Şiddeti Anlamak – Mert Altıntaş

///
1295 Okunma
Okunma süresi: 23 Dakika

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) rakamlarına göre her yıl 1.3 milyondan fazla kişinin ölümüne neden olan ve her gün on binlerce kişinin her türlüsüne (fiziksel, cinsel, psikolojik…) maruz kaldığı şiddet, üzerinde düşünülmeyi fazlasıyla hak eden, evrensel öneme sahip bir problemdir. Simone Weil’in yaptığı “bir insanı cesede veya (halen yaşarken) insanlıktan çıkarıp maddeye dönüştürme (şeyleştirme) gücü” tanımı gibi pek çok şekilde tarif edilebilen ve hedefi, uygulanma şekli, nedeni gibi birçok alt başlığa göre farklı sınıflamaların yapılabildiği şiddet; yine WHO tarafından, “kişinin kendisine, başka bir kişiye ya da bir grup veya topluluğa karşı, yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, gelişme geriliği veya mahrumiyetle sonuçlanabilen, fiziksel kuvvet veya iktidarın kasıtlı bir biçimde fiili veya bir tehdit unsuru olarak kullanımı” şeklinde tanımlanmıştır.

Başka bir bireye yönelik fiziksel veya psikolojik olarak zarar vermeyi amaçlayan davranış anlamına gelen saldırganlık ve eylem halindeki saldırganlık olarak da tanımlanabilecek olan şiddet çoğunlukla birbirleri yerine kullanılabilen kavramlardır. Etimolojik olarak bakacak olursak şiddet; Arapça “sertlik, katılık” anlamındaki şdd kökünden gelen ve “bir hareketin, bir gücün derecesi, sertlik, karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma” şeklinde anlamlara sahip bir kelimedir. Şiddetin güç ile ilişkisi diğer dillerde de belirgindir. Latince “şiddet, sert ya da acımasız kişilik” anlamındaki violentia kelimesinden ve “incitmek, zarar vermek, bozmak, zorlamak, çiğnemek, ihlal etmek” anlamlarına gelen violare fiilinden türetilen İngilizce violence ve Almancadaki karşılığı olan “şiddet, güç, biri veya bir şey üzerinde hakimiyet, otorite” anlamındaki gewalt kelimeleri de şiddetin güç ile ilişkisine verilebilecek son derece açıklayıcı örneklerdir. Yine İngilizce saldırganlık anlamına gelen aggresion kelimesi de, Latince “-e doğru” anlamına gelen ad ve “yürümek, ilerlemek” anlamına gelen gradi kelimelerinden türetilen aggresio kelimesinden gelmektedir.

Yukarıda da bahsedildiği gibi şiddet ve saldırganlık davranışları farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Saldırganlık ile ilgili en yaygın kabul edilen sınıflamalar dürtüsel ve araçsal saldırganlık ile reaktif ve proaktif saldırganlıktır. Bu ayrımlar, saldırganlığın nörobiyolojik temellerini anlama konusunda bizlere yardımcı olmaktadır.

Dürtüsel saldırganlık, algılanan bir tehdide veya kışkırtmaya karşı planlanmadan verilen ani, öfkeli bir tepki iken; araçsal veya bir diğer ismi ile önceden tasarlanmış saldırganlık ise planlı, belirli bir amaca veya hedefe yönelik ve soğukkanlı eylemlerdir. Ancak, bu ayrım keskin değildir; şiddet içeren eylemler hem dürtüsel hem de araçsal özellikler taşıyabilir. Reaktif ve proaktif saldırganlık ise özellikleri bakımından dürtüsel ve araçsal saldırganlık ile benzerlik gösterir. Reaktif (tepkisel) saldırganlık, öfke, hiddet veya düşmanlık gibi olumsuz duyguların eşlik ettiği, özellikle sosyal ipuçlarına aşırı düşmanca niyet atfetme eğilimi içerisinde olan bireylerde, tehdit veya hayal kırıklığı gibi dış unsurlara tepki olarak ortaya çıkan bir saldırganlık alt tipi iken; proaktif saldırganlık ise, tam aksine, bir dış uyarana yanıt yerine kişinin kendisi tarafından başlatılan, öfke veya hiddet gibi olumsuz bir duygu durumunun eşlik etmediği ve güç, statü, zenginlik gibi bir ödül beklentisi tarafından motive edilen eylemlerdir.

Erich Fromm, “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” isimli kapsamlı eserinde farklı bir saldırganlık sınıflaması yapmıştır. Eserinde, tüm hayvanlarda ortak olan ve bireyin ve türün varlığını sürdürmesine hizmet eden, yaşamsal çıkarlar tehdit altında kaldığında ortaya çıkan ve tehdit ortadan kalktığında ortadan kaybolan bir saldırganlık alt tipi olan savunucu saldırganlık ve belli hayvan türlerinde görülen, yiyecek bulmaya özgü, belirli bir amacın ve kesin bir hedefin hizmetindeki, amacın gerçekleştirilmesi ile ortadan kalkan araçsal bir saldırganlık alt tipi olan yağmacı saldırganlık davranışlarını açıklamıştır. Fromm son olarak ise, yalnızca “bir kitle katliamcısı ve sadist olan tek memeli hayvan” olarak söz ettiği insana özgü bir saldırganlık türü olan yıkıcı saldırganlıktan söz etmiştir. Bu saldırganlık alt tipi ise; kalıtımsal olarak programlanmamış, herhangi bir gerekçesi olmaksızın kendi başına haz verici bir amaç olarak gerçekleştirilen öldürme ve acı verme eğilimi olarak tanımlanmıştır.

Peki bu saldırganlık alt tiplerinin ve genel olarak insanların saldırgan davranışlarda bulunmalarının nedeni nedir? Niçin şiddet uygularız?

Şiddetin Nörobiyolojisi

İnsanda saldırgan davranışlara yatkınlığa dair birçok genetik, çevresel ve sosyal faktör suçlanıyor olsa da günümüzde henüz elimizde yeterince bilgi bulunmamaktadır. Ancak teknolojideki gelişmeler, özellikle nörogörüntüleme ve moleküler genetik alanındaki yenilikler sayesinde saldırganlığa ve saldırgan davranışlara yatkınlığa hangi mekanizmaların neden olduğuna dair bilgilerimiz gün geçtikçe artmaktadır.

Saldırgan davranışlara eğilim ile ilgili çalışmalarda, başta testosteron olmak üzere çeşitli hormonlar ve hormonal mekanizmalar ile belirli beyin bölgeleri ve bu beyin bölgeleri arasındaki bağlantılarla ilgili problemler suçlanmaktadır. Nörogörüntüleme çalışmaları, artan saldırganlığın özellikle ahlaki ve sosyal davranışlarla ilgili beyin alanlarındaki yapısal farklılıklarla ve bu beyin alanlarının aktivite ve bağlantılarındaki değişikliklerle ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu yapısal ve işlevsel farklılıklar ise kişide ahlaki karar verme süreçleri ile ilgili problemlere ve davranışları üzerinde daha kısıtlı bir kontrole neden olurlar.

Yapılan çalışmalarda, beynin duygusal düzenleme ve ahlaki karar verme süreçlerinde rol oynayan yapılarındaki yapısal veya fonksiyonel anormalliklerin dürtüsel saldırganlığa neden olabileceği gösterilmiştir. Sosyal davranışların düzenlenmesinden sorumlu orbitofrontal (OFC) ve anterior singulat korteks (ACC), limbik sistem tarafından tetiklenen dürtülerin ve saldırgan davranışların kontrolünde görev alarak şiddetin nörobiyolojisinde önemli bir rol oynar. Bu yapıların limbik sistem üzerindeki kontrolünün azalması dürtüsel şiddet eylemlerinin görülmesine neden olabilir.

Şiddet konusunda oldukça önemli bir başka beyin bölgesi olan prefrontal kortekste (PFC) azalmış aktivitenin de dürtüsel saldırganlıkla yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir. PFC’de oluşacak bir hasar limbik sistem gibi ilkel ve içgüdüsel duygular ile ilgili beyin bölgeleri üzerinde kontrol kaybına neden olarak kişinin dürtüsel davranışlara yatkınlığının artmasına ve daha düşük risk algısına sahip olmasına yol açar. Ayrıca, PFC’nin entelektüel beceriler ile de ilişkili olması nedeniyle kişide sosyal becerilerde azalma, problem çözme ve karar verme becerilerinde zayıflık görülür ve bu durum kişinin kendini ifade edebilmesi ve problemlerini çözebilmesi için şiddet içeren eylemlere veya saldırgan davranışlara yönelmesine neden olur.

Amigdala medial temporal lobda yer alan, dış uyaranların algılanması ve bu uyaranlara karşı duygusal tepkilerin oluşumunda görevli limbik sistemin bir elemanıdır. Amigdalada tehdit edici ve hatta nötr dış uyaranlara karşı artmış reaktivite ve yukarıda da bahsedildiği üzere OFC ve ACC’nin amigdala üzerinde kontrolünün azalması da dürtüsel saldırganlığa neden olabilir.

Araçsal saldırganlıkta ise işler biraz daha farklıdır. Araçsal saldırganlığın en bilinen örneği olan psikopati ile ilgili yapılan çalışmalarda; ahlaki kararlarda görev alan medial prefrontal korteks, superior temporal sulkus ve anterior temporal kortekste azalmış gri madde hacmi, duygulanım ve duygusal tepkilerin oluşumunda önemli olan amigdala, anterior ve posterior singulat korteks ve ventral striatumda azalmış aktivite ve korku, üzüntü ve mutluluk gibi duyguları ifade eden yüz ifadelerinin işlenmesi ve tanınmasında görevli fusiform girusta azalmış aktivitenin olduğu gösterilmiş olup, bu sonuçlar psikopatik kişiliğin karakteristik özellikleri olan başkalarının duygularıyla özdeşleşememe ve düşük empati ile uyumludur. İngiliz psikolog ve kriminolog Adrian Raine yaptığı bir çalışmada araçsal saldırganlığa örnek olarak 12 yılda 64 kişiyi planlı ve soğukkanlı bir şekilde öldüren ve uzun yıllar yakalanmamayı başarmış bir seri katili verir: Randy Kraft isimli bu kişinin, dürtüsel saldırganlıkta olan durumun tam aksine, prefrontal korteksinde artmış aktivitenin olduğu görülmüş olup bu aktivite artışı PFC’nin dürtü ve davranış kontrolü, karar verme ve planlamadaki rolünü göstermektedir.

Sadece insana özgü bir saldırganlık davranışı olan sosyal ilişkileri düzenlenmesi için gerekli ve uygun görülen ve birtakım toplumsal, ahlaki değer yargıları tarafından desteklenen şiddet de nörobiyolojik bir temelde açıklanabilir.

Ahlaki inanç ve değerler, kişinin doğru ve yanlış hakkındaki görüşlerini ve belirli durumlarda ne “yapması gerektiği” konusunda davranışlarını belirler. Aynı şekilde ahlaki inançlar, doğru ve yanlış yargılarının yanı sıra şiddet içeren eylemlerin desteklenmesine ve hatta bu eylemlere katılım gösterilmesine psikolojik temel ve gerekçe sağlayabilir. Şiddet, nihai amacı sosyal ilişkileri düzenlemek olan ahlaki değerlerle desteklenebilir. Peki ahlaki değer yargılarımız şiddeti nasıl haklı gösterebilir?

Diğer primatlarda iş birliği, rekabet gibi sosyal becerilerden sorumlu fronto-temporo-mezolimbik devreler insanlarda ahlaki değer yargıları ile ilişkili yapılardır. Ventral striatum ve amigdala ile etkileşimleri yoluyla durum ve davranışların öznel değerini belirlemede ve ödül ve değer temelli karar vermede kritik öneme sahip ventromedial prefrontal korteksin (vmPFC) artmış aktivitesi, kişinin ahlaki hedeflerine ve bu hedeflere ulaşmaya hizmet eden şiddet eylemlerine daha büyük bir öznel değer atfederek şiddeti destekler. Ayrıca, duygusal uyarılmanın gerçekleşmesinden sorumlu amigdalanın azalmış aktivitesi de başkalarına zarar vermeye karşı olan doğal isteksizliği (empati yeteneğini) geçersiz kılarak başkalarının zararına bile olsa “daha iyi” adına ideolojik şiddetin desteklenmesine neden olabilir.

Moleküler düzeyde ise nörokimyasal sistemler, doğum öncesi ve doğum sonrası dönemlerde santral sinir sistemi gelişimini etkileyerek, daha sonraki dönemde ise sinir ağlarının ve beyin yapıları arasındaki bağlantıların fonksiyonlarını düzenleyerek saldırganlıkta rol oynar. Post mortem çalışmalar, başta serotonerjik sistem olmak üzere nörotransmitter sistemlerin de saldırgan davranışlarda rolü olduğunu göstermiştir.

Nöroloji, psikoloji ve davranış bilimleri açısından tarihsel bir öneme sahip olan Phineas Gage vakasından beri beyindeki yapısal ve işlevsel değişikliklerin kişinin karakter ve davranışları ile yakından ilgili olduğunu bilmekteyiz. Ancak, günümüzde bilimsel gelişmelerin ışığında bu alanda çok yol alınmış olsa da yalnızca beynin nörobiyolojisi tek başına saldırganlığın anlaşılabilmesi için yeterli değildir. Hollanda asıllı Amerikalı etolog ve primatolog Frans De Waal’ın da dediği gibi “Savaş ve barışa yönelik tutumlar eğitim ve kültür yoluyla şekillenebilir; genler, kaçınılmaz durumlar değil, ancak potansiyeller (yatkınlıklar) yaratır.”

Antropolojik Olarak Şiddet

Şiddet eylemlerinin ve saldırganlığın anlaşılabilmesi için incelenmesi gereken noktalardan biri de insanlık olarak nereden ve hangi yollardan geçerek bugüne geldiğimizdir.

İnsanlar da dahil olmak üzere tüm hayvan türleri içerisinde en sıkı rakipler, kaçınılmaz biçimde aynı türün bireyleridir. Tarih boyunca insan toplulukları birbirleri ile, sosyal hayvan türlerinin çoğunda olduğu gibi, hayatta kalmayı sağlayacak değerli kaynakları ele geçirme ve kontrol etme konusunda yoğun bir rekabet içerisinde olmuşlardır. Antropolojik çalışmalardan elde edilen kanıtlar, bu kaynaklar üzerindeki gruplar arası rekabetin grup içi üyeler arasında, birlik oluşturabilmek için rekabete dayalı çatışmaların bir kenara bırakılması, karşılıklı yardımlaşma ve iş birliği davranışlarının gelişmesine neden olduğunu göstermektedir. Bütün bunların sonucunda insan topluluklarında, “biz” ve “onlar” ayrımı ve “biz”den birini öldürülmesini engellerken, gerekli ve güvenli olduğu durumda “onlar”ın öldürülmesine onay veren ikili bir ahlaki davranış biçimi gelişmiştir.

İngiliz antropolog ve primatolog Richard Wrangham, grup içi ahlaki kuralların gelişmesinde farklı bir senaryo öne sürmüştür. Wrangham, bir insan topluluğunun üyelerinin planlı ve iş birliği içerisinde, koalisyonel proaktif saldırganlık olarak da adlandırılabilecek bir şekilde, saldırganlığa eğilimli bireyleri ortadan kaldırdığını ve bunun sonucunda grup içi ahlaki kuralların, topluluk tarafından infaz edilme korkusuna karşı geliştiğini iddia etmiştir. Wrangham tarafından insanın kendi kendini evcilleştirmesi olarak adlandırılan bu süreç karşılıklı yardımlaşma ve iş birliğini desteklerken, grup içi şiddet eylemlerinin önüne geçmiştir.

İnsan topluluklarının geniş coğrafi alanlara yayılması, yakın gruplar arasında iletişim devam ederken birbirine uzak gruplar arasında iletişimin sınırlanmasına veya hiç iletişim kurulamamasına neden olmuştur. Bu coğrafi engellerin neden olduğu kopmaların sonucu olarak insan toplulukları birbirlerinden farklı diller ve kültürler geliştirmişler; toplumlar arası farklı dil ve kültürlerin yarattığı bariyerler de kopma sürecini pekiştirmiş ve toplumların birbirine yabancılaşmasına yol açmıştır. “İnsanı insanlık dışı yapan şey, onun insanlığıdır.” diyen Fromm “İnsan açısından, kimin bir türdeş olduğunu, kimin olmadığını belirleyen şey… farklı bir dil, farklı gelenekler, farklı giyiniş ve başka ölçütlerdir ve birazcık farklı olan herhangi bir grubun aynı insanlığı paylaştığı kabul edilmez.” ifadesi ile bu yabancılaşmanın ve yabancı düşmanlığının, karşıdaki kişiyi insan olarak kabul etmemeye ve hatta soykırım gibi insanlık dışı uygulamalara varacak kadar ciddi boyutlara ulaşabileceğini göstermiştir.

Doğada insan dışı hayvanlarda da pek çok örneğine rastlanan yabancı düşmanlığı, yalnızca insanda türün yok oluşunu yol açabilecek bir düzeye gelmiştir. Bu durumu açıklayabilmek için Nobel Ödüllü davranış bilimci Konrad Lorenz “İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine” isimli eserinde, sosyal hayvanlarda saldırganlık içgüdüsünün yanı sıra saldırganlığı düzenleyen ve türdeşlerin zarara uğratılmasını ve öldürülmesini engelleyen “ket vurma” adını verdiği mekanizmaların olduğunu ve insanın alet (silah) yapım ve kullanımının sonucunda artan öldürme yeteneği ve içgüdüsel olarak sahip olduğu öldürme ketlemesi arasındaki mevcut dengenin bozulduğunu iddia etmiştir. Lorenz ayrıca, silahların etkili olduğu uzaklığın giderek artmasının, insanın ketlemeye yol açan ve acıma duygusunu harekete geçiren tüm durumlardan yalıtılmasına neden olduğunu da ifade etmiştir:

Böylece, yaramaz bir çocuğa hak ettiği bir tokadı atmaya bile eli varamayan bir insan, bir roketi ateşleyecek düğmeye basabiliyor ya da bir bombayı atacak düzeneği çalıştırabiliyor ve böylelikle yüzlerce çocuğun alevler içinde korkunç bir biçimde ölmesinin sorumluluğunu üstlenebiliyor… Müthiş ve bugün adeta inanılmaz bir gerçek bu!

İnsanın genetik ve nörobiyolojik altyapısı ile evrimsel ve antropolojik geçmişi saldırgan davranışlara ve şiddete olan yatkınlıktan sorumludur, ancak bu durum yine de neden insanların günümüzde halen saldırgan eğilimler taşıdığı ve bireysel şiddet eylemleri sergilediği sorusuna net bir yanıt oluşturmamaktadır. İnsan psikolojisi, şiddeti anlamak için uğranması gereken olmazsa olmaz duraklardan biridir.

Saldırganlık Üzerine Birtakım Görüşler  

Konrad Lorenz, saldırganlığın tüm insanların içinde saklı olan ve boşalma yolları arayarak açığa çıkmak için bekleyen, kalıtımsal olarak programlanmış doğuştan gelen bir içgüdü olduğunu öne sürmüştür. Ona göre saldırganlığın hidrolik bir niteliği vardır; saldırganlık dışarıdan gelen uyaranlardan bağımsız olarak kesintisiz olarak enerji akışı ile beslenen bir içgüdüdür ve kişi, yeterince enerji biriktiğinde depolanmış enerjisini boşaltmasını sağlayacak uyaranları arar, bulur ve hatta yaratır.

“Hepimiz, içgüdülerimize egemen olma zorunluluğundan rahatsızlık duyuyoruz.” diyen Lorenz, modern toplumda yaşayan bireylerin saldırgan içgüdülerini uygun bir biçimde boşaltmasının olanaksız oluşunun bireye acı ve rahatsızlık verdiğini belirtmiştir:

…bir psikopat, topluluğun kendisine yönelttiği talepler karşısında ya kendisi acı çeken ya da kendisi topluluğa acı çektiren biridir. O halde, bir anlamda, hepimiz birer psikopatız, çünkü her birimiz, ortak iyiliğin bizden istediği içgüdüsel vazgeçmelerden ötürü acı çekiyoruz.

Lorenz sadece bireysel saldırganlık davranışlarını değil; toplumsal kutuplaşmaları, farklı siyasi partilerin oluşumunu ve hatta savaşların çıkmasını da depolanan enerjinin boşaltılması ile açıklamaktadır. Ona göre, “İnsanlığın saldırgan ve kavgaya hazır oluşunun nedeni, birbirine düşman kamplara bölünmüş olması değildir, tersine, bu biçimde yapılanmış olmasının nedeni, bu yapılanmanın, toplumsal saldırganlığın boşaltılması için gerekli olan uyarı durumunu oluşturuyor olmasıdır.”

Günümüzde psikanalizin babası olarak anılan Sigmund Freud; tüm canlılarda, canlı varlığı sürekli daha büyük ve daha karmaşık birimler halinde bir araya getirmeye ve muhafaza etmeye çalışan bir yaşam içgüdüsü (Eros) ile bu karmaşık birimleri çözmeye ve organik yaşamı başlangıçtaki inorganik duruma geri götürmeye çabalayan Eros’a karşıt bir ölüm içgüdüsünün mevcut olduğunu iddia etmiştir. Ona göre, bu iki içgüdü canlının neredeyse tüm eylemlerinde, değişen ve son derece farklı oranlarda bir arada görülmektedir.

Freud saldırganlığı; ölüm içgüdüsünün, belirli organlar yardımı ile, organizmanın kendi dışındaki cansız ya da canlı şeyleri yok etme dürtüsü şeklinde dışavurumu olarak nitelemiştir. Ona göre ölüm içgüdüsünün dış dünyaya yönlendirilmesi olan saldırganlık ve yıkıcılık davranışlarının engellenmesi, kişinin zaten devam etmekte olan özyıkım sürecini hızlandıracaktır. Freud, Einstein’ın kendisine yönelttiği “insanlardan savaş tehlikesini uzak tutmak için ne yapmalı” sorusuna cevaben yazdığı mektupta konuya ilişkin şu ifadeye yer vermiştir:

Ölüm içgüdüsü, özel organların yardımıyla dışa, nesnelere karşı çevrilerek, yıkım içgüdüsü oluyor. Canlı, denilebilir ki, yabancı yaşamı parçalayarak, kendi yaşamını koruyor.

Freud’un sırası ile öğrencisi, veliahtı ve rakibi Carl Gustav Jung, psikolojiye kolektif bilinçdışı ve arketip kuramlarını kazandırmıştır. Jung’a göre; bilinçdışının yüzeyde kalan kişisel bilinçdışı katmanının altında çok daha derine yerleşmiş, evrensel ve kalıtsal nitelikte, insanın yüzleşmek istemediği ve bastırılmış duygularının da yer aldığı kolektif bir bilinçdışı yer alır. Kolektif bilinçdışı, Jung tarafından “arketipler” olarak adlandırılan tüm kültürlerde ortak olan imgelerden oluşur.

Bireyin “karanlık yanı” olarak da düşünülebilecek olan “gölge arketipi”; varlıklarından suçluluk ve utanç duyulan, bilince kabul edilmeyen, bastırılmış her tür fikir, içgüdü, arzu ve istekten oluşan, tüm insanlarda yaradılışından itibaren var olan ortak eğilimlerdir. Jung, herkesin bir gölge taşıdığını ve bireyin bilinçli hayatında ne kadar az şey toplanırsa, ne kadar fazla nitelik bilinçdışına itilir ve bastırılırsa, sahip olacağı gölgenin de o denli yoğun ve koyu olacağını iddia etmiştir. Ona göre gölgesini, yani karanlık yanını reddeden birey, onu – şeytanını – farkında olmadan sürekli olarak dışarıya, diğer insanlara yansıtmakta, kendinde olduğunu bilmediği ve olamayacağına inandığı yönlerini karşısındakine aktarmaktadır. Kişiler arası ve hatta toplumsal anlaşmazlıkların ve çatışmaların temel nedeni de kişinin varlığından haberdar olmaksızın içinde taşıdığı, kolektif bilinçdışında yer alan gölge arketipidir:

İnsanın kesinlikle şeytanî bir dinamizme sahip, gölge yanının olması korkunç bir düşünce doğrusu. İnsan, birey olarak, bunun pek farkında değildir… Gelgelelim, bütün bu zararsız yaratıklar, bir araya gelip de bir yığın oluşturmaya görsünler, kudurmuş bir canavar karşısında buluruz kendimizi; her birey, bu canavarın bedeninde minik bir hücreden başka bir şey değildir; istese de istemese de, kanlı saldırılarına onunla birlikte gitmekten, hatta elinden geldiğince ona yardım etmekten kaçınmaz… Kimse kendinin ne kadar şeytanı içinde bulundurduğunu bilmediğinden, herkes, kendi durumunu başkasına yansıtıyor, böylece en büyük topları, en zehirli gazları bulundurmak kutsal bir ödev oluyor…

“Logoterapi” adını verdiği anlam merkezli psikoterapi yöntemini geliştiren Viktor E. Frankl, insanın uğruna yaşamaya değer bir anlam arayışı içerisindeki bir varlık olduğunu ve aradığı anlamı bulması halinde bu uğurda acı çekmeye, özveride bulunmaya, hatta gerekirse hayatını vermeye hazır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre; anlam arayışı içerisindeki insanın sosyoekonomik durumu iyileşmeye başladıkça, “ne için yaşam?” sorusu daha sık gündeme gelmeye başlamış ve yaşamın hepten ve nihai olarak anlamsızlığı duygusunun neden olduğu varoluşsal boşluk giderek daha fazla kişiye rahatsızlık vermeye başlamıştır. Bu varoluşsal boşluk duygusu toplumda depresyon ve artmış intihar olaylarına, ve ayrıca yaygınlaşan şiddet ve uyuşturucu bağımlılığı gibi olgulara neden olmaktadır. Frankl’a göre; “varoluşsal boşlukta saldırganca yıkıcılığın serpilip geliştiği gözlenebilir. İnsanların öldürmeye en yatkın olduğu durumlar, anlamsızlık duygusunun altında ezildikleri durumlardır.”

Erich Fromm, saldırganlığın sınıflandırılması sırasında da bahsedildiği üzere, insandaki saldırgan ve yıkıcı davranışları hayvanlardaki, varoluşlarının devamı için gerekli olan ve hayvanın yaşamsal çıkarlarına yönelik her türden tehdide karşı savunucu bir tepki olarak ortaya çıkan saldırgan davranışlardan ayırmıştır. “Eğer şempanzelerin ruh doktorları olsaydı bu doktorlar, saldırganlığı, hakkında kitap yazmalarını gerektirecek rahatsız edecek bir sorun olarak görmezlerdi.” diyen Fromm; eğer yalnızca hayvan atalarıyla paylaştığı biyolojik olarak uyarlanabilir saldırganlığa sahip olsaydı, mevcut durumuna kıyasla insanın çok daha barışçıl bir varlık olacağını iddia etmiştir. Uygarlık tarihini “trajik bir sadistlik ve yıkıcılık tutanağı” olarak değerlendiren Fromm’a göre; biyolojik olsun, ekonomik olsun hiçbir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence yapan ve bunu yapmaktan haz duyan tek primat olan insan, bir katil olduğu gerçeğiyle hayvanlardan ayrılır.

Fromm, doğal ortamlarında çok az saldırganlık gösteren primatların hayvanat bahçesine kapatıldıklarında aşırı bir yıkıcılık sergilediklerine dikkati çekmiş ve modern insanın da benzer şekilde, çeşitli düzeylerde tutsaklık ve özgürlükten yoksunluk altında bir hayvanat bahçesinde yaşadığını belirtmiştir. Ona göre; tutsaklık koşulları altında saldırgan ve yıkıcı davranışların artmasının temel nedeni yaşama alanının daralmasına ve toplumsal yapının zarar görmesine ve hatta yıkılmasına neden olan kalabalıklaşmadır:

Uygun bir toplumsal denge, hayvanın var oluşu için zorunlu bir koşuldur. Bu dengenin kalabalıklaşma nedeni ile bozulması, hayvanın var oluşuna yönelik çok büyük bir tehdittir ve saldırganlığın savunucu rolü kabul edildiğine göre, beklenecek sonuç, özellikle de kaçış olanaksız olduğu zaman, yoğun saldırganlıktır.

John B. Calhoun’un, “Universe 25” adıyla bilinen, 1968-1972 yılları arasında fareler üzerinde yaptığı, barınma olanaklarının, suya ve gıdaya erişimin kısıtlayıcı bir faktör olmayacağı, ayrıca olumsuz iklim koşulları, hastalıklar ve yırtıcılara bağlı ölümün önüne geçildiği, kısacası optimum şartların sağlandığı kapalı bir evrende gerçekleştirdiği deneyi kalabalıklaşmanın nasıl saldırgan davranışların ortaya çıkışına neden olduğunu gösteren bir örnektir. Calhoun’un evreninde farelerin, nüfusun katlanarak arttığı ve üretkenliğin sosyal statünün göstergesi olduğu hiyerarşik bir sosyal organizasyonun oluştuğu hızlı üreme evresinin ardından, artan sayıdaki erişkin nüfusun sosyal konum ve rol için mücadele etmeye başladığı ve topluluk içi rekabetin ve saldırgan davranışların giderek arttığı görülmüştür. Bu rekabet ve saldırganlık o kadar şiddetli bir hale gelmiştir ki; toplumsal hiyerarşi tamamen ortadan kalkmış, üreme davranışı ve yavru bakımı azalmış, dişilerin saldırgan davranışlar göstermeye başlamasıyla düşüklerin artmış, ölüm oranları doğum oranlarını geçmiştir. Calhoun aynı durumun insan toplulukları için de geçerli olduğunu, toplumsal rollerin, bu rolleri yerine getirebilecek kişilerin talebinin çok gerisinde kalması durumunda, bunun yalnızca şiddete ve toplumsal örgütlenmenin bozulmasına neden olacağını ifade etmiştir.

Fromm’a göre insan, “doğada kendini evinde hissetmeyen, cennetten kovulmuş gibi hissedebilen tek hayvandır; kendi varoluşu, kendisi için, çözmesi gereken ve kaçamadığı bir sorun olan tek hayvandır.” “İnsanın varoluşsal çelişkisi” olarak adlandırdığı bu durum, bütün insanlarca paylaşılan ve yerine getirilmesi akıl sağlığının korunması bakımından zorunlu olan belli varoluşsal gereksinimlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yıkıcılık da toplumsal yaşamdaki kişiler arası bağların ortadan kalkması ve gücün rolünün artması gibi çeşitli koşullar ile insanın varoluşsal gereksinmeleri arasındaki karşılıklı etkileşimin sonucunda ortaya çıkan insanın varoluşsal gereksinimlere verilebilecek yanıtlardan biridir. Ona göre insan; hayvan atalarından gelen içgüdüleri nedeniyle değil, sahip olduğu olanaklara göre olabileceği hale gelmeyi başaramadığı için yıkıcı ve saldırgan davranışlar sergilemektedir.

Sonuç Olarak…

Saldırganlık ve yıkıcılık; birtakım genetik, nörobiyolojik ve nörokimyasal mekanizmaların, ayrıca evrimsel kökenimiz ve ilk insanlardan günümüze tarihsel yolculuğumuzun, siyasi, ekonomik, kültürel birçok çevresel, toplumsal ve psikolojik faktörün yatkınlıkta rol oynadığı ve ortaya çıkmasına neden olduğu bir davranış türüdür. Halen günlük yaşamın bir parçası olacak kadar sıkça karşılaşılan şiddetin ve saldırgan davranışların neden gerçekleştiğini anlamak, onları engellemek için gereken en önemli adım olacaktır.


Kaynakça

  • Simone Weil – The Iliad or the Poem of Force (İlyada ya da Şiirin Gücü)
  • Erich Fromm – İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri
  • Jared Diamond – Üçüncü Şempanze
  • Jared Diamond – Düne Kadar Dünya
  • Richard Wrangham – The Goodness Paradox (İyilik Paradoksu)
  • Konrad Lorenz – İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine
  • Sigmund Freud – Haz İlkesinin Ötesinde & Ben ve İd
  • Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu
  • Sigmund Freud – Niçin Savaş
  • Carl Gustav Jung – Analitik Psikoloji
  • Viktor E. Frankl – İnsanın Anlam Arayışı
  • Viktor E. Frankl – Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm
  • World Health Organization – Global Status Report on Violence Prevention (2014)
  • Larry J. Siever – Neurobiology of Aggression and Violence
  • Daniel R. Rosell, Larry J. Siever – The Neurobiology of Aggression and Violence
  • Francesca A. Cupaioli et al. – The neurobiology of human aggressive behavior: Neuroimaging, genetic, and neurochemical aspects
  • Valeria Saladino et al. – Neuroscience, Empathy, and Violent Crime in an Incarcerated Population: A Narrative Review
  • Clifford I. Workman et al. – The Dark Side of Morality – Neural Mechanisms Underpinning Moral Convictions and Support for Violence
  • Sarah Accomazzo – Anthropology of Violence: Historical and Current Theories, Concepts, and Debates in Physical and Socio-cultural Anthropology, Journal of Human Behavior in the Social Environment
  • John B. Calhoun – Death Squared: The Explosive Growth and Demise of a Mouse Population

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 4: Siyaset Felsefesi – Yiğit Aras Tarım

Sonraki Gönderi

2+2=5’in Teolojik Kökleri – Gabriel Andrade

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü