Postmodern Bilim Felsefesi’nin Eleştirel Bir Değerlendirmesi – Taner Beyter

/
4017 Okunma
Okunma süresi: 30 Dakika

Bilimsel yöntem 16-17. yüzyıllarda yaşadığı içsel devrimlerle bilgiye, gerçekliğe ve faydaya ulaşmak için en güvenilir ve işlevsel eylemlerimizden biri olmaya başlamıştır. Tarihsel bir düzlemde ele alırsak, özellikle fizik alanında Aristo, Newton ve Einstein paradigmalarının arka arkaya gelmesiyle, çizgisel bir doğrultuda ilerleyen bilim anlayışı görece kabul görmeye başlamıştı. Bilim tarihi ve bilim felsefesi alanında, bilimsel ilerlemenin nasıl olduğu ve kuramların geçerliliğini belirleyen ölçütlerin neler olduğu çokça tartışılmıştır. Diğer yandan bu yazı bir anlamda da postmodernizmin bilim anlayışı ve eleştirilerini de tanıtmayı amaçlamaktadır.

Bilim tarihi ve felsefesinde var olan bu tartışmaların yönü 1960’lı yıllarda Kuhn’cu bilim anlayışı çerçevesinde şekillenen bilim tarihi kavrayışıyla değişmiştir. Bilimin gerçeklik ve doğrulukla ilişkisi, bilimin içsel yapısı ve yöntemi gibi birçok alanda devam eden tartışmalar, zaman içerisinde postmodernizmle de ilişkilendirilerek ele alınmaya başlanmıştır. Yazımızda Kuhn’cu bilim anlayışı ile postmodern bilim felsefesinin uyuştuğu noktaları Popper ve Lytotard’in itirazlarıyla irdeleyecek ve bir dizi eleştiri yönelteceğiz. Postmodernizme yaslanan düşünürlerin kullanmayı tercih ettiği “pozitivizm” terimini, kullandıkları biçime katılmasak dahi metnin biçimini bozmamak adına biz de postmodern eleştirmenlerin kullandığı biçimde kullanacağız.

Kuhn’un Bilim Anlayışı ve Postmodern Bilim Felsefesi

Postmodernizmin tam olarak hangi anlama geldiği konusunda tam bir görüş birliği yoktur. Diğer yandan kimileri için görüş birliği olmaması da Postmodernizmin iddiaları ile gayet tutarlıdır; çünkü bu akımda yer alan isimlerin çoğu tanımlamalardan sık sık kaçınırlar. Hatta bazı postmodern düşünürler hiçbir gelenek, kavrayış ya da akıma dahil olmadıklarını ifade ederler. Böylesi bir tabloyla karşı karşıya olmamız postmodernizmi tanımlama girişimlerinin değersiz olduğunu göstermez. Kimi düşünürler için modernizme bir tepki veya ondan kopuş, kimileri içinse kapitalizmin kültürel mantığı şeklinde yorumlanan postmodernizme ilişkin birçok tanım yapmak mümkündür: Genellikle pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist eğilimli olarak algılanan evrensel modernizm, doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel biçimde planlanmasıyla ve bilgi ile üretimin standartlaşmasıyla özdeşleşmiştir. (…) Buna karşın postmodernizm, kültürel söylemin yeniden tanımlanmasında, heterojenliği ve farklılığı özgürleştirici güçler olarak öne çıkar”. (Harvey, 2012, s. 21). Harvey’in işaret ettiği bu noktayla beraber postmodernizmle ilgilenen bazı yazarlar onu, Aydınlanma projesinin tamamen terk edilmesinin bir sonucu olarak ele alır.

Konuya dair yaptığı çalışmalarla tanınan Hassan’ın ifadesiyle ise postmodernizm, “antiform”, “rastlantı”, “dağılma”, “fark”, “retorik”, “belirsizlik” vb. kavramlarla ifade edilmekte olup, Aydınlanma düşüncesinin “nesnel bilim, evrensel ahlak, evrensel insan hakları” gibi temel ifadelerine karşı bir duruşu imlemektedir. (Hassan, 1985, s.123)

Aydınlanma düşüncesinin bilim tarihi alanında yapılan birçok araştırmada uğrak nokta olması gayet anlaşılır bir durumdur. Her ne kadar Aydınlanma dendiğinde akla Voltaire, d’Alembert, Diderot, Adam Smith, Saint-Simon, Auguste Comte, J.S.Mill gibi isimler gelse de; özellikle Comte, aydınlanma düşüncesinin bilim anlayışını anlamak adına, ele alınması gereken en önemli düşünürlerden biri olarak kabul edilir. Bu ilişkinin doğal bir sonucu olarak aydınlanma düşüncesi, postmodernizmi kavramak adına yapılan girişimlerde ele alınması gereken bir dönemdir.


Postmodernizm edebiyat, sanat, felsefe, mimari ve daha birçok farklı alanda tartışmalar yaratan bir akımdır. Bu akım bilim felsefesinde de kendini göstermektedir. (kaynak: breakpoint.org)

Bir Aydınlanma düşünürü olarak Comte pozitivizmin sınırlarını çizerken sınanabilirlik ve gözlemlere dayalı teorilerin öneminden söz eder. (Comte, 2001, s.35-36) Comte bilimsel eylemlerin nesnesi olan fenomenlerin genellik, basitlik ve karşılıklı bağımsızlık basamaklarıyla belirlendiğini ifade etmektedir. Tüm bunlara ek olarak Comte’un önemle vurguladığı noktalardan birisi de bilimin niteliği konusunda yöntemin birliğidir; başka bir deyişle hangi etkinliğe bilimsel eylem diyeceğimiz ve bilimsel eylemi var eden yöntemin ne olduğu meselesi oldukça önemlidir. Belirlenen sınır gayet açıktır; gözlem ve deney yöntemini benimsemiş olan bir dizi akıl yürütme dizgesi, pozitivist bilimsel yöntemin ana ilkelerini oluşturur. Pozitivizmin ikinci aşaması olarak tanımlanan mantıksal pozitivizmde ise buna ek olarak, sadece doğrulanabilen ve duyu verisine dayanan önermeler anlamlı önermeler olarak benimsenir ve empirik bilgi dışındaki bilgi formlarını reddeden bir anlayış hakim olur; kısacası bilimsel bilgi, doğrulanabilir bilgiler bütünüdür. Doğrulanabilir bilgiler de nesnesine uygun olmak zorundadır. Doğrulama ve ispatlama yöntemi empirik bir temelde ve doğruluğun uygunluk kuramı çerçevesinde olmalıdır. Bilimin kendisi, nesnel olmalı ve tümevarımcı bir yöntemi benimsemelidir. Bilim felsefesi alanında sonradan oluşan tartışmalarda, tümevarım konusu Popper’ın yanlışlama kuramıyla tekrar tartışmaya açılacaktır. Popper’ın yanlışlamacılık yöntemini iyi tahlil etmek, bize Kuhn’cu anlayışı daha iyi kavramak için yardımcı olacaktır. Bu nedenle Pozitivizm ve Popper’cı bilim anlayışını karşılaştırmalı olarak incelemeye devam edelim.

Pozitivist bilim anlayışının sahip olduğu iddia edilen özelliklerden biri de açıklama ve tahminde bulunabilme özelliğidir. Determinist bir ilkeyle ve nedensellik anlayışı içerisinde dışsal bir etki olmaksızın aynı şartlar altında aynı sonucun gözlemlenmesi üzerine kurulu olan bu anlayış, 20. yy. başlarına kadar hâkim anlayış olmuştur. Newton’da da göreceğimiz gibi, gerçeklik mekanik ve holistik olarak ele alınır; doğruluğa ulaşmanın mümkün olduğu savunulur. 20. yy başlarında Popper mutlak, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını; ancak gerçekliğe yaklaşmanın sürekli bir arayışla beraber var olduğunu söyleyerek, pozitivizme dair ilk güçlü eleştirileri getiren bilim felsefecilerinden biri olmuştur. Ona göre bilgimiz, eleştiriyle örülmüş bir bulmaca ve varsayımlardan oluşmuş bir ağdır. Bilime duyulan inanç ve güven üzerine inşa edilmiş bir dönemden sonra Popper’ın bu eleştirisi oldukça dikkate değer görünüyor. Popper’ın doğru bilgiye, pozitivizmin klasik “doğruluğa uygunluk” kuramıyla değil, ancak yanlışlama modeliyle yaklaşabileceğimizi ifade etmesi, pozitivist bilim yöntemine dair önemli bir itiraz olarak kabul edilir. Popper’a göre yanlışlanabilirlik koşulunu yerine getiren önermeler bilimsel önermelerdir ve kuram ile temel önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler doğrultusunda yanlışlanabilirlik ilkesi olmalıdır.

Bu anlayış daha sonra postmodernizm akımına dahil bir grup tarafından farklı biçimlerde yorumlanacaktır; Popper’ın sürekli yanlışlanabilirlik ilkesi, ilk elden mükkemmel ve tümel bilgiye şüpheyle yaklaşmamızı gerektirebilir! Bilimsel eylemlerde yanlışlamacı bir ilkeyi temel ölçüt olarak benimsemek, bize yanlışlanan her kuramla başka bir anlayışın haklılığını gösterebilir; doğruluk, gerçeklik ve nesnellik gibi kavramları eleştirel bir şekilde ele almamız gerekiyor olabilir!

Bu varsayım özellikle Lyotard’da görülecektir. Bunu incelemeyi ilerleyen sayfalara bırakıyoruz. Popper aynı zamanda her bilimsel sorunun, bilimsel eylemlerin başlangıcına sebep olduğunu dile getirmektedir. Popper’a göre, karşılaşılan bilimsel sorun, sorunu çözmeye yönelik öne sürülen kuramın temelini oluşturur. Popper’cı bilim anlayışı ve onun bilimsel eylemlerin yapısına dair söyledikleri, pozitif bilimlerin kendi sınırlarını çizerken, bir sınırlandırma ayracı olarak kullanılan “metafizikten ve bilimsel olmayan”dan ayrılma ilkesiyle yerine tartışmayı bilimsel kuramların niteliğine doğru çekmiştir. Popper ile beraber, bilimsel olanı olmayandan ayırma ilkesinin yerine ve bilimsel kuramların ne olduğu ve geçerliliğini sağlam temellere nasıl dayandırdığımız daha önemli hale gelmiştir gibi görünüyor. Daha sonra Kuhncu bilim anlayışı ve postmodern bilim felsefesi tartışmalarında yapılan bilimsel yöntem ve kurama yönelik farklı yorumların sık sık ele alacağı bir dizi benzer sorunun Popper tarafından da ele alınması bir çok felsefecinin dikkatini çekmiştir.

Postmodernizm için hakikat, doğruluk ve bu kavramlarla ilişkili olan bilgi görecelidir; bireylerin bakış açılarını yansıtır. (kaynak: science matters)

Postmodern felsefenin temel ifadelerinden biri, gerçeklik ve doğruluk terimleri hakkında pozitivist anlayışın geçersiz olduğudur. “Doğruluk nedir?” sorusuna verilen klasik cevap, kökenleri Platon’a dayanan ve çağdaş epistemolojide ele alınan bir sorudur. Postmodern bilim felsefesi, gerçeklik, doğruluk ve nesnellik kavramlarını subjektivizm ile ele almakta ve çağdaş epistemik yaklaşımları dışlamaktadır. Postmodernistlerin sık sık hakikat kavramını, çoğulculuk ve fark kavramları ile ele aldığı görülür; genel bir eğilim olarak kavram analizi gelenek içinde oldukça önemlidir. Postmodernizm için hakikat değil, hakikatler vardır ve bunlar problemler karşısında farklı konumlanışımızın bir sonucudur. Bu varsayımda insanların sosyal, psikolojik veya başka sebeplerden kaynaklanan motivasyonları, kullandıkları kavramları ele alış biçimini etkileyebilmektedir.  Bu sava göre gerçeklik veya hakikat mutlak değildir; konumlanışa göre değişebilir ve bu çerçevede görecelilik barındırır. Eğer bu farklı pozisyonlar kurumsallaşır ve sosyal bir uzlaşım üzerinden karara bağlanırsa, kitlelere bir üst anlatı olarak sunularak kabul görebilir. Bu anlayış, üst anlatı kavramına sık sık başvuran ve bilimin de bir üst anlatı olduğunu öne süren postmodernizm tartışmalarında bahsi geçen itirazlardır. Postmodernizm için sözünü ettiğimiz bu farklı pozisyonların çerçevesi iki şekilde çizilir: Birinci görüş bunların farklı tarihsel ve toplumsal dinamiklerin birer sonucu doğduğunu öne sürer. İkinci görüşe göre ise, Foucault’nun söylediği gibi bilgi (ve dolayısıyla gerçekliğin kendisi), iktidar üretimi ve çoğunluğun uzlaşımından ibarettir; farklı iktidarlar ve uzlaşımlar farklı bilgi ve gerçeklikler üretir. Bu görüşe göre bilim, Anlı’nın ifade ettiği şekliyle bir oyun sahasıdır. (Anlı, 2011, s. 3) Bu tartışmalarda belli bir grup bilim üzerine öne sürdüğü önermelerde artık sosyal ilişkiler, tarihsel gelişim ve politik eylemler ya da toplumsal deneyimler üzerinden örnekler verme ve nedensel ilişkiler kurma eğilimi sergiler.

Bu anlayışta eğer bilim bir oyun sahası ise, bilimin öne sürdüğü hakikat ve gerçeklik de bu oyunun bir parçası olmalıdır.

Tartışmaların geldiği bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: “doğru” ve “yanlış” kavramların sabit temelleri olamayabileceği veya birbirleriyle yer değiştireceği görüşü, Popper’ın yanlışlanma ilkesinden beslenir veya onu suistimal eder; böylece postmodern felsefede dile getirilen mutlak bilginin olanaklı olmadığı iddiasına temel bulmak mümkün olabilir.

Konuyla ilgilenen felsefecilerden Doğan Özlem, pozitivist bilim anlayışının kapsamını 7 temel ilke üzerinden oluşturmaktadır:

  • “Gerçeklik tüm heterojen görünümüne rağmen homojendir; o bir kozmostur; onun akla uygun bir yapısı vardır; bilimin görevi gerçekliğin bu akılsal yapısını gözlem/deney yoluyla ve evrensel doğa yasalarını bularak ortaya koymaktır.
  • Gerçeklik hiyerarşiktir; aşağıdan yukarıya doğru yükselen düzenli bir yapısı vardır.
  • Gerçeklik mekaniktir; doğada her şey bir makine düzeni içinde işler.
  • Gelecek ve gidişat bellidir; çünkü doğaya hâkim olan yasalar gelecekte de geçerli olacağından, olacak olanı şimdiden tespit etmek mümkündür. (…)
  • Gerçeklikte değişen niceliksel ve nitelikseldir; bu demektir ki, gerçekliğin mekanik düzeni evrensel bir dille, matematiğin diliyle ifade edilebilir.
  • Bilim nesneldir. Özne olarak gözlemci, nesne karşısında nötrdür. (…)
  • Bilimin elde ettiği sonuçlar evrensel ve zorunludur; çünkü tam bir nesnellikle, deneysel ve matematiksel yollardan elde edilmişlerdir.” (Özlem, 2008, s. 56-57)

Özlem’in dikkat çektiği bu noktalar geleneksel pozitivist bilim anlayışının iskeletini sunmaktadır. Postmodern bilim felsefesi bu iskeletin tümüne karşı bir dizi söylemler dizgesi sıralamaktadır. Ancak eklemekte fayda var ki artık bu eleştirilerin sıralandığı dönemde, kendini pozitivist olarak tanımlayan bilim insanı ya da felsefeci sayısı çok azdı. Eleştiri sahipleri geçmişe dönük eleştiriler getirerek, bugün de geçmişin izinin taşındığını varsayıyor gibi görünüyor.

Postmodern bilim felsefesi ile bakışta Pozitivizmin ampirik bilgi ve objektif bilimsel eylemler kabulüne eleştiri getirmektedir. Bilimsel bir eylemin ampirik temellerde ele alınması gerektiği yönündeki kabul; ampirik bilgiye ulaşmamızda özne ile nesne arasındaki uyarı ve duyum sürecinin objektifliğini savunur. Sabit uyarıcılar karşısında benzer duyum süreçleriyle aynı sonuçlara varılacağı düşüncesi, algısal ve empirik bilgi anlayışının temelini oluşturmaktadır. Searl bu yaklaşımı şöyle dile getirir: “Algılarla ulaşabileceğimiz her şey, bizim kendi deneyimlerimizin içeriğidir.” Bu şu anlama gelir;

  • Dış dünyaya ilişkin iddialarda sahip olabileceğimiz epistemik temel, yalnızca algısal deneyimlerimizden kaynaklanır.
  • Hakkında anlamlı olarak konuşabileceğimiz tek gerçeklik, algısal deneyimlerin gerçekliğidir. (aktaran; Anlı, 2011, s.11) Bu anlayışla beraber düşünüldüğünde Kuhn, uyarıcı ve duyum sürecine dair sosyolojik, psikolojik ve eğitimsel süreçlerden de söz ederek konuyu farklı bir yöne çekmekte ve nesnel bir uyarıcı-duyum süreci yerine, şartlandırılmış olan farklı toplulukların eğitiminden söz etmektedir.

İddialarından biri o ki, bilim topluluğu üyeleri, hem birey olarak hem de ortak bir eğitimi ve deneyimi paylaşmak bakımından oyunun kurallarının belirleyicisi ayılmak zorundadırlar. Buna benzer ortak bir değerlendirme temeli paylaştığından kuşku duymak, bilimsel başarı için birbiriyle bağdaşmayan ölçütler olabileceğini kabul etmek olacağı iddia edilir. Böyle bir görüşün ise bilimsel yöntem için uygun ölçütün ne olduğu ve bilimsel olanı bilimsel yapan ölçütün ne olduğu sorusuna yönelmesi kaçınılmazdır. Bu söylemin kendisi, nesnel bir bilimsel eylem yerine, farklı eğitim ve deneyim süreçlerinden geçmiş bilim topluluklarının, bu sosyolojik durumdan dolayı farklı bilimsel savlar öne sürebileceğini ima etmektedir. Eğer bu kabul edilirse belki de farklı bilim toplulukları için farklı uyarı ve duyum süreçleri vardır. Nitekim farklı deneyimlerin ve eğitim anlayışlarının insanı farklı yargılara götürebileceği savı, aynı tartışma içerisinde sık sık dile getirilmektedir. Kuhn’a göre de bu bilim topluluklarının içerisinde ve eğitim kurumlarında yer alan “uyarılarla duyumlar arasındaki süreç”, belirli bir dizi eğitimle belirlenmiştir. Kuhn nesnel bir uyarıcı ve nesnel bir duyum yerine, belirli toplulukların eğitimiyle koşullandırılan bir uyarıcı ve duyumun hâkim olduğunu vurgular. Bilimsel devrimleri, bir bilim yapma geleneğinden diğerine doğru bir kayış olarak tanımlayan Kuhn, var olan karşıt bilim görüşleri arasındaki seçimin, rasyonel bir düzlemden ziyade sosyolojik ve psikolojik bir süreç olduğunu dile getirir. Ancak “Bir eylemin sosyolojik ya da psikolojik sebebini açıklamak onu neden rasyonel kılmasın?” sorusuna cevap verilmez. Bilim yapma geleneğinin eğitimle şartlandırıldığını ifade ederek, bilginin ve bilgi arayışının evrensel niteliğine (ve bunu öneren aydınlanma düşüncesine) açıkça karşı çıkmak; böylece kendisinden sonra gelen postmodern bilim felsefecilerine isteyerek ya da istemeyerek zemin hazırlar. “Paradigma dışarıya az çok kapalı ve sınırlı bir dizi soruna odaklanarak, bilim insanlarını doğanın herhangi bir parçasını başka türlü akla dahi gelemeyecek kadar derin ve ayrıntılı incelemeye zorlamış olmaktadır.” (Kuhn, 2000, s. 83) Kuhn bu ifadesinde, görüşlerinin temeli olan paradigma terimiyle neyi ifade ettiğini de açıklamaktadır. Paradigma bütüne bakamaz, kapalı ve sınırlı bir dizi soruna yoğunlaşır. “Disipliner Matriks” kavramı da bu anlayışı içermektedir; bütüne toptan bir bakış atmayan ve belli bir disiplin çerçevesinde geliştirilen bu bakış açısıyla, şu argüman meşrulaştırılmaktadır: “Bütünün bütün olarak kavranması mümkün değildir, yapılması gereken, parçalara bakmaktır.” Bu önermenin analitik bir yöntem önermediğini eklemekte fayda var. Bu anlayış da tıpkı Kuhn’un eş-ölçülemezlik ilkesi gibi, paradigmalar arasında seçim yaparken rasyonel süreçlerin değil, başka faktörlerin etkili olduğuna dayanır. Sonuç olarak, aynı olguların farklı duyumsanabileceği gibi, aynı soruna farklı paradigmalarla da yaklaşılabilir; artık gerçekliğe dair bütünsel ve hiyerarşik olmayı hedefleyen bilim anlayışına muhalefet oluştuğunu görmekteyiz. Lyotard da bu konuda, bilimsel bilginin, bilginin bütününü temsil etmediğini öne sürer. (bkz. Lyotard, 2013, s.26) Ancak epistemolojik tartışmalara hiç girmez.

Thomas Kuhn ve tartışma yaratan kitabı “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”.

Kuhn’un, hiçbir kuramın karşılaştığı bütün bulmacaları çözemeyeceğini ve önceki çözümlerin de mükemmel çözümler olamayacağını öne sürdüğü görüşü oldukça sık alıntılanır. Bu tartışmalar, postmodern bilim felsefesinde bilimin bütünü kapsayamamasının yanı sıra, birlik ve bütünlük gösteremediği fikrini de doğurmuştur. “(…) bu konuda birbirinden farklı düşünen o kadar çok birey; okul, tarihsel dönem, bilim var ki, ister bir yöntem isterse bir olgu olarak bilime dair kapsamlı, tüketici ilkeler ortaya koymak son derece güçtür. ‘Bilim’ önü sonu tek bir kelimedir ama bu kelimeye tekabül eden tek bir varlık yoktur.” (Feyerabend, 1999, s.296)

Birebir Kuhn’dan alıntılar yaparak devam edelim. “Bilimin mutlak değişmez olmasa da daha kalıcı ve yaygın özellikleri tarihsel incelemenin de şaşırtıcı bir tutarlılıkla gösterdiği gibi bir üst düzeydeki yarı-metafiziksel ilkelerdir. (…) Bu ilkelerin kaynağı da göründüğü kadarıyla hem metafizik, hem de yöntemseldi.” (Kuhn, 2000, s. 100-101) Pozitivizmin kendini metafizikten ayırması ilkesi Kuhn’un bu savıyla belirsizleşmektedir. Bilimin, yarı metafizik ilkeler de içerebileceği görüşü onu heterojen değil, homojen gören bir anlayışın ürünüdür.

“Benim düşünceme göre kurallar, paradigmalardan türetilir ama paradigmalar kurallar olmadan da araştırmaya yön verebilir.” (Kuhn, 2000, s. 102) Kuhn, pozitivist bilim anlayışındaki bilimsel eylemlerin kurallarının sabit olduğu anlayışını, yani “bilimi bilim yapan şeyin ne olduğu” konusuna ilişkin nesnel sınırlandırma ayraçlarını reddetmektedir. Nesnel bilimsel kurallar yerine, paradigmatik kurallar anlayışından bahsetmektedir. Bu ifade, gerçekliğin hiyerarşik ilkelerle bilinebilir olduğunu öne süren bilim anlayışına eleştirel bakmaktadır. Aynı şekilde Kuhn, kuramların hep var olan, sabit olgulara uyma girişimi yerine parça parça evrim geçirdiği fikrini benimsemektedir. Gerçekleşen bilimsel devrim sonrası, kuramların uygunluk gösterdiği olgularla beraber ortaya çıktığına yönelik anlayış; kuram-olgu birlikteliğine dair farklı bir bakış açısını inşa etmiştir. “(…) Fakat şurası kesindir ki, paradigmalar sağlam kaldıkları sürece usa vurma konusunda ortak bir görüşe varılmadan, hatta bilimdeki içeriği akılcı tarzda örgütleyerek böyle bir girişime dahi gerek duyulmadan da işlerlik kazanabilirler.” (Kuhn, 2000, s. 108-109) Aydınlanma düşüncesinin bilim hakkındaki görüşleriyle paralel bir şekilde, pozitivist bilim anlayışı da akla uygunluk ve doğruluğa uygunluk gibi ölçütleri bilimsel eylemlerin ana ilkelerinden biri sayar. Kuhn bu ifadesiyle, pozitivizme karşı çıkmakta ve bilimsel eylemin kabul görmesinde etkili olan faktörün, o bilimsel eylemin sınırlarını çizen paradigmanın sağlamlığı olduğuna işaret etmektedir. Bir paradigmayı sağlam kılmanın yollarından biri ise mevcut bilim çevrelerince kabul edilmesi ya da siyasi otorite tarafından desteklenmesidir. (tam bu noktada siyasi otorite üzerine vurgu, Foucault tarafından üstlenecektir.) Bu anlayış, gerçekliğin akılsal yapısının gözlem ve deney yoluyla desteklendiği görüşünden ziyade toplumsal ilişkisine dikkat çekmektedir. Kuhn’a göre gerçekliğin kabul edilişi rasyonaliteye ve empirik temele dayanmaktan ziyade uzlaşım ya da paradigmanın hayatta kalabilirliğine bağlıdır. Kuhn için gözlem alanımız bilim topluluğunun kendine özgü çevreleridir; bilim insanları iknalar ile kendi paradigmalarını kabul ettirme çabasındadır. Kuhn bu anlayışını açıkça dile döktüğü gibi paradigmalar arasındaki yarışmaların kanıtlarla sonuçlandırılabilecek bir karşılaşma olarak görmemektedir. Pozitivist anlayışta ise, hangi kuramın bilimsel olduğu ya da daha kabul edilebilir nitelikte olduğu sorusuna; doğruluğa uygunluk kuramı çerçevesinde cevap verilir, aynı soruna dair geliştiren açıklama modellerinden hangisi doğruya daha yakın ve pozitivist ilkelere daha uygunsa o kuram bilimseldir. Kuhn kendi görüşünü desteklemek için (kendi görüşünde ikna süreçlerinin de ötesinde bir söylem olmasına rağmen) ünlü fizikçi Planck’ten ilginç bir alıntı yapmaktadır: “Yeni bir bilimsel doğru, hasımlarını ikna edip onları aydınlatarak zafere ulaşmaz, sadece hasımlar birer birer öldükleri için, yeni görüşten başkasını bilmeyen yepyeni bir kuşak oluşur”. (Kuhn, 2000, s.215) Kuhn, paradigma seçimi ya da doğruluğa uygunluk tartışmalarında, belirli pozitivist düşünme dizgeleri ve mantıksal ilkeleri yeterli görmeyip; bazı durumlarda inancın da etkili olabileceğini ifade ederek gerek aydınlanma düşüncesinin bilim anlayışı, gerekse Pozitivist bilim anlayışına yönelik nasıl bir tavır takındığı açıkça göstermektedir. İkna söz konusuysa postmodern dil oyunlarının kendisine de kapı açılmıştır; aynı kelimeler farklı amaçlar ile farklı şekilde kullanılır ve farklı anlamlara gelebilirler.

Her ne kadar Kuhn sorunun sadece salt dil oyunları ya da iletişim sorunu olmadığını söylemiş olsa da, bilim felsefesinde Analitik Felsefe geleneğindeki dilsel açıklık tartışmalarının hala güncelliğini koruduğu açıktır. Örneğin; Postmodern felsefenin önemli temsilcilerinden Lyotard, dil oyunları çerçevesinde dilin nesnel bir ifade içeremeyeceğini söyleyerek bilimin evrensel dili ilkesine karşı çıkar. Analitik gelenekten Russell ise “Belirli Betimler Kuramı” gibi çalışmalarıyla hem felsefi hem de bilimsel anlamda nesnel bir dil peşindedir.

Lyotard’a göre bilimsel bilgi bir söylem türüdür. (Lyotard, 2000, s.26)) Kuhn ve Lyotard arasında paralellik oldukça önemlidir. Evrensel nitelikte doğru ve mutlak bir bilgi mümkünse, bunu mümkün kılan yine evrensel nitelikte doğru ve mutlak bir yöntem ve matematik gibi bilim dili var olmalıdır. Postmodern anlayış, farklı tartışma alanlarında “evrensel”, “nesnel” ve “mutlak” kavramlarına gösterdiği muhalefeti, bilim ve bilimsel yöntem üzerine gerçekleşen tartışmalara da taşımaktadır. Kuhn’da Lyotard gibi bilimsel ve ampirik açıdan tarafsız ve nesnel bir bilim dilini yahut kavramlar sistemini açıkca red ederek bu noktada postmodern bilim felsefecileri ile benzer bir duruş sergilemektedir. (bkz. Kuhn, 2000, s.209-210-211). “(…) Farklı kuramların taraftarları farklı dil-kültür topluluklarının üyesi gibidirler. Bu koşutluğu görebilirsek, bir anlamda her iki topluluğun da haklı olduğu sonucunu çıkarabiliriz, kültüre ve kültürün gelişimine uygulandığı zaman, bu tavır görelilikçi olmaktadır.” (Kuhn, 2000, s.271)

Bilimi insanın psikolojik ve sosyolojik süreçlerine bağlama düşüncesi bu dönemin ve konunun odak tartışmalarından biridir. Kuhn’un konumunu daha iyi anlamak için bir diğer postmodern bilim felsefecisi Feyerabend’a bakmamız yararlıdır. Feyerabend, modern bilimi belirli bir kültürün ve dilin ürünü ve anlayışı olarak görür. Eğer farklı kültürlerin ve dillerin ürünü olan bilimler var ise (Batı bilimi-Doğu bilimi vb) birbirlerini anlamakta elbette zorlanacaktırlar. Bu durumda kültürel göreceliliğin kendisi bilime sıçramış ve bilimin evrenselliğinin tüm ilkeleri zedelenmiş olur. Eğer belli bir kültür bilim dünyasına hakimse ve neyin bilimsel olduğuna bu kültür karar verip bilimi bir tahakküm aracı olarak kullanıyorsa, bilimin kendisinin bir üst-anlatı olduğu iddiasının zemini hazırlanmış olur. Bu noktada bilim tarihi oldukça önemlidir; bize göre suyun kaldırma kuvvetinin bir kültüre ait bilimsel bir bilgi olmadığı sezgisel olarak kabul edilebilir gelmektedir.

Aynı atoma bakan bir fizikçinin ve bir kimyacının tek bir helyum atomunun molekül sayılıp sayılamayacağı konusunda farklı açıklama modelleri getirmesi şeklindeki ünlü anlatısı, Kuhn’un gerçekliğin basit olmayacağı ve tek bir doğrunun mümkünsüzlüğü anlayışını açığa çıkarmaktadır. Bu anlatının kendisi postmodern bilim felsefecilerinin “gerçeklik karmaşıktır.” ifadesine destek olur niteliktedir. Nitekim bu “gerçekliğin karmaşık oluşu” tartışması, postmodernizmi savunan belli çevreler tarafından ünlü çağdaş kuantum fiziğindeki ”çift yarık deneyi” ile suistimal edilmiştir. Bir fotonun yarıktan geçerken gözlemcinin olduğu sırada parçacık, gözlemcinin olmadığı sırada ise dalgacık özelliği göstermesi; yani ışığın hem parça hem dalga oluşu, gerçekliğin karmaşık olduğu şeklindeki postmodern bilim felsefesi savunucuları tarafından sık sık kullanılmıştır. Bu deney ve deney sonucunda gerçekleşen tartışmalar doğayı bir makine düzeni olarak gören klasik Newton’cu bilim anlayışının geçerli olmadığı yönündeki Kuhn’un bilimsel yönteminin, bilimsel kuramları doğal ayıklama biçiminde anlaması ve tikel bir tarihsel durumda var olan almaşıklardan en verimli olanın ayakta kaldığını ifade etmesi sıradışı bir iddiadır; doğayı algılamaya yönelik determinist ve ampirik düzleme ek olarak olguları açıklamaya çalışan kuramların doğal ayıklama yöntemi ile başarıya ulaştığı bir oyun alanının söz konusudur ona göre. Bu oyun sahasında doğru bilgi nasıl mümkün olacaktır? Kuhn bunun açıkça mümkün olmadığını ifade eder. (bkz.Kuhn, 2000,s.230- 231) Doğru bilgi yoksa doğruya ya da gerçeğe gittikçe yaklaştığımız yönündeki örtülü ya da açık inancımızı terk etmemiz gerekebilir. (bkz. Kuhn, 2000, s.234) Eğer tek bir doğruya ya da gerçeğe doğru açıkça bir ilerleme ya da yaklaşma mümkün değilse “belirli bir hedefe” gittiğimizde söylenemez. Çizgisel ilerleme ve “belirli bir hedefe” yakınlaşmayı red edilmektedir. “Tıpkı biyolojik evrimde olduğunu varsaydığımız gibi, bu sürecin de tümüyle belirli hiçbir hedef olmadan, yani her aşamasının daha yakından benzediği sabit ve sürekli bir bilimsel “gerçek” olmadan meydana gelmesi de akla tamamen yatkındır.” (Kuhn, 2000, s.237).

kaynak: planetparadigm

Gestalt psikolojisine dair klasik bir örnek, tavşan mı yoksa kuş mu? Yoksa hem tavşan hem kuş mu? Bu soruya nasıl cevap vereceğiz? Kuhn’un soruları dönemin bilim felsefesinde şiddetli tartışmalara sebep olmuştur.

Yaptığımız tüm alıntılar çerçevesinde Kuhn’un argümanına göre gerçeklik kurama bağlıdır ve kuramdan bağımsız bir gerçeklik yoktur. (bkz. Kuhn,2000,s.273) Artık temel sorumuzu sormamızın gerekir: Eğer gerçeklik algılarımız kuramlara bağımlıysa; kuramların kendisi aynı anda aynı soruna dair farklı söylemlerde bulunabilirse; aynı soruna farklı söylemler geliştiren kuramlar arasında eş-ölçülemezlik ilkesi geçerliyse ve en önemlisi de kuramlar arasındaki hangisinin daha doğru ve gerçekliğe uygun olduğu seçimi rasyonel-empirik ilkeler yerine tikel sembolik inanç, sosyolojik ve psikolojik süreçler ya da ikna yöntemleri ile belirleniyorsa “nesnellik, gerçeklik, mutlak bilgi” nerededir? Bilimin 16.yy’dan itibaren elde ettiği tarihsel başarılar sadece sosyo-psikolojik süreçlere indirgemek sezgisel olarak kabul edilebilir midir? Bilim 16. yy’dan beri hiç başarı elde etmemiş ve ilerlememiş midir?

Kuhn’a göre geçiş dönemi sırasından eski ve yeni paradigmaların çözebileceği sorunlar arasında hiçbir zaman bütünü kapsamayan fakat oldukça büyük çaplı bir çakışma görülür. Bilimsel ilerlemenin bu yönüne dikkat etmiş başka yazarlar da, görsel alandaki gestalt değişimiyle benzerliğini vurgulamışlardı; kağıt üzerinde ilk önce kuş olarak görülen mürekkep şekiller şimdi de bir geyik olarak görülür, ya da tam tersi olur. Kuhn’un ünlü gestalt değişimiyle görülen ve tanımlananın değişebilirliği ifadesi, postmodern bilim felsefesindeki nesnellik karşısında sürekli olarak kutsanan görecelilik anlayışına kapı açmakta olup aynı zamanda daha önce bahsettiğimiz “gerçekliğin basit olmadığı görüşü” de desteklenmektedir.

kaynak: deciangold

Kuhn gestalt bakışla, aynı sallanan taşlara bakan (nesnel olgu),  Aristo’nun (eski bir paradigma) engellenmiş düşme, Galileo’nun (yeni bir paradigma) ise sallanan sarkaç gördüğünü söylemektedir.

Kuhn iki bilimsel okulun aynı soruna dair farklı çözümler getirmesi halinde aralarında gerçekleşecek olan tartışmanın sağırlar tartışması olduğunu söylemekte ve hangi paradigmanın haklı olduğu yönünde mükemmel bir ölçüt bulunmadığını ifade etmektedir. Kuhn’un anlayışında mükemmel, tümel, nesnel ve evrensel bir bilgiye ulaşmaya çalışmak mantıklı değildir. Çünkü psikolojik ya da sosyolojik süreçleri bir yana bıraksak bile, bilgiye ulaşmamızın ilk adımı problemleri görmektir; problemlerin kendisi ise paradigmatiktir. Farklı paradigmalar farklı bilgilere ulaşmakta ve bilimsel devrimler bu paradigmaların yer değişmesiyle gerçekleşmektedir. Unutmamak gerekir ki; bu anlayış aynı zamanda paradigmaların eş-ölçülemezliğiyle postmodern felsefenin çoğulculuğunu da bilim içerisinde mümkün kılmaktadır. Kuhn bilimsel bir devrim esnasında meydana gelenleri yalnızca tek ve değişmez bir veri kaynağının yeniden yorumlanışına indirgeyerek, verilerin tartışmasız ölçüde değişmez olmadıklarını söylemiştir. Bu söylem klasik bilim anlayışındaki nesnel ve verili gerçeklik anlayışına karşı çıkarak duyumsal deneyimin tarafsızlığını tartışmaya açar. Tüm bu ifadeler postmodernizmde de olduğu gibi gözleme dayalı tarafsız bir bilimin varlığını red eder.

Postmodernizmin temel söylemleri içerisinde postmodern bilim felsefesinin özelliklerini ve ilkelerini sıralayalım. Bu ilkelerin her biri ayrı bir eleştiri hak ediyor gibi görünüyor.

  • “Gerçeklik karmaşıktır; onda çeşitlilik, karşılıklı etkileşim, özgürlük ağır basar.
  • Gerçeklik hiyerarşik değil heterarşiktir; onda birbirine bağlı olmayan birden fazla düzen olabilir.
  • Gerçekliğin holistik ve armonik bir yapısı yoktur.
  • Gerçekliğe mekanizm hâkim değildir; o mekanik bir bütünlük halinde ele alınamaz.
  • Gelecek belirsizdir; dolayısıyla bilim önceden bilme (prognos), önceden söyleme (prediction) imkanına sahip değildir.
  • Doğrudan nedensellik, yani her nedenin bir sonuç doğurduğunu ifade eden tek yönlü bir nedensellik yoktur; sadece karşılıklı etkileşim vardır.
  • Gözlemci belli bir perspektife sahiptir; dolayısıyla o incelediği olaya ve olguya fiilen katılır; gözlemciyi gözlenenden ayıran bir mesafe yoktur.
  • Buna bağlı olarak “nesnellik” diye bir şey yoktur; sadece perspektif-bağımlı olarak nesneler hakkında söz etme diye bir şey vardır; bir şey ona bakılan yerden görüldüğü şekliyle bilinir.
  • Tümel/mükemmel bilgi yoktur.
  • Tek bir doğru (luk) yoktur.
  • Özne-merkezcilik terk edilmelidir. Çünkü öznenin kendisi ancak özneler arası bir ortamda var olabilir.
  • Bilgi gerçekliğe tekabül eden, öznenin bireysel çabasıyla ortaya çıkarılan birşey değildir; o, özneler arasılık ortamında birlikte oluşturulan ve tarihsel olarak hep değişen bir şeydir.
  • Tarih ve toplum dünyasında bağımsız değişken yoktur; her şey birbirine bağımlıdır; tüm değişkenler bağımlıdır.
  • Sosyal hayatın bilgisi, zorunlu olarak özneler arasıdır.
  • Sosyal hayatın bilgisi, belirtilen tüm bu hususlara bağlı olarak ancak ve sadece yorumdur.” (Özlem, 2008: 61)

Kuhn bu ilkelere karşı çıkmamakta hatta bizimde paylaştığımız iddiaya göre postmodern bilim anlayışının oluşumuna katkı sağlamaktadır. Kuhn’un bilim felsefesi ve postmodern ile ilişkisini anlattıktan sonra bunu argüman haline getirmek yararlı olacaktır. Aşağıdaki 2 argüman yapısı Swan ve Bruce’a aittir.

“Akılcılık ve Paradigma Değişimi” argüman yapısı şöyle;

P1.Eğer ortaya çıkan bir paradigma, bilimsel kanıtla değil ama çoğunluğun kabul etmesiyle ya da sezgisel cazibeyle başat (dominant) hale gelirse, o zaman bir paradigmadan diğerine geçişte akılcı bir biçimde karar verilemez.

P2.Ortaya çıkan bir paradigma, çoğunluğun kabulü ya da sezgisel cazibe tarafından başat hale gelir.

C1.Bir paradigmadan diğerine geçişe akılcı bir biçimde karar verilemez. (modus ponens, p1,p2) (Swan,Bruce,2015:479)

Çoğu zaman makul gerekçelendirmeler sunulmasa dahi kimileri için postmodernizm, içinde yaşadığımız çağın kendisidir.

“Karşılaştırılamaz (Incommensurable) Paradigmalar ve Holizm” hakkındaki argüman ise şöyle;

P1.Bilimsel terimler şeylere işaret ederler ve bir anlam ağı yoluyla anlama sahiptirler.

P2.Eğer paradigmalar karşılaştırılabilir iseler; o zaman terimler yeni paradigmalarda aynı şeylere işaret etmeye devam ederler; örneğin Newton’un “kütle”si ile Einstein’ın “kütle”sinin eşdeğeri olacaktır.

P3.Terimler yeni paradigmalarda aynı şeylere işaret etmezler; örneğin Newton ve Einstein’ın kuramlarındaki “kütle” eşdeğer değildir; üstelik bazı şeyler (örneğin filojiston) bütünüyle ortadan yok olmaz.

C1.Paradigamalar karşılaştırılamazlar. (modus tollens,p2 ve p4)

P5.Eğer paradigmalar karşılaştırılamazlar ise, o zaman bilim zamanla hakikate daha çok yakın olamaz.

C2.Bilim zamanla hakikata daha çok yakınlaşamaz. (modus ponens p5,c1) (Swan,Bruce,2015:480)

Sonuç Yerine

Özellikle mimari alanında ortaya çıkmış olan postmodern anlayış sanat, siyaset, felsefe, toplum bilimi gibi birçok farklı alanda varlığını göstermiştir ve kendini kısaca “tüm üst-anlatıların reddi” olarak tanımlamaktadır. Bu perspektifte posmodernizm için bilimin kendisi de kesinlik ve güvenirlik içermeyen bir üst-anlatıdır. Bazı postmodernistlerin ifadesi ile kendine put kırıcı görevi yüklemiş olan postmodern anlayış; bilimi ve bilimsel eylemlerin tümünü üstlendiği bu görev ile eleştiriye tabi tutmaktadır. Özellikle kendini postmodern olarak tanımlayan Lyotard’ın fikri gayet nettir; eğer biz, doğruya -doğru anlama- ulaşamıyorsak ve bu doğru sürekli erteleniyorsa, mutlak doğru olamaz. Ancak soru şu; bu ifade ile ne kast edilmektedir? Bu ifadeyi makul görmek için ne gibi gerekçelelerimiz olabilir?

Sürekli ertelemenin kendisi, sürekli paradigma değişimi üzerine şekillenen Kuhn’cu bilim tarihi okuması ile paraleldir. Sürekli ertelenen mutlak doğru ve gerçeklik, giderek Doğan’ın ifadesiyle mitos biçimini almakta ve kurgu niteliğine bürünmektedir. Postmodernistlerin “Mutlak doğru olamazsa kendilerini mutlak doğrular olarak sunan üst-anlatılar vardır.” tezi modern mantık ve akıl yürütme biçimlerinden yoksundur. Postmodern eleştirilerin çoğu bilimsel yöntem, doğruluk, bilgi gibi terimleri ele alırken çağdaş epistemik tartışmalara neredeyse hiç girmemektedir. İlk soru şu olabilir; neden mutlak doğru mümkün değilse mutlak doğrular olmak zorundadır? Mutlak doğru tanımlaması yapılırken keyfi davranmamak adına ne gibi ölçütler önerilmektedir? Diğer yandan kullanılan dil, epistemolojiye atıf yapmaksızın -örneğin doğruluk kavramını epistemik olarak yeterince açıklamadan- gündelik dil çerçevesinde sübjektif ve keyfi olarak kullanılıyor gibi görünüyor bu bir sorun değil mi?

Belirgin tartışma alanları nesnellik, tekil doğruluk ve gerçeklik, bilimsel yöntemin niteliği, bilimsel eylemlerinin içsel yapısı gibi konular üzerinedir. Bu konularda Özlem’den aktardığımız postmodern bilim anlayışının temel ilkelerinin -farkında olarak ya da olmayarak- Kuhn tarafından oluşturulduğunu ya da bu söylemler ile eşdeğer bir bilim felsefesinin inşa edildiğini ifade etmeye çalıştık.

Mutlak doğruluğun bir üst anlatı olması“, “gerçekliğin ertelenişi” ve “nesnel ölçütlerin imkansızlığı” gibi kavramlar, bilimi din, ideoloji vb. etkinlik alanlarına indirgemenin de yolunun açmaktadır; bu tez özellikle Feyerabend tarafından savunulmuştur. Kavramların yeterince çözümlenmeden kullanıldığı sözünü ettiğimiz postmodern eleştirileri, çağdaş epistemoloji ve mantıksal safsatalar ile tekrar ele alarak eleştirmek tartışmaları anlamamız için çok daha sağlıklı olacaktır.

Kaynakça:

  • Comte, Auguste (2001) Pozitif Felsefe Kursları, çev.Erkan Ataçay, Sosyal Yayınları, İstanbul.
  • Feyerabend, Paul (1999), Yönteme Karşı, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
  • Harvey, David (2012), Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul.
  • Hassan, I. (1985), “The Culture of Postmodernism”, Theory, Culture and Society, 2(3), 119-32.
  • https://www.cambridge.org/core/services/aop-cambridge-core/content/view/S0269889700002180
  • Kuhn, Thomas (2000), Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev.Nilüfer Kuyaş, Alan Yayıncılık, İstanbul.
  • https://plato.stanford.edu/entries/postmodernism/
  • Lyotard, Jean-François (2013), Postmodern Durum, çev. İsmet Birkan, Bilgesu Yayınları, Ankara
  • Özlem, Doğan (2008), Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Sempozyum Bildirileri, Metis Yayınları, İstanbul.
  • Anlı, F. Ömer (2011), “Hakikat (Doğruluk) Bağlamında Sosyal Bir İnşâ Olarak Bilimsel Bilgi”, FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 11 (2011 Bahar), Isparta, s. 53-77.
  • Bruce M., Barbone S.(2015), Batı Felsefesindeki 100 Temel Mesele, çev.Mustafa Topal, İletişim Yayıncılık, İstanbul.

1 Yorum

  1. Keyifle okudum. Nesnel doğruluk adına metafiziği tümüyle dışlayan pozitivist düşünceye darbeler indirerek nakavt eden bir postmodernizm tanımlaması olarak oldukça sarih bir yazı olduğunu ifade edeyim. Diğer yandan postmodernizm’in bu sağlam itirazlarına karşılık kendi belirsizliği, postmodernizm ‘in belirsizliği olarak başat eleştiri merkezi olmaya hep devam edecek ; diğer yandan., dominant nesnel kabullere karşı cesurca karşı çıkılan belirsizlik merkezli öznel uyarıcılar olmasaydı postmodernizm olmayacaktı.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Alican Başdemir – Zihin, Modülerite ve Bilişsel Bilim

Sonraki Gönderi

Türkiye’de Felsefe Bölümleri

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü