Zihin Beynin İçinde Hapsolmuş Değil, Çok Daha Öteye Uzanıyor – Keith Frankish

///
865 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

Zihniniz nerede? Düşünceleriniz nerede meydana geliyor? Peki ya inançlarınız? René Descartes, zihnin, beynin merkezine yakın bir yerde bulunan epifiz bezindeki maddi olmayan bir ruh olduğunu düşünmüştü. Bugün ise tam tersine; zihni beyin ile özdeşleştirmeye eğilimliyiz. Zihinsel süreçlerin, beyin süreçlerine bağlı olduğunu ve beyindeki farklı bölgelerinin farklı işlevlerden sorumlu olduğunu biliyoruz. Fakat yine de bir konuda hala Descartes ile hemfikiriz: Hala zihni (zihin filozofu Andy Clark’ın kullandığı bir tabirle) beyne-bağlı olan (brainbound), kafanın içinde kilitli duran, beden ve dış dünya ile iletişim halinde olup onlardan ayrı olan olarak tasavvur ediyoruz. Ama bu baştan sona hatalı olabilir! Zihnin fiziksel olmadığını öne sürmüyor veya beynin esas unsur olduğundan şüphe etmiyorum fakat (Clark ve diğerlerinin iddia ettiği gibi) zihin (varlığı ve gerçekliği), beynin ötesine de uzanıyor olabilir.

İlk olarak; birçok zihinsel sürecin özünde somut ve fiziksel temeller olduğunu düşünmek için karşımızda güçlü örnekler mevcut. Beyne-bağlı yaklaşım; beyni, davranışlarımızı her yönüyle yönlendirip planlayan ve kaslara ayrıntılı talimatlar gönderen güçlü bir yönetici olarak tasvir eder. Fakat robotik çalışmalarının gösterdiği gibi, doğada gerçekleşen hemen hemen her şeyin çok daha etkili yolları var. Biyolojik açıdan gerçeğe daha yakın olan robotlar, sahip oldukları pasif dinamikler sayesinde temel hareket kalıplarını motor ve denetleyiciler olmaksızın kendiliğinden gerçekleştirirler. Akıllı ve başarılı denetim, bu bedensel süreçlerin sürekli olarak izlenip düzenlemesi ve kontrol görevinin beyin ile vücut arasında paylaşılmasıyla elde edilir. Benzer şekilde, dış dünyanın ayrıntılı bir iç modelini oluşturmak için pasif bir şekilde bilgi toplamaktansa kontrol sisteminin eldeki görevi ilerletmek amacıyla her adımda yalnızca yeterli bilgiyi toplayarak dünyayı aktif olarak araştırmaya devam etmesi (robotikçi Rodney Brooks’un da söylediği, “Dünya’yı kendi modeli olarak kullanmak” için) daha verimlidir. Bu türden bir strateji esas olarak vücut aktivitesine dayalıdır.  

Zihinsel süreçler, bedenlenmiş olmanın yanı sıra dış dünyadaki insan yapımı şeyleri de (artefacts) kapsayacak şekilde genişletilebilir. Clark ve zihin felsefecisi dostu David Chalmers, o zamandan bu yana Parite İlkesi denen şeyi savunmaktadır. Bu şu anlama gelir: Dışsal bir yapı, kafamızın içinde olup zihinsel olarak kabul edeceğimiz bir işlevi yerine getirmesi durumunda bu artefakt (şimdilik) gerçekten kullanıcının zihninin bir parçası olurdu. Clark ve Chalmers bunu daha iyi izah etmek adına her biri farklı şekillerin bir bulmacada nereye yerleşeceğini bulmaya çalışan iki kişiyi ele alır. Bu kişilerden biri kafasının içinde şekillerin zihinsel görüntülerini oluşturup hareket ettirerek diğeri ise ekrandaki düğmeye basıp hareket ettirerek bu görevi yapar. Clark ve Chalmers, ilk süreç zihinsel olarak sayıldığından ikincisinin de öyle sayılması gerektiğini savunuyor. Burada önemli olan şey, cismin nerede olduğu değil ne yaptığıdır. (Mesela taşınabilir bir diyaliz makinesinin nasıl olup da bir kişinin boşaltım sisteminin parçası olabileceğini düşünün.) Buradaki mantık, zihni ruh ile değil beyin ile özdeşleştirmenin mantığıyla aynı; zihin, zihinsel işlevleri yerine getiren şeydir.

Aslına bakarsanız Parite İlkesi yalnızca kafamızda gerçekleştirebildiğimiz süreçler için geçerli değil. Kalem ve kağıt kullanarak uzunca bir bölme işlemi yaptığımızı düşünelim. Çok azımız bu uzun işlemin tüm aşamaları hafızamızda tutarak kafamızdan yapabilir. Fakat eğer bunu yapabilseydik buna şüphesiz ki zihinsel bir süreç derdik. Öyleyse bunu Parite İlkesine uygularsak kalem-kağıt sürecini de zihinsel olarak görmemiz gerekir. Bir genişletme veya uzatma, ne diyeceksek diyelim, aynı zamanda bir gelişip güçlenme de olabilir.

Dil; eğer Clark’ın ifadesiyle konuşursak, biyolojik beynin kendi başına yapamayacağı şeyleri yapabilmesini mümkün kılan yapı olarak güçlü bir genişleme ve zenginleşme aracıdır. Dilsel semboller yeni ilgi odakları sunarak dünyanın aksi takdirde gözden kaçıracağımız özelliklerini yakalamamızı sağlar ve yapılandırılmış cümleler, mantıksal ve anlamsal ilişkileri vurgulayarak yeni, daha soyut akıl yürütme süreçleri geliştirebilmemize izin verir (aynı uzun bölme işleminde olduğu gibi). Sadece beynimizi kullanarak asla formüle edemeyeceğimiz geniş düşünce ve akıl yürütme modellerini, kalem veya dizüstü bilgisayar yardımıyla inşa edebiliriz. Bir şeyi yazdığımızda, yalnızca düşüncemizi kaydetmekle kalmaz aynı zamanda bizzat düşünme eylemini de gerçekleştiririz. (Fizikçi Richard Feynman’ın da gözlemlediği gibi: ‘Bu işi aslında kağıt üzerinde yaptım.’)

Clark ve Chalmers, inanç gibi zihinsel durumların da dışsal olarak da lokalize edilebileceğini iddia ediyor. Bunu daha da açıklığa kavuşturmak için Alzheimer hastalığı olan ve gündelik faaliyetlerini yapabilmek için ihtiyaç duyduğu bilgileri depolamak adına bir not defteri kullanan Otto adlı birini düşünmemizi isterler. Otto, bir adresi hatırlaması gerektiği zaman biyolojik hafızası yerine not defterine başvurur. Clark ve Chalmers böylesi bir durumda, not defterinin adresle ilgili Otto’nun inancını da kelimenin gerçek anlamıyla içerdiğini öne sürer. Not defteri, algısal bir arayüz aracılığıyla Otto’nun zihninin geri kalanına bağlı dışsal bir bellek (bir flash bellek gibi) işlevi görmüştür. Clark ve Chalmers, defterin bu statüye sahip olması için “bağlantının” güçlü olması gerektiğini vurguluyor: Yani, sürekli Otto’nun yanında olmalı, Otto içeriklere kolayca erişebilmeli ve bu içeriklere güvenmelidir. (Eğer durum buysa Otto’nun evindeki raflarda duran kaynak kitapların içindekiler, onun zihinsel bir durum olan inancına dahil edilemez.) Diğer yandan; Otto not defterine başvurana dek şüphesiz ki Otto’nun not defterindeki inanç bilinçli bir inanç değildir. Fakat biz onları çağıra dek beynimizde depolanan inançlarımız da değildir!

Zihin felsefecisi Daniel Dennett’in belirttiği üzere, birçok yaşlı insan, gündelik işlerinde onlara rehberlik etmesi için (onlara neyi, ne zaman ve nasıl yapacaklarını hatırlatan) evdeki bazı ipuçlarına güvenir ki bu durumda da Otto’yla aynı konumdadırlar. Hafızaları başarısız olduğu için işleri dış ortama aktarırlar ve onları evlerinden çıkarıp alırlar; Dennett’in Kinds of Minds’ta (1996) belirttiği gibi:

… kelimenin tam anlamıyla onları kendi zihinlerinin büyük bölümlerinden ayırmış olurlar; bu potansiyel olarak beyin ameliyatı geçirmek kadar büyük bir gelişme.

Niçin zihinlerle yalnızca etkileşimde bulunmaktansa bedenlere ve yapay şeylere (artefactlere) uzanan zihinler düşünmemiz gerektiğini sormak isteyebilirsiniz. Bu ne gibi bir fark yarabilir ki? Bu sorunun cevaplarından biri, izah edilen durumlarda beyin, beden ve dünyanın ayrı etkileşimli sistemler olarak değil, kompleks geri bildirim ilişkileriyle birbirine sıkı sıkıya bağlı ve iç içe geçmiş birleşik bir sistem olarak hareket ettiği ve bunun nasıl var olduğunu anlamak için de sürecin bütününe bakmamız gerektiğidir. (Bizzat beynin kendisinin de alt sistemlerin bir toplamı olarak birleştirilmiş olduğunu belirtmekte fayda var.)

Tabii ki kendimizi kafamızın içinde kurulu olan olarak düşünürüz. Böyle düşünme sebebimiz, beynimizin kafamızın içinde bulunmasından dolayı değil, algısal sistemlerimizin dünyayı ve dünya içindeki konumumuzu (gözlerimizin ve kulaklarımızın konumunu yansıtan) nasıl modellediğiyle ilgilidir. (Eğer çok ürkütücü gelmezse) Beyniniz canlıyken kafatasınızdan geçici olarak çıkarıldığını, sinir bağlantılarının sağlam olduğunu ve onu bu haliyle elinizde tutup ona baktığınızı hayal edin. Beyniniz elinizde olsa bile; onu hala kafanızın içindeymiş gibi görünürdünüz.

Şayet zihin, beyin veya deri ile sarılı değilse o nerededir? Sınır çizgisi nedir? Kısa cevap şu ki bir tane sınır çizgisi yoktur ve her halükarda da bu sınır stabil değildir. Zihin dışa doğru genişler ve içe doğru siner. Bazen (örneğin sessiz düşüncede) zihinsel aktivite beyinle sınırlıdır ancak çoğu zaman bedene ve dış dünyaya yayılır. Bu, kontrol altına alınamayan kaygan bir şeydir. Sessizce düşünürken de olduğu gibi, bazen zihinsel aktivite beyin ile sınırlıdır fakat çoğu zaman bedene ve dış dünyaya yayılır. Bu durum kontrol edilemeyen kaygan bir şeydir.


Keith Frankish-The mind isn’t locked in the brain but extends far beyond it“, (Erişim Tarihi: 20.10.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

‘İnanıyorum Çünkü Saçma’ Hristiyanlığın İlk “Meme”i – Peter Harrison

Sonraki Gönderi

Genişletilmiş Zihin – Rachel Bourbaki

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü