Sonuççuluk’u Anlamak: Rachels’ı Eleştirmek – Taner Beyter

İnsanlar gündelik hayat içerisinde çoğu zaman belli türden tercihler ile baş başa kalır; saat kaçta uyuyacağımız, alarmı yarım saat geç bir vakte kurup kurmayacağımız, akşam hangi yemeyi yiyeceğimiz, hangi kitabı okuyacağımız vb. durumlar ilk aklımıza gelenler olsa gerek. Ancak bazı tercihlerimiz var ki ahlaken oldukça önemli bir pozisyonda dururlar ve ayrı bir değerlendiremeye tabi olmayı hak ederler.

/
1665 Okunma
Okunma süresi: 16 Dakika

Kahveyi hangi bardağa döküp içtiğimiz türden bir tercih, ahlaken büyük bir tartışmaya sebep olmazken örneğin ötanazi veya kürtaj konusundaki eğilim ve tercihlerimiz oldukça ciddi tartışma başlıklarıdır. Diğer yandan “X olayı olurken neredeydiniz?” türünden ifadeleri de sık sık duyarız. Bu türden ifadeler, zarar verici bir olayın gerçekleşmesine bizzat neden olmamış bireylerin, ahlaken sorumlu olduğunu çoğunlukla ima etme amacı taşır. Acaba gerçekten de öyle midir? Eklemekte fayda var ki, bu yazımızda daha önce kaleme aldığımız diğer yazı içeriğine yönelik bazı eleştiriler getireceğiz.

Örnek Senaryolar

Aşağıda yer alan durumlardan hangisini ahlaken tercih etmemiz gerektiği hakkında bir an olsun düşünelim:

A1. 5 milyon nüfuslu Ankara’ya atom bombası atılmaması için bir otobüs dolu insanın öldürülmesi gerekliyse, bu öldürme eylemine bizzat yardımcı olurum.

A2. 5 milyon nüfuslu Ankara’ya atom bombası atılmaması için bir otobüs dolu insanın öldürülmesi gerekliyse, bu öldürme eylemine bizzat yardımcı olmam ama engellemek elimdeyken engellemem.

B1. Kanserden ölenlerin sayısını azaltmak için bazı hayvanlar üzerinde acı verici deneyler yapılmasını bizzat desteklerim.

B2. Kanserden ölenlerin sayısını azaltmak için bazı hayvanlar üzerinde acı verici deneyler yapılmasını bizzat desteklemem ama engellemek elimdeyken karşı da çıkmam.

Bu durumlardan hangisini tercih ettiğiniz Sonuççuluk’a eğilimli olup olmadığınızı da belli edecektir. Yazımızı tamamen okuduktan sonra farklı durumlardan hangisini seçtiğinize tekrar göz gezdirmenizi tavsiye ediyoruz. Fikrinizin değişip değişmediğini merak ediyor oluşumuz ve bu yazıyı kaleme alma sebebimiz iki farklı motivasyona dayanıyor. Öncelikle yazar, bir zamanlar sempati duyduğu Rachels’ın Argümanı’na artık şüpheci bakıyor; diğer yandan o, makul görme eğiliminde olduğu Sonuççu çerçeveyi de artık makul görmemeye başlamıştır.

Ahlaki değerlendirmelerde sonuçlar en baskın ahlaki ölçüt müdür?

Yukarıda verdiğimiz örnekler için Sonuççuluk (consequentalism), bir eylemi bizzat gerçekleştirmek veya o eyleme sebep olmak ile eylemin gerçekleşmesine izin vermek veya doğrudan sebep olabilecekken olmamayı tercih etmeyi; sonuçlarda bir değişim yoksa, ahlaken farksız görme eğilimdedir. Yani Sonuççuların çoğu için öldürmek ile öldürmeye izin vermek, zarar vermek ile zarar vermeye izin vermek arasında ahlaken bir ayrım yoktur, çünkü birbirine neredeyse denk bir sonuç elde etmekteyiz. Yöntem sorununu da içeren bu ifademizde gerçekten de bir eylemi gerçekleştirmek ile gerçekleşmesine izin vermek arasında ahlaken bir ayrım yok mudur? Bir eylemin ahlaki ölçütleri arasındaki en önemli değişken, sonuçlarda bir farklılık olup olmaması mıdır? Pratik Etik alanındaki tartışmalı başlıklardan biri olan ötanazi örneğiyle konuyu ele alalım.

Ötanazi

Ötanazi uygulanırken bireyin ölümüne sebep verecek bir eylem içerisinde bulunulması veya bireyin tedavi uygulanmayarak ölüme bırakılması durumları “Aktif ve Pasif Ötanazi” ayrımı olarak bilinir. Aktif Ötanazi’de bireyin ölümü dışardan bir eylemle gerçekleşmiştir ve birey öldürülmüştür. Pasif Ötanazi’de ise bireye ağrı dindirici ilaçlar dışında herhangi bir tedavi uygulanmamış olup birey ölmeye bırakılmıştır. Peki bu iki eylem arasında etik anlamda bir ayrım yapmak mümkün mü? Yani doğrudan öldürmek ile ölüme izin vermek aynı statüde ahlaki bir değere mi sahiptir?

İlk bakıştan öldürme ve ölüme izin verme durumlarının kendisinin ahlaki bir ayrım içermekte olduğu fikri temel sezgilerimize yaslanan bir fikir gibi görünür. Daha önce de söz ettiğimiz gibi ahlaki eylemleri sonuçları üzerinden değerlendiren Sonuççuluk, aktif ve pasif ötanazi arasında ahlaki bir ayrım görme eğiliminde değildir. Sonuççu etik çerçeve, eylemler arasındaki ayrımları sonuçlardaki farklar üzerinden değerlendirmeye devam edecektir. Yani kısaca ve kabaca, eğer sonuç olarak bireyin ölümü gerçekleşiyorsa ortada ahlaki bir ayrıma gerek yok gibi görünmektedir.

Aktif ve Pasif Ötanazi arasındaki ahlaken bir ayrım olup olmadığı sorusu bizi “Eylem ve Eylemsizlikler Doktrini” tartışmasına götürmektedir. Belli bir eylemi gerçekleştirmek (beyni olmadan doğan bir çocuğu öldürmek) ile o eylemi gerçekleştirmemek (beyni olmadan doğan bir çocuğu öldürmemek ve tedavi etmeyi bırakmak) aynı sonuca varıyor olsak dahi, ahlaki bir ayrım içerir mi? Eylemleri özgül bazı ahlaki kuralları ihlal edip etmediğine göre değerlendiriyorsanız, eylemler ile eylemsizlikler arasında ahlaki bir ayrım olduğunu düşünüyorsunuzdur. Kimileri için bu çerçevede eylemsizlikler de belirli bazı sonuçlardan bağımsız düşünülemez ve bir tercih olarak görünür. Konuya daha yakından bakmak için “Aktif ve Pasif Ötanazi” arasında ahlaki bir ayrıma gitmemizin pek makul olmadığı fikrini öne süren ve Sonuççu eğilim sergilen Rachels’in Argümanı’nı tekrar hatırlayalım.

Rachels’ı Hatırlamak

“…Birinci örnek durumda Smith, eğer altı yaşındaki kuzenine kötü bir şey olursa büyük bir mirasa konabilecek durumdadır. Bir akşam çocuk banyo yaparken Smith gizlice banyoya girer ve çocuğu boğarak olaya kaza süsü verir.

İkinci örnek durumda Jones da altı yaşındaki kuzenine kötü bir şey olursa büyük bir mirasa konabilecek durumdadır. Smith gibi Jones da gizlice banyoya sızmayı ve çocuğu banyoda boğmayı planlamaktadır. Ancak tam da Jones banyoya gizlice girdiğinde çocuğun ayağının kaydığını ve başını sertçe yere vurarak yüzükoyun banyo küvetinin içine düştüğünü görür. Jones bu duruma seviniyor, çocuğun başını yeniden suya doğru iterek onun öldüğünden emin olması gerekir mi diye bekliyor ancak buna gerek kalmıyor. Jones, çocuğu sadece izler ve hiçbir şey yapmazken, çocuk çırpınıp ‘tesadüfen’ boğuluyor.” (Rachels,1975:70-78). Rachels bu örneği üzerinden bizi düşünmeye sevk ederek Smith’in çocuğu öldürme eylemine girişerek Jones’un ise hiçbir şey yapmaksızın sadece ölmesine izin vererek aynı sonuca ulaştığına dikkat çekiyor. Bu iki eylem arasındaki tek fark bu yöntem farkı gibi görünmektedir; yani “Ahlaken iki eylem arasında bir fark yoktur.” pozisyonu açık bir biçimde savunulur. Soru şudur; Smith’in eylemi cinayet, Jones’un ki ölüme bırakmak mıdır? Yoksa her ikisinin de cinayet işlediği söylenebilir mi? (Cinayet derken ahlaken kabul edilemez yanlış bir eylemi ima ediyoruz.) Rachels’ın pozisyonunda, Smith’in eylemi Jones’un eylemine göre daha kötücül değildir. Şimdi bu argümanı eleştiren Kamm’ın argümanına bakalım.

Kamm, Smith ve Jones’un eylemlerinin ahlaki olarak denk olsa bile, ahlaki bir ilke olarak öldürmek ve ölüme göz yummanın birbirine denk olduğu yönünde bir çıkarıma ulaşamayacağımızı iddia eder. Kamm, Smith ve Jones’un eylemleri arasında ahlaki fark olup olmadığını anlamak için farklı bir senaryo sunar. Boğulan çocuğu hayata döndürme şansımız olduğunu düşünelim. Kamm, çocuğu hayata döndürmek için, (bizzat öldürme eylemini gerçekleştiren) Smith ile (ölüme izin veren) Jones’u öldürmemiz gerekseydi; çocuğu hayata döndürmek için Smith’in öldürülmesine izin verilebileceği ancak Jones’un öldürülmesine izin verilemeyeceğini düşünmektedir. (Kamm 2007,17) Gerçekten de çocuğu kurtarmak için Jones’u öldürme tercihimiz olsaydı, bunu tercih etmek ahlaken doğru mu olurdu? Birçok kişi bu soruya, çocuğu kurtartmak için Jones’u öldürme hakkımız olmadığını, çünkü o yalnızca izlemek ve izin vermek ile yetinmiştir, ancak Smith’i yani bizzat elleriyle boğma eylemini gerçekleştiren kişiyi öldürebileceğimizi düşünecektir. O halde bu iki eylem arasında temel bir farklılık varmış gibi görünüyor; Rachels yanılıyor olabilir.

Bizzat zarar vermek ile zarara izin vermek eşit koşullarda, aynı ahlaki yanlışlığa mı işaret eder?

Peki zarar vermek (öldürmek ya da kötülük yapmak) ile zarara göz yummak-izlemek (ölümü engellememek ya da kötülüğü engellememek) arasındaki ayrım sonuçlar üzerinden değerlendirerek kolayca cevaplanamaz mı? Quinn gibi düşünürler zarar vermek ile zarara göz yummanın farklı türden hakları ihlal ettikleri için, ahlaken farklı statülerde olduğunu düşünenlerdendir. Tüm şartlar eşitken, zarar vermek zarara göz yummaktan daha güçlüdür ve daha büyük bir hak gaspına denk düşer. Örneğin zarar verme eylemini gerekçelendirmek ve haklı çıkarmak, gerek açıkça hatırlanan deneyimlerimize yaslanarak gerekse sezgisel olarak, zarara göz yummayı gerekçelendirmek ve haklı çıkarmaktan daha zordur. Örneğin Smith ve Jones’un mahkemeye çıktığını düşünelim. Smith’in yapamayacağı bir şekilde Jones kendini savunmaya şöyle başlayabilir; “Ben banyoya girdiğimde çocuk zaten ölmek üzereydi, ben hiçbir şey yapmamışken ölmek üzere olduğunu gördüm.”, “Yetişsem de kurtaramayabilirdim zaten, neredeyse boğulmuştu.” vb vb. Bu savunmaların Jones’u haklı çıkaracağını iddia etmiyoruz, ancak en azından Smith’e göre daha iyi bir savunma yapmasının daha mümkün olduğu (veya Smith’in çok çok daha kötü bir savunma yapmak zorunda kalacağı veya iyi bir savunma yapmasının zor olduğu) sonucuna ulaşabiliriz. Quinn’in kendi örneğine göz atalım.

İznimiz olmadan polisin evimize girmesi temel bir hakkımız olan mahremiyet hakkımızın ihlal edilmesidir. Diğer yandan komşularımızın da iznimiz olmadan evimize girmesi de temel bir hakkımız olan mahremiyet hakkımızın ihlal edilmesidir. Bu iki hak gaspından ilkinin gerçekleşmesi, ikincisinin gerçekleşmesinden daha kolay olup ahlaken daha kötüdür. Quinn, bunun sebebini şöyle açıklar; bir hakkın ihlal edilmesiyle (komşuların izinsiz evimize girmesi) bir hakkın yok sayılması (polisin evimize girmesi) aynı ölçüde ve değerde kötülük içeriyor olmaz: bir hakkın ihlal edilme sebebi ve oluşan zarara göre ahlaki suçlama yapılır. (Quinn 1989, 290). Bu örnekte olduğu gibi, sonuçları itibariyle aynı olan iki eyleme karşı ahlaken daha farklı tavırlar takınmamız, Sonuççuluk’u ve Rachels’in Argümanı’nı reddetme yönünde bir sebep olabilir gibi duruyor.

Sorumluluk

Belli türden ahlaki gerekliliklerin varlığını kabul etmek ve bu ahlaki gerekliliklere göre davranışlarımızı biçimlendirmek, belli türden davranışlarımızın diğer başka davranışlarımıza göre daha tercih edilebilir olduğunu varsaymaktadır. Scheffler’ın da ifade ettiği gibi bu türden bir kavrayış, eylemlerimize özel bir önem yüklememiz ve sorumluluk hissetmemize denk düşer. Bununla beraber Scheffler için eylemlerimizde böylece neyi yapıp neye sadece izin verdiğimiz arasında da bir ayrım söz konusu olur. Hatta öyle ki bu ayrımla beraber ahlaki gereklilikler çoğunlukla belli türden faydacı eğilimlerin var olup olmadığı tartışmasını da beraberinde getirir. Scheffler, kişilerin davranışlarını düzenlemek zorunda olması durumunda faydacılık eğiliminin söz konusu olmaması gerektiğini iddia etmekten çekinmemiştir.

Diyelim ki elinizdeki çekici balkonda kullanırken, yanlışlıkla düşürdünüz ve kaldırımda yürüyen birinin ölümüne sebep oldunuz. Veya üzerine bağladığı bombalar ile kendini kalabalık içerisinde patlatmayı hedefleyen bir teröristi fark ettiniz ve elinizdeki çekici, balkondan ona doğru fırlatarak teröristin istemeden de olsa ölümüne sebep oldunuz. Çok açık ki bu iki durumda da birilerini öldürdünüz ama onları öldürmeye niyetlenerek değil. Küvette bir çocuğun boğulması niyeti ya da boğulmasına izin verme niyeti sonucunda gerçekleşen eylem (Rachels’ın örneği) ile yukarıda verdiğimiz örnek eylemler arasındaki fark nedir? “Sonuç olarak insan öldü, önemli olan sonuçtur!” mu demeliyiz yoksa masum insanları öldürme veya farkında olmaksızın ölüme sebebiyet verme ile küvet örneği arasında ahlaki bir farklılık olduğunu sezgisel olarak siz de kabul eder miydiniz? Bir eylemi yaparak ya da yapmaya izin vererek mi o eylemin sonuçlarından sorumlu olacağımız ile “niyet” kavramını, her koşulda katı bir neden sonuç zincirinde ele almak hatalı olacaktır. “Yapmak ve izin vermek” yazımızın başında da karşımıza çıkmıştı. Bazen arabayı bizzat sürdüğümüz için bazen ise arabayı ehliyeti olmayan çocuğumuzun sürmesine izin verdiğimiz için ölümlere sebep oluruz. Bazen sandalyeyi balkondan attığımız için bazen ise atmadığımız için ölümlere sebebiyet verdiğimiz de söylenebilir. Yani kötü sonuçlar ve zarar, bazen bir eylemi yaptığımız bazense yapılmasına izin verdiğimiz (yani bizzat yapmadığımız) için gerçekleşir. Bu bize etik tartışmalardaki ünlü Trolley Problemi (Tren/Tramvay Problemi) hatırlatıyor. Biraz yakından bakalım.

Tren Problemi, Philippa Foot’un bir dizi örneği tartıştığı 1978’e uzanır: İlk örnekte, yargıç masum bir adamı hapse atmak ve öldürmek ile beş masum insanın bir ayaklanmada ölmesi arasında seçim yapmak zorundadır. İkincide, bir makinist tren vagonunun doğrultusunu çevirerek raya bağlanmış masum bir insanı öldürmekle, vagonun düz gitmesine izin verip beş masum insanı öldürmek arasında seçim yapmak zorundadır. Foot, ilk olayda öldürmenin yanlış olduğunu, ama ikincide yanlış olmadığını savunur. Foot bu tip olaylarda, kişinin; zararın açıkça niyet edilmesi ile zararın zorlukla tahmin edilebilir olduğu olaylar arasında ayrım yapan Çift Etki Doktrini’ni kabul etmeye teşvik edilebileceğini söyler. Bununla birlikte, Foot örnek olayların eyleme geçirme ve izin verme arasındaki ayrım ile açıklanabileceğini savunur: Tren makinisti, vagonu süren kişi bir kişiyi öldürmek ile beş kişiyi öldürmek arasında seçim yapmak zorundayken; yargıç, bir kişiyi öldürmek ile sadece beş kişinin ölmesine izin vermek arasında seçim yapmalıdır. Durum, Rachels’ın gördüğünden bir hayli farklı bir konum almış gibi duruyor. Cevap hala yeterli mi; sonuçta olan aynı! Jarvis Thomson olayı değiştirip karar vermek zorunda olan karakteri sürücü yerine görgü tanığı olarak değiştirir. Birçok yorumcu için fark bir hayli ilginç, çünkü görgü tanığı öldürmek ile ölmelerine izin vermek arasında açıkça seçim yapmak durumundadır ve vagonun yönünü değiştirmek hala izin verilebilir durumdadır. Bu, Foot’un eyleme geçirmek ve izin vermek arasındaki ayrımın bu örnek olaylarla ilgili sezilerimizi açıkladığı iddiasını çürütüyor gibi görünüyor.

Eylemlerin sonuçları ile niyetlerimiz arasındaki ilişki, ahlaki değerlendirmelerde katı determinist bir içeriğe mi sahiptir?

Niyet

Ezgi, parmağında bir kasılma hissediyor. Eğer bu kasılmayı iyileştirmezse, parmağı tetiğin üstüne gelecek, silahı tetikleyecek ve Kadir’i öldürecek. (Persson 2013, 96). Ezgi, parmağındaki kasılmayı bir türlü iyileştiremiyor ve silah tetikleniyor. Bu durumda Ezgi’ye katil diyebilir miyiz? Açıkça öldürme niyeti olmasa dahi, ortada sonuçları itibariyle bir cinayet vardır. (Kimileri bunun cinayet olmayacağını iddia edecektir, o halde insan öldürme diyelim.) Ezgi, mecburen birine zarar vermek için kendine izin vermek zorunda kalmıştır. Açıkça öldürmeye niyetlenmese dahi. O halde tartışma sınırını genişletmek için niyet yerine neden olmak üzerine odaklanalım.

Neden Olmak

Kimileri için, belki de en başından beri odaklanmamız gereken şey “neden olmak” olmalıydı. Var olan zararda, kişinin bizzat neden olması ile kişinin yalnızca izleyerek bizzat neden olmadığı iki durum düşünelim. İzleyen kişinin, zararı engelleyebilecekken engellememesi ona ne derece büyük bir ahlaki sorumluluk verir? Ya da engelleyebilecekken engellemeyen kişi ile bizzat zarara neden olan kişi arasından (eşit miktarda zarar olduğu varsayılırsa) hangisini, ahlaki olarak daha çok suçlamak makul olurdu?

Tarihsel bir örnek verelim. Holokost esnasında, bir toplama kampında görevli Nazi subayın bizzat katliam emri vermesi ile bu holokosta engel olabilecekken (diyelim ki; katliam öncesinde, kimseye fark ettirmeksizin bütün silahları çalmak, rüşvet verebilmek, sahte bir askeri emir dosyası yazıp katliamı durdurabilmek vb türünden senaryolar düşünün.) engel olmayıp izleyen bir Bolşevik subay, eşit derece ahlaki yanlışa mı düşmüştür? Sanki Nazi subayın ahlaki yanlışlığı bir miktar daha büyükmüş gibi geliyor.

Tüm bunların yanı sıra şu soru sorulabilir, ahlaken yalnızca bizzat neden olduğumuz şeylerden mi sorumluyuz? Bu soruya açıkça “hayır” cevabını verebileceğimizi düşünüyorum. Bizzat neden olmasak bile sorumlu olabileceğimiz ahlaki konuların listesinin bir hayli uzun olduğunu sezgisel olarak düşünmek zor olmasa gerek. Yolda karşıdan karşıya geçerken hızla yaklaşan bir aracın bir bebek arabasına çarpacağını gördüğünüz. Bu senaryoda, olayın gerçekleşme koşullarının olgunlaşmasına bizzat neden olmamış olsak bile, ahlaken sorumlu olduğumuz bir şeylerin var olduğunu düşünmek gerekmez mi? Konuyla doğrudan bağlantısı olmasa dahi dolaylı olarak Singer’in önerisini hatırlamak yerinde olacaktır. Singer’a göre “… Değinmek istediğim bir sonraki noktaysa, kötü bir şeyin olmasını engelleme gücüne sahipsek ve bunu yaparken o şeye kıyasla ahlaki açıdan önem taşıyan başka herhangi bir şeyi feda etmiyorsak, ahlaki açıdan bunu yapmak zorundayız.” (Felsefe Tartışmaları, 2006:36/57). Singer için “ahlaki açıdan önem taşıyan başka bir şeyi feda etmemek” ile kast edilen; daha kötü bir şeye neden olmamak, yanlış bir şey yapmamak ve iyi olan bir şeyi teşvik etmekten geri kalmamaktır. Diğer yandan şu soru anlamlı görünüyor; farklı şekilde davranılma imkânı varken farklı şekilde davranılmadığı için kötülük ve zarar ortaya çıkıyorsa; “Fail bir tercih içindedir ve kötülüğe sebep olmuştur.” diyemez miyiz? “Kişi farklı şekilde davransaydı zarar ortaya çıkmazdı.” dediğimizde ahlaki olarak önemli bir noktaya işaret ediyoruz gibi görünüyor.

Foot gibi düşünürler, zarar verici bir olaya bizzat neden olmak ile hiçbir şey yapmayarak izlemek arasındaki ahlaki farkı ele alırken şu ölçütlere dikkat etmemiz gerektiğini ifade eder:

  • Olaya bizzat sebep olmak (1)
  • Olayı durdurabilecekken durdurmayıp sürekliliğini sağlamak (2)
  • Olanak sağlamak-koşulları olgunlaştırmak (3)
  • Engellemekten bilerek kaçınmak (4)

Bu ölçütlerden (1) ve (2) durumları ile (3) ve (4) durumları arasında bir fark varmış gibi görünüyor. (1) ve (2) zarar vermek olarak adlandırılabilirken, (3) ve (4) durumları bizzat zarar vermek değil zarar vermenin türleri olarak görülebilir.

Şimdi McMahan’ın “Yanan Bina ve Düşman” örneğine bakalım, sizce bu örnek kaç numaralı ölçüte denk düşmektedir? Yanmakta olan yüksek bir binanın çatısında mahsur kalan Gizem, atlayarak kurtulmayı planlamaktır. Bunu gören itfaiyeci Doğukan, çabucak Gizem’in atlarken denk geleceği yere çok sağlam bir ilk yardım ağı çekiyor ve kurtulmaya çalışan insanlar için diğer işlere koşuyor. Tehlikedeki Gizem’in düşmanı olan Doğa adındaki biri de orada ve bu durumu fırsat olarak görüp süratle ağı kenara itiyor ve Gizem yere çarpıp ölüyor. (McMahan:1993, 254) Şimdi soru şu, Doğukan ve Doğa’nın eylemleri arasındaki ahlaki farklılıklar nelerdir? Belki de bizzat zarar vermek ile zarar izin verme senaryolarındaki başkarakteri kendimiz olarak düşünürsek daha anlamlı senaryolar üretebiliriz. Ne de olsa başkarakter olmasak bile eylemlerimizin sonuçlarını, ahlaki ayrımlara işaret etmek için tek ölçüt olarak görmek gündelik hayat pratiğimiz ile de pek uyumlu görünmüyor, değil mi?

Kaynakça:

https://plato.stanford.edu/entries/doing-allowing/

-Kamm, Frances, (2007), Intricate Ethics, New York: Oxford University Press.

– Quinn, Warren S., 1989, “Actions, Intentions, and Consequences: The Doctrine of Doing and Allowing,” Philosophical Review, 98 (3): 287–312, reprinted in Steinbock and Norcross 1994, pp. 355–382.

-Felsefe Tartışmaları, Peter Singer, Kıtlık, Bolluk ve Ahlak, çeviren B. Güneş Başat, sayı 36:57, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2006.

-McMahan, Jeff, 1993, “Killing, Letting Die and Withdrawing Aid,” Ethics, 103 (January): 250–279; reprinted in Steinbock and Norcross 1994, 383–419.

-Persson, Ingmar, 2013, From Morality to the End of Reason: An Essay on Rights, Reasons and Responsibility, Oxford: Oxford University Press.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Felsefe Röportajları #4 Murat Baç

Sonraki Gönderi

Sınırlamalar ve Hayvanlar – Robert Nozick

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü