deneyimlerinizle, onun hakkında oluşturduğunuz inançlarla karşılaştırıyor ve sizi bu iddiaya karşı şüpheci olmaya itiyor zira bu sizin önceki inançlarınızla çelişiyor. Yani bizim tavrımız duyduğumuz her şeyi hemencecik kabul etmek üzerine kurulu değil. Eğer Seda gelip “Mehmet muhteşem bir insan” deseydi buna şüpheyle yaklaşmazdınız zira önceki inançlarınızla uyumlu olurdu.

Makuliyet denetimi sürekli çalışan, sürekli mesaj değerlendiren bir filtre gibi adeta. Fakat biz sadece bizim önceki inançlarımızla uyan şeyleri kabul etseydik fikir değiştirmezdik; zihinsel olarak sabit ve inatçı bireyler olurduk. Çoğu zaman yeni mesajları eleyen bu makuliyet filtresinin bir istisnası var bu nedenle: “argümantasyon” ve/ya “akıl yürütme” (reasoning).

Argümantasyon bizim farklı inançları kabul etmemizi sağlayan önemli bir yöntem ya da mekanizma olarak görülebilir. Mesela diyelim ki Seda size geldi ve dedi ki “Mehmet güvenilmez biri, onu benim cüzdanımdan para çalarken yakaladım”. Bununla, birinci örnek arasındaki fark, mesajda bir gerekçe sunulmasıdır. Mesajın özü aynı olmasına rağmen (“Mehmet güvenilmez biri”) birincisi makuliyet denetimi filtresinden geçemezken ikincisi geçiyor; bu tabi argüman sunulması nedeniyle oluyor. Burada argüman aslında yine bizim inançlarımızın birbirleriyle tutarlılığı ile ilgili. Argümantasyonun çalışabilmesi için bizim daha temel ve güçlü inançlarımızla ilişkiye girmesi gerekiyor. Örneğin benim birinin malını çalmanın güvenilmezlik olduğuna dair kuvvetli bir inancım varsa bu yeni mesajı (“Mehmet güvenilmez biri”) bununla birlikte değerlendiriyorum, Mehmet’le ilgili fikrimi değiştiriyorum ve içsel bir tutarlılık sağlıyorum (Hem Mehmet’in iyi biri olduğuna, hem de hırsız olduğuna aynı anda inamamam zira).

Eğer Seda “Mehmet güvenilmez biri çünkü onu çay içerken gördüm.” deseydi bu argüman bizim için bir anlam ifade etmezdi ve Mehmet’le ilgili bir fikir değişikliğine gitmezdik (eğer çay içmenin güvenilmezliğe sebep olan bir davranış olduğunu düşünmüyorduysak önceden). Mehmet’in çay içmesi Mehmet’le ilgili inançlarımızda bir tutarsızlık yaratmayacaktır.

Farklı bir örnek olarak da şunu verebiliriz; diyelim ki siz Dünya’nın geoit şeklinde olduğuna inanıyorsunuz ve arkadaşınız gelip “Bir gemi Dünya’nın kenarından aşağı düşmüş” derse makuliyet denetim mekanizmanız devreye girer ve buna şüpheyle yaklaşırsınız.

İnsanlar genel olarak kendi inançlarına, yargılarına vb. diğer insanlarınkinden daha fazla güvenir. Yine de sosyal bir hayvan olduğumuz için farklı zamanlarda, farklı bağlamlarda başkalarından da yararlanmamız gerekir. Peki kime güveneceğimize nasıl karar veriyoruz? İşte tam burada zihnimiz birtakım ipuçlarından yararlanır.

Birinin söylediklerinin bizim söylediklerimizden daha doğru olduğuna dair en önemli ipucu; sağlam bilgi kaynağına erişim‘dir. Eğer birinin bilgi kaynağı sağlamsa, onun söylediklerine kendimizin sahip olduğu inançlardan daha fazla itimat ederiz. Diyelim siz arkadaşınız Defne’nin hamile olmadığına inanıyorsunuz. Sonra Defne’nin yanından gelen diğer bir arkadaşınız Ekrem size Defne’nin üç aylık hamile olduğunu söylüyor. Eğer Ekrem’in size yalan söylediğini düşünmek için bir nedeniniz yoksa, az önce Defne’nin yanından gelen Ekrem’in söyledikleri Defne’nin hamileliğiyle ilgili inancınızı değiştirecektir.

Bilgi kaynağına erişimin önemi daha küçük yaştan itibaren bizde vardır. Mercier anaokulundaki çocuklarla yaptığı bir deneyi şöyle anlatıyor:

“Bir deney dizisinde, çalışma arkadaşlarım ve ben anaokulundaki çocuklardan (oyuncak) bir kızın, kayıp (oyuncak) köpeğini bulmasına yardım etmelerini istedik. (Oyuncak) bir kadın köpeğin şu yöne gittiğini iddia etti ve köpeği o yöne giderken gördüğünü söyledi. Başka bir (oyuncak) kadın farklı bir yönü işaret etti fakat buranın köpeği bulmak için neden doğru yer olduğuna dair hiçbir gerekçe sunmadı. Çocuklar, güvenilir bilgi kaynağına erişimden [kendi gözleminden] bahseden kadına inanmaya daha meyilliydi, bu ikinci kadın hiçbir gerekçe göstermemektense kötü bir gerekçe gösterdiğinde geçerliydi.”

Kısaca, bizim kime güveneceğimizdeki en önemli kriterlerin başında bilgi kaynağına erişim geliyor.

Kime güveneceğimize karar verirken göz önüne aldığımız diğer önemli bir kriter; geçmiş performans’tır. Bu mekanizmaya geçmiş performans takibi diyelim (demin bahsettiğimiz kitapta açıkça bir isim verilmemiş ama uygun bir tanım olacaktır). Geçmiş performans takibi basitçe, birinin mesajlarının bizi daha önce ne kadar yanılttığı, ne kadar fos çıktığı ya da ne kadar doğru çıktığına dair çetele tutarak yapılıyor. Diyelim bilgisayarınız bir hata verdi ve kendi başınıza bir çözüm bulamadınız. Arkadaşınız Berkay’a sordunuz, o da bilgisayarda x işlemini yapmanızı tavsiye etti. İşlemi yaptığınızda bilgisayarınız düzelirse Berkay’ın güvenilirliğine bir tik atıyorsunuz (daha doğrusu, zihniniz atıyor otomatik olarak). Bundan sonra bilgisayarınızda bir hata olduğunda Berkay’a güvenebileceğinizi biliyorsunuz. Tabi belki de Berkay sadece belirli türden bilgisayar sorunlarında iyi olabilir. Eğer yazıcınızda bir sorun çıkarsa ve Berkay’a sorduğunuzda verdiği yanıt sorunuzu çözmemişse bu sefer tuttuğunuz çetelede bir ayrım yaparsınız ve Berkay’ın geçmiş performansını farklı konularda ayrı ayrı takip edersiniz. Bundan sonra yazıcı sorunlarıyla ilgili sözlerine daha az güvenirken ilk hatanın oluştuğu alandaki sözlerine güveniniz azalmaz.

İnsanlar geçmiş performans analizinden yola çıkarak maharet genellemesi yapmakta epey iyi. Kimin hangi konuda becerikli olduğunu çabucak kavrayabiliyoruz. Yine Mercier’in sunduğu deneylere göre, çocuklar oyuncaklarla ilgili soruları diğer çocuklara, yemeklerle ilgili soruları da yetişkinlere sormaları gerektiğini biliyorlar. Asansörlerin çalışma prensibini bir doktorun mu yoksa bir tamircinin mi daha iyi bileceği sorulduğunda tamirciyi, neden bitkilerin güneş ışığına ihtiyaç duyduğunu kimin daha iyi bileceği sorulduğunda da doktoru seçiyorlar.

İnsanların uzmanlığı, geçmiş performansı vb. şeyler iyi ipuçları, ancak konu birinin bir konuda bilgili olmasıyla bitmez. Bizim karşımızdaki kişiye güvenmemiz de gerekir söylediğine inanmak için. Yani denkleme bir de dürüstlüğü eklemek gerekiyor. İşte burada kime, ne zaman güveneceğimize, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya dair epistemik ihtiyat mekanizmaları devreye giriyor.

Kime güven duyacağımıza karar vermek için birtakım donelere ihtiyacımız var. Önemli bir done özenlilik‘tir. Özen (diligence) ile maharet (competence) farklı şeyler. Özenlilik, karşıdakinin size faydalı mesaj göndermesidir. Bir insan hem mahir hem özensiz olabilir. Diyelim bir arkadaşınız bir şehirdeki tüm iyi restoranları biliyor. Bu onun mahir olduğunu gösterir. Fakat siz vejetaryen olduğunuzu önceden defalarca söylemenize rağmen tavsiye istediğinizde size kebapçı öneriyorsa özensizdir. Yani size mesaj iletirken sizin zevklerinizi, tercihlerinizi göz önüne almaya özen göstermediği için sonuç olarak yararsız mesajlar gönderir ve gelecekte onun tavsiyelerine daha az önem vermek için geçerli bir nedeniniz olur.

Toparlarsak aldatılma, kandırılma için işaretler aramak yerine özen işareti aramamız daha mantıklı olarak görülebilir. Peki kimin özenli olacağını anlamanın yolları var mıdır? Bu türden bir bilişsel mekanizmaya sahip miyiz? Evet, sahibiz. Mesela teşviklere (incentive) bakmak yerinde bir örnek olacaktır. Eğer hem bizim hem de karşımızdakinin teşvikleri aynı hizadaysa, karşımızdaki daha özenli olur, bizim çıkarımız onun da çıkarınadır neticede. Bazı teşvikler ise kendiliğinden oluşur, bunlara şimdilik doğal olarak hizalı teşvikler diyelim. Örneğin arkadaşınızla bir masa taşıyacaksanız; bunu en az çaba ile yapmak ikinizin de çıkarınadır, yani teşvikleriniz aynı hizadadır. Bu yüzden arkadaşınız “Üç deyince kaldırıyoruz” dediğinde onun yalan söylemediğini, üç deyince onun da kaldıracağını bilirsiniz, zira doğru söylüyor olmak onun da işine gelecektir. Bu bir doğal hizalı teşviktir.

Öyle görülüyor ki insanların teşvikleri bizimkilerle uyumluysa onların fikirlerini daha çok hesaba katıyoruz. Buna radikal bir örnek İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanmıştır. 1944 yılında, Burge Muharebesinde, Yahudi-Amerikan bir Amerikan askeri olan Max Gendelman, Almanlar tarafından esir alınıyor. Savaşta yaralanmış bir Alman pilotu olan Karl Kirschner de Gendelman’ın mahkum tutulduğu yerin bitişiğinde, ananesinin çiftliğinde iyileşmeye çalışıyorken tanışıyorlar ve geceleri satranç oynamak için buluşuyorlar. Sovyetlerin ne kadar hızlı ilerlediğini bilen Kirschner bir gece şöyle söylüyor:

Buradan ayrılmamız gerek. Eğer ayrı ayrı kaçmaya kalkarsak ikimizi de vururlar. Birbirimize yardım edelim, ben bu araziyi çok iyi biliyorum. Biraz da şansın yardımıyla Ruslar gelmeden alman safına ulaşabiliriz, orada seni ben geçiririm, sen de beni Amerika’ya ulaştığımızda doğru insanlara götürürsün.

Kirschner’in ailesi sahte belgeleri düzenliyor, iki bisiklet ve silah alıp yola koyuluyorlar. Bir Alman devriyesi onları yakalayınca “mahkuma eşlik ederek ana üsse kadar götürdüğünü” söyleyip kurtuluyorlar. Sonra da bir Amerikan devriyesine denk geliyorlar, onlara da “Ateş etmeyin! Biz Amerikan askeriyiz” diyorlar. Böylece ikisi de özgür kalıyor. Kirschner sonradan Amerika’ya göç ediyor ve Gendelman’la ömür boyu çok yakın bir dost oluyorlar. Ortak teşvikler iki düşmanın arkadaş olmasıyla sonuçlanıyor.

Tabi insanlar teşvikleri hizada olunca diğerlerinin söylediklerini daha çok önemsedikleri gibi, eğer bir çıkar çatışması varsa ya da karşısındakinin farklı bir motivasyona/teşviğe sahip olduğunu düşünüyorsa onu dinlemeyi tamamen bırakabiliyor; bu aileden biri ya da yakın bir arkadaş olsa bile.

Teşvikler aynı hizada olunca güvenebileceğimizi biliyoruz, fakat bu diğer sorunu ortadan kaldırmıyor: ortada farklı teşvikler varsa ne yapacağız? Az önce doğal olarak hizalı teşviklerden bahsetmiştik, işte burada da yapay olanını yapmamız gerekiyor! Yani bilgi gönderen ve alan kişinin teşviklerini bizim bir şekilde hizaya getirmemiz gerekir.

Burada devreye saygınlık giriyor. İnsanlar birbirlerinin saygınlığının takip edebilir ve adeta birbirinin bu anlamda bekçisi olabilir. Saygınlığın artması kişiye itimatı, sosyal basamakları çıkmayı, gruplarda tercih edilebilmeyi vb. sağlar, saygınlığın azalması ise tam tersine sebep olur. Bu yüzden saygınlığının artması her kişinin işine geliyor. Buradan hareketle saygı oyunları burada sosyal bir teşvik hizalaması yapabilmemizi sağlıyor. Eğer bir kişi sürekli olarak yanlış enformasyon veriyorsa yahut düşük özene sahipse saygınlığı azalıyor ve ilerideki etkileşimler için tercih edilme ihtimali düşüyor. Tabi verilen her mesajın ağırlığı aynı olmadığı için bizim mesajlara dair beklentileri düzenlememiz gerekiyor. Burada da taahhüt (commitment) giriyor devreye. Taahhüt, genel olarak bir şeyin arkasında ne kadar kuvvetli durduğumuzu ifade etmektedir. Bir mesajı verirken (örtük ya da açıktan) nasıl bir taahhütte bulunduğumuz, o mesajın güvenilirliğine dair de bir ipucu veriyor. Mesela “kesinlikle”, “eminim”, “şuradan şuraya adım atmak nasip olmasın” gibi kuvvetli yargı bildiren sözler daha büyük bir taahhütken, “bir yerden duymuştum”, “bence”, “tahminimce” daha da yumuşatmaktadır taahhütlerimizi. Bu da mesajlara dair bir beklenti düzenlemesi yapar. Eğer daha yumuşak taahhütlü bir mesaj hatalı çıkarsa bunun “cezası” da düşük oluyor ya da olmuyor. Eğer arkadaşınız “Yanlış hatırlıyor olabilirim ama böceklerin on ayağı var diye biliyorum.” derse durumun böyle olmadığını öğrendiğinizde vereceğiniz içsel tepki ile “Böceklerin on bacağı var, bunu bilmeyen de cahilin tekidir.” deseydi ve bu yanlış çıksaydı vereceğiniz tepki aynı değildir. Bunun yanında büyüklüğü de saygınlığı etkilemektedir; eğer yüksek taahhütle sunulan bir bilgi yararlıysa ya da doğruysa saygınlığı artırıyor ama yanlış olduğunda da karşılığı büyük oluyor. Burada taahhütlerin sadece sözlü olması gerekmiyor. Ses tonundan vücut diline binbir şekilde taahhüt verebiliyoruz. Mesele bu örtük taahhütün anlaşılabilmesi. Özellikle kendinden eminlik çok sık kullanılan bir taahhüt ipucu.

Mercier’in aktardığı bir başka deneyde psikolog Elizabeth Tenney ve çalışma arkadaşları, katılımcılardan (sahte) bir davaya dair bir hüküm vermelerini istiyor. Bu hükmü iki şahitin verdiği iki ifadeye dayandırıyorlar. Tanıklardan biri ifadesinde, diğerine göre kendinden daha emin konuşuyor. Katılımcıların davaya hüküm vermek için başka bir delilleri olmadığı için kendinden daha emin olanın sözüne daha çok itimat ediyorlar. Sonradan iki tanıdığın da hatalı olduğu söylendiğinde kendinden daha az emin tanığı daha güvenilir bulmaya başlıyor. Bu tanık da diğeri kadar hatalı olmasına rağmen diğerinden daha az taahhütte bulunması insanların daha hoşgörülü yaklaşmasına sebep oluyor.

Güvenilirlik saygınlığın en önemli kısmı denebilir. Ve güvenin sarsılması da bir o kadar ağır yaptırımla sonuçlanıyor. Örneğin Tiger Woods’la anlaşma yapmış veya çalışmış olan üç firma -Pepsi, Electronic Arts ve Nike-, Woods’la ilgili o ünlü olaylar ortaya çıktıktan sonra toplam pazar değerlerinde 6 milyar dolarlık bir düşüşle karşılaşıyorlar. Bu türden etkileri göz önüne alınınca saygınlığın epey efektif bir denetleme sistemi olduğu söylenebilir.

Unutmamak gerekir ki burada söylediklerimiz genellikle küçük grup içi ya da bireysel iletişimlerde kullandığımız mekanizmalar. Ama bizim şu an içinde yaşadığımız dünyamız ile binlerce yıldır evrildiğimiz dünya aynı değil, bundan 10.000, 50.000, 100.000 sene önce konuştuğunuz insanlarla hayat boyu iletişim kurabiliyorduk. Nüfusun milyarları bulduğu ve iletişim araçlarının epey sanallaştığı bugünlerde biz çoğunlukla tanıdığımız insanlarla değil, hiç tanımadığımız, belki bir daha yüz yüze hiç görüşmeyeceğimiz insanlarla muhatap oluyoruz. Bu durumlarda yukarıdaki mekanizmaların çoğunu kullanmak mümkün olmayabiliyor. Bunları her daim kullanamasak bile makuliyet denetimi mekanizması sürekli çalışır vaziyette olduğu için kandırılabilirliği büyük ölçüde azaltıyor. Dahası saygınlık takip mekanizmaları da teknolojiyle bütünleşiyor (sitelerdeki yorum, yıldız/puan sistemleri, karşılaştırma yapabilme imkanı, büyük sosyal ağlar vb).

Tüm bu söylediklerimizden çıkarılacak sonuç şu: insanlar özünde safdil değil, tutucudur. Yeni fikirlere karşı ilk tavrımız hemen kabul etmek değil, bundan ziyade reddetmeye meyilliyizdir. Fakat bunun radikal birkaç iması da var (ki Mercier kitabın ikinci yarısını buna ayırıyor). Bu şudur: sürü psikolojisi abartılmış bir şey, hatta neredeyse yok gibi. İnsan diğerlerini taklit eden, kitleye dahil olunca aklını kaybeden bir varlık değil. Gruplar da genellikle bireyler kadar rasyonel. Gruba dahil olduk diye epistemik ihtiyat mekanizmalarımızı suya indirmiyoruz zaten.

Tüm bunların yanı sıra eğer bahsettiğimiz bilişsel mekanizma tezi doğruysa şu da beklenebilir: propoganda, demagogluk, reklam, beyin yıkama vb. kitlesel zihin değiştirme çabaları kusursuzca çalışmazlar. Ki yapılan türlü çalışmaların da gösterdiği bu denilebilir. Devasa propaganda makineleri tüm çabalara rağmen kimsenin aklını tamamen yıkayamıyor. Ne Hitler Almanyası’nda ne Stalin Rusya’sında insanlar propogandaları tamamen yemiyordu. Hatta zamanının Nazi İstihbaratı’nın raporlarında insanların devletin iletişim kanallarını okumadığı, dinlemediği, dahası kimsenin söylenenlere inanmadığı, devlete güvenin azaldığı geçiyor. İnsanlara bir şeyi elli kere söylemeniz; söylenen şeyi kabul edecekleri anlamına gelmiyor, hatta tersi de olabiliyor. Propogandaya güven devlet nezdinde de az olduğu için doğrudan baskı daha çok kullanılıyor. Nazi Almanyası, Franco İspanyası, Mussolini İtalyası, Stalin Rusyası, günümüz Çin’i belirli fikirleri hakim kılmak için gönüllü iletişimden ziyade devletin “şefkatli demirden yumruğunu” kullanıyorlardı. Bunun yanında sübliminal mesajlar işe yaramıyor, kişi odaklı reklamların satın alımı artırdığına dair elle tutulur bir veri yok gibi duruyor, demagojiler kitlelerin fikrini değiştirmiyor; genel olarak o kadar da önüne gelene inanan insanlar değiliz denilebilir.

Demagogların iyi yaptığı şeyin şu olduğu söylenebilir; zaten halk arasında yaygın olan ya da bir şekilde kendine yer edinmiş fikirleri kullanarak insanları bunlar üzerinden konsolide etmek. Yani demagoglar kendi fikirleriyle insanları istedikleri yere sürüklemiyorlar. Bundan ziyade onların sahip olduğu fikirleri alıyorlar ve daha gür çıkartıyorlar. Safları sıklaştırıyorlar. İşe yarayan da bu.

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Metamorfozun Metafiziği – John Dupré

Sonraki Gönderi

İbn Sina Zihin-Beden Problemine Dair Bize Ne Öğretebilir? – Peter Adamson

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü