“Ölmek İstiyorum”: Ötanazi Nedir? Ötanazi, Ahlaken Nasıl Temellendirilebilir? – Taner Beyter

Ölüm Hakkı da Yaşam Hakkı Kadar Temel Bir Hak mıdır?

///
1859 Okunma
Okunma süresi: 58 Dakika

Ölüm, insanlık olarak, en ciddiye aldığımız konulardan biridir. Buna bağlı olarak birçok kültür ve toplum, ölüme yönelik farklı türden yaklaşımlar geliştirmiş ve açıklamalar sunmaya çalışmıştır. Dolayısıyla ölüm gibi ağır bir konunun felsefi olarak kapsamlı bir incelemeye tabi tutulması ve bu sırada birçok açıdan dikkat çekici soruları da beraberinde getirmesi oldukça anlaşılırdır.

Ölüm, (en azından şu an için) kaçma şansımız olmayan bir “şey”dir. Onu bireysel olarak deneyimler ve başkasına devredemeyiz. Ölümü bir “deneyim” olarak niteledik; fakat ölümün bir deneyim olup olmadığı da aslında pek açık değildir; çünkü ölüm, bir anlamda, bu dünyanın ve dolayısıyla tüm deneyimlerimizin sonu anlamına gelir. Bu sebeple de onu deneyimlediğimizi söylemek ve bir deneyimi tasvir ettiğimiz gibi tasvir etmek epey zordur.

Tahmin edileceği üzere felsefe, ölüm konusunu oldukça farklı biçimlerde ve bağlamlarda ele almaya devam ediyor. Pratik etik, gündelik yaşamda karşılaştığımız konu, problem ve durumları felsefi bir biçimde inceleme, analiz etme ve çözüm önerisi sunma ile ilgilenen ahlak felsefenin alt çalışma alanıdır. Ölüm, bir anlamda, pratik etik disiplininde bir şekilde sürekli gündemimizde olagelmiştir. Pratik etiğin idam, kürtaj, ötanazi ve veganizm gibi konularda sorduğu sorular kabaca şöyle özetlenebilir (ki bu sorular fark edileceği üzere ölüm ile de doğrudan bağlantılıdır):

  • İdam: Suçlu bir insanı idam etmek/öldürmek ahlaken kabul edilebilir mi?
  • Veganizm: Hayvanları öldürüp yemek neden yanlıştır?
  • Kürtaj: Anne karnındaki bir fetüsü öldürmek ahlaken makul müdür?
  • Ötanazi: Bitkisel hayatta olup yaşam destek fişi ile yaşan birini öldürmek neden ahlaken yanlış görünür?

Bu yazımız da özellikle “ötanazi”, yani kelime anlamıyla “iyi ölüm” konusunu, pratik etik çerçevesinde inceleyeceğiz. Ahlak felsefesi ve pratik etik konusuna giriş için şu yazımızı, kürtaj konusuna giriş için ise şu yazımızı okuyabilirsiniz.

Tanımlamalardan Önce Bir Deneyim: Tay-Sachs Hastalığı

Şu an siz bu yazıyı okurken dünyanın bir çok yerinde farklı yaştaki bir çok insan korkunç acılar çekiyor. Kimileri doğuştan gelen genetik hastalıklardan dolayı kimileri geçirdiği bir kaza sonucunda istenmedik durumlar içinde hayata devam etmektedir. Uzun süredir, mesela 20 yıldır, bitkisel hayatta yaşayan birinin içinde bulunduğu durum hakkında ne söyleyebiliriz? Böyle bir yaşamı kim ister? Veya onu “hayatta” (?) tutmaya devam etmemizin sebebi nedir? Bu sorular, görece zor gibi görünebilir. Ama daha zor soruları içeren konuların alanına girmek de mümkün: Örneğin Tay-Sachs hastalığı gibi!

Tay-Sachs hastalığı, çoğunlukla Doğu Avrupa ulusları ile Yahudi topluluklarda görülen ve anneden bebeğe geçen genetik bir hastalıktır. Tay-Sachs ile doğan bir bebekte belirtiler, genellikle 3 ila 6 ay arasında gösterir; diğer aylardaysa bebek aşamalı olarak görme, duyma ve hareket etme yeteneğini kaybeder. Bebek büyüdükçe gülümsemeyi, ağlamayı, emeklemeyi, sürünmeyi, dönmeyi ve bir şeyler için uzanmayı bırakacaktır. Çoğu Tay-Sachs hastası bebek, ortalama 2 yaşına bastığında nöbetler geçirmeye başlar ve bazen sakatlanır veya felç kalır. Ve üzücü bir şekilde 5 yaşına gelmeden de yaşamını kaybeder.

5 yıllık bir hayat düşünün; acılar ve nöbetlerle geçen 5 yıl… Sonunda ise ölüm sizi beklemektedir. Bu hastalığın kimi türlerin 15 yaşına kadar devam eden ve ölüm ile sonuçlanan bir durum söz konusudur. Söz konusu bu hastalığın başka formalarında ise bebeklerin/çocukların bilişsel yetenekleri, konuşma, görme, duyma gibi yetileri bozulur; konuşma ve hareket etme bozukluğu yaşarlar ve hayatlarına böyle devam etmek zorunda kalırlar.

Şimdi soru şu: Tay-Sachs hastalığının tehlikeli bir türüne yakalanmış bir bebeği, mevcut tıbbi olanakların tedavi edemediği böylesi bir durumda, acı çekerek yaşatmanın anlamı nedir? Tıbbi gelişmeleri bir umutla bekleyerek bebeğin acı çekmesini izlemeye devam mı etmek zorunda mıyız? Veya “ilahi bir mucize” umarak 5 yaşına kadar, yani ölümün yüksek bir ihtimal olacağı anı beklemek ahlaken doğru mu?

Tüm bu soruları bir kenara bırakalım ve işin öteki tarafına bakalım: Eğer bebeğin ölüm ile sonuçlanan böylesi korkunç bir “yaşam” sürmesini istemiyorsak, ötanazi konusunda son karar kimin olmalıdır? Anne karnındayken bu hastalığa yakalandığını bildiğimiz bir bebeği kürtaj ile almazsak, ahlaken büyük bir yanlış içinde olduğumuz söylenebilir mi?

Peki ötanazinin suiistimal edilmesine karşı neler yapabiliriz? Örneğin Naziler, ötanazi yasası çıkararak ötanaziyi suiistimal etmişlerdir.

Tay-Sachs gibi birçok farklı hastalık daha mevcut, örneğin genetik bir durumun söz konusu olmadığı ve geçirdikleri kazalar sonucunda felç kalan insanların var olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilinen bir örnek olarak, geçirdiği kaza sonucunda felç kalan ve 29 yıl boyunca ötanazi talebi reddedilerek zorla yaşatılan Ramón Sampedro’yu düşünün.[1] Yaşam kalitesinin kalmadığı, tuvalet ihtiyacını bile başkasından yardım alarak yaptığını, bu yaşamın insanca bir yaşam olmadığını düşünen felçli bir insan, şüpheye yer bırakmayacak şekilde yardımlı intihar yani ötanazi talebinde bulunuyor: Onu zorla yaşatmanın anlamı nedir? Korkunç acılar çeken ve yaşam kaliteleri alt üst olan insanların, yaşam hakkı kadar yaşam vazgeçme yani ötanazi hakları da olması gerekmez mi?

Bahsettiğimiz tüm bu sorular epey zordur; duygusal ve vicdani süreçlerin, ötanazi ve kürtaj gibi durumlarda, sahip olduğumuz felsefi pozisyon veya konuya yaklaşma tarzımıza etki etmemesi neredeyse imkansızdır. Hayatta öyle durumlar var ki, bazı konuları deneyimlemeden de üzerine düşünmemiz, bizzat bu acı verici durumlar ile yüz yüze olan insanları daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

Bu nedenle bireysel bir uyarıda bulunmama izin verin: Bu yazının yazarı olarak ben, birçok dernekte görev aldım ve insanların ne tür zorluklarla mücadele ettiğine şahit oldum. Oldukça özel durumların söz konusu olduğu, ailesinden bir bireyin veya bizzat kendi bebeğinin çektiği acılarla yüz yüze olan ve mücadele veren insanların yaşadığı zorluklara dair, felsefe adı altında küstahça yorumlar yapıyor gibi görünmek istemem. Bu yazıda cümlelerimi çok dikkatli seçeceğim; ancak buna rağmen eğer kıracağım biri olursa, şimdiden özür dilerim.

Tay-Sachs hastalığı ve Sampedro örnekleri birbirlerinden farklı durumlara işaret ediyor ve farklı değerlendirmeleri gerektiriyor gibi görünüyor. Bu iki örnek ve başkaca örnekleri görmezden gelmek veya seçim yapmamak epey zor görünüyor; bu sebeple felsefi çözümlememizi yaparken epey dikkatli olmamız gerek. İzninizle temel tanımlarımız ve kavramlarımıza dönelim, daha sonra ise argüman yapılarını tanıtalım ve ötanazi hakkına dair görece uzun soluklu bir felsefi soruşturmaya girişelim.

Ötanazi Nedir?

Ötanazi, yani en kaba tabiriyle bireyin acısız bir ölüm için çevresinden yardım talep etme durumu; tıp etiği, psikoloji ve hukuk gibi birçok farklı disiplini de ilgilendiren, oldukça hassas bir etik problemdir. Ötanazi, bireyin kendi özgür iradesiyle karar vererek, sahip olduğu yaşamına son vermek için iyi ve acısız bir ölümü tercih etmesidir.

Ötanazi Türleri

Literatürde ötanaziye dair 3 farklı sınıflandırmaya rastlamak mümkündür:

  • Gönüllü ötanazi,
  • İstem-dışı ötanazi,
  • irade-dışı ötanazi

Ötanazi ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz genel tanım, aslında tam olarak “Gönüllü Ötanazi” tanımına denk düşmektedir. Gönüllü Ötanazi, bireyin;

  • yeterince bilgilendirilmiş olması,
  • durumunu değerlendirecek bilişsel kapasiteye sahip olması,
  • durumunu değerlendirmek için psikolojisinin elverişli olması,
  • özgür iradesiyle karar vermiş olması,
  • mevcut hastalığının tedavisinin olmaması,
  • ötanazi beyanında şüpheye yer bırakacak bir durum olmaması,
  • farklı uzman doktorlarca söz konusu hastalığa veya duruma dair görüş birliğinin olması

gibi şartların sağlandığı durumda yaşamına son vermek için çevresinden (genellikle doktorlar ve sağlık çalışanlarından) yardım talep etmesidir.

Ötanazi vs. İntihar

Bu haliyle ötanaziyi, intihar ile karıştırmamak, tartışmanın sınırları açısından önemlidir. İntihar, bireyin bizzat kendi elleriyle kendi yaşamından vazgeçmesine yönelik bir fiil olup kişinin ruhsal veya fiziksel durumu ilk etapta mevzubahis değildir. Ötanazi ise bireyin tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanması veya benzer bir durumda olması söz konusu olduğunda, kendi yaşamından vazgeçmek için başkalarından yardım talep etmesidir.

Elbette bu tanım, kendi içinde potansiyel bir zorluk barındırmaktadır; kimileri yaşlanmalarının sonucu olarak hayat kaliteleri ciddi oranda düştüğünden dolayı kendi yaşamından vazgeçmek için ötanaziye başvurmak isteyebilir. Ötanazi için bireyin beyin ölümünün gerçekleşmemiş olması (beyin ölümü gerçekleşen bireyin, hukuki anlamda ölü sayılmasından dolayı ölüm hakkından söz edilemeyeceği için), kişinin tedavi edilemeyen hastalığının olması ve bireye acı veren bir hastalığının olması şartları da bize göre ötanazinin sınırları çizmek için tek başına yeterli görünmemektedir.[2] Çünkü bu durumların hepsinin karşılanmadığı durumlarda da birey belli türden etik gerekçelerle ötanazi talep edebilir. Örneğin, birey, fiziksel ya da ruhsal bir acı hissetmemesine rağmen sırf başkalarından sürekli yardım isteyerek yaşamını devam ettirmeye dayalı bir hayattan vazgeçmek isterse bu, ötanazi olarak tanımlanamaz mı? Bize, tanımlanabilir gibi görünmektedir. Ancak öncelikle ötanazinin hastalık ve acı verme durumlarıyla beraber incelenmesi yönündeki geleneksel girişle başlayalım.

Unutmadan eklemekte fayda var; halihazırda Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Kanada, ABD’de ve Avustralya’daki bazı eyaletler ötanaziye belli şartlar altında izin vermektedir. Türkiye’deyse TCK 1997 Tasarısı’nda ve Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 13. maddesinde ötanazi yasaklanmıştır.

İstem-dışı Ötanazi

İstem-dışı ötanazi genellikle Naziler’in uygulamaları ile anılan, bireylerin kendi hayatlarından vazgeçmelerine yönelik bir beyanda bulunmamalarına rağmen onların hayatlarına belli anlamda değer biçerek ötanaziyi gündeme getirmek şeklinde yorumlanmıştır. Bu bir anlamda açıkça cinayettir.

İrade-dışı Ötanazi

Bunun yanı sıra irade-dışı ötanazi, etik anlamda çok daha dikkat çekicidir. Birey hayatından vazgeçmeye yönelik bir beyanda bulunabilecek durumda değildir. Örneğin; bir bebek, ağır zihinsel engelli biri veya bitkisel hayattaki bir hastaya bakarak, onların yaşamlarından vazgeçmelerine yönelik bazı kararlar alıp uygulamaya koyarız veya vicdanen kendimizi ötanazi yapmak zorunda hissederiz. Bir nevi çocuklarını korumaya yönelen anne-baba gibi davranarak ebeveyn yaklaşımına benzer bir motivasyonla hareket ederiz.

Bu yazımızda, öncelikli olarak gönüllü ötanaziyle ilgileneceğiz, diğer ötanazi türlerini yazı kapsamının biraz dışında tutmaya çalışacağız.

Ötanazi: Hangi Yöntem? Öldürmek mi, Ölmeye Bırakmak mı?

Ötanazi üzerine yapılan tartışmalarda konuyu etik çerçevede ele almamıza imkan sağlayan ilk başlıklardan biri “yöntem” sorunuyla başlar. Ötanazi uygulanırken bireyin ölümüne sebep verecek bir eylem içerisinde bulunulması veya bireyin tedavi uygulanmayarak ölüme bırakılması durumları “Aktif ve Pasif Ötanazi”ayrımı olarak bilinir. Aktif ötanazide bireyin ölümü dışardan bir eylemle gerçekleşmiştir ve birey öldürülmüştür. Pasif ötanazide ise bireye ağrı dindirici ilaçlar dışında herhangi bir tedavi uygulanmamış olup birey ölmeye bırakılmıştır.

Peki bu iki eylem arasında etik anlamda bir ayrım yapmak mümkün mü? Öldürmek ile ölmeye bırakmak ahlaki anlamda birbirine denk bir ahlaki doğru veya ahlaki yanlış mıdır?

Aktif ötanazinin niçin kabul edilebilir olduğunu görmek için, pasif ötanazinin niçin uygun ve makul olabileceğinden yola çıkarız: Pasif ötanazi, insanları acılardan kurtarır ve kendi yaşamları hakkındaki kararlarına saygı gösterir. İnsanların ölmesine izin vermek (yani pasif ötanazi), uzun zaman alabilir ve bu süre istenmeyen ıstıraplarla dolu olabilir. İnsanları öldürmek, onlar ölmek istediklerinde, bizzat onların bu amaç ve isteğine bizi doğrudan ve hızlıca ulaştırır. O halde görünen o ki, pasif ötanaziye izin verilebilirse, aktif ötanaziye de izin verilebilir.

Öldürmek ile Ölmeye Bırakmayı Düşünmek

Kimileri için aktif ötanazi, yani bir bireyi öldürme eylemi kulağa ve sezgilerimize daha kötücül görünmektedir. Öldürme ve ölüme izin verme durumlarının kendisinin ahlaki bir ayrım içermekte olduğu fikri temel sezgilerimize yaslanan bir fikir gibi görünür.

Ancak ahlaki eylemleri sonuçları üzerinden değerlendiren Sonuççu (İng: “consequentialism”) bir etik çerçeveye sahipseniz; aktif ve pasif ötanazi arasında ahlaki bir ayrım görme eğiliminde olmanız beklenmez. Sonuççu etik çerçeve, eylemler arasındaki ayrımları sonuçlardaki farklar üzerinden değerlendirir. Eğer sonuç olarak bireyin ölümü gerçekleşiyorsa, ortada ahlaki bir ayrıma gerek yok gibi görünmektedir.

Ancak diğer yandan etik sınırlarımızı çizerken ödevleri de göz önünde bulundurma eğiliminde olduğumuzu düşünelim. Kant’ın ahlaki görüşlerinin izlerini taşıyan bu eğilim, başkalarına karşı davranışlarımızda belli başlı ödevlerimiz olduğunu kabul ederek bu ödevler arasında negatif ve pozitif ayrım yapmayı tercih eder. Başka bireylere zarar veren ve olumsuzluk yaratan eylemlerden kaçınmak, bu eylemleri yapmamak negatif ödev, başka insanlara olumlu ve yararlı sonuçlar doğuracak eylemlerde bulunmak ise pozitif ödev olarak tanımlanabilir. Pasif ötanazi bu çerçevede, negatif ödeve göre hareket ediyor gibi görünürken, aktif ötanazi bir müdahale ve eylem barındırdığı için pozitif ödev gibi görünmektedir.[3]

Ancak buradaki sorun, hangi gerekçelerle bu eylemleri olumlu görüp pozitif veya olumlu görmeyip negatif ödev kategorisine dahil edebileceğimizden ziyade hangi etik kuramın daha akla yatkın görüneceğidir.

Eylem ve Eylemsizlikler Doktrini

Aktif ve pasif ötanazi arasındaki bu ayrım bizi “Eylem ve Eylemsizlikler Doktrini” tartışmasına götürmektedir. Belli bir eylemi gerçekleştirmek (beyni olmadan doğan bir çocuğu öldürmek) ile o eylemi gerçekleştirmemek (beyni olmadan doğan çocuğu öldürmemek ve tedavi etmeyi bırakmak) aynı sonuca varsak dahi ahlaki bir ayrım gerektirir mi?

Eylemleri, özgül bazı ahlaki kuralları ihlal edip etmediğine göre değerlendiriyorsanız, eylemler ile eylemsizlikler arasında ahlaki bir ayrım olduğunu düşünüyorsunuzdur. Ancak eylemleri sonuçlarına göre değerlendiren etik bir çerçeveye (mesela Sonuççu Kuram’a) eğilimliyseniz, eylemler ile eylemsizlikler arasında ahlaki bir ayrıma gitme gereği görmezsiniz. Bu çerçevede eylemsizlikler de belirli bazı sonuçlardan bağımsız düşünülemez ve bir tercih olarak görünür. Bu görüşte “Eylem ve Eylemsizlikler Doktrini” geçerliliğini yitirmektedir. Konuya daha yakından bakmak için aktif ve pasif ötanazi arasında ahlaki bir ayrıma gitmemizin pek makul olmadığı fikrini öne süren Rachels’in Argümanı ile devam edelim. Bu argüman, ötanaziye dair felsefe literatürümüzde önemli bir ağırlığa sahiptir.

Rachels’in Argümanı

James Rachels, böyle bir ayrıma gitmemizin ve aktif ötanaziyi pasif ötanaziye göre daha kötücül görmemizin pek makul olmadığını düşünmektedir. Rachels, bir kişiyi öldürmek ile onu ölüme terk etmek arasında ahlaki bir ayrım olmadığını ve öldürmenin ölüme terk etmekten daha kötü olmadığını ünlü Smith ve Jones örneği ile ifade etmeye çalışır.[4]

(…) Birinci örnek durumda Smith, eğer altı yaşındaki kuzenine kötü bir şey olursa büyük bir mirasa konabilecek durumdadır. Bir akşam çocuk banyo yaparken Smith gizlice banyoya girer ve çocuğu boğarak olaya kaza süsü verir. İkinci örnek durumda Jones da altı yaşındaki kuzenine kötü bir şey olursa büyük bir mirasa konabilecek durumdadır. Smith gibi Jones da gizlice banyoya sızmayı ve çocuğu banyoda boğmayı planlamaktadır. Ancak tam da Jones banyoya gizlice girdiğinde çocuğun ayağının kaydığını ve başını sertçe yere vurarak yüzükoyun banyo küvetinin içine düştüğünü görür. Jones bu duruma seviniyor, çocuğun başını yeniden suya doğru iterek onun öldüğünden emin olması gerekir mi diye bekliyor ancak buna gerek kalmıyor. Jones, çocuğu sadece izler ve hiçbir şey yapmazken, çocuk çırpınıp “tesadüfen” boğuluyor.

Rachels, bu örneği üzerinden bizi düşünmeye sevk ederek, Smith’in çocuğu öldürme eylemine girişerek Jones’un ise hiçbir şey yapmaksızın sadece ölmesine izin vererek aynı sonuca ulaştığına dikkat çekiyor.

Bu iki eylem arasındaki tek fark, bir yöntem farkı gibi görünmektedir. Öldürme ve ölüme bırakma arasında bir ahlaki ayrıma gitmek için gerekçeye ihtiyacımız kalmış mıdır? Smith’in Jones’a ya da Jones’un Smith’e göre daha az veya daha çok kınanabilir bir davranış içinde olduğunu iddia edebilir miyiz?

Rachels, ilk bakışta haklı görünmektedir, örnekteki iki kişi de aynı dürtüyle yani kişisel kazanç elde etmek için farklı yöntemlerle aynı sonuca varmıştır. Rachels’in yapmak istediği öldürmenin yani aktif ötanazinin ölmeye bırakmaktan, yani pasif ötanaziden, daha kötü olduğu argümanına karşı çıkmaktır. Rachels’in Argümanı, Sonuççu bir çerçeve ile oldukça paralel ve tutarlı görünmektedir. Eğer birinin ötanazi seçiminin ahlaken doğru olduğu yargısına ulaştıysak bunun aktif ötanazi mi yoksa pasif ötanazi mi olduğu pek önemli görünmemektedir. Hatta öyle ki böyle bir yargıya varıldığı takdirde öldürmenin kendisi değil, öldürmemenin kendisi ahlak-dışı görünebilir; bu ilk başta oldukça makul görünmektedir.

Ama bundan emin olabilir miyiz? Her ne kadar Rachels haklı gibi görünse de karar vermek için aceleci davranmamız iyi olabilir.

Rachels’i Eleştirmek: Sonuçculuğu Anlamak

Kamm, Smith ve Jones’un eylemlerinin ahlaki olarak denk olsa bile, ahlaki bir ilke olarak öldürmek ve ölüme göz yummanın birbirine denk olduğu yönünde bir çıkarıma ulaşamayacağımızı iddia eder. Kamm, Smith ve Jones’un eylemleri arasında ahlaki fark olup olmadığını anlamak için farklı bir senaryo sunar: Boğulan çocuğu hayata döndürme şansımız olduğunu düşünelim. Kamm, çocuğu hayata döndürmek için, (bizzat öldürme eylemini gerçekleştiren) Smith ile (ölüme izin veren) Jones’u öldürmemiz gerekseydi; çocuğu hayata döndürmek için Smith’in öldürülmesine izin verilebileceği ancak Jones’un öldürülmesine izin verilemeyeceğini düşünmektedir.

Gerçekten de çocuğu kurtarmak için Jones’u öldürme tercihimiz olsaydı, bunu tercih etmemiz ahlaken doğru olur muydu?

Birçok kişi bu soruyu ele alırken, çocuğu kurtarmak için Jones’u öldürme hakkımız olmadığını çünkü onun yalnızca izlemek ve izin vermek ile yetindiğini ancak Smith’i yani bizzat elleriyle boğma eylemini gerçekleştiren kişi olduğu için onu farklı bir şekilde değerlendirmemiz gerektiğini düşünecektir. O halde bu iki eylem arasında temel bir farklılık varmış gibi görünüyor; Rachels yanılıyor olabilir.

Peki zarar vermek (öldürmek ya da kötülük yapmak) ile zarara göz yummak-izlemek (ölümü engellememek ya da kötülüğü engellememek) arasındaki ayrım sonuçlar üzerinden değerlendirerek kolayca cevaplanamaz mı? Quinn gibi düşünürler, zarar vermek ile zarara göz yummanın farklı türden hakları ihlal ettikleri için, ahlaken farklı statülerde olduğunu düşünenlerdendir. Tüm şartlar eşitken, zarar vermek zarara göz yummaktan daha güçlüdür ve daha büyük bir hak gaspına denk düşer.

Örneğin zarar verme eylemini gerekçelendirmek ve haklı çıkarmak, gerek açıkça hatırlanan deneyimlerimize yaslanarak gerekse sezgisel olarak, zarara göz yummayı gerekçelendirmek ve haklı çıkarmaktan daha zordur. Örneğin, Smith ve Jones’un mahkemeye çıktığını düşünelim. Smith’in yapamayacağı bir şekilde Jones kendini savunmaya şöyle başlayabilir; “Ben banyoya girdiğimde çocuk zaten ölmek üzereydi, ben hiçbir şey yapmamışken ölmek üzere olduğunu gördüm.”, “Yetişsem de kurtaramayabilirdim zaten, neredeyse boğulmuştu.” gibi bir savunma yapabilir. Bu savunmaların Jones’u haklı çıkaracağını iddia etmiyoruz; ancak en azından, Smith’e göre daha iyi bir savunma yapmasının daha mümkün olduğu (veya Smith’in çok çok daha kötü bir savunma yapmak zorunda kalacağı veya iyi bir savunma yapmasının zor olduğu) sonucuna ulaşabiliriz.

İznimiz olmadan polisin evimize girmesi temel bir hakkımız olan mahremiyet hakkımızın ihlal edilmesidir. Diğer yandan komşularımızın iznimiz olmadan evimize girmesi de temel bir hakkımız olan mahremiyet hakkımızın ihlal edilmesidir. Bu iki hak gaspından ilkinin gerçekleşmesi, ikincisinin gerçekleşmesinden daha kolay olup, ahlaken daha kötüdür. Quinn, bunun sebebini şöyle açıklar: Bir hakkın ihlal edilmesiyle (komşuların izinsiz evimize girmesi), bir hakkın yok sayılması (polisin evimize girmesi) aynı ölçüde ve değerde kötülük içermez. Bir hakkın ihlal edilme sebebi ve oluşan zarara göre ahlaki suçlama yapılır.

Bu örnekte olduğu gibi, sonuçları itibariyle aynı olan iki eyleme karşı ahlaken daha farklı tavırlar takınmamız, Sonuççuluk ve Rachels’in Argümanı’nı reddetme yönünde bir sebep olabilir gibi duruyor. Rachels’e yönelik daha ayrıntılı eleştiri yazımızı okumak için tıklayın.

Sonuççuluk (“Consequentialism”) ve Bazı Faydacılık Türleri

Peki Sonuççuluk nedir? Sonuççuluk, kendi içinde farklı etik kuramlar barındıran geniş bir perspektiftir. Ana ilke olarak bir eylemin ahlaki değerinin, o eylemin sonuçları tarafından belirlendiğini öne sürer. Biz yazımızda hem Sonuççuluk hem de Ahlaki Doğacılığı bir şekilde bünyesinde barındıran Eylem Faydacılığı (İng: “act utilitarianism”) üzerinden konuyu ele alarak devam edeceğiz.

Eylem faydacıları, doğru olanın ne olduğunu bilmek için hayatlarımızdaki olguları bilmek isteyecekleri için Ahlaki Doğacılık ile tutarlı görünmektedirler.[5] Faydacılar genellikle bir ön kabul olarak nihai olarak iyi olanın haz ve mutluluk ile eşdeğer olduğunu düşünme eğilimindedir. Onlara göre bir insana neden mutlu olmak istediğini sormanın bir anlamı yoktur; çünkü onlar mutsuz olmaktansa mutluluğun kendiliğinden bir amaç olarak iyi olduğunu düşünürler. Her ne kadar haz ve mutluluğun aynı şey olmayacağı yönünde bir itiraz makul görünse de şimdilik bunu bir kenara koyalım.

Eylem faydacılığına yönelik bir diğer itiraz, bu kuramda, seçimlerimiz arasında daha iyi olana ulaşabilmemiz için açık bir formülasyonun öne sürülmemiş olduğunu ileri sürer. Ancak açık bir formülasyon olmasa dahi Faydacılık için genel eğilim “Fayda İlkesi” olarak bilinir. Jeremy Bentham şöyle söylemektedir:[6]

Bir eylemin, toplumun mutluluğunu arttırma eğilimi, onu azaltma eğilimden yüksekse (…) o zaman o eylemin faydacılık ilkesiyle tutarlı olduğu söylenebilir.

Bu ilkeye göre eylemlerimiz mutluluk doğurduğu ve mutluluk ile uyuştuğu ölçüde doğru, uyuşmadığı ölçüde yanlış olmalıdır. Bu noktada sadece eylemi gerçekleştiren birey değil, bu eylemden etkilenen herkes göz önüne alınmalı ve genel eğilimde “toplam fayda miktarının arttırılması” hedeflenmelidir. Faydacılığın olumlu yönleri şunlardır:

  • Mutluluğun/Hazzın amaçlanan şey olması sağduyumuz ile bir dereceye kadar tutarlı görünmektedir. Herkes bir şekilde mutluluğun değerini kabul eder.
  • Aynı zamanda toplam faydayı göz önüne almakta bencilliği dışlar ve bir ölçüt olarak toplumda işlevsel olabilir.
  • Fayda ilkesi, Kantçı anlamda evrenselleştirilebilir bir nitelik olmada başarılıdır.
  • Bazı eylemlerimizde sonuçlardan bağımsız hareket etmemiz arzulanmayan sonuçlar doğurabilir.

İtirazlar ve Problemler

Tüm bunların yanı sıra bu görüş kendi içinde bazı problem ve itirazlar da barındırmaktadır:

  • Mutluluk/Haz, ölçülebilir gibi görünmemektedir. Mutluluk kaynağı olduğunu düşündüğümüz şeylerden hangisinin daha büyük mutluluk olduğuna dair nesnel bir ölçüt yok gibi duruyor. Örneğin aç sokak kedilerini beslemek, çöp toplamak ya da ekmek israfına karşı mücadeleye girişmek arasında hangisinin daha büyük mutluluk doğurduğu belli değil gibi görünüyor.
  • Toplam haz miktarını artırmak için; mutluluk sahibi olabilecek birey sayısı mı arttırılmalı yoksa az sayıdaki bireyin mutluluğu arttırılarak toplam mutluluğu arttırmak yeterli mi? Bunlardan hangisinin daha tercih edilebilir olduğu pek açık görünmüyor. Sonuçta iki durumda da toplam mutluluk miktarı artmaktadır.
  • Nozick’in Deneyim Makinesi İtirazı epey güçlü görünüyor: Bu düşünce deneyine göre içine girdiğiniz takdirde her türden maksimum mutluluk ve hazzı yaşayabileceğiniz bir makine vardır. Eğer makineye girerseniz, tüm mutluluk deneyimlerini yaşayabilirsiniz. Bu düşünce deneyinin bir senaryosuna göre, bu makineye girdiğiniz takdirde, bir daha çıkamayacak ve o makineye bağlanarak içinde doğduğunuz simülasyonu ölene dek gerçek zannedeceksiniz. Fakat bir dakika! Gerçeklik, hazza göre daha üstün bir ilke olmalıdır, kim tüm deneyim ve duygularının aslında simülasyonun bir parçası olmasını ister ki? Nozick bu düşünce deneyinde, bazı durumlarda, mutluluk veren şeyden ziyade gerçek olanın daha tercih edilebilir olduğu düşünmektedir. Yani bir şeyin haz vermesinden ziyade öncelikle gerçek olmasını isteriz; bu sebeple bu makineye girmemeyi tercih etmeniz gerçekliğin haz peşinde koşmaktan daha büyük bir ilke olduğunu gösterir. Demek ki en büyük ilke, mutluluk/haz ilkesi değildir.

Tüm bu eleştiriler ışığında, Faydacılığın toplam haz miktarını arttıracak eylemleri daha ahlaki görmenin yanı sıra acı miktarını azaltacak eylemleri de tercih ettiğini belirtmek gerekir. Ötanaziyi incelerken Faydacılık ile Ahlaki Sağduyuculuk arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor da olabiliriz. Öyle ki Faydacılık, kabaca mutluluk peşinde koşarak ahlaki sağduyumuza uyumlu görünmesine rağmen, bazen uyuşmayacağı durumlar da doğabilir. Ahlaki sağduyu ile uyumlu olmanın bir ölçüt olarak kabul edilip edilmeyeceği burada uygun bir soruya denk düşmektedir. Tarihe baktığımızda eşcinsellik düşmanlığı, türcülük gibi eylemler o dönemki ahlaki sağduyuyla paralellik gösteriyordu. Fakat açıktır ki eşcinsellik düşmanlığı ve türcülük, ahlaken doğru değildir! Demek ki ahlaki sağduyumuza her durumda güvenemeyiz. Bu nedenle, bir dereceye kadar, eylemlerimizde, ahlaki sağduyuyla uyumlu olmayı değerli görmekle beraber bir eylemin ahlaki olması yargısına ulaşırken tek veya en büyük ölçütün o olamayacağı da açıktır.

8 gencin yaşlı bir amca ile dalga geçerek onu dövdüğünü ve eğlendiğini düşünün; 8 gencin toplam haz miktarı, amcanın hissettiği acı miktarından ağır basmaktadır. Toplam haz miktarı artmasına rağmen bu eylemde ahlaken doğru olmadığı yargısına ulaşmamızı sağlayan şey ahlaki sağduyumuzdur.

Ötanaziye Sonuçcu/Faydacı Etik İle Yaklaşmak

Tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış bir birey düşünelim. Toplam haz miktarının sürekli azalma/artmama eğiliminde olmasına rağmen, toplam acı miktarı sürekli artmaktadır. Bir Eylem Faydacısı, “Fayda İlkesi“ne göre hareket ederek, o hastanın yakınları ve onu tanıyanların toplam haz/acı miktarını da göz önünde tutmalıdır. Hem hastalığa yakalanmış birey hem de onu tanıyanlar haz miktarının artmasında hiç katkı sağlamıyorlarsa ve herkesi göz önüne aldığımızda acı miktarı da artıyorsa, bu durumda ötanazi ahlaken doğru olur.

Ancak ya bu hasta bireyin içinde bulunduğu durumdan dolayı haz alan akrabaları ve tanıdıkları olduğunu varsayarsak ne olur? En azından bu durumdan düşük haz alacak akraba sayısı ile toplam haz miktarında ciddi bir düşüş ve acı miktarında ciddi bir artış olmayacağı düşünülebilir. Ancak böyle bir durumun bazı koşullar altında pek tabii gerçek olabileceğini de varsayabiliriz.

Sürekli acı içinde olan bireyden yüklü bir miras kalması durumunda, onun sürekli acı çekiyor olma hali, belki de ötanaziyi bir kurtuluş olarak seçme ihtimalini de var ettiği için bu, miras peşindeki tüm akrabalar için haz miktarını arttıracak bir etken de olabilir. Bu durumda bir Faydacı, toplam haz miktarı artış gösterirse, sürekli dayanılmaz acılar çekmesine rağmen ötanazi uygulamamayı ahlaken uygun olarak görmelidir. Toplam haz ve acı miktarını arttırıp azaltacak o kadar farklı değişkenler vardır ki, bu değişkenlerin bir kısmı ahlaken uygun olmamasına rağmen haz ve acı miktarını ciddi oranda değiştirebileceği için Faydacılığa ve “Fayda İlkesine” şüpheli yaklaşıyoruz. Bu eleştiren kurtulmak için bir Eylem Faydacısı şöyle bir ilke çizebilir:

Bir eylem, ancak ve ancak öznenin onun yerine yapabileceği daha faydalı başka bir eylem yoksa ahlaken doğrudur.

Eğer böyle bir ahlaki ilkeyle hareket eden bir Eylem Faydacılığı görüşünü incelersek bu, ötanazi ile çelişmiyor gibi görünmektedir. Tedavi edilemez hastalık içinde olup sürekli acı içinde olan birey için ötanazi dışında yapabileceği daha faydalı bir eylem olmayabilir. Öyle ki “düşük haz ve yüksek acı durumunu” sonlandırmanın kendisi olarak ötanazi, bu durumda, en faydalı eylem olabilir. Bu ilke, bu haliyle hem Sonuççu hem de Hedonist bir biçim almış gibi görünmektedir. Bu bizi bir dizi farklı tartışmaya ve eleştiriye götürecektir.

Bir eylemi ahlaken doğru yapan şey mutluluk ve acıya duyarlı olması mıdır?

“Domuz Öğretisi İtirazı”

Kimileri ahlaki bir ölçüt olarak hazzı kullanmamızın domuzca ve yakışıksız bir şey düşünmüşlerdir, buna “Domuz Öğretisi İtirazı” adı verilmektedir. Bu ilkenin ilk bakışta ötanaziyle uyumlu görünmesine rağmen kabul edilemez olduğunu düşünmek için Eylem Faydacılığı’na Domuz Öğretisi itirazı üzerinden eleştiriler getirilebilir ya da “Bir eylem ancak ve ancak öznenin onun yerine yapabileceği daha faydalı başka bir eylem yoksa ahlaken doğrudur.” itirazı yanlışlanmaya çalışılabilir. Eğer karşılaştığımız sorunu ahlaki ilkelerimiz ile tutarlı bir şekilde çözüyorsak, domuz gibi davranmakta bir sorun yok gibi görünmektedir. Domuz gibi davranalım, burada sorun tam olarak nedir?

Şimdi Faydacılık ile hareket ederek konuyu daha farklı bir noktadan ele almak için Kural Faydacılığı’yla (rule utilitarianism) ötanaziyi değerlendirmeye geçelim.

Kural Faydacılığı

Eylem Faydacılığı ile ötanaziyi ele almanın riskli olduğuna dair argümanımızın ana dayanağı, “Fayda İlkesi”nin ötanaziye ahlaken uygun olmayabilecek yargılar ile yaklaşıyor olmayı ıskalamasıdır. Kural Faydacıları, eylemlerimizde her zaman “Fayda İlkesi” ile hareket etmektense, bazı durumlarda, mümkün olan en fazla mutluluğa erişmesek dahi, eylemlerimizin herkes tarafından kendilerine uyulması durumunda belki de en büyük mutluluğa bazı kurallar tarafından ulaşabileceğimizi düşünürler. Yani eylemlerimizin ahlaki kabul edilebilirliği bir dizi kurallara uyup uyulmadığı ile ele alınır.

Sahip olacağımız kurallar eğer alternatifleri kadar fayda sağlıyorsa ahlaken kabul edilebilir, doğru kurallar olarak temellendirilebilir. Kabul edilen bu kurala, “Kuralın Uygunluk Faydası” denir; yani kuralın geçerli olduğu durumda herkesin kurala uymasının sağlayacağı toplam fayda; kurala uyulmaması ya da alternatif bir kurala uyulması durumunda doğacak faydadan daha fazla olmalıdır. Bazı kurallar tarihsel olarak yalan söylememek, sözlerimizi tutmak, kibar olmak gibi mutluluğu genel anlamda destekleme eğilimdeki eylemlerle uyuşurken; insan öldürmek, hırsızlık yapmak gibi bazı eylemler mutluluğu azaltma eğiliminde olduğu için bu eylemler ile uyuşmayabilir. O halde ahlaki sınırlarımızı çizerken bu tarihsel deneyimler ışığında düşünebiliriz. Örneğin, masum insanlara işkence yapmanın genel mutluluğu azaltacağı, insanlarda da toplumsal güvensizliğe sebep olacağını varsayabiliriz.

Genel, evrenselleştirilmiş ahlaki kuralların ve bu kurallara dayanarak gerçekleştireceğimiz eylemlerimizin pratik sonuçlarını göz önüne almalıyız. Kural Faydacılığı teorik olarak daha tutarlı ve pratik olarak dünya ile daha uyumlu bir kaygı güderek hareket ediyor gibi görünmektedir.

Ancak ötanaziyle beraber ele alındığında ciddi bir problem var gibi görünüyor: Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanan ve hazzın minimalize, acının ise maksimize bir seyir izlediği bir birey düşünelim. Bu birey ötanazi talebinde bulunduğunda; bu talep ile genel, evrenselleştirilmiş bir kural ile bu talebi kabul edip etmeyeceğimiz arasında bir seçim yapmamız gerekiyor. “Masum insanları öldürmek yanlıştır.” kuralını düşünün. Bir Kural Faydacısı bu kuralın tarihsel olarak ve sağduyumuz açısından da evrenselleştirilebilir bir kural olduğunu, genel anlamda mutluluğu destekleyeceğini düşünecektir. Ancak ötanazi isteyen bir birey ya da sürekli acı çekerek birkaç gün sonra öleceğini bildiğimiz bir bebek masum gibi görünmektedir. Genel mutluluğu destekleyen bu kuralı çiğnemeli miyiz yoksa masum bebeğin acılarına son vererek istem-dışı ötanazi mi uygulamalıyız?

Burada, Kural Faydacıları’nın cevaplaması gereken soru; bir kuralı tesis ederken ya da uygularken istisnaları (verdiğimiz örnekteki gibi bir istisna) ne sıklıkla görmezden gelme hakkımız olduğudur. Hangi kuralların ne sıklıkla görmezden gelinebileceğinin bir kuralı mümkün müdür? Diğer yandan tedavisi mümkün olmayan bir hastalıkta sürekli acı çeken bebeğe ötanazi uygulamamak, gereksiz acı çekmesine sebep olarak ahlaken yanlış olabilir.

Masum Bir İnsanı Öldürmek?

Bu durumda kuvvetli bir Kural Faydacısı yerine, zayıf bir Kural Faydacısı verdiğimiz örnekteki gibi istisnaları ahlaken istisna olarak kabul etmenin daha kabul edilebilir olduğunu düşünerek ötanaziyi ahlaken savunabilir. Ancak yine de bu istisnanın neden gerekli olduğunu kendi kuramı açısından açıklamakla yükümlüdür. Belki de Kural Faydacılığı’yla hareket ederek ötanaziyi ahlaken makul göstermek için önce “Masum insanları öldürmek yanlıştır.” kuralını tutarlı argümanlarla yanlışlamak gerekir. Felsefe tarihine ilgi duyanlar etik tartışmalarda kural ve ödevlerden söz edildiğinde Kant’ı hatırlayacaktır. Faydacılığın çizdiğimiz sınırları çerçevesinde Kantçı ahlak anlayışıyla paylaştığı ortak şey; ahlaki konu ve eylemlere, bazı kurallar çerçevesinde bakma fikridir. O halde Kant’a bir göz atalım.

Ötanaziye Kantçı Etik İle Yaklaşmak

Etik tartışmalarında en önemli konu başlıklarından biri özerklik (İng: “autonomy”) kavramıdır. Genel olarak özerkliğin kendisinde bir erdem bulunduğu ve saygıyı hak ettiğini düşünmeye eğilimliyizdir. Özerlik; gerçekleştirdiğimiz eylemlerimizi rastgele ve düşüncesizce değil de kendi özgür irademiz ve kendi değer yargılarımızla şekillendirmemizi mümkün kılan faktörlerden biri olarak da görülebilir.

Felsefe tarihinde özerkliğin etik anlamda taşıdığı bu önemden ilk söz edenlerden ve onu kendi felsefesinin de temeline yerleştiren kişi Immanuel Kant’tır. Öyle ki Kant, sadece iradi eylemlerin saygıyı hak ettiği konusunda oldukça ısrarlıdır. Birçok filozof ve düşünür özerkliğin saygıyı hak ettiği konusunda Kant’la hemfikirken, özerkliğin ne olduğu konusunda ondan ayrışmaktadır.

Bir kişinin isteklerine (ötanazi gibi) dair değerlendirmemizde önemli olan etken, bu isteklerin bizzat bireyin kendi tarafından ve özerk bir biçimde var olup olmadığıdır. Aynı şekilde kişinin istekleri ile bizim en iyi çözüm olarak gördüğümüz şey arasında bir ayrım olduğunu fark ettiğimizde, ilk çözüm noktasının özerklik olması günümüz dünyasında yükselen bir ahlaki trendi gösterir.

Sürekli fiziksel acı çeken ve iyileşme şansı mevcut tıbbi olanaklarda olmayan bir bireyin isteği daha fazla acı çekmemek için hayatından vazgeçmek olurken, bizim “mevcut hastalığı ortadan kaldırmaya yönelik tıbbi gelişmeler olabilir” beklentisiyle hayatından vazgeçmemesini daha doğru olarak değerlendirdiğimiz bir durum hayal edin. Bu durumda kişinin özerkliğine saygı duyup ötanazi talebini haklı mı görmeliyiz yoksa alternatif çözüm önerimiz olan “beklemenin” doğru eylem olacağını mı savunmalıyız?

Tam bu noktada özerkliğe saygı ilkesi ile sonuççu çerçevenin pozisyonlarının farklı olabileceğini görmek mümkün. Sonuççu çerçeve için özerkliğe saygı duymaktansa biraz daha bekleyerek olumlu sonuçların doğabileceği alternatifler için fırsat kollayabiliriz; bu, bireyin acı çekme halinin devamı pahasına olsa dahi. Ancak Sonuççu çerçeve bazen özerkliğe saygı ilkesi ile çelişirken bazen de uyuşmaktadır. Burada sahip olacağımız pozisyonumuz ilave öncüllerle desteklenmiş olmalı ve değişkenleri göz önüne almalıyız.

Şöyle bir durum olduğunu hayal edelim: Birey sürekli azalan, en asgari seviyede seyreden bir hazza sahip ve sürekli artan bir acı çekme halinde olsun, öyle ki bu durum yaklaşık 20 yıldır devam etmekte, bireyin iyileşmesine yönelik hiçbir tıbbi tedavi araştırması olmamakta ve hayat kalitesi ciddi anlamda düşmektedir. Elbette 20 yıldır tıbbi bir gelişmenin olmaması bundan sonra da olmayacak anlamına gelmese dahi, ahlaki eylemlerimizin en önemli kavramlarından biri olan empati, sezgisel olarak kendini gösterebilir. Bu durumda yaşamak, 20 yıldır acı çekmekle ve hazzı var edememekle eşdeğer olmaktadır; geriye kalan hayatın da böyle geçmeyeceğinin bir garantisi bulunmamaktadır. Bu durumun bireyin özerkliğinin bir ifadesi olan ötanazi seçimi, acıyı sonlandırmak anlamına da gelmekte olup temel sezgisel eğilimimizle uyuşabilmektedir.

Kantçı bir özerkliğe saygı ilkesine göre ölmeyi reddetmiş birini öldürmek yanlış ise, ölümü seçmiş birini öldürmemek de ahlaken yanlış olmalıdır. Her iki durumda da özerklik ağır biçimde ihlal edilmiş olur.

Immanuel Kant (1724-1804)

Kant, irade özerkliğinden söz eder ve bir eylemin bir yasaya özerk olarak uyduğu takdirde doğru olduğunu ifade eder. Eylemlerimiz korku veya arzu sonuçlarına göre ve bencil/çıkarcı davranışlarla uyuştuğu sürece değil, hem bizim hem de başkalarının “uyulacak ödev ve sorumluluklara” uyduğu sürece ahlaken doğrudur. Kant’ın insan iradesine yaptığı vurguyla beraber ele alırsak, aklın rehberliğinde saptadığımız genel ahlaki kural ve ilkelere uyumlu davranırsak özerk bir şekilde hareket etmemiz mümkün olur. Yani özerklik, istediğin şeyi seçme özgürlüğü olarak anlaşılmamalıdır.

Ötanazi ve Singer’ın Tercih Yararcılığı

Buradaki diğer soru özerkliğe saygı ilkesi irade-dışı ötanazi ile nasıl uyuşturulabileceğidir? Ağır zihinsel engelli bir birey, bir bebek ya da bitkisel hayattaki bir birey, özgür iradesiyle bir ahlaki seçim yapma olanağından yoksundur. Aynı zamanda konu hakkında yeterince bilgilendirilmeleri de mümkün görünmüyor. Tam bu noktada Singer şu soruyu sormaktadır:[8]

… ve ahlakı neden sadece bizimle anlaşmaya girecek yeteneği olanlarla sınırlayalım, eğer hiçbir zaman bunu yapma imkanları yoksa?

İrade-dışı ötanazinin söz konusu olabileceği bireyleri, sırf özerklikten ve yeterince bilgilendirilmiş olmaktan yoksun oldukları için görmezden gelemeyiz. Bu noktada onlar adına karar verme yetkisi geleneksel bir itiraz olan Kaygan Zemin İtirazı ile karşılaşsa dahi bu, yani bitkisel hayattaki biri adına karar vermek zaten elimizdeki tek seçenek gibi görünmektedir. Aksi halde ahlaki bir çıkmaz içine düşmek zorunda kalabiliriz. Bir bebek ya da ağır zihinsel engelli bir birey, sırf özerkliğe sahip olamadığı ya da yeterince bilgilendirilemediği için acı çekmeye devam etmek zorunda kalmamalıdır.

Peter Singer (1946-…)

Singer şöyle söylemektedir:

Tercih yararcılığına göre, herhangi bir varlığın tercihinin tersine yapılmış eylem yanlıştır; tabi bu tercihe aksi yöndeki tercihler ağır basmadığı sürece.

Bu ilkeye göre kendi özerkliğiyle ötanazi talep etmiş bir bireyi öldürmemek ahlaki olarak yanlış olmaktadır. Tercih Yararcılığı’nda söz konusuyken, tercihlerimizde, diğer insanların tercihlerinin de göz önüne alınması gerektiği düşünülür. Tercihlerimiz, genellikle, oldukça gelecek odaklıdır ve buna göre de şekillenmektedir. Ötanazi isteyen bir birey de zaten geleceğe yönelik arzularını ve durumları göz önüne alarak hareket eder ve bir tercihte bulunur. O halde kimileri için bir anlamda, bu tercihin yani ötanazinin, ahlaken kabul edilebilirliği diğer insanların tercihlerini ne ölçüde olumsuz etkilediği ile alakalıdır. Ahlaki bir sağduyuya yaslanarak acı çeken birinin acısını dindirmek için ötanazi tercihinde bulunmasının, diğer insanların kendi tercihlerinde olumsuz etkilenecek olmasını bir dereceye kadar göz ardı edebiliriz gibi görünüyor.

Diğer yandan bu konudaki asıl tartışma irade-dışı ötanazi etrafında dönmektedir. Singer tercih yararcılığı adına şöyle bir argüman öne sürmektedir:[9]

Değinmek istediğim bir sonraki noktaysa, kötü bir şeyin olmasını engelleme gücüne sahipsek ve bunu yaparken o şeye kıyasla ahlaki açıdan önem taşıyan başka herhangi bir şeyi feda etmiyorsak, ahlaki açıdan bunu yapmak zorundayız.

Singer’a göre “ahlaki açıdan önem taşıyan başka bir şey feda etmemek” ile kast edilen: Daha kötü bir şeye neden olmamak, yanlış bir şey yapmamak ve iyi olan bir şeyi teşvik etmekten geri kalmamaktır. Peki bu ötanaziye uygulanabilir bir ilke mi? Bu argüman ötanazi gibi etik problemlerin kendi içinde iyi ya da kötü olup olmadığını derinlemesine ele alan bir ilke olmaktan ziyade, ahlaken yanlış olarak kabul edilen bir durum karşısındaki pratik olarak hareket etmenin kaçınılmazlığına dair bir argüman gibi görünüyor. Tedavi edilemez bir hastalıkta olup bilişsel düzeyi yerine ve acı çeken bir bireyin durumunu, sağduyuya yaslanarak daha kötü olarak nitelendirmek gayet mümkün görünüyor. Bu durumu da kötü olarak nitelendirdiğiniz takdirde eğer uygulayacağınız ötanazi, kötü bir şeye sebep olmuyorsa, kendi içinde yanlış olarak görülmüyorsa ve iyi olanı teşvik etmekten geri kalmıyorsa ahlaken doğrudur.

Ancak varsaydığımız hasta bireyin durumunu daha kötü olarak görmek yerine, tedavi imkanlarını beklemeksizin ötanaziyi uygulamanın gerçek kötü olduğunu öne süren birine karşı nasıl cevap verilebilir? Bu argüman öncelikle ötanazinin daha kötü bir şeye sebep olmayacağı, yanlış olmadığı ve iyiyi teşvik ettiği konusunda karşı tarafı ikna etmelidir.

Hayattan Vazgeçme Hakkı

Bir bireyin hayat hakkı olduğunu kabul etmek bizi doğrudan hayattan vazgeçme hakkı olduğunu da kabul etmeye zorlayabilir. Eğer bu akıl yürütme biçimi doğruysa, hayat hakkını kabul eden bireyler, hayattan vazgeçme hakkı olarak ötanaziyi de kabul etmeliler gibi görünüyor. Ancak ya hayat hakkını reddedersek veya herkesin bu hakka sahip olmadığını düşünürsek? Bu elbette tartışmanın seyrini oldukça değiştirir. “Hayat hakkına sahip olmak; hayattan vazgeçme hakkına da sahip olmayı doğuruyor.” cümlemizin ahlaken kabul edilebilir bir nitelik kazanması için hayat hakkının temellerini tartışmamız gerekiyor. Bu konuda Michael Tooley bize yardımcı olabilir.

Tooley, hayat hakkının kendilerinin zaman içerisinde ayrı varlıklar olarak var olduklarını kavrayabilenlerin hakkı olduğunu iddia ederek başlıyor konuya. Daha sonraysa arzularımız ile haklarımız arasında bir bağlantı olduğunu düşünerek devam ediyor. Ona göre, belli türden arzulara sahip olan varlıklar, bu arzularını güvence altına almak ve sürekliliğini sağlamak için haklara sahip olmalıdır. Yani sahip olacağımız haklar, sahip olacağımız arzularımızdan bağımsız düşünülemez. Tooley bir bireyin hakkını ihlal etmenin aynı zamanda o hakça çerçevelenmiş arzularını ihlal etmek anlamına geleceğini iddia ediyor. Haklar, onlara karşılık gelen arzulara bağlıdır.

Tooley’in örneği şöyle; bir arabanız varsa ve arabanız sizin umurunuzda değilse, arabanızı çalmam herhangi bir arzunuza engel olmaz ve hak ihlali olarak görülmez.[10] Tooley’in bu formülasyonu bizi arzuları olmayan bitkisel hayattaki bireylerin haklarının olup olmadığı sorusuna götürebilir. Kendisi de bu gibi örneklerin açıklanmasının zor olduğunu dile getirerek belli haklara sahip olmak için belli türden arzulara sahip olma kapasitesinin var olması koşulunu öne sürerek düşüncesinin sınırlarını gevşetiyor. O halde bu çerçeveyi Singer’in yorumlamasıyla şöyle bir biçim alır:[11]

Eğer hayat hakkı ayrı bir varlık olarak var olmaya devam etme hakkıysa, o zaman hayat hakkına sahip olmak için önemli arzu, ayrı bir varlık olarak var olmaya devam etme arzusudur.

Hayat hakkını bu şekilde temellendirme girişimi kendi içinde bazı potansiyel zorluklar barındırabilir ve kürtaj, hayvan hakları ya da yapay zekaya sahip robotların hayat hakkı gibi tartışma başlıklarında konuyu ele alırken öne sürdüğümüz ilkeyi ek öncüllerle desteklemeyi gerektirebilir. (Tartışma başlıklarından biri, bu anlayış ile hayvan haklarını ele almaktır.)

Tooley’in kuramıyla ele alırsak; sürekli acı çeken ve tedavi edilemez bir hastalığa sahip olan bir birey, eğer kendini zaman içinde ayrı bir varlık olarak görmeye muktedir ise, belli türden arzulara ve bu arzuların korunmasına yönelik yaşam hakkına sahip olmalıdır. Bu kuramda hayata devam etme arzusunun noksanlığı ise hayat hakkı olmadığı anlamına gelir. Ötanazi hayata devam etmeme arzusu olarak tanımlanırsa, ötanaziyi ahlaken doğru görebiliriz.

Diğer yandan yaşama devam etme arzusu, kendi için birçok farklı arzu barındırabilir; belki de bu arzulardan en azından biri Faydacıların öne sürdüğü şekliyle hazza sahip olma ve acıya sahip olmama arzusudur. Ancak birey yaşamdan çok az haz alıyor ve sürekli acı çekiyorsa, bu arzusunun var olamadığı aşikar değil midir? Birey yaşama devam etme arzusundan, bu arzuyu kapsayan diğer arzuların var olamaması sebebiyle vazgeçmeyi tercih edebilir. Yaşam onun için gerçekleşmeyen arzular ve acılara denk düşmüş olabilir; bu durumda birey yaşamdan vazgeçme hakkına sahip olabilir. Bu noktada yaşamdan vazgeçme arzusu, hayattan vazgeçme hakkı anlamına gelmekte olup artık hayata devam etme arzusu olmadığı için bu arzuyla çevrelenmiş bir hayat hakkı da söz konusu değildir. Birey, ötanazi talep ederse, ahlaken bu bazı haklarından vazgeçme hakkını kullanmış olur. Ötanazi yanlısı bir argüman çıkması muhtemel bu argümanı yanlışlamak için Tooley’in Haklar Kuramı’nı ciddi anlamda bir eleştiriye tabi tutmak gerekiyor.

Ross’un Biçimciliği

Daha önce bahsettiğimiz Faydacılık ve Kantçı Etik genellikle ahlaki eylemlerin doğruluğunda tek bir ölçüt kullanma eğiliminde oldukları için “tekçi” olarak görülmüştür. Ancak bunların dışında W.D.Ross ahlak kuramında tek değil çoğulcu davranarak farklı ölçütlerle eylemlerimiz ahlaki kabul edilebilirliğini ele almaktadır. Ross’un Biçimciliği iki önemli ölçüt üzerine durur. Bunlardan biri “ilk bakışta ödev” diğeriyse “bağlayıcı olmak”tır.[12]

Ross “ilk bakışta ödev”in “ahlaken önemli olan başka türde bir eylem olmasaydı asli ödev olacak bir eylem” anlamına geldiğini söylemektedir. Bu şöyle de yorumlanabilir; bir eylem doğru olma eğilimine sahip olduğu, hatta bu eğilim baskın olduğu takdirde ilk bakışta ödevdir. Alternatif eylemlere göre daha tercih edilebilirse, bu ilk bakışta ödevi gerçekleştirmek, doğru bir eylem olacaktır.

Ross 7 tür ilk bakışta ödev olduğuna işaret etmektedir. Çoğunlukla sezgisel olarak doğrulukları kabul edilebilir görünse dahi karşılaştığımız durumlarda sıralamanın nasıl yapılacağı sorulabilir, sıralamak zorunda kalmanın bizzat kendisinin yanlış olabileceği savunulabilir ya da ödevlerin çatışması durumunda ne yapacağımız sorulabilir. Şimdilik bu eleştirileri bir kenara koyuyoruz. Bu ödevler Ross’un sıralamasıyla şunlardır:

  1. Sözünde Durma
  2. Telafi
  3. Minnettarlık
  4. Adalet
  5. İyilik
  6. Kendini geliştirmek
  7. Zarar Vermeme

Ross’un diğer ölçütü ise “bağlayıcı olma”dır. Formüle ederek söylersek;

  • a’nın yapılması ilk bakışta ödevi, b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevinden ancak ve ancak b yerine a’yı yapmak doğruysa daha bağlayıcıdır.
  • a eylemini yapma ilk bakışta ödevi daha bağlayıcıdır.

Şimdi Ross’un Biçimciliği’ni birkaç örnek ile ötanazi talebiyle bağdaştırmaya çalışalım. Sürekli acı çeken, tedavi imkanı olmayan ve bilişsel yetileri yerinde olan hasta örneğimizi tekrar düşünelim. Bu birey bizden daha fazla acı çekmemek için ötanazi talep ediyor olsun. Ross’un Biçimciliği ile düşünürsek “a’nın yapılması ilk bakıştaki ödevi” ötanazi talebini kabul edip uygulamak, “b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevi” ötanazi talebini kabul etmemek ve yapılmasını engellemek olsun. Yukarıda saydığımız 7 türden ilk bakışta ödevden biri olan zarar vermemeyi, “yaşadığı halde sürekli acı çekerek zarar gören bir birey” karşısında görmezden mi gelmeliyiz? Bu ödevi önem sırasında en üste yerleştirerek şöyle düşünebiliriz; bu hasta yaşadığı müddetçe acı çekecek ve zarar görecektir. Böylece zarar görmeme ödevi ile iyilik ödevini göz önünde tutarak “a’nın yapılması ilk bakıştaki ödevi” olarak bu ödevleri kabul edebiliriz gibi duruyor. Çünkü “b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevi” ile hareket edersem iyilik ve zarar görmeme ödevlerini yok saymış olurum. Bu düşünceyi formüle etmeye çalışalım:

Bir eylem ancak ve ancak ilk bakışta ödevse ve hiçbir alternatifi daha bağlayıcı bir ilk bakışta ödev değilse ahlaken doğrudur.

Ötanaziyi kabul etmenin ilk bakışta ödev olarak kabul edilmesini zarar vermeme ve iyilik ödevleri ile temellendirmek mümkün gibi görünüyor. Eğer hasta yaşamaya devam ederse zarar görmeye ve acı çekmeye devam edecektir; bu durumda yaşamak, acı çekmek ve zarar görmekle eş değerdir. Bireyin acı çekmesi ve zarar görmesini engellemek için yaşamaya devam etmiyor olması tek seçenekse, bu seçenek zarar vermeme ve iyilik ödevinin açığa çıkacağı tek yol olarak görülebilir. Aksi halde sürekli acı çekmek ve zarar görmek anlamına gelecek olan ötanaziyi reddetmek bu 2 ödev türünü görmezden gelmek olur.

“b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevi” bu 2 ödev türünü içermediği için tercih edilebilir bir alternatif olarak kabul edilmeyebilir. Bu durumda “a’nın yapılması ilk bakıştaki ödevi” yani ötanaziyi kabul etmek ve uygulamak, bu 2 ödev türünü de içereceği ve daha bağlayıcı olacağı için (zarar verme ve acı çekme fiillerini içermeyecek bir ötanazi yöntemi varsayılıyor), ahlaken doğru eylem olarak görülebilir. Bu argümanın altında yatan mantık ve “a’nın yapılması ilk bakıştaki ödevi” aslında acı çekerek ve zarar görerek yaşamaktansa ölmenin daha tercih edilebilir olduğu düşüncesini desteklemektedir. Eleştirmen şöyle itiraz edebilir, öldürmenin kendisi zarar vermek/kendine zarar vermeme ödevini çiğnemek değil midir? Sürekli acı çekmek ile acı çekmeye son vermek anlamında ötanazi arasında, ilk tercihin “daha fazla” zarar verme ödevini çiğneyen bir durum yarattığını varsaymak akıl dışı görünmüyor.

Peki bu ve benzeri argümanlara karşı hangi motivasyonlarla cevap verilebilir? Gönüllü ötanaziyi ahlaken yanlış görmek mümkün mü?

Karşıt Argümanları Ele Almak

Yazımızın bundan sonraki kısmında ötanazi karşıtı bazı geleneksel argümanlara cevap vermeye çalışacağız. Ötanazi karşıtı argümanların bir kısmı dini motivasyonlu olup, diğer kısmı gündelik yaşamda da karşılaştığımız bazı pratiklerle ilgilidir. Örneğin, ya yakın gelecekte tedavi mümkünse? Yeni bir tıbbi yöntemle ötanaziye sebep olan acılar ortadan kaldırılırsa bu durumda biz ahlaken yanlış olan bir şey yapıyor olabiliriz. Belki de “biraz daha beklemeliyiz” düşüncesi soru işaretlerine sebep olabilir. Ancak bir diğer yandan var olan hastalığı çözecek tıbbi gelişme beklentisi yıllarca gerçekleşmeyebilir ve hastanın yıllarca “boşuna” acı çekeceğini düşünebiliriz. Böyle bir durumda gönüllü ötanazi talep eden bireyin psikolojik ve bilişsel olarak elverişli bir yapıda olması, özgürce karar vermesi, yeterince bilgilendirilmiş olması ve bunların doğal bir sonucu olarak eyleminin sorumluluğunu almış olduğu varsayımı oldukça önemlidir.

Geleceğe Yönelik Arzular

Ötanazi karşıtı argümanlardan ilki bireylerin geleceğe yönelik arzuları olduğu ve bu arzulara ulaşma isteklerinin temel ahlaki bir hak olduğu yönündedir. Öyle ki birçok insan için ileriye dönük arzulara ulaşma hayatlarının merkezinde bulunur. Bu bakış açısından birini öldürmek, o kişinin geleceğe yönelik arzularını engellemekle eşdeğer ve dolayısıyla yanlış olabilir. Joseph Fletcher’ın “İnsanlığın Göstergeleri” maddelerinden biri, geleceğe yönelik arzuları da kapsayan ‘gelecek duygusudur’. Bu maddeler, biyoetik açıdan bir insanı tanımlamaya yönelik önemli bir girişimdir. Fletcher’ın maddeleri şunlardır:[13]

  • Özfarkındalık
  • Özdenetim
  • Bir gelecek duygusu
  • Başkalarıyla dostça ilişki kurmaya muktedirlik
  • Başkalarına ilgi gösterebilmek
  • İletişim
  • Merak

Bir kişiyi öldürmek o kişinin geleceğe yönelik arzularını gerçekleşme ihtimalini ihlal ettiği için ahlaken yanlış olarak görünmektedir. Bu Fletcher’ın “gelecek duygusu” maddesi tarafından kapsanır.

Bu itirazda ilk dikkat etmemiz gereken nokta; bir kişiyi öldürdükten sonra o kişinin gerçekleşmeyen arzularından dolayı bir acı hissetmeyeceğidir. Yani ötanazide arzu yerine bir acı yaratma durumu söz konusu değildir; hatta tam aksine arzu yerine dayanılmaz acılardan kurtulma söz konusudur.

Bunun yanı sıra eğer ötanazi talep eden bireyin geleceğe yönelik arzularının var olması mümkün değilse? Hayatın içinden pratik örneklerde haz yerine acının çok daha baskın olduğu bazı hasta durumları mevcuttur. Öyle ki geleceğe yönelik arzuları istemektense bireyler acılarının son bulmasını tercih edebilirler. Bu noktada ‘özerkliğe saygı” ilkesinin şartları sağlanırsa bu itiraz geçerliliğini yitirebilir. Ötanazi talep eden birey kendi özerkliğiyle geleceğe yönelik gerçekleşme ihtimali olan arzularından feragat ederek acılarının dindirilmesini tercih edebilir ve bu, bireyin ötanazi hakkını savunmak için yeterli gibi görünmektedir.

Diğer yandan bu itirazın kendisi ötanazi konusunda Eylem Faydacılığı’na da güçlü bir itiraz olarak görünmemektedir. Faydacı, bu itiraza karşı, haz miktarının sürekli azalması ve artmaması, acı miktarınında sürekli artıyor oluşundan dolayı, geleceğe yönelik arzular ve muhtemel olarak gerçekleşecek hazların maliyetinin mevcut acılara tercih edilemeyeceğini öne sürebilir.

Bir diğer yandan daha önce ele aldığımız şekliyle Tooley’in kuramı çerçevesinde geleceğe yönelik bir arzu ve yaşama devam etme arzusu olmayan bir birey, hayata devam etme hakkı yerine devam etmeme hakkını kullanabilir görünüyor. Burada en ciddi karşı itiraz bir irade-dışı ötanazi biçimi olarak kürtaj hakkında olabilir. Kürtaj uygulanan bebeğin yada ceninin geleceğe yönelik arzularını (en azından geleceğe yönelik potansiyel arzularını) gasp etmiş olmaz mıyız? Biz en azından gönüllü ötanazi değilse bile irade-dışı ötanazi konusunda geleceğe yönelik arzular itirazının bir dereceye kadar geçerli olabileceğini düşünüyor ve buna karşı kürtajı ahlaken makul gören argümanlar kurmanın zor olsa dahi imkansız olmadığını düşünüyoruz. Fakat asıl soru şu: Ötanazi geleceğe yönelik potansiyel arzuları ortadan kaldırıyor olabilir miyiz? Potansiyellik çerçevesindeki bir tartışmanın ne kadar verimli olacağından şüpheliyiz.

Yaşamın Kutsallığı ve Tanrı’nın İradesine Müdahale

Bu argümanı öne sürenler genellikle muhafazakar veya dini bir motivasyonla hareket etmeyi tercih etmektedirler. İnsan yaşamının kutsal olduğu fikri, yalnızca insana yönelik bir gerekçelendirme söz konusu ise Türcülük ile paraleldir.

Ancak şunu eklemekte fayda var ki yaşamın kutsallığı fikri dini bir yaklaşıma dayanmak zorunda değildir, seküler bir biçimde de savunulabilir. Türcülüğün de seküler bir biçimi, insan yaşamının kutsal olduğunu öne sürebilir.

Tahmin edileceği üzere bu karşı itirazı öne sürenlerin bir kısmı çoğunlukla kutsal metinlere yapılan atıflar veya insan türünün diğer türler karşısındaki farklılıklarının değerinden doğan bir üstünlük görüşüyle, ötanazinin apaçık bazı değerleri yok saydığını veya Tanrı’nın iradesine müdahale içerdiğini gerekçe gösterme eğilimindedirler.

Bu argümanlar tartışmanın bir yandan biyoloji felsefesi ve biyoetik diğer yandan ise din felsefesine doğru kaymasına sebep olabilir. Öncelikle Tanrı’ya inanmayan bir birey ya da hasta için “Tanrı’nın İradesine Müdahale” hiçbir anlama gelmeyecektir. Tanrı’nın müdahalesinin söz konusu olup olmadığını tartışmaya açmak için öncelikle Tanrı’nın varlığını kabul edip etmemek üzerine bir tartışmaya girmeyi gerekebilir: Fakat buna vaktimiz var mı? Korkunç acılar çeken ve ölmek isteyen biriyle Tanrı’nın varlığını tartışmak ne kadar makuldür. Eğer bir Tanrı’nın var olduğunu düşünüyorsanız belki de bunu yaparak asıl noktayı yakalıyorsunuzdur; fakat bir ateist iseniz bu yalnızca bir zaman kaybı veya acının devamlılığını görmezden gelmek olacaktır.

Yaşamın kutsallığı fikriyse ciddi bir gerekçelendirmeye ihtiyaç duyuyor. Çoğunlukla bu kavramdan insan yaşamının kutsallığı algılanır. Eğer kast edilen buysa, neden bizim türümüzün diğer türlere göre daha değerli bir hayat hakkına sahip olduğunu temellendirilmelidir. Antropoloji, paleontoloji, evrimsel biyoloji veya primatoloji gibi alanlardaki bir çok çalışmaya dayanarak diğer türlerle aramızdaki farklar değil ortaklıklar ve akrabalıklar üzerinden bir karşı argüman öne sürülebilir görünüyor. Singer bu argüman karşısında şöyle bir örnekle cevap vermektedir.

Ben şahsen iletişim kurabileceğim ve duyguları paylaşabileceğim zeki bir uzaylının benimle, hiçbir bilinçli yaşantısı olamayacak derecede ağır engelli kendi türünden birinden daha fazla ortak şeyi olacağını hissederdim; ikincisi bana daha çok benzese dahi.

Biz, Singer’ın bu örneğine “Uzaylı Örneği” diyelim. Bizim türümüzün bireyi olduğu için Fletcher’ın öne sürdüğü maddelerden neredeyse hiçbirini karşılamayan bir insan ile karşılayan bir uzaylı olduğunu düşünelim. Bu iki canlıdan birinin yaşamasını seçmemiz halinde diğerininkini seçmemiz mümkün olmasın. Böyle bir durumda eğer uzaylıyı seçersek bilinçli olmak, iletişim, duygu vb. kavramların kendisinin yaşam hakkı için değerli olduğunu, eğer uzaylıyı seçmezsek bu kavramlardan daha önemli olanın sadece bizim türümüzün bir bireyi olmak olduğunu onaylamış oluruz. Eğer bir türcü gerçekten uzaylı yerine diğer tercihi yani insanı seçerse; insanın diğer türlerden üstünlüğü veya farklılığını ortaya koymak için kullandığı bilinç, duygu, iletişim vb gibi kavramların içini boşaltmış ve kenara atmış olacaktır. O halde biz sadece insan türünün değil canlı olarak sınıflandırabileceğimiz tüm türlerin yaşam hakkını savunarak da daha uygun bir ahlaki pozisyon sahibi olabiliriz. Yaşam hakkını sadece insan türünü değil çoğu veya tüm türleri kapsayacak şekilde genişletmemiz daha makul görünmektedir.

Yaşayan Ölüyle İlgili Argüman

Eğer karşı argümanı savunanlar yaşamın kutsallığını tüm türleri kapsayacak şekilde genişletirse; konu veganizmle bağlanmakla beraber “Yaşayan Ölüyle İlgili Argüman”a gelebilir. Ötanazi yanlısı bir argüman olan bu iddia ana dayanak olarak yaşamın kalitesine ve yaşanmaya değer olup olmadığına odaklanır. Sürekli başkalarından yardım alarak yaşamak, bireysel mahrumiyetin noksanlığı, sürekli acı çekme hali, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa sahip olmanın yarattığı sosyo-psikolojik baskı gibi etmenler ile birey yaşama değer verdiği ve kaliteli bir yaşamı tercih ettiği için yaşamdan vazgeçmeyi tercih edebilir. Böyle bir yaşamı, yaşanmaya değer görmeyebilir. Yani birey, aslında yaşamı değerli gördüğü için yaşamdan vazgeçmek isteyebilir ve ölü gibi yaşamayı reddedebilir. Yaşayan ölüyle ilgili argümanı insan yaşamının niteliğiyle de ilişkilendirerek onurlu bir yaşam olması şeklinde destekleyebiliriz. 20 yıl boyunca her gün tuvalet ihtiyacınız için başkasından yardım almayı gerektiren bir yaşam ile böyle bir durumun söz konusu olmadığı bir yaşam arasında; yaşamın niteliği açısından bir fark var gibi duruyor. Birçok kişi ikinci seçeneği tercih edecektir.

Diğer bir yandan bireylerin bazı hakları olduğu şeklindeki daha önce söz ettiğimiz “Haklar Kuramı”, (içerik ve biçiminde bazı tartışmalar olsa dahi) ahlaken sağduyuya yakın bir şekilde ötanaziye şöyle uygulanabilir: Bireylerin en temel haklarından biri yaşam hakkıdır. Birey bu yaşam hakkına sahip olmak kadar ondan vazgeçme hakkına da sahip olabilmelidir ve bu onurlu bir yaşam için arzulanabilir. Yaşama sahip olmak kadar ondan vazgeçme hakkına da sahip olmak özerkliğe saygı ilkesiyle tutarlıdır. Yaşamın kutsallığı argümanına karşı bu yaşamdan vazgeçme hakkını temel bir hak olarak savunabiliriz.

Tedavi İmkanları ve Hekimliğin Tanımı

Bu karşı argüman, ötanazi karşıtı argümanlar içerisinde en zayıf ve en az felsefi arka plana sahip argüman olarak görülebilirler. Ötanazi talep eden bireye, mevcut tıp imkanları çerçevesinde hastalığını iyileştirme ya da acısını dindirmenin mümkün olmadığı ancak sağlık/tıp sektörünün sürekli geliştiği için belki de yaşarken bir çözüm bulunabileceği ve beklemesi gerektiği ileri sürülür. Sağlık/tıp sektörünü mevcut hastalığa çare bulabileceği bir gelişmenin beklemeye değer olup olmadığı ya da bu bekleyişin maliyetinin ne olacağı konusunda hastanın kendisinin ‘özerkliğe saygı’ çerçevesinde vereceği karara saygı duymak ahlaken makul görünmektedir. Belki de beklemenin maliyeti yıllarca sürecek bir acı hali, düşük yaşam kalitesiyle hayata devam etmeyi ortadan kaldırmayacaktır. Bu maliyetin kendisi ve sonuçlarını kabullenip kabullenmemek tamamen bireyin kendisine ait olmalıdır. Tedavi imkanlarının gelişmesini beklemek, ötanazi talebinde bulunan bireyin karar vereceği bir seçimdir.

Hekimlerin niteliği argümanı ise; hekimlerin tanımı gereği ölüm değil yaşatmaktan yana olması gerektiği fikri üzerine şekillenir. Ancak bu tanımı neden değiştirmeyelim? Hekimliğin tanımını acıların ortadan kaldırılması olarak genişletirsek, ötanazi bir seçim olarak daha belirgin bir konuma sahip olur.

Kaygan Zemin İtirazı

Bir kişinin yaşam hakkından söz etmek potansiyel olarak suiistimaller içerebilir. Rachels’in Argümanı’nda yer alan örnek açık bir suiistimaldi. Örneğin insanlar mirasa konmak için ötanazi hakkını suiistimal edebilirler. Kaygan Zemin İtirazı (İng: “Slippery Slope Argument”); bazı söylem ya da eylemlerin kabul edilmesi durumunda daha az arzu edilebilir sonuçların çıkacağını öne süren argümandır. Kabaca şöyledir:

  • X kabul edilirse veya ona izin verilirse, Y ortaya çıkacaktır.
  • Y, herkes tarafından daha az arzu edilen bir sonuçtur.
  • X’i kabul etmek ya da ona izin vermek, herkes tarafından daha az arzu edilebilir bir sonuç olan Y’yi doğurur.

Hatta Y’nin ortaya çıkmasından Y’nin kendisinden bile daha az arzu edilebilir Z; Z’nin ortaya çıkmasından Z’nin kendisinden bile daha az arzu edilebilir Q sonucu doğabilir şeklinde argümanı genişletmek mümkündür.

Bu argümanı savunanlar çoğunlukla Nazileri örnek gösterirler. Naziler 1939 yılından itibaren ötanazi yasasını belli bir kamusal destekle yasallaştırdıktan sonra kapsamını daha da genişletmiş ve öjeni/ırkçılık çalışmaları için kullanarak farklı etnik kimlikten bireyleri ya da ötanaziyi reddedenleri katletmek için suiistimal etmiştir.

Bir ahlaki yargının ahlaken doğru olması ile suiistimal edilebilir olmasını ele alalım. Bir eylemin suiistimal edilebilir olması, onun ahlaken yanlış olduğunu kanıtlamaz. Birçok ahlaki eylem suiistimale açık olabilir. Örneğin temsili demokrasi ve siyasi seçimleri göz önüne alalım. Naziler temsili demokrasi ve siyasi seçimleri suiistimal ederek, yer yer kara propaganda yaparak, rakiplerine iftira atarak siyasi seçimler sayesinde iktidara gelmiştir. Yani siyasi seçimleri kendi ahlaksız amaçları için suiistimal etmişlerdir. Bu durum, siyasi seçimlerin ahlaken yanlış olduğunu değil sadece suiistimale açık olduğunun kanıtıdır. Aynı şekilde ötanazi de ahlaken doğru ancak suiistimale açık olabilir. Suiistimal edilebilir olması, onun ahlaki doğruluğuna gölge düşürmez. Bu durumda ahlaken yapılması gerekilen Kaygan Zemin itirazı ile hareket ederek ahlaki olarak doğru olduğunu bildiğimiz eylemi yasaklamak değil, suiistimali var eden koşulları ve suiistimalin kendisiyle mücadele etmek olmalıdır.

Sonuç

Etik hakkındaki tartışmalarda konu bir şekilde geleneksel bir miras olabilecek Altın Kural’a gelebilir. Altın Kural şunu söylemektedir:

Başkalarına kendine davranılmasını istemeyeceğin şekilde davranma!

Peki ötanazi Altın Kural’a uymakta mıdır? Bir kişi kendi hayatından vazgeçmek istediğinde, başkalarına karşı bir davranışta bulunmuyor gibi görünmektedir. Ötanazi yapan bir bireyin yaptığı şey kendisiyle ilgili bir davranıştır. Dolayısıyla ötanazi yaptırmış olursam ya da yaptırmak istersem “başkalarına kendime davranılmasını istemeyeceğim şekilde” davranmış olmam. Ötanazi, Altın Kural ile uyuşuyor gibi görünmektedir.

Aşağıdaki 5 şartın karşılandığı durumda ötanaziyi ahlaken makul bir tercih olarak görüyoruz:

  • Hastanın konuyla ilgili yeterince bilgilendirilmiş ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde ötanaziyi talep etmiş olması,
  • Bireyin özgür iradesi ve özerkliğiyle hiçbir baskı altında olmadan bu karara varmış olması,
  • Bir suiistimal durumunun söz konusu olmadığının farkında olunması,
  • Ötanazi uygulamasının istenmeyen bir seyir izlememesi için bir hekim tarafından yapılması,
  • Hastanın karar sırasında psikolojisinin elverişli olduğundan emin olunması.

Bunların yanı sıra bir ölçüt olarak acı hissediyor olmanın var olmak zorunda olmadığı ve bireylerin düşük yaşam kalitesi ya da aşırı yaşlılık durumunda da ötanazi hakkının olması gerektiğini düşünüyoruz. Bizim öne sürdüğümüz şartların yanı sıra ötanaziye kısmen izin veren ülkeler aşağıdaki şartların da sağlanmasını talep etmektedir:

  • Tıbbi teşhisin yanlış olup olmadığına şüphe bırakmamak için birden çok hekim tarafından teşhis edilmesi,
  • Mevcut hastalığın tedavisinin mümkün olmaması,
  • Hastanın acı çekmesini dindirecek makul başka bir seçeceğin olmaması,
  • Bireyin beyin ölümünün gerçekleşmemiş olması.

Son Olarak

Felsefeciler, gündelik yaşamlarında birçok durum ile karşılaşır, bu durumları deneyimler ve derinlemesine analiz etmeye çalışır. Bu yazı ve ötanaziye dair ilgimiz de bu türden bir deneyime dayanmaktadır. Sürekli acı çeken ve anlamlı bir hayat yaşayıp yaşamadığını değerlendirecek bilişsel kapasiteden yoksun olan insanlarla 13 gün boyunca (1 gün hariç hiçbir gün dışarı çıkmaksızın), bir rehabilitasyon merkezinde refakatçılık yaptığım askerlik günlerim, ötanazi konusuna ilgi duymama sebep oldu. Zorla yaşatılan, hiçbir mutluluk (belki de anlamlı bir yaşam!) belirtisi göstermeyen, nitelikli bir yaşam geçirdikleri şüpheli olan ve acı çeken bireyleri zorla yaşatarak aslında kendi vicdanımızı rahatlatma yönünde büyük bir ahlaki hata içinde olup olmadığımızı, refakatçılık yaptığım her gün düşündüm; hala da düşünüyorum.

Örtük bir türcülük, yoğun duygu dolayımları ve gerçek anlamda verimli bir empati yapamamak veya dini gerekçeler gönüllü ötanazi veya farklı problemlere dair ahlaki ve rasyonel bir tutum sergilememizi engelliyor olabilir.

Kaynaklar ve İleri Okuma

  1. ^ Wikipedia. Ramón Sampedro. (12 Ocak 2005). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Wikipedia | Arşiv Bağlantısı
  2. ^ E. İ. Duru. (2018). Ahlak Felsefesi, “Ötanazi İçin Ahlaki İlkeler Yol Gösterici Olabilir Mi?”. Yayınevi: Beta Yayınları. sf: 286.
  3. ^ J. Nuttall. (2001). Ahlak Üzerine Tartışmalar. Yayınevi: Ayrıntı Yayınları. sf: 174.
  4. ^ J. Rachels. (2010). Active And Passive Euthanasia. Massachusetts Medical Society, sf: 78-80. doi: 10.1056/NEJM197501092920206. | Arşiv Bağlantısı
  5. ^ C. Horner. (2013). Felsefe Aracılığıyla Düşünme. Yayınevi: çev. Ahmet Arslan, Phoenix Yayınevi. sf: 161.
  6. ^ J. Bentham. (1982). An Introduction To The Principles Of Morals And Legislation. Yayınevi: London. sf: 12-13.
  7. a b F. Feldman. (2012). Etik Nedir?. Yayınevi: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. sf: 163.
  8. ^ P. Singer. (2015). Pratik Etik. Yayınevi: İthaki Yayınları. sf: 108.
  9. ^ P. Singer. (, 2006). Kıtlık, Bolluk ve Ahlak. Not: çeviren B. Güneş Başat, sayı 36, sayfa 57, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2006.
  10. ^ M. Tooley. (1972). A Defence Of Abortion And Infanticide. Philosophy and Public Affairs, sf: 81. | Arşiv Bağlantısı
  11. ^ P. Singer. (2015). Pratik Etik. Yayınevi: İthaki Yayınları.
  12. ^ M. D. Ross. (1930). The Right And The Good,. Yayınevi: Oxford University Press. sf: 19-20.
  13. ^ J. Fletcher. (1972). Indicators Of Humanhood: A Tentative Profile Of Man. Yayınevi: The Hastings Center Report. sf: 2/5.
  14. F. Woollard. Doing Vs. Allowing Harm. (14 Mayıs 2014). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Stanford Encyclopedia of Philosophy | Arşiv Bağlantısı
  15. Holocaust Encyclopedia. Ötenazi Programı (Özetlenmiş Makale). (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: USHMM | Arşiv Bağlantısı
  16. N. Nobis. Ötanazi Veya İyi Ölüm. (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı
  17. T. Beyter. Rachels’ın Argümanı Ve Etik Olarak Ötanazi. (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı
  18. D. Purves. Ölümün Kötülüğü. (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı
  19. C. Haramia. Uygulamalı Etik. (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı
  20. T. Beyter. Sonuççuluk’u Anlamak: Rachels’ı Eleştirmek. (26 Şubat 2021). Alındığı Tarih: 26 Şubat 2021. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Din Felsefesi’nde Farklı Pozisyonlar (B. Celayir & Y. Özçelik & T. Beyter & M. Yanık & B. Seferoğlu)

Sonraki Gönderi

Matematik Bir Dil midir? – Can Numan

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü