Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 4: Siyaset Felsefesi – Yiğit Aras Tarım

Bu içerik Analitik Felsefe’nin farklı disiplinlerinde (etik, din felsefesi, zihin felsefesi, epistemoloji vb) yer alan ünlü düşünce deneyleri, paradokslar ve metaforlara dair hazırladığımız derlemenin üçüncü bölümüdür. Felsefedeki bazı fikirleri daha anlaşılır kılmak veya ilgili problemin sınırlarını daha belirgin hale getirmek adına düşünce deneyleri, metaforlar ve paradokslara başvurmak birçok açıdan oldukça yararlı. Bu aynı zamanda okuyucunun zihin egzersizi yapmasına da fırsat vermektedir. O halde başlayalım.

/
1573 Okunma
Okunma süresi: 33 Dakika

Hobbes’un Doğa Durumu

Siyaset felsefesinin en temel sorularından biri devletin meşru bir temeli olup olmadığı ve eğer varsa bu temelin neye dayandığıdır. Bu soruyla ilgilenen çoğu cevap toplumsal sözleşme kuramlarına dayanır. En ünlü modern toplumsal sözleşme kuramı da Hobbes’un Leviathan kitabıyla ortaya koyduğu doğa durumudur.

Hobbes, devletin henüz var olmadığı, insanların kendi başına yaşadıkları hipotetik bir durum düşünmemizi ister ve bu koşulları doğa durumu olarak adlandırır. Doğa durumunda herkes istediğini yapma yönünde sınırsız bir özgürlüğe sahiptir. Hobbes bu ortamı herkesin korku içinde yaşadığı, insanların her an kendilerinden daha güçlü birinin saldırısına uğramayı beklediği ve güçlü olanın haklı olduğu vahşi bir çevre olarak tanımlar. Kendisinden sonra, başta John Locke olmak üzere, doğa durumu hakkında teori ortaya koyan düşünürler genellikle daha ılımlı bir doğa durumu çizmiş olsa da Hobbes bu tanımını haklı kıldığını düşündüğü, siyasi otoriteden mahrum kaotik bir siyasi atmosferi deneyimlemiştir.

Bu nedenden ötürü Hobbes’un doğa durumunda insanlar güvenlikten mahrumdur ve böylesi bir çevrede hayatlarını istedikleri gibi yaşayamazlar. Bunu engellemek ve güvenli bir ortam yaratmak için kendi güç kullanma haklarından feragat ederek güç kullanımını tek bir politik otoriteye yani devlete devrederler. Bu sayede devlet gerekli olan güvenilir ortamı kolluk kuvvetleri aracılığıyla sağlayacak ve kendisi dışında güç kullanmaya çalışan aktörleri cezalandıracaktır. İnsanlar doğa durumundaki kadar özgür olmasalar da karşılığında güvenlik aldıkları için daha tercih edilebilir bir hayat yaşıyor olacaklardır ve başta kendi istekleriyle haklarından vazgeçmelerinin nedeni de budur.

Hobbes’un argümanı basitçe doğa durumunun tehlikeli ortamının mantıksal sonucunun insanların özgürlüklerini güvenlik uğruna bir politik otoriteye devretme yönünde fikir birliğine vararak toplumsal sözleşmeye varmaları ve devleti oluşturmalarıdır. Elbette toplumsal sözleşmenin gerçekten yaşandığını değil ancak bu tür bir varsayımsal senaryonun devletin meşruiyetini kanıtlayacağını çünkü rasyonel insanların güvenlik uğruna haklarını devretme konusunda anlaşacağını iddia etmektedir. Yani böyle bir anlaşma yaşanmamış olsa da herkesin halihazırda var olan devleti oluşturma fikrinde hemfikir olacağını gösterdiği doğa durumu senaryosuyla devletin varlığını meşrulaştırmayı hedeflemektedir. Devletin meşruiyetine yönelik bu düşünce deneyi kendisinden sonra gelen düşünürlerce defalarca farklı şekillerde kurgulanmış, antropolojik kökenleri incelenmiş ve çok faha farklı sonuçlara varılmıştır. Hipotetik senaryoların meşruiyet sağlama konusunda yetersiz olduğu, çizilen doğa durumu senaryolarının gerçekliği yanlış yansıttığı veya insanların risk alma yönündeki istekliliğinin azımsandığını iddia eden eleştirmenler olduğu gibi Rawls örneğinde olduğu gibi toplum sözleşmesini güvenlik haricinde farklı ihtiyaçlar üzerinden inceleyen versiyonları da vardır.

Daha fazlası için:


Bedavacılık Problemi

İngilizce’de ”freerider problem” olarak geçen bedavıcılık problemi kamusal malların finansmanının sağlanmasında yaşanabilecek olan problemlere dikkat çeker. Kamusal mallar doğaları gereği dışlayıcı bir tüketim yapısına sahip değillerdir ve bir kez sağlandıklarında herkes tarafından eşit şekilde kullanılabilir. Örneğin bir köydeki insanların örgütlendiğini ve yerlere çöp atmayarak temiz bir ortam yarattıklarını düşünelim. Buna katkıda bulunmayanları temiz bir köy ortamını deneyimlemekten uzak tutamazdık. Dolayısıyla bir birey yere çöp atmasa dahi temiz bir çevreden faydalanabilirdi.

Bu nedenlerden ötürü her bir bireyi teker teker incelediğimizde rasyonel olan davranış kendisi için maliyetli olan davranışı gerçekleştirmek yerine bunu gerçekleştirmeden diğerleri tarafından yaratılan kamusal maldan faydalanmak olacaktır. Sonuçta tek bir kişinin yere çöp atması temiz bir çevrenin oluşmasını engellemez ancak o kişi için bir çeşit kolaylık sağlar. Ne var ki her bir birey için rasyonel olan davranış yere çöp atmaksa ve eğer tüm bireyler kendileri için rasyonel olan davranışı tercih ederse günün sonunda istenilen kamusal mal yaratılamaz ve hiçbir birey temiz bir çevreden faydalanamazdı.

Benzer senaryo yol yapımı, güvenlik, altyapı çalışmaları vb. gibi diğer kamusal malların finansmanına da uyarlanabilir. Buradaki temel problem bireysel bazda ‘bedavacılık’ davranışının rasyonel olması ancak toplamda istenmeyen bir senaryonun meydana gelmesine neden olmasıdır.  Bu problem siyasi teori literatüründe ”bedavıcılık problemi” olarak geçer ve çeşitli çözüm önerileri mevcuttur. Örneğin modern devlet oluşumunun mevcut olduğu hemen hemen her yerde kamusal malların finansmanı herkesten gelir düzeyine göre toplanan vergiler aracılığıyla gerçekleştirildiği için bedavıcılık problemi büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Yine de çöp atma örneğindeki gibi belli başlı davranışları aktif olarak uygulamayı gerektiren durumlarda bedavacılıktan kaçınmak daha zordur. Bunun için istenmeyen davranışları hukuki olarak cezaya tabi tutmak ya da istenen davranışları teşvik edecek uygulamalara gitmek de halihazırda denenen çeşitli çözüm yollarındandır.

Daha fazlası için:

https://plato.stanford.edu/entries/free-rider/


Ortak Malların Trajedisi

Ortak malların trajedisi terimi ya da İngilizce adıyla ”tragedy of commons” William Forster Lloyd isimli bir İngiliz ekonomist tarafından 1833 yılında üretilmiştir. Aynı konuyla ilgili diğer problemleri Garret Hardin’in ”The Tragedy of the Commons” isimli makalesinde incelemiştir. Çevre problemleriyle ilgilenen ve kaynak kullanımındaki sürdürülemez ekonomik faaliyetlerin nedenlerini açıklamaya çalışan Hardin, ortak kullanılan malların aşırı tüketimle sonuçlanacağını ve günün sonunda herkes için zararlı olacağını savunmuştur.

Lloyd terimi ortaya koyduğu yazısında ortak malların trajedisini açıklamak için bir düşünce deneyi üretir. Çobanların ortak olarak kullandığı bir mera düşünmemizi ve bu meraya her çobanın belirli sayıda inek getirdiğini varsaymamızı ister. Merada 10 çobanın olduğunu ve 100 ineği besleyecek seviyede otlak olduğunu düşünelim. Her bir çoban kendisi için daha fazla kazanç sağlayabilmek adına hayvanlarını çoğaltmak isteyecektir. Dolayısıyla otlağın kapasitesini aşacak şekilde fazladan 1 inek getirdiğinde bunun kendisine kar getireceğini ve 1 ineğin sıkıntı yaratmayacağını düşünür. Ancak her bir çoban aynı şekilde davranmak ve diğerlerinden bağımsız olarak kendi çıkarını gözetmek isteyeceğinden dolayı ortada meranın otlak kapasitesinden çok daha fazla inek olacak ve uzun vadede otlak aşırı tüketimden dolayı kendini yenileyemeyecektir. Bu da merayı kullanılamaz hale getirerek tüm çobanlar için zararlı bir sonuç meydana getirecektir. Ortak malların trajedisi zaman zaman aşırı avlanma nedeniyle nesli tükenen hayvanlar ve özellikle balıkçılık sektörüyle ilgili kıtlıklarda görülebilir. Avlanma alanları ve deniz kamusal olarak kullanılan alanlar olduğu için ortak malların trajedisine maruz kalmaktadır.

Ortak malların trajedisi bir çeşit bedavıcılık problemi olarak düşünülebilir. Her bir birey için teker teker rasyonel olan fazladan 1 inek getirme davranışı toplamda istenmeyen bir felaket meydana getirir. Bu problemi özel mallarda görmek mümkün olmayacaktır çünkü özel olarak sahiplenilen bir meranın sürdürülemez şekilde kullanılması mal sahibinin kendisi için doğrudan bir zarar doğurmaktadır. Dolayısıyla özel olarak sahiplenilen kaynaklar ortak malların trajedisinden kurtulmayı sağlayacak bir motivasyon farklılığına sahiptir.

Bu problem için üretilen bir diğer çözüm Elinor Ostrom isimli bir ekonomist tarafından geliştirilmiş ve Ostrom 2009 yılında bu çalışması sayesinde Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanmıştır. Ostrom yerel halkların yüzlerce yıllık deneyimleriyle ortak malların kullanımına yönelik herkesin uyması gereken kurallar geliştirildiğini ve bu sayede yerel halk tarafından sahiplenilen ortak malların ortam malların trajedisinden kaçındığını iddia etmiştir. Grup üyelerinin iç denetimi, kuralların ihtiyaçlara göre belirlenmesi ve kurallara aykırı davranışta bulunanların yaptırıma uygulaması gibi önlemleri içeren 8 ilke tespit etmiştir. Listenin tamamı için: https://www.onthecommons.org/magazine/elinor-ostroms-8-principles-managing-commmons

Daha fazlası için:


Cankurtaran Sandalı Etiği

Garret Hardin, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki kaynak dağıtımını, dış yardım ve göç politikalarını ahlaki açıdan incelemek için ürettiği bu düşünce deneyinde bizlerden bir cankurtaran teknesini düşünmemizi ister. Bu teknede 50 kişi bulunmaktadır ve tekne batmamak için yalnızca 10 kişi daha alabilecektir. Teknenin yol aldığı okyanustaysa yüzlerce insan bulunmaktadır ve görece daha küçük ve imkanları dar sandallarda tehlikeli bir şekilde kalabalık yolculuklar yaparlar. Şu ana kadar Hardin bizlere yoksul ve zengin ülkelerin bir tablosunu çizmektedir. Zengin ülkeler imkanları yüksek, görece güvenli ancak içinde az insan bulunduran cankurtaran teknelerindeyken yoksul ülkeler düşük imkanlı, tehlikeye açık ve kalabalık sandallarda yol almaktadır.

Şimdi cankurtaran teknesinde gidenlerin okyanusta giderken 100 kişilik bir sandala rastladığını ve bu insanların sandaldan atlayıp sizin teknenize binmek istediğini düşünelim. Hardin bu durum için 3 potansiyel seçenekten bahseder:

1-Herkesin ihtiyacı olduğunu kabul ederek arada bir ayrım yapmadan 100 kişiyi de tekneye alırsınız ve tekne kapasiteyi aştığı için alabora olur. Ayrım yapmadığınız için eşitlikçi bir çözüm olsa da sonuç da herkes için eşit derecede felakettir.

2-Tekneye yalnızca kapasiteyi dolduracak kadar yani 10 kişiyi kabul edersiniz ve gemi biraz daha az güvenli bir hale gelir. Bu durumda tekneye kimleri alacağınız ve bunu neye göre yapacağınız sorulara gündeme gelir. Örneğin tekneye alınacak kişilere uygulayacağınız kriterler neyi önceleyecektir? İhtiyacı mı, başarıyı mı, güvenliği mi yoksa başka bir şeyi mi? Bu sorular kaynakları neye göre dağıtmamız gerektiği ya da göçmen politikalarının altında yatan ahlaki varsayım ve prensipleri nasıl belirlememiz gerektiği meselelerini incelemeye alır.

3-Bir diğer seçenek tekneye kimseyi almamaktadır. Bu şekilde teknede olanlar muhtemelen bir tehlike yaşamyacaktır ancak tekneye almadığınız için ölen insanlara karşı sorumluluğunuz olduğu iddia edilebilir. Bu insanları gemideki boş yerlere alarak kurtarma şansı varken ölümden kurtulmaya kıyasla çok daha az önemli bir refah artışı için 50 kişiyle devam etmenin bu kararı alanlara ahlaki bir sorumluluk yüklediği söylenilebilir.

Hardin’e göre doğru seçenek 3’tür çünkü refah sahipi teknelere insan almaya başladıktan sonra o teknelerin kaderi de yavaş yavaş okyanusta rastladıkları yoksul sandallarınkine benzeyecektir. Bir çevreci olan Hardin için kaynakların doğru kullanılması ve israf edilmemesi önemlidir. Bundan kaçınmak ve aynı zamanda belli bir seviyedeki refahı koruyabilmek adına göç politikalarının sınırlı kalması gerektiğini savunur. Eğer teknedeki konumundan bunun yalnızca ‘iyi şans’ nedeniyle kaynaklandığını düşünerek rahatsız olan varsa istediği zaman yerini kötü şansa sahip olduğunu düşündüğü birine devredebileceğini söyler. Ne var ki bu da iyi bir çözüm olmayacaktır çünkü iyi şansından vicdani bir rahatsızlık çeken insanların zengin teknede azalması o teknenin kaderini yoksul sandallarınkine benzetecektir. Hardin’e göre bunlar gezegenin geleceği için zararlı sonuçlar doğuracaktır ve cankurtaran sandalı senaryosuna göre yapılması gereken şey zengin tekneleri olduğu gibi bırakmak yani kaynak kullanımını başarılı sürdüren ülkelerin bunu yapmaya devam etmesine izin vermektir.

Hardin bu pozisyonundan ötürü zengin ve yoksul ülkelerdeki insanlar arasındaki eşitsizlikleri ciddiye almamak ve ırkçılık yapmakla suçlansa da dünyaya baktığımızda cankurtaran sandalı düşünce deneyi ve sonuçlarının büyük oranda uygulanıyor olduğunu görebiliriz. Çoğu ülke Hardin’in önerdiğine benzer kapalı bir göçmen politikası izlemektedir. Aynı metaforu kullanarak kaynak dağıtımı ve göçmen politikaları gibi konularda farklı sonuçlara varmak da mümkündür. Cankurtaran teknesi düşünce deneyi bu politikalarla ilgili varsayımlar ve prensiplerle ilgili ahlaki incelemeler yapabilmemize olanak sağlar.

Daha fazlası için:

https://www.garretthardinsociety.org/articles/art_lifeboat_ethics_case_against_helping_poor.html


Mahkum İkilemi

Sosyal bilimlerde oyun teorisi olarak bilinen ve karar verme mekanizmalarını çeşitli ‘oyunlar’ üzerinden incelemeye çalışan metodun en yaygın olarak bilinen oyunlarından biri mahkum ikilemidir. Mahkum ikilemi sosyal olaylarda totalde herkes için daha faydalı olan sonuçlardan kaçınmamıza neden olan güven eksikliğini ortaya çıkaran bir düşünce deneyini içerir.

Basitçe, ortada suç esnasında yakalanan ancak delil eksikliği nedeniyle doğrudan hüküm giydirilemeyen A ve B isimli iki adet mahkum vardır. Mahkumlar ayrı ayrı sorgulanır ve suçunu itiraf etmeleri durumunda ceza indirimi alacakları söylenir. İki suçlunun da itiraf etmesi durumunda 5’er yıl hapis cezası alacaklarken her birinin inkar etmesi durumunda yalnızca 1’er yıl ceza alacaklardır. Kritik senaryolar yalnızca bir suçlunun itiraf ettiği diğerininse inkarda ısrarcı olduğu durumlardır. A’nın itirafçı B’nin inkarcı ya da B’nin itirafçı A’nın inkarcı olduğu senaryolarda inkar eden suçlu hiç ceza almazken itiraf eden suçlu 10 yıl ceza alacaktır. Yani eğer iki suçlu da inkarda kararlı olursa toplamda 2 yıl ceza alacaklardır. Ancak suçlulardan biri inkar ederken diğer suçlu itiraf ederse tüm suç inkar eden suçluya kalacak ve kendisi 10 yıl ceza alacaktır.

Dolayısıyla her ikisi için de daha iyi olan seçenek olan 1’er yıl hapsi kabul etmeleri için diğer zanlının da aynı kararı vereceğine güven beslemesi gerekir. Bu güven eksikliğinden dolayı mahkumlar için en rasyonel seçenek karşısındaki ne yaparsa yapsın itiraf etmek gibi gözükmektedir. Çünkü örneğin zanlı A’nın itiraf ettiği durumda zanlı B için en iyi seçenek kendisinin de itiraf etmesi ve 10 yıl yerine 5 yıl ceza almasıdır. Zanlı A inkar ettiğinde de zanlı B’nin itiraf etmesi yine 1 yıl yerine hiç ceza almamasını sağlayacağı için daha tercih edilebilir olacaktır. Bu durumda her iki zanlı da karşısındaki ne yaparsa yapsın kendisi için en iyi seçeneği veren itirafı seçerse her ikisi de 5’er yıl ceza alacaktır ve en iyi senaryo olan 1’er yıl hapisten kaçınmış olacaklardır.

Bu düşünce deneyine göre her iki aktör tarafından da daha tercih edilir olan seçenekler her zaman için kendileri için en rasyonel seçenek olmayabilir. Mahkum ikileminde olduğu gibi tarafların birbirlerine güven beslemeleri için bir sebepleri olmadığında karşı taraf ne yaparsa yapsın kendileri için daha iyi olan seçenek neyse ona yönelmeleri daha rasyonel olmaktadır. Mahkum ikilemi çeşitli sosyal ve politik olayları açıklamada yardımcı bir araçtır. Örneğin oligopollerin ya da kartellerin verdiği ekonomik kararlarda fiyatları belirleyebilmeleri için tüm üyelerin birbirlerine güveniyor olması gerekir. Oligopol ve kartellerin karar verme mekanizmaları zaman zaman mahkum ikileminin karar verme mekanizmalarına sunduğu açıklamayla değerlendirilebilir. Bunlara bir örnek 1973 petrol krizinde OAPEC’in verdiği ambargo kararının incelenmesidir.*

İlgili Okumalar


Nozick’in Locke’cu Mülkiyet Fikrine Domates Suyu Eleştirisi

John Locke liberal düşünce tarihinin öncü isimlerinden bir 17. yüzyıl düşünürüdür. Mülkiyet hakkı için bir temellendirme aradığı yazısında mülkiyete sahip olabilmek için kişinin kendi emeğini sahipsiz bir şekilde doğada bulunan fiziksel objelerle karıştırması gerektiğini ileri sürmüştür. Örneğin sahipsiz boş bir tarlayı sürüp eken bir kimse tarlayla emeğini birleştirdiği için tarla üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip olacaktır.

Nozick, domates suyu eleştirisiyle bu noktada devreye girererek şu soruyu sorar: Meşru bir şekilde sahip olduğumuz bir domates suyu konservesini kimse tarafından sahip olunmadığını kabul edeceğimiz doğal bir fiziksel obje olan denizle karıştırdığımızda denizi sahiplenmiş mi olurduk yoksa yalnızca domates suyumuzu boşa mı harcardık? Nozick’e göre ilkini düşünmek açıkça hatalıdır. Buradan varmamız gereken sonuç mülkiyet hakkını emeğimizi karıştırmakla elde edemiyor olduğumuzdur.

Nozick’in çözüm önerisi Locke’un aklındaki asıl düşüncenin emeğimizi karıştırdığımız objeye eklediğimiz katma değerin mülkiyet ediniminde belirleyici unsur olduğu ve yalnızca katma değer ekleyebildiğimiz objeleri mülkiyetimiz haline getirebileceğimiz şeklindedir. Locke’un mülkiyet teorisi bu haliyle tarla örneğinin mülkiyet edinimine iyi bir örnek teşkil ettiğini söyleyecekken domates suyumuzu denize dökmenin israf olacağını iddia edecektir.

Sonuç olarak Nozick bu düşünce deneyini mülkiyet fikrinin kendisine karşı değil Locke’un mülkiyet için geliştirdiği sahipsiz doğal obje ve emeği karıştırma fikrini eleştirmek için oluşturmuştur. Bunu mülkiyet fikrinin yanlış bir indirgemeye tabi tutulması ve pratik olarak kullanışsız bir kavramsallaştırma olarak görmüştür.

Daha fazlası için:

https://philosophynow.org/issues/107/A_Can_of_Tomato_Juice_in_the_Sea

http://carneades.pomona.edu/2016-Political/12.LockeProperty.html


Aç Marvin – Micheal Huemer

Micheal Huemer çağdaş siyaset felsefecilerindendir ve özellikle politik otoriteye meşru bir temel sağlamaya çalışan argümanları eleştirerek politik otoriteyle ilgili birçok sorununu incelediği The Problem of Political Authority kitabı liberteryen anarşizm teorisi açısından etkili bir kitap olmuştur.

Aç Marvin düşünce deneyinde de birçok liberteryen düşünürün benimsediği açık sınır politikası lehinde bir argüman ortaya koymayı dener. Marvin, benimle ilgili olmayan bir sebepten ötürü açlıktan ölmek üzeredir ve benden yemek ister. Eğer bu isteğini reddedersem ve Marvin bu yüzden ölürse Marvin’e aktif bir şekilde fayda sağlamaktan kaçınmış olsam dahi onu öldürmüş olmazdım. En azından bir şeyi yapmak ve olmasına izin vermek arasında bir ayrım yapanlar benim Marvin’i öldürdüğümü değil ölmesine izin verdiğimi ya da göz yumduğumu söylerdi. Bilinçli bir şekilde öldürmeye ya da ölüme neden olmaya kıyasla ölüme göz yummanın daha az kötü bir şey olduğu hatta kötü bir şey olmadığı dahi savunulabilir.

Şimdi farklı bir senaryo düşünelim. Marvin yine açlıktan ölmek üzere olsun ancak bu sefer benden yemek istemek yerine insanların serbestçe alışveriş yaptığı ve ihtiyacını karşılayabileceğini bildiği bir markete girmek ve oradan yemek almak istesin. Herhangi bir dış müdahale olmadığı takdirde bir sorun yaşamayacağını ancak benim Marvin’i markete ulaşmaktan alıkoyduğumu ve bir şekilde markete girmesini engellediğimi varsayalım. Bunun sonucunda Marvin açlıktan ölürse ilk senaryonun aksine bu senaryoda Marvin’i öldürmüş ya da öldürmekle kıyaslanabilecek türden bir ahlaki yanlışta bulunmuş olurdum.

Micheal Huemer

Huemer’a göre ABD devletinin sınır politikası konusunda yaptıkları ilk senaryodan ziyade ikinci senaryoya çok daha yakındır. Elbette Huemer ABD’den bahsetse de göçmen politikaları konusunda aktif olarak engel oluşturmayan neredeyse hiçbir devletten bahsedemeyeceğimiz için bu kolayca evrenselleştirilebileceğimiz ve muhtemelen daha radikal versiyonlarını düşünebileceğimiz bir iddiadır. Ülkeler genellikle göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ya da en azından bunu düşünerek gitmek istedikleri yerlerdir ve ikinci senaryodaki markete denk gelirler. Öyleyse ihtiyaçlarını karşılayabilecek göçmenleri aktif olarak sınırlardan uzak tutacak kapalı sınır politikaları ahlaki açıdan sıkıntılıdır ve hatta ciddi problemler yaşayan göçmenler özelinde öldürmeyle kıyaslanılabilir bir durumdur.

Huemer potansiyel eleştirileri göz önüne alarak düşünce deneyini çeşitli şekillerde uyarlar ve bu durumlara cevap verir. Örneğin vatandaşların refahı baz alınarak yapılabilecek bir eleştiri için Marvin’in senaryosunu şu şekilde uyarlamıştır. Eğer Marvin’in markete girmesi kızımın ekmeğini daha pahalıya almasına neden olsaydı Marvin’i markete sokmamakta haklı olur muydum? Bunu kızıma karşı özel yükümlülüklerim olması üzerinden meşrulaştırmaya çalışabilirim ancak kişinin aile üyelerine karşı ekstra yükümlülükleri olduğunu kabul etsek dahi bu durum ailedden olmayan insanların kendilerine zarar verecek türden bir zorlamaya maruz kalmama haklarıyla çelişiyor olurdu. Bu durumda, örneğin Marvin ve kızım arasında kaldığımda yemeğimi kızıma vermeyi tercih etmem haklı olsa dahi kızıma ufak ekonomik avantajlar sağlamak için başkalarının yemeğe ulaşmasını engelleyecek türden bir güç kullanmamı haklı çıkarmazdı.


Rawls’ın Cehalet Perdesi

John Rawls, ‘cehalet perdesi’ düşünce deneyinde çağdaş siyaset felsefesi açısından belirleyici kavramlardan biri olan toplumsal adaleti nasıl tanımlayacağımız konusunu açıklığa kavuşturmayı ve bunun için ilkeler belirlemeyi hedefler.

Düşünce deneyinde bir toplumun üyeleri olarak toplumsal yaşantımıza başlamadan önce her birimizin dahil olduğu bir orijinal pozisyonda olduğumuz varsayılır. Orijinal pozisyonun en önemli özelliği hiç kimsenin gelecekteki toplumsal yaşantısında sahip olacağı konum hakkında fikrinin olmaması, yani bir cehalet perdesinin orijinal pozisyona hakim olmasıdır. Rawls cehalet perdesini bu konumdayken toplumsal yaşantımız için belirleyeceğimiz ilkelerin kendi konumumuzun avantajına olacak önyargılar içermemesi için kullanır. Böylece orijinal pozisyonda bulunan özgür ve eşit konumdaki bireyler toplumsal yaşantıyı mümkün olduğunca tarafsız ve dolayısıyla adil bir şekilde belirleyecektir. Bu şekilde orijinal pozisyondaki varsayımsal insanların belirleyeceklerini düşündüğümüz ilkelere güvenebilir ve kendi toplumumuzu bu ilkeler doğrultusunda yeniden inşa edebiliriz.

Rawls cehalet perdesinin ardındaki bireylerin toplumdaki konumuyla ilgili bilgiye ve dolayısıyla önyargılara sahip bireylerden çok daha adil ilkeler belirleyeceği iddiasından sonra bu insanların mümkün olduğunca riskten kaçınarak en kötü olacakları durumda dahi güzel bir yaşantılarının olmasını garantilemek isteyeceklerini söyler. Buradan yola çıkarak adil bir toplumun en dezavantajlı konumdaki insanların en çok faydalanacağı şekilde dizayn edilmesi gerektiğini öne sürer. Rawls bunu ”fark ilkesi” olarak adlandırır ve toplumsal zenginliğin en dezavantajlı konumdaki insanların faydasına olacak şekilde yeniden dağıtılmasını gerektirdiği sonucuna varır.

Sonuç olarak cehalet perdesi düşünce deneyi hipotetik bir toplumsal sözleşmeyle önyargısız bireylerin varlığını garantileyen bir durumu birleştirerek toplumsal yaşantı için adil ilkeler belirleme yönünde bir denemedir. Ancak aynı düşünce deneyi kullanılarak Rawls’tan farklı sonuçlara ulaşmak da mümkündür. Tarafsız, özgür ve eşit bireylerin orijinal pozisyonda ne kadar riskten kaçınmak isteyecekleri, potansiyel durumların olasılıkları hakkında ne kadar değerlendirme yapabilecekleri veya ‘iyi durumda olma’ kriterlerinin ne gibi değerleri içereceği konusundaki tartışmalar bizi farklı sonuçlara ulaştırabilir. Bu konudaki tartışmalar için şunlara bakılabilir:


G.A. Cohen’ın Kamp Gezisi

G.A. Cohen yakın zamanın önemli analitik-marksistlerden biridir. ”Why Not Socialism?” isimli kısa kitabında sosyalizmin herkes için daha tercih edilebilir bir seçenek olduğunu göstermek için bir kamp gezisini düşünmemizi ister. Bir kamp gezisini güzelleştiren ve herkesin iyi vakit geçirmesini sağlayan ilkelerin sosyalist ilkeler olduğunu ve dolayısıyla bunları toplumsal çapta uygulamamızın herkesin yararına olacağını öne sürer.

Örneğin bir kamp gezisinde iş dağılımı nasıl yapılır? Cohen herkesin yeteneklerine ya da ilgilerine uygun işlere doğal bir şekilde dağılacağını ancak günün sonunda eşit bir dağıtıma gidileceğini söyler. Biri daha iyi balık tutabildiği için ona daha iyi balıkları vermeyiz ya da daha iyi şarkı söyleyen kişiye yatacağımız yeri sunmayız. Herkes daha iyi bir ortak tecrübe yaşamak için elinden geleni yapar ancak bunları bir ödül beklentisiyle yapmaz ve kampçılar arasındaki eşitlik korunur.

Kampçılardan biri güzel bir elma ağacı bulduğunda bunu kendine saklamaz ya da babası önceden oğlu buraya geleceği için kamp alanına yiyecek bırakan bir kişi elindekileri paylaşır. Kamp malzemeleri de ortak bir şekilde o an ihtiyacı olan kimselerce kullanılır. Örneğin oltayı o an balık tutan kişi kullanır.

Sonraki adımda Cohen bu kamp gezisini özel mülkiyet ve serbest piyasa gibi kapitalist ilkeleri benimseyen bir kamp ekibininkiyle kıyaslamamızı ister. Herkesin kendi eşyalarını getirdiği, ürettiklerini birbirleriyle takasladıkları ve eşyaların ortak kullanımının olmadığı bir kamp gezisini tercih eder miydiniz? Cohen’a göre hemen hemen herkes sosyalist prensipleri benimseyerek ortak bir yaşantı sürdüren kampçıları kapitalist prensipleri benimseyen kampçılara tercih edecektir. Kimse bir kamp gezisinde yemek yapmak için bir kampçıdan tava kiralamayı diğerindense yiyecek satın almayı istemez.

Cohen’ın buradan vardığı sonuç ortak kullanımın ve ürünlerin eşit paylaşımının kamp gezisinde toplumsal bir yaşantı süren kampçıların deneyimini güzelleştirdiğidir. Öyleyse öncelikle sosyalizm sağduyuya aykırı bir görüş değildir ve ortak yaşantının yoğun olduğu durumlarda çoğu insanın içgüdüsel olarak tercih edeceği bir seçenek olabilir. İkinci olaraksa eğer toplum yaşamı için araçların ortak kullanımı veya ürünlerin paylaşımı faydalı olabiliyorsa kampçıların geçici olarak benimsediği bu ilkeleri geniş çapta ve kalıcı olarak uygulamayı hedefleyen sosyalist ilkeleri de benimseyebiliriz. Cohen bunun kolayca benimsenebileceğini ya da kusursuz işleyeceğini iddia etmek yerine insanların kamp gezisindeki gibi yaşamayı şu anki durumlarına tercih edecekleri sonucuna varır.

Daha fazlası için:


Brennan’ın Mickey Mouse’un Kulüp Evi Kasabası

Jason Brennan liberteryen bir çağdaş siyaset filozofudur. G.A. Cohen’ın Why Not Socialism? kitabına nazire olarak yazdığı Why Not Capitalism?’de Cohen’ın kamp gezisi argümanının parodisini yaparak Mickey Mouse’un kulüp evi düşünce deneyiyle kapitalist prensiplerin insanlar için daha tercih edilebilir olduğunu ve bu prensiplerin sosyalist prensiplere karşı ahlaki üstünlüğünü göstermeyi hedefler. Ancak bu düşünce deneyinin asıl hedefi hem Cohen’ın kamp gezisi deneyinin hem de Mickey Mouse kasabası deneyinin argümantasyonuyla ilgili temel sıkıntıları ortaya koymak ve ütopyanın kapitalist olacağını göstermektir.

Brennan bizlere Mickey Mouse, Minnie Mouse, Donald Duck ve Goofy gibi çizgi film karakterlerinin beraber yaşadığı bir kasabayı tarif eder. Bu kasabada bireyler arasında hiyerarşi yoktur ve her birinin hayata karşı farklı planları, kişisel hedefleri vardır. Bununla beraber yardımlaşarak yürüttükleri  ortak projeleri de mevcuttur. Kamusal alanlar dışında Mickey’in arkadaşlarıyla paylaştığı kulüp evi, Donald Duck’ın tarlası, Minnie’nin ise saç tokası dükkanı gibi özel olarak sahiplendikleri yerler de bu kasabada yer alır.

Kasaba sakinleri arasında farklılıklar olsa da her biri kasabada kendine düşeni yaparak toplumsal değeri artırır, değer ticareti yapar ve iyi hayat kavrayışlarına uygun olacak şekilde bir şeyler için çabalarken başkalarından izin almaları gerekmez. Bununla beraber birlikte iyi vakit geçirmeye ve eğlenmeye de zaman ayırırlar.

Bir sorun meydana geldiğinde kasaba sakinleri bunu çözmek için herhangi bir zorlama olmaksızın bir araya gelir ve kendi yeteneklerini kullanarak sorunun çözümünde rol oynarlar. Mickey Mouse kulüp evi kasabasının sakinleri birbirlerinin hayat anlayışlarına karşı hoşgörülü ve saygılıdır. Hedeflerini gerçekleştirmek için birbirleriyle yardımlaşma içindedirler. Kıskançlık, zorlama ya da şiddet olmaksızın birbirleriyle özgürce takas yapar, paylaşır, ihtiyacı olana yardım eder ve bedavacılıktan kaçınırlar.

Brennan kasabanın sosyalist verisyonunda bir tür ortak temsilcinin veya sosyalist devletin her türlü arazi, mekan, araç ve hatta kasaba sakinlerinin bedenleri üzerinde dahi hak iddia edeceğini söyler. Hava balonlarını kimin kullanacağına, Minnie’nin saç tokalarının rengine veya kimin ne zaman çalışacağına karar verecek yetkili bu devlet olacaktır. Kasabanın bu versiyonunda kasabadakilerin gönüllük esasına dayalı olan toplum yerini devletin zorlamasına dayalı bir topluma bırakmış olur. Bu devlet tarlaları kamusallaştırarak kıtlık yaratır ve kasaba sakinlerinin ölmesine neden olur, gulaglar kurarak kendisine karşı politik bir güç ortaya koyanları Disney World’ün derinliklerine gönderir ya da ifade özgürlüğünü baskılar.

Brennan’a göre çoğu insan ilk türden bir yaşamı ikincisine tercih edecektir. Eğer bu doğruysa insanlar kapitalist ideale sosyalist idealden daha yakınlardır. Mickey’in kulüp evi kasabasında gönüllülüğe dayalı topluluk, karşılıklı saygı, sosyal adalet ve yardımseverlik ilkelerini benimseyen bireyler yaşar ve insanların bu ilkelerin benimsendiği bir durumu tercih etmesi kapitalist idealin ahlaki olarak da sosyalist ideale göre tercih edilebilir olduğunu göstermektedir.

Her İki Düşünce Deneyiyle İlgili Problemler

Ne var ki Brennan bu karşılaştırmanın hatalı olduğunu söyler. Tüm katılımcıların ahlaken kusursuz olduğu bir kamp gezisi de Mickey’in kulüp evi kasabası da gerçek sosyalist veya kapitalist toplumlara nazaran çok daha tercih edilebilir olacaktır. Dolayısıyla her iki düşünce deneyindeki asıl problem ütopik senaryoları gerçek durumlarla karşılaştırma yoluyla bir tercih yapmaya çalışmaktır.

Bir diğer problemse sosyalizmin ya da kapitalizmin düşünce deneylerinin bazı bölümlerinde ekonomik terimlerle bazı bölümlerindeyse ahlaki değerlerle eşitlenmesidir. Örneğin, Cohen sosyalizmi toplumsal yardımlaşma, cömertlik, arkadaşlık ya da fedakarlık gibi değerlerle eşitlerken Brennan da bunun parodisini yaparak gönüllülük, karşılıklı saygı veya yardımseverlik gibi değerlerle eşitler. Esasında kapitalizm ve sosyalizm mülkiyet sahipliğine yönelik farklı organize olma biçimleridir ve ahlaki değerleri kendi başlarına içermezler.

Ütopyalar İçin Bir Çerçeve

Son olarak, Brennan her ikisi de ütopik özelliklere sahip düşünce deneylerini karşılaştırarak ütopyanın kapitalist olduğunu göstermeyi dener. Öncelikle her iki senaryoda da ahlaken kusursuz bireylere sahip olacağımız için bencilliklerinden, açgözülülüklerinden ya da kötücül niyetlerinden korkmamız gerekmez. Kamp gezisinde de kasabada da gerektiğinde topluluğun üyeleri birbirlerine yardım edecek ve daima iyi niyetli hareket edeceklerdir. Bu durumda Brennan’a göre kamp gezisi tercih edilebilir bir toplumdur ancak başka ütopyaların varlığına da izin veren ve örneğin sosyalist bir kamp gezisini severek karşılayacak olan Mickey Mouse kulüp evi kasabası yalnızca tek bir ütopya görüşü olan kamp gezisine karşı ahlaki üstünlük taşır. Hatta bu şaşırtmacalı bir sorudur çünkü burada bir tercih yapmamıza dahi gerek yoktur. Kapitalist ütopya Nozick’in Anarşi, Devlet ve Ütopya’sında ortaya koyduğu ve Brennan’ın aynı şekilde kullandığı kavramla daha çok ”ütopyalar için bir çerçeve” işlevi görür. Birden fazla ütopyayı içerebilir ve her topluluğun ya da bireyin kendisi için uygun gördüğü doğru hayat anlayışının yaşanması için gerekli özgür ortamı yaratmayı hedefler.

Daha fazlası için:


Kölenin Hikayesi

Nozick, sosyal devlet uygulamaları, vergilendirme ve devletin bu politikalarda oynadığı rolün ahlaki statüsünü inceleyebilmemiz için geliştirdiği bu düşünce deneyinde bize bir kölenin 9 aşamalı hikayesini anlatır.

İlk aşamada köle katı bir efendiye sahiptir. Efendisi onu ölesiye çalıştırır ve fiziksel şiddet uygular. İkinci aşamada köle yalnızca efendinin koyduğu belli başlı kurallara uymadığında şiddete uğrar ve biraz boş zamanı vardır. Üçüncü aşamada efendinin birçok kölesi vardır ve onlar arasında kaynakların nasıl dağıtılacağına kölelerin ihtiyaçlarına göre karar verir. Dördüncü aşamada köleler yalnızca 4 gün çalışır ve 3 gün tamamen kendilerine aittir. Beşinci aşamada köleler şehirde maaşla çalışmaya gidebilir ve tek yapmaları gereken maaşlarının 7’de 3’ünü sahiplerine geri yollamaktır. Efendileri acil durumlarda köleleri geri çağırabilir ya da çalışmalarını riske atabilecek tehlikeli aktivitelerden uzak durmalarını sağlayabilir.

Altıncı aşamada işin içine demokrasi dahil olur ve efendi bir kölesi dışında 10.000 kölesine oy hakkı tanır. Bu köleler oy hakkı olmayan kölenin ne kadarının alınacağına ya da hangi aktivitelerinin yasaklanabileceğine açık bir konuşma ortamında karar verirler. Yedinci aşamada oy hakkı olmayan köle oy hakkı olanların tartışmalarına katılarak onları farklı politikalar izlemeye ikna etmek için çabalamaya hak kazanır. Sekizinci aşamada oy hakkı olmayan köle kendi fikrini bir kağıda yazar ve 10.000 köle tamamen eşit oylara bölünürse bu kağıt açılarak orada yazan karar benimsenir. Bu daha önce hiç yaşanmamıştır ancak potansiyel olarak bu hakkı elinde bulundurur. Dokuzuncu ve son aşamadaysa oy hakkı olmayan köle de oy kullanabilir ancak oylar tamamen eşit bölünmediği takdirde bu oyun yine de etkisi olmayacaktır.

Nozick’in bu hikayeyi anlattıktan sonra sorduğu soru şudur: hikayenin hangi aşamasında bu bir kölenin hikayesi olmaktan çıkar? Bu soru doğrudan devlet-birey ilişkisini hedef alır ve mevcut durumda devlet tarafından vergilendirilen insanların kölelik benzeri bir ilişki içerisinde olduklarını iddia eder. Eğer düşünce deneyinde ele alınan köle son aşamada dahi köle olmaya devam ediyorsa şu an bir devlete tabi olan ve vergi ödeyen bireyler de devletin efendi konumunda olduğu ve muhtemelen hiçbir zaman gerçekten söz sahibi olma fırsatı bulamayacakları (oyların eşit olduğu ve kullanılan tek bir oyun kararı belirlediği) bir kölelik ilişkisi içindedirler. Düşünce deneyindeki koşullara mantık sınırları içerisinde ekleme veya çıkarma yapılarak farklı ülke örneklerine benzetilebileceği için bu düşünce deneyini vergilendirmenin ahlaki boyutuna yönelik temel bir eleştiride bulunduğunu ve farklı durumlara uyarlanabileceğini düşünebiliriz ancak kölenin kendi emeği ve kazancı üzerinde gerçek bir söz hakkına sahip olmasını sağlayacak ekstra bir koşul (istediğinde bu kazancı vermeyi reddetmek gibi) eklenmediği sürece kölelik ilişkisi devam ediyor gibi gözükmektedir.

Daha fazlası için:


Singer’ın Boğulan Çocuğu

Peter Singer hayvan hakları ve küresel yoksulluk gibi pratik etik konuları başta olmak üzere etik alanında çağdaş felsefenin en etkili isimlerinden birisidir. Bizden daha kötü durumda olanların hayat standartlarını iyileştirmek için bağış yapmaya yönelik bir yükümlülüğümüz olduğunu göstermek için bir düşünce deneyi tasarlamıştır.

Bu düşünce deneyinde şık takım elbisenizle işinize gitmekteyken havuza düşmüş küçük bir çocuk görürsünüz. Çocuğun boğularak ölme tehlikesi vardır ve çocuğu kolayca kurtarabileceğinizi biliyorsunuzdur ancak bunu yaptığınız taktirde pahalı kıyafetleriniz mahvolacaktır. Singer, hemen hemen herkesin çocuğu kurtarmanın doğru davranış olduğu yönünde hemfikir olacağını ve masum bir çocuğun hayatıyla takım elbisenin kıyaslamasını dahi canilik olarak göreceğini söyler.

Singer buradan yola çıkarak bizim için ciddi bir maliyeti olmayan ancak başkalarının hayatlarını kurtarmayı sağlayacak eylemlere yönelik bir yükümlülüğümüz olduğunu savunur. Singer’ın da başka bir kitabında listesini sunduğu birçok kar amacı gütmeyen uluslararası organizasyon vardır ve dünyanın öbür ucundaki insanlara bizim hayatımıza hemen hemen hiç etki etmeksizin yardımcı olmamız için bir fırsat tanırlar. Öyleyse, Singer’a göre bu durumda havuzda boğulan çocuğu pahalı elbiselerimiz uğruna kurtarma yönünde yükümlülüğümüz olduğu gibi birkaç lüks harcamamızdan vazgeçerek bu organizasyonlara bağış yapma yönünde de bir yükümlülüğümüzün olması gerekir.

Daha fazlası için:

https://www.stanforddaily.com/2019/02/05/how-to-think-about-a-drowning-child/


Nozick’in Wilt Chamberlain Örneği

Robert Nozick, John Rawls ile çağdaş bir filozofdur. Rawls’la beraber çağdaş siyaset felsefesinin en önemli iki isminden biri olduğu söylenebilir. Anarşi, Devlet ve Ütopya kitabıyla Rawls’un ortaya koyduğu sosyal adalet fikrine karşı çıkmış ve yalnızca güvenlikten sorumlu minarşist bir devletin meşru olabileceğini ileri sürmüştür. Rawls’un yeniden dağıtımı gerekli kılan sosyal adalet fikrine ya da daha mutlakiyetçi eşitlikçi teorilere karşı olarak gelir eşitsizliğinin tamamen eşit bir yeniden dağıtımdan sonra dahi yeniden meydana geleceğini ve insanların mülkiyetleri üzerinde hakkı olduğunu ve bunları gönüllü olarak takaslayabileceklerini inkar etmediğimiz sürece eşitsizliğin tekrarlanacağını iddia etmiştir.

Nozick bunu göstermek için bizden toplumdaki tüm sermayenin tamamen eşit bir şekilde yeniden dağıtımın yapıldığı ve herkesin eşit mülke sahip olduğu bir dünya düşünmemizi ister. Şimdi, dönemin ünlü basket oyuncusu Chamberlain’in yeni bir takıma transfer olduğunu ve sözleşmesine oynadığı her maç için seyircilerden stadın girişine tamamen kendisine gidecek olan ufak bir ücret alınması için bir kutu eklenmesini istediğini düşünelim. Bu durumda örneğin seyirci başına 25 kuruş alırsa 1 milyon izleyici sonra Chamberlain’in ekstra 250.000 lirası olurdu. Öyleyse Chamberlain’in geliri açıkça diğer insanlarınkinden fazla olacaktır ve yeni dağıtımda da bir eşitsizlik meydana gelecektir. Bu düşünce deneyinde Chamberlain kendisiyle ticaret yapmaya gönüllü olacağınız herhangi biri olabilir. Burada Nozick’in vurgulamak istediği nokta bazı insanların sahip oldukları farklı yetenekler ya da özellikleri bizlere sunarak gelir eşitsizliği yaratacak taleplerine gönüllü olacağımız birçok durum olduğudur.

Peki Chamberlain’in elde ettiği fazladan gelirden ötürü yeni gelir dağılımının adaletsiz olduğunu söyleyebilir miydik? Nozick’in hakediş teorisine göre Chamberlain bu geliri yasal ve meşru yollardan elde ettiği için bu dağıtımın adaletsiz olduğunu söyleyemeyiz. Öyleyse gelir eşitsizliği kendi başına sorunlu bir durum değildir. Önemli olan nokta bu eşitsizliğin meydana çıkmasında bir haksızlık veya adaletsizlik meydana gelip gelmediğidir. Nozick bu noktalardan yola çıkarak tarihsel koşullara ya da belirli sonuç modellerine dayalı eşitlikçi teorilerin Chamberlain’inki gibi herhangi bir problem içermeyen değişimlerle çürütülebileceğini söyler. Aksi takdirde, mutlak eşitlikçi bir devletin adil gelir dağılımını koruyabilmede başarılı olabilmesi için yetişkin bireyler arasındaki her türlü gönüllü değişimi dahi engelliyor olması gerekirdi ki bu da sezgisel olarak yanlış olduğunu düşüneceğimiz ve tercih etmeyeceğimiz bir durumdur. Hemen hemen hiç kimse devletin gündelik hayatındaki en ufak mal takasına dahi karışmasını ve mülkiyet üzerinde en ufak hakkının dahi olmamasını haklı bulmayacaktır.

Böylece, Nozick gelir eşitsizliğine karşı sunulan eşitlikçi argümanların gönüllü mal değişiminin kendisiyle ilgili bir sorun ortaya koymadıkları ve tarihsel eşitsizliklere ya da sonuç modellerine bağlı kaldıkları sürece Chamberlain örneğindeki gibi takaslar sonucunda adaletsiz olarak nitelendirilemeyecek ancak gelir eşitsizliği içeren yeni durumların ortaya çıkacağını söyler. Nozick’in vardığı sonuç eğer bunu tamamen engelleyecek mutlak derecede otoriter bir devletin varlığını istemiyorsak sonuç modelleri içeren eşitlikçi yeniden dağıtım argümanlarının sorunlu olduğudur.  Bu konuda daha fazla okuma için:


Yazar: Yiğit Aras Tarım

  • Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 1: Zihin Felsefesi – İbrahim Yeşua Özçelik & Alparslan Bayrak
  • Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 2: Epistemoloji – Musa Yanık
  • Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 3: Ahlak Felsefesi – Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bu Kadar Ahlaki Görecelik Yeter: Bazı Kültürler Diğerlerinden Daha Kötüdür – Jonny Thomson

Sonraki Gönderi

Şiddeti Anlamak – Mert Altıntaş

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü