Hayvanları umursuyorsanız, onları yemelisiniz. Yalnızca bunu yapabilmenizden söz etmiyoruz, bunu yapmalısınız da. Aslına bakarsanız, onları yeme yönünde hayvanlara yönelik bir sorumluluğunuz vardır. Bu sizin yükümlülüğünüz. Peki ama niçin? Çünkü hayvanları yemek onlara fayda sağlıyor ve uzun zamandan beridir durum böyle. Hayvanları yetiştirmek ve tüketmek, çok eskilere dayanan ve insanlar ile hayvanlar arasında karşılıklı olarak yarar sağlayan kültürel bir müessesedir. Hayvanları var ediyor, onlara bakıyor ve besliyor, sonra da öldürüp yiyoruz. Bu faaliyetten biz gıda ve diğer hayvansal ürünleri temin ediyoruz ve onlar da hayat buluyor. Bu durumdan her iki taraf da faydalanmaktadır. Unutmadan, burada ‘hayvanlar’ derken insan olmayan hayvanları kastettiğimi söylemeliyim. Aynı zamanda bizim de hayvan olduğumuz doğrudur, ama bununla birlikte bir fark yaratacak şekilde yalnızca hayvan olmaktan daha fazlasıyız.
Hayvan yeme eyleminin, eylemi gerçekleştirdiğimiz anda bir hayvana fayda sağlamadığı doğrudur. Faydanın, yemek masamızdaki hayvana düşen kısmı geçmişte kalır. Diğer yandan bu noktada bile hayvan, öldürülme ve yenme kaderinden faydalanmıştır. Masamızdaki hayvanın ve onunla aynı türdeki hayvanların varlığı, insanların o türdeki hayvanları öldürmesine ve yemesine bağlıdır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, yalnızca onları yeme alışkanlığı olduğu için bu sayılara ulaşarak var olmuşlardır. Örneğin, Yeni Zelanda’daki milyonlarca koyun, vahşi doğada hayatta kalmayı başaramaz. Çünkü insanların onları yemesi sayesinde var olurlar. Et yeme eylemi onlar için iyi bir şeydir ve onlara büyük fayda sağlamıştır. O halde onları yemeliyiz. Onları yememek yanlıştır ve bu hayvanları yüzüstü bırakmaktır.
Elbette tükettiğimiz hayvanlar iyi yaşamlara sahip olmalı, en kötü fabrika çiftçiliği uygulamaları bizim argümanımızla meşrulaştırılamaz çünkü buradaki hayvanların yaşam kalitesi epey düşüktür. Yalnızca yaşam sunmak yeterli değil, hayvanlar belirli bir kalitedeki yaşama sahip olmalıdır. Bazı çiftlik hayvanlarının genel olarak konuşursak iyi yaşamları vardır; bunun en güzel örneği Yeni Zelanda’da koyun yetiştiriciliğidir. Belki de bugün dünyada üretilen toplam etin içindeki küçük bir azınlık böyle mutlu hayvanları içeriyor. Fakat yine de önemli bir azınlık, bu refahı yüksek hayvanları daha çok tüketmeyi meşrulaştırmaktadır. Şayet talep bu hayvanlara doğru kaymış olsaydı, gerçekte olandan daha az hayvan var olurdu. Ancak bu bir problem değil, çünkü bizim argümanımız maksimize edici değil, tarihe yaslanan bir çağrıdır.
Evet, mezbahada kesim günü ve hayvanın üzücü ölümü, genellikle sanıldığı kadar acı ile ıstıraptan uzak değil. Ve bu hayvanların yaşamlarında, annelerin yavrularından koparılması gibi başka türden acı ve ıstıraplar da vardır. Ancak hayvanların memnuniyeti ve mutluluğu önemlidir, ve bu hayvanlara bakmakla ilgilenenlerin çoğu tarafından genellikle gözden kaçırıldığı üzere acı ile ıstıraptan daha ağır basabilir. Sözümona “hayvan hakları” savunucuları arasında hayvanların acı ve ıstırabına yapılan vurgu, hayvan memnuniyet ve mutluluğunu göz ardı ederken tuhaf ve rahatsız edici bir hal alır. İnsanlar acı çeker ve ölümleri genellikle acınasıdır; fakat çok azı sırf bu yüzden bütün hayatını değersiz sayar. Aynı şekilde, tükettiğimiz birçok hayvanın kasvetli ve iç karartıcı ölümü, niçin o ana dek sürdükleri tüm yaşamlarına olumsuz bir gölge düşürsün ki?
Hayvanların memnuniyet ve mutluluğunun, sırf bizim türümüzden olmadıkları için göz ardı edildiğinden şüpheleniyorum. Bu özellikle ‘hayvan hakları’ savunucularını rahatsız eden bir tür türcülüktür. Tüm yaşamların inişleri ve çıkışları olur ve bu durum insanlar için olduğu kadar hayvanlar için de geçerlidir. Hem inişler hem de çıkışlar önemlidir.
Bahsettiğimiz bu süregelen karşılık-fayda öyküsü, insanların hayvanları tüketmesi yönündeki ahlaki sorumluluğu var eder. Şayet bu pratik iki taraftan yalnızca birine faydalı olsaydı, belki de bu kadar ısrarcı davranmamızı haklı kılmazdı. Ama görülüyor ki her iki taraf da fayda sağlamaktadır; aslına bakarsanız bu ilişkide hayvanlar insanlardan çok daha fazla fayda sağlar. Çünkü insanlar vejeteryanlar veya veganlar olarak hayatta kalabilirler, oysa vegan veya vejetaryen olan bir çok insanla birlikte çok az evcil hayvan hayatta kalabilir. Gerçekten de çok daha fazla sayıda insan vegan veya vejetaryen olsaydı, bir asteroid çarpmasının dinozorları ve diğer birçok türü yok etmesinden beri, hayvanlar için gelmiş geçmiş en büyük felaket bu olurdu.
Vejetaryenler ve veganlar, yenilmek üzere yetiştirilmiş olan ehil hayvanların doğal düşmanlarıdır. Elbette ki, tüm vejetaryenler ve veganlar aynı değildir. Oldukça az sayıdaki vejetaryen ve vegan, hayvan hakları veya refahı tarafından değil, hayvan eti yeme fikrine karşı bir iğrenme içeren tabu ve çevre kirliliği hissiyle motive edilir. Bu tür vejetaryenler ve veganlar için, roadkill menü-dışıdır (Ç.N.: Roadkill, karayollarında motorlu taşıt sürücülerinin çarptığı ve öldürdüğü hayvanlar için kullanılan terimdir). Hayvan haklarına veya hayvanların refahına dayalı olan çağrıların aksine, bu saygı duyduğum bir gerekçedir. Ama yine de bahsettiğimiz bu vejetaryenler ve veganlar, bu duygulara göre hareket etmenin hayvanlar için kötü olduğunu kabul etmelidir.
Peki etoburların ve çiftçilerin motivasyonları mühim midir? Bu kişiler tipik olarak, hayvanların refahına yüce gönüllülük açısından (erdem ve entelektüel olarak) yaklaşmazlar. Fakat masum olmayan motivasyonların bir yan etki olarak hayvanlar üzerinde faydalı sonuçları varsa, önemli olan şeyin bu olduğunu düşünebiliriz. Veya bunun yerine insanlara veya hayvanlara kabul edilebilir çerçevede bir araç olarak davranmak ile onlara yalnızca bir araç olarak yaklaşmak arasında bir ayrım yaparken Immanuel Kant’ı takip edebiliriz, ki bu da pek kabul görmez. Etoburlar ve çiftçiler, ikincisi değil de birinci ilkeyle (insan ve hayvanlara kabul edilebilir bir çerçevede araç olarak yaklaşmak) sahip oldukları sürece, onlara karşı bir iitiraz yükselmez.
Hayvanların iyi bir yaşam sürdüğü küçük-çiftçilikler doğaya fazla bir zarar vermez.
Bunun sebebi, (tarihsel açıdan) evcil hayvan olarak veya bir iş için yetiştirilmiş köpekleri yemememiz gerektiğidir. Köpek-insan müessesi/geleneği, yalnızca tarihsel işlevine uygun olan davranışa izin verir: Köpek yemek bu geleneği ihlal etmek anlamına gelirdi. Bu evcilleştirilmiş hayvanların var olma gerekçesi bir farka dayanıyor.
Etçil müesseseler tek başlarına var olmazlar. Katılımcıları olan hayvanlara ve insanlara yarar veya zararı her ne olursa olsun, bu müesseseye dayalı uygulamaların dikkate değer başka etkileri de vardır. İlk olarak, bazı olumlu etkileri ele alalım. İnsanların tada dayalı zevkleri vardır. İnsanlar için sağlık açısından bazı yararları vardır. Et endüstrisi çalışan birçok kişiye istihdam sunar. Zarif, bakımlı tarlalarda otlayan sevimli hayvanların kırsal alanlara birçok estetik yararı vardır.
Tüm bunlarla beraber, birçok insanın en çok tepki gösterdiği olumsuzluk, iklim değişimi ve çoğunlukla sığırların geğirmesi ile yellenmesinin sonuçlarıdır. İklim bize vejetaryen veya vegan olmamız için gerekçe sunmuyor mu? Buradaki problem çoğunlukla ineklerden kaynaklandığı için, çözümlerden biri daha fazla sayıda diğer hayvan türlerini tüketmeye yönelmek olabilir. Ayrıca, iklim felaketi çoğunlukla yoğun fabrika çiftçiliğinden kaynaklanmaktadır ve ben bu uygulamayı hayvanlara yüksek refah sunmadığından ötürü savunmuyorum. Aslında elimizdeki bulgular, hayvanların iyi bir yaşam sürdüğü küçük-ölçekli çiftçiliğin çevreye fazla bir zararı olmadığı hatta ona fayda bile sağlayabileceğini gösteriyor.
Tarihsel fayda argümanı, tümüyle farklı bir kategoride yer alan vahşi hayvanlar için geçerli değildir. İnsanoğlu bu hayvanları bir amaç için yaratmadı/üretmedi ve bu ilişkiden dolayı da onlara hiçbir şey borçlu değiliz. Ancak hissedebilen canlılar olarak sahip oldukları yaşamlar saygıyı hak ediyor. Peki eğer açsak yemek için onları avlayabilir miyiz, veya bize zarar verirlerse onları öldürmeye hakkımız var mı? Var olan gereksinimin veya zararın derecesine bağlı olarak; muhtemelen evet. Peki onları sırf spor için avlamaya hakkımız var mı? Muhtemelen hayır. Vahşi hayvanların bilinçli yaşamları vardır ve biz kimiz ki sebepsiz yere bu yaşamı onlardan alalım?
Vahşi hayvanların yaşamları sonsuz bir travma, acı ve ölüm döngüsüdür. Alfred Tennyson’ın doğaya yönelik “pençe ve dişte kan var” ifadesi, vahşi doğada bulunan hayvanların yaşam ve ölümlerindeki açlığı, korkuyu ve ıstırabı anlatmaya yeterli olmaz. Milyonlarca vahşi hayvan, birbirlerini acımasızca öldürüyor ve yiyorlar. Vahşi hayvanlara dair bu acımasız gerçek, farklı türdeki kurgusal hayvanların yemek için birbirlerini parçalamaktansa cana yakın arkadaşlar olarak gösterildiği çocuk kitaplarının ve filmlerinin büyük çoğunluğunda çocuklardan gizlenir: Yiyeceklerini aldıkları yer genellikle sansürlenir. Yetişkinlerin çocuklara hayvanlara dair söylediklerinin büyük bir kısmı devasa bir yalandan ibarettir.
İnsanlar, yiyecek olarak veya başka amaçlar için yetiştirdiği hayvanları beslerken Tanrı’ya göre daha başarılı gibi görünüyor
“Kötülük Problemi“, Tanrı’nın varlığına yönelik öne sürülen yaygın bir sorundur ve genellikle insanların çektiği acılara odaklanır. Fakat öyle görülüyor ki vahşi hayvanların çektiği acılar da Tanrı için büyük bir problem ve belki de insanların çektiği acılardan daha büyük bir baş ağrısı olmalıdır. Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi olan bir Tanrı, niçin hayvanlara bu kadar acı çektirsin ki? Hayvanların çektiği acıların doğası ve kapsamıyla ilgili, özgür iradenin değerine (Ç.N.: Plantinga’nın çözümü) dayanarak insanların çektikleri acıları açıklamaya yönelik yanıtlar hayvanlar için geçerli değildir ve bu Tanrı’nın varlığı aleyhine daha da zorlayıcı bir argüman oluşturur. Şayet mutlak iyi bir Tanrı varsa, bu canlıları niçin bu kadar devasa korku ve vahşet içinde bıraktığını merak edebiliriz.
İnsanların bazı hayvanları tüketmek için besleyip yetiştirmesi, aslında hayvanlar aleminin karanlığında nadir görülen bir ışık anlamına gelir. Pek çok evcil çiftlik hayvanı, vahşi hayvanların kıskanması gereken iyi koşullarda tüketilmek için yetiştirilir ve büyütülür. Tükettiğimiz bazı hayvanların gündelik olağan yaşamı adeta bir kaplıca salonu gibidir! Vejetaryenler ve veganlar evcil çiftlik hayvanlarının doğal düşmanlarıysa, etçil insanlar da onların doğal dostlarıdır. Gerçekten de, yiyecek ya da başka amaçlar için yetiştirdiğimiz hayvanları beslemek ve onlara bakmakla, insanlar Tanrı’ya göre çok daha iyisini yapıyor gibi görünüyor.
Peki öne sürdüğümüz bu etobur-yanlısı argüman, insanları yemek için de geçerli midir? Eğer yararlarına olacaksa, bazı insanları köleleştirmemiz, öldürmemiz ve yememiz gerektiği anlamına mı geliyor bu? Hayır. Öncelikle, koşullar tümüyle farklıdır. İnek, koyun ve tavuk gibi evcilleştirilmiş hayvanlar mevcut varlıklarını bizim onları avlamamıza borçluyken, insanlar mevcut varlıklarını avlanmaya borçlu değildir. Benim bildiğim kadarıyla varlıklarını yamyam bir et yeme alışkanlığına veya uygulamasına borçlu olan hiçbir insan yok. Ayrıca böyle olsaydı bile, serbest bırakıldıklarında bu uygulama olmadan da hayatta kalabilirlerdi ki bu evcilleştirilmiş hayvanların durumuna hiç benzememektedir. İnsanların ve evcilleştirilmiş hayvanların mevcut durumu birbirinden tümüyle farklıdır.
Aslında daha temele inersek, insanlar hayvanların sahip olmadığı türden haklara sahiptir. Haklara sahip olmak yalnızca insanların ve hayvanların yaşamlarının değerli olduğu anlamına gelmez, elbette yaşamları önemlidir. Bunun daha spesifik bir anlamı vardır; eğer bahsettiğimiz uygulama onlara fayda sağlayacak olsaydı bile, iradeleri dışında insanları öldürmenin ve yemenin (ahlaken) yanlış olacağını ima eder. Bundan dolayı, örneğin, bir insan masum bir şekilde hastane kontrolüne gittiğinde karşısına çıkan bir doktor diğer beş insanın hayatını kurtaracak nakil için onun organlarını almak adına hastayı ameliyata alamaz. Ancak diğer yandan, bir veteriner hekimin, diğer beş sahipsiz başı boş köpeği kurtarmak adına sokakta dolaşan masum bir sahipsiz köpeği ameliyata alabileceğine inanıyorum. Bu anlamda hayvanların “hakları” yoktur. Bahsettiğimiz bu haklar, insanlar ile hayvanlar arasında ahlaki bir çizgiye parmak basmaktadır. Ancak yine de, “haklar” terimini nasıl kullandığımız konusunda daha az titiz olduğumuzu ve hayvanların “haklara” sahip olmasının yalnızca onların bilinçli yaşamlarının değerli olduğu anlamına geldiğini söylememiz gerek. Böylece evcil hayvanları öldürüp yerken bu “haklara” saygı duyuyoruz. Nitekim biz böyle yapmasaydık, hayvan hakları diye bir şey olmayacaktı.
Peki, insanların sahip olduğu ama hayvanların sahip olmadığı bu hakların kaynağı veya temeli nedir? Diğer pek çok gerekçeyle birlikte bence bu kaynak, nedenlere dayalı olarak bir şeyler düşünme, bir şeyler yapma veya karar verme yeteneğimiz olan ‘rasyonelliğimiz’dir. Elbette her zaman olması gerektiği gibi akıl yürütemiyoruz. Fakat burada sözü edilen rasyonalitenin asıl anlamı, sıklıkla bir şeyler yaparız veya düşünürüz çünkü bunun yapılacak veya düşünülecek en doğru şey olduğunu düşünürüz. Filozof Christine Korsgaard, akıl yürütmenin veya en azından öz-bilince dayalı olan insan muhakemesinin, onun “normatif öz-denetim” (normative self-government) adını verdiğini şeyi içerdiğini söylediği için bunu onaylamış gibi görünüyor. Bu, sahip olduğumuz düşüncelerimiz üzerine düşünme yeteneğinden (genellikle ‘üstbiliş’ olarak adlandırılır) çok daha fazlasıdır, aynı zamanda kişinin inançlar veya niyetler oluştururken fikirlerini ve düşüncelerini değiştirme becerisidir de: Çünkü sahip olduğumuz inanç-setinin bunu gerektirdiğini düşünürüz. Daha öz-bilinçli türden muhakemelerde, normatif kavramları bizzat kendimize uygular ve böylece de fikirlerimizi değiştiririz.
Biz bunu yapmadan evvel hayatları genel olarak iyi olduğu müddetçe, onları öldürüp yemeliyiz.
İnsan bebeklerinin henüz muhakeme sahibi olmadığı ve zihinsel bir engelden ötürü akıl yürütme becerisi olmayan yetişkin insanların var olduğu doğrudur. Rasyonalist teoriler (Ç.N.: bilişsel becerilere dayalı yaklaşımlar) bu vakalarda sendelemektedir. Fakat antik Yunanlıların da dile getirebileceği gibi, insanların doğası gereği veya “telos” olarak akıl yürütmeye sahip olduğunu söylersek, bu vakalar kolayca ele alınabilir. Tıpkı tüm kalplerin kan pompalamadığı ve tüm kahve makinelerinin kahve yapmadığı gibi, rasyonel olmak da her zaman yerine getirmese dahi bir insan işlevidir. Kaza geçirmiş olan veya genetik bir bozuklukla dünyaya gelmiş olan üç ayaklı talihsiz köpek sayısı çok az olsa da, köpeklerin dört ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde, insan bebekleri ve muhakeme becerisini engelleyen yetişkin zihinsel engelli insanlar olmasına rağmen insanların rasyonel hayvanlar olduğunu söyleyebiliriz, çünkü yetişkin insanların genellikle düşündükleri, yaptıkları ve karar verdikleri şeylere dair ellerinde gerekçeleri vardır.
1780 yılında Jeremy Bentham hayvanlara dair şunu söylemişti:
Asıl mesela “akıl yürütebiliyorlar mı?” veya “Konuşabiliyorlar mı?” değil “Acı çekebiliyorlar mı?” meselesidir.
Hayvanların çektiği acının önemli olduğu konusunda Bentham’la hemfikirim, fakat benim itiraz ettiğim şey onların memnuniyetlerinin ve mutluluklarının da önemli olduğudur. Diğer yandan acı çekmenin önemli olmasının, akıl yürütmeyi önemsiz kılmadığını söylemek isterim. Belki bunların her ikisi de farklı biçimlerde önemlidir. Bentham’ın farklı şekilde hayvanların hakları olduğunu kabul edersek, o halde soru daha çok “Akıl yürütebiliyorlar mı?” sorusu olur. insanların, akıl yürütebildikleri için hakları vardır, hayvanların ise akıl yürütemedikleri için hakları yoktur. Hayvanlar haklarından yoksun oldukları için, onlar adına neyin iyi olduğunu paternalist olarak biz belirleyebiliriz. Ve yaptığımız bu iyilik, biz bunu yapmadan evvel hayatları genel olarak iyi olduğu müddetçe, onları öldürüp yememiz gerektiğini söyler. Karşılıklı-yarar sağlayan etçil uygulamalar çerçevesinde onların hiçbir hakları yoktur.
Bazıları, tüm eşsiz değerimizi ve diğer türlerin yırtıcılığına karşı korunma hakkımızı rasyonelliğimize dayandırmamız gerekip gerekmediğini merak edebilir. Haklar da doğurabilecek başka etkileyici özelliklerimiz var. Diğer yandan, rasyonelliğe başvurmanın avantajlarından bir diğeri, insan yaşamının önemli ve değerli olduğunu düşündüğümüz diğer birçok yönünü de kapsayıp vurgulamasıdır. Göz kamaştırıcı kavrayışımızı veya yaratıcı hayal gücümüzü düşünün: Bunlar, irademiz dışında yenmeme hakkı da dahil olmak üzere, ayırt edici haklar doğurabilecek şekilde içsel olarak ve kendinde-değerli olabilir. Söz konusu bu değerli özellikler de insana özgü gibi görünmektedir. Unutmamak gerekir ki, bu özelliklerin çoğu rasyonelliğe bağlıdır. İnsan bilgisinin erişildiği ölçüde ve bu yolla edinilen bilgi de ancak düşünebilen akıl sahibi varlıklar için mümkündür. Örneğin bilimsel proje; yöntemler ve kanıtlara özellikle ölçme-değerlendirmeye yönelik spesifik bir öz-kavrayış üzerine kuruludur.
Öyle görülüyor ki, bu fenomenler hala rasyonalitenin kapsamı ve yörüngesi içindedir. Peki ya yaratıcı hayal gücü? Pek çok Sürrealist, 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı felaketten aşırı rasyonel düşüncenin sorumlu olduğunu düşünmüş ve buna bir tepki olarak da André Breton’un Sürrealizm Manifestosu’nda (1924) da olduğu gibi, yaratıcı hayal gücünü rasyonel teemmülden daha değerli görmüşlerdi. Peki ama insanın yaratıcı hayal gücü tam olarak nedir? Ve hayvanlar da bizim ki gibi mi hayal kurar? Kim bilir belki evcil bir köpek yürüyüşe çıkarıldığını hayal edebilir. Fakat bu ilgi çekici olan, güzel sanatlar veya edebi eserleri üreten, bilimsel teorilerde devrim yaratan veya yeni yaşam biçimleri tasarlayan insanların yaratıcı hayal gücü gibi değildir. Yalnızca reflektif-rasyonel akıl, bu türden bir yaratıcı hayal gücüne sahip olabilir. Böylece, özel ve ayırt edici görünen ve hak yaratma potansiyeline sahip olması anlamında ahlaki öneme sahip birçok insan olgusunun rasyonaliteye bağlı olduğu görülmektedir. Bu durumda öyle görünüyor ki, eşsiz ve ayırt edici görünen ve hak doğurma potansiyeline sahip olması bakımından ahlaki değere sahip olan insanlığın birçok fenomeni, rasyonelliğe bağlı gibi görünmektedir.
Elimizde mevcut olan bu rasyonalite anlayışıyla, gözlerimizi hayvanların zihinlerine çevirelim. Yakın kuzenlerimiz olan maymunlar ile başlayalım. Onlar da insanların rasyonel kapasitelerini paylaşıyor mu? Maymunlar üzerine yapılan bilimsel çalışmaların şu an belirgin bir sonucu yok. Ve araştırmacılar böyle düşünmüyor. Bu tür bazı canlıların bir tür akıl yürütmeye girişebileceklerini veya en azından insan akıl yürütmesiyle paralellik sergileyen düşünce biçimlerine sahip olduklarını gösteren bazı kanıtlar mevcut. Aslında primatların akıl yürüttüğüne dair en iyi bulgu, maymun kuzenlerimizin de insanlarda bulunan benzer irrasyonelliklerden mustarip olmasıdır. Psikologlar Laurie Santos ile Alexandra Rosati, 2015 yılında yayınladıkları bir makalede bunu ele aldılar. Sonuç şöyle; eğer hayvanlar kötü bir şekilde akıl yürütüyorlarsa, o halde akıl yürütüyorlar demektir. Onların da akıl yürüttüklerine dair ulaşılan sonuç tartışmalı; ama eğer durum böyle olsaydı; bu sözünü ettiğimiz türden hayvanların sahip oldukları rasyonellikler gerekçesiyle insanlarınki gibi ahlaki haklar tarafından korunması gerektiği anlamına gelirdi. Fakat şu an, maymun kuzenlerimizin öz-kişilik hakları üzerinden şu ya da bu şekilde yola koyulabilecek kadar bilgimiz yok.
Bahsettiğimiz bu örneklerin aksine araştırmalar; inekler, koyunlar, tavuklar ve diğerleri gibi tükettiğimiz evcilleştirilmiş hayvanların çoğuyla ilgili epey muğlak sonuçlara sahip. Neredeyse hiçbir araştırmacı bu hayvanların rasyonalite sahibi olduğunu düşünmüyor. Bilinç sahibiler, haz ve acı hissedebilirler ve örneğin alet kullandıklarında bir tür zeka belirtisi gösterirler. Bir amaca ulaşmak için araç kullanabilirler (veya amaç hedefleyebilirler). Bunun yanı sıra filler ve köpekler gibi çoğu aşırı zeki tür bir amaç peşinden koşar, ama bu epey inatçı/kararlı bir şekilde olur ve ikisi fark edilir biçimde birbirinden ayrıldığında bile niyetleri takip etmeye devam ederler. Böylesi bir kararlılık, görülen psikolojik mekanizmanın bir akıl yürütme değil, ilişkilendirme-çağrışım olduğunu gösterir. Şayet filler ile köpekler akıl yürütmüyorsa ineklerin, koyunların ve tavukların bu konuda daha başarılı olmaları pek mümkün değildir.
Araştırma sonuçlarının tam olarak bize ne göstereceğini beklemek zorunda değiliz; doğrudan yemek masasına geçebiliriz
Evcilleştirilmiş hayvanların zihinlerinin kompleksliliğinin ateşli bir savunucusu olan Lori Marino bile, bu hayvanların, insanlara özgü öz-bilinçli akıl yürütme gibi bir şeye sahip olduğunu öne sürmez. İneklerin, koyunların ve tavukların Korsgaard’ın bahsettiği anlamda öz-reflektif (self-reflective) olarak akıl yürütebildiğine dair elimizde hiçbir bulgu mevcut değil gibi görünüyor; ve bu durum da onların haklardan yoksun oldukları anlamına gelmektedir. Tabi ki bu hakların olmaması, işe yaramaz olan devasa bir haklar nosyonuna başvurmadıkça; onların hayatlarının hiçbir değeri olmadığı anlamına gelmez. Bilinç sahibi olmaları önemlidir. Fakat tam da bundan ötürü onları öldürüp yemeliyiz. Bu hayvanlar da dahil, öldürüp yersek onlara iyilik etmiş oluruz. Yemek için yetiştirdiğimiz hayvanlar arasındaki istisnalardan biri, bilgisayar joysticklerinin sürpriz bir şekilde ustaca gösterdiği üzere akıl yürütmeye işaret edebilecek bilişsel esneklik gösteren domuzlardır.
Genel olarak konuşursak, hayvan psikolojisindeki bulguların mevcut durumu, farklı hayvanlar için farklı kesinlik dereceleri önerir. En yakın akrabalarımız olan maymunlara dair belirsizlik söz konusuyken, yemek için yetiştirdiğimiz evcilleştirilmiş hayvanların çoğu hakkında elimizdeki veriler daha nettir. Domuzlar istisna olmakla birlikte, çiftlik hayvanlarının reflektif bir biçimde akıl yürütemeyecekleri ve bu nedenle de onları kendi iyilikleri için yememizi engelleyecek haklara sahip olmadıkları ortadadır. Bu durumda inekler, koyunlar ve tavuklarla ilgili araştırmaların sonuçlarını beklemek zorunda değiliz; doğrudan yemek masasına geçebiliriz.
Bir tavuk yolun karşısından diğer karşısına geçebilir, ama bunu bir gerekçeye dayalı olarak yapmaya karar vermez. Tavuğun sahip olduğu bazı niyetler yolun karşısına geçmesine sebep olabilir; ve bu tavuk, yoldan geçip geçmediğine dair zeka belirtisi sergileyebilir. Fakat bu tavuk, niyet ve arzularının peşinden gitmeye karar vermez ve karşıdan karşıya geçmenin iyi bir fikir olup olmadığı konusunda rasyonel bir karar vermez. Biz, “Tavuk niçin yolun karşısına geçti ki?” diye sorabiliriz ama tavuk kendisine “Niçin yolun karşısına geçmeliyim ki?’ diye soramaz. Biz bunu da sorabiliriz. İşte niye onları yiyebileceğimizin sebebi.
Çevirmenin Birkaç İtirazı:
Aşağıda yer alan hayvan etiği ve veganizme dair diğer içeriklerimize baktığınızda büyük bir kısmının hayvan etiği savunucusu vegan ve vejetaryenler tarafından kaleme alındığını göreceksinizdir. Bu yazıyı karşıt görüşlere de yer vermek adına epistemik bir tutum olarak çevirdim. İzninizle birkaç eleştirimi sıralamak isterim:
- Hayvanların tüketimine yönelik yapılan kültürel ve tarihsel vurgunun çok belirleyici olduğunu sanmıyorum. Değerler alanına dair bir eylemin kültürel ve tarihsel sürekliliği, o eylemin ahlaki statüsüne dair bize pek bir şey söylemez. Geçmişte birçok kültür insanları kurban ediyor veya kadınlara ayrımcılık yapıyordu; fakat bu durum bu eylemlerin bugün ki ahlaki statüsünü doğrulamaz veya bize etik bir ölçüt sunmaz. Aynı şey yazarın söylediği hayvan kullanımı için de geçerli gibi geliyor bana.
- Hayvanların öldürülene dek mutlu ve memnun olmaları ve bu memnuniyet veya mutluluk koşullarının arttırılması yönündeki yeni refahçı çerçeve birçok açıdan eleştiriye açıktır. İlk olarak, bir hayvanın öldürülene dek mutlu bir yaşamı olması veya ona yüksek refahlı bir yaşam sunulması, öldürülmesini meşrulaştırılmaz. Aynı şeyi bir insan için de düşünün, bir şekilde sömüreceğimiz köle insanları öldürme günümüz (?) geldiğinde, “şimdiye dek size mutlu bir yaşam sunduk bunun önemini göz ardı etmeyin” dememizin, öldürme eylemini meşrulaştırdığını söyleyemeyiz. Yazar böyle olduğunu söylüyor fakat nu ahlaki sezgilerimizin bize gösterdiğinden daha açık bir şekilde yanlış gibi görünüyor. Bunu diğer dipnotlarda biraz daha açacağım.
- Bununla birlikte bir hayvanı öldürmek onun ileride deneyimleyeceği potansiyel mutluluk ve memnuniyeti yok etmek anlamına gelir. Bundan dolayı “yaşamının büyük bir kısmında ona mutlu bir yaşam sunduk” argümanı “niçin bunu sunmaya devam etmiyorsun?” sorusuyla eleştiriye daha açık hale gelebilir.
- Regan’ın da söylediği gibi “hayvanlar kendi yaşamlarının özneleridir” ve bu nedenle de yaşamlarının içsel bir değeri vardır. Yazıda dile getirilen hiçbir argüman bu Regan’cı çerçeveyi et yemeyi meşrulaştıracak bir şekilde yanıtlamamaktır.
- Fayda-zarar maliyeti açısından eylemlerin ahlaki statüsünü değerlendirmek her zaman için makul bir sonuç doğurmaz. Faydacılık göz ardı edemeyeceğimiz bir çerçevedir fakat her zaman ahlaki sonuçlar doğurmak zorunda değildir. Örneğin toplam fayda miktarını arttıran bir eylem düşünelim, 5 genç bir yaşlı adamı dövmektedir ve bundan zevk almaktadır. Sizce bu ahlaken doğru mu? Bu yaygın itiraz bile faydacılığın tek başına ahlaki problemleri çözemeyeceğine işaret etmektedir. Belki yazar bir tür kural faydacılığını benimsemeliydi,; fakat böyle olsaydı bile şu yazımda da iddia ettiğim gibi bunun vejetaryenizme gidecek yolda bir argüman inşa edebileceğini söyleyebilirdik.
- Çiftlik hayvanlarının veya evcil hayvanların çoğunun doğada yaşamayacağı konusunda yazara katılıyorum. Fakat bu durum onları kullanma ve yemeye yönelik eylemimizi gerekçelendirmez. Burada takınmamız gereken tutum, bu durumu bizim var ettiğimizi ve hayvan sömürü/kullanımına dayalı devasa bir endüstri yarattığımızı göz önüne alıp neler yapabileceğimizi düşünmektir. Eğer vegan tercihler ucuzluk, erişebilirlik ve lezzet açından giderek artarsa var olan endüstriye yönelik talep azalacak ve tüketmek için daha az hayvan üreteceğiz. Fakat itiraf etmek gerekirse bu bize kesin bir çözüm sunmamaktadır gibi görünüyor. Elimizdeki hemstırların, ineklerin veya koyunların daha az üretilmesinden başka bir çözüm olmaması ise mevcut politikaları sürmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Yapmamız gereken şey var olanı sürdürmektense alternatif yollar üzerine daha çok kafa yormak olmalı.
- Yazar, et endüstrisinin (1) insanların damak tadına hitap etmesi, (2) sağlık açısından faydalı olması ve (3) istihdam sunması ve (4) kırsal alnana estetik katkısından “fayda” olarak söz etmektedir. (1) için karşı argüman sunarsak; damak tadına hitap eden bir çok vegan seçenek giderek artmaktadır, bu vegan seçenekler baharatlar veya diğer gastronomik becerilerle daha da lezzetli hale gelmektedir. Arıca damak tadı bir dereceye kadar yetiştirilme koşulları ve kültürel çerçeve ile ilişkilidir. Bu sosyal kodlar değişince bir miktar değişmemesi için bir sebep göremiyorum. Son olarak ise hayvanların tüketilmesi ahlaken yanlış ise damak tadı ahlaki bir ölçüt olamaz. (2) için uzmanlık alanım olmadığı için konuşmaktan imtina edecek ve beraberinde birçok tartışmayı da getiren pek çok bilimsel kaynağın paylaşıldığı vegan bir doktorun Youtube kanalını önereceğim. (3) ise başlı başına iktisadi bir konudur. İstihdam, serbest piyasa koşulları ve uygulanan ekonomik politikalarla ilişkilidir. Vegan seçeneklerin arttığı bir piyasada, vegan seçenek üreten firmalar da istihdam yaratabilir. (4) nolu argümanı pek ciddiye alınabilir bulmadığımı söylemeliyim: Kırsal alanlara yönelik estetik fayda bir Coğrafya öğretmeni olarak konuşursam artan nüfus artışı, yerleşim yerlerinin plansız bir şekilde doğal alanı talan etmesi, şehirleşme, hayvan kullanımı için doğanın talan edilmesi gibi konularla ilişkilidir.
- Yazar ile hemfikir olduğum birkaç konudan biri Kötülük Problemi‘dir. Eğer yanılmıyorsam, yazar, Delilci Kötülük Problemi ve maksatsız kötülüklerin varlığının, mutlak güçlü-mutlak bilgi ve ahlaken kusursuz bir Tanrı’nın varlığıyla çeliştiği konusunda Rowe ile başlayan ateist itirazlardan habersiz (Çok daha başarılı başka atıflar yapabilirdi çünkü). Din felsefesiyle ilgilenen teist veya ateist birçok felsefeci Mantıksal Kötülük Problemi‘nin Platinga‘nın Özgür İrade Savunusu ile bir miktar çözüldüğünü ama Delilci Kötülük Problemi’nin hala en güçlü ateist argümanlardan biri olduğunu kabul edecektir. Bu konuya dair dergimizin ilk sayısında yayınlanan şu yazım ilginizi çekebilir. Hayvanların bu kadar maksatsız acı çekmesinin imtihan veya başka bir teodise ile çözülebileceğini düşünmüyorum. Hayvanların çektiği korkunç acılar natüralist/ateist hipotezde sürpriz değildir ve gayet beklenildik bir durumdur fakat teizmin bu toplam acı miktarını açıklamak için epey fazla ek-senaryoya ihtiyacı vardır gibi görünüyor. Ancak yine de hayvanların sömürülmesi ve tüketilmesini onaylayan küçük-ölçekli çiftçiliği onaylamak için Kötülük Problemi’ne başvurmak epey talihsiz bir felsefi stratejidir. Çünkü Kötülük Problemi, en nihayetinde Tanrı’nın varlığı aleyhine ateistik bir argümandır ve hayvanlara nasıl davranacağımıza yönelik pozitif bir tutum içermez. Bu açıdan benim gibi atesit bir vejetaryen dahi Kötülük Problemi’nin et yemeyi meşrulaştırmak için hiçbir dayanak sunmadığını iddia edebilir.
- “Vejetaryenler ve veganlar evcil çiftlik hayvanlarının doğal düşmanlarıysa, etçil insanlar da onların doğal dostlarıdır.” Dar bir fayda-zarar maliyeti üzerine şekillenen ahlaki çerçeveye sahipseniz bu türden aşırı sonuç-odaklı kurgusal ittifaklar hayal etmeniz doğaldır.
- Yazarın hayvanların “hakları” olduğunu kabul edip, en temel hak olan “yaşam haklarını” kabul etmediğini görmek beni epey şaşırttı.
- “Peki, insanların sahip olduğu ama hayvanların sahip olmadığı bu hakların kaynağı veya temeli nedir? Diğer pek çok gerekçeyle birlikte bence bu kaynak, nedenlere dayalı olarak bir şeyler düşünme, bir şeyler yapma veya karar verme yeteneğimiz olan ‘rasyonelliğimiz’dir.” Hayvanlarda da insanlar kadar gelişmiş olmasa dahi karar verme, eyleme geçme, karakteristik davranma, faydalı olana yönelme ve benzeri rasyonellik becerileri vardır. Kaldı ki eğer hayvanlarda bu rasyonellik becerileri olmadığı için bizim gibi haklara sahip olmadıklarını düşünüyorsak; 2 yaşındaki bir bebek, bitkisel hayattaki bir birey veya ağır engelli bir insanın da aynı rasyonelliğe sahip olmadığı için hakları olmadığını mı söylememiz gerekir? Tabi ki hayır; bu tartışma “Hayvan Özgürleşme” kitabında Singer tarafından gündem edildiğinden beri kısmen çözüme kavuşturulmuştur bile. 2 yaşındaki bir bebek, bitkisel hayattaki bir birey veya ağır engelli bir insan bizim gibi gelişmiş rasyonel yetilere ve bilişsel aktivitelere sahip olmasa da “haklara” sahiptir ve aynı durum hissedilen canlılar için niye geçerli olmasın? Kosgaard’a atıf yapan argümanlar ile konu bu çerçevede ele alınabilir. Bilişsel düzey üzerinden insanlar ve hayvanlar arasında ahlaki bir ayrım yapmak ya “2 yaşındaki bir bebek, bitkisel hayattaki bir birey veya ağır engelli bir insan”ı ıskalayacaktır ya da türcülüğe çıkacaktır. Görüleceği üzere yazar ikinci yolu seçmektedir. Bu konu için bir sonraki dipnota geçin lütfen.
- “Tıpkı tüm kalplerin kan pompalamadığı ve tüm kahve makinelerinin kahve yapmadığı gibi, rasyonel olmak da her zaman yerine getirmese dahi bir insan işlevidir. Kaza geçirmiş olan veya genetik bir bozuklukla dünyaya gelmiş olan üç ayaklı talihsiz köpek sayısı çok az olsa da, köpeklerin dört ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde, insan bebekleri ve muhakeme becerisini engelleyen yetişkin zihinsel engelli insanlar olmasına rağmen insanların rasyonel hayvanlar olduğunu söyleyebiliriz, çünkü yetişkin insanların genellikle düşündükleri, yaptıkları ve karar verdikleri şeylere dair ellerinde gerekçeleri vardır.” Bir önceki itirazda dile getirdiğim vakaların istisna olduğu ve geneli yansıtmadığına dair yazarın dile getirdiği argümana yönelik Dan Lowe’ın şu yazını tavsiye ederim.
- İnsanların hayvanlara göre çok daha komplike akıl yürütebilmeleri veya gelişmiş öz-bilinçli ve reflektif düşünceli olması veya sınırsız hayal gücüne sahip olması, onları yeme hakkına sahip olduğunu göstermez. Yalnızca bu açılardan daha gelişmiş olduğumuzu gösterir. Yazarın inşa etmeye çalıştığı argüman için çok fazla eksik öncülü var. Aramızda böyle bir fark olsa dahi buradan hareketle niçin normatif bir görevimiz veya ahlaki bir sorumluluğumuz olduğu açık değil. İnsanlar ile hayvanlar arsındaki bilişsel farklılıklardan, niçin onları tüketebilme hakkımız olduğuna doğru giden bu akıl yürütmede birçok sıçrama mevcut. Diğer yandan biyolojik temelli bilişsel farklılıklardan, ahlaki bir üstünlük veya haklar hiyerarşisi kurmak epey tartışmalı görünüyor.
- Hayvanlar adına bazı kritik konularda bizim karar vermemiz gerektiği konusundaki paternalizm tartışmalarında yazara kısmen katılıyorum. Bazen bizim onlar adına karar vermemiz gerekir. Fakat bu karar yazarın iddia ettiği gibi onları tüketmek değildir. Şu yazım ilginizi çekebilir.
Nick Zangwill – “Why you should eat meat“, (Erişim Tarihi: 25.01.2022)
Çevirmen: Taner Beyter
Hayvan Etiği ve Veganizm’e Dair Diğer İçeriklerimiz:
- Hayvan Yemenin Yanlışlığından Ziyade Onların Topyekûn Sömürüsü Nedeniyle Vegan Olun! – Heather Alberro
- Hayvanların Şaşırtıcı Bir Şekilde İnsanlarınkine Benzeyen Acıyı Hissetme Biçimleri – Liz Langley
- Ahlaki Vejetaryenizm – Tyler Doggett (Stanford Encyclopedia of Philosophy)
- Hayvanların Ahlaki Statüsü – Lori Gruen (Stanford Encyclopedia of Philosophy)
- Hayvanların Yaşama Hakkı Var Mı? – Tom Regan
- Sınırlamalar ve Hayvanlar – Robert Nozick
- Çiftlik Hayvanlarının Bir “Şey” Değil, Birey Olduklarıyla Yüzleşme Vakti – Lori Marino
- Filozofların Et Yemek Hakkındaki Söylemleri – Joan McGregor
- Filozof Peter Singer’ın 45 Yıl Boyunca Hayvanları Savunarak Öğrendiği Şey – Kelsey Piper
- Christine M. Korsgaard ile Röportaj: Hayvan Etiği, Kantçılık ve Faydacılık – Röportaj
- Veganizm Her Zaman İçin Et ve Süt Ürünlerinden Kaçınmaktan Ziyade Ahlaki Bir Yaşam Sürmekle İlgili Olagelmiştir – Kate Stewart & Matthew Cole
- Et Yiyenler Veganlık Hakkında Aslında Ne Düşünüyor: Yeni Araştırma! – Chris Bryant
- Çizburger Etiği – Eric Schwitzgebel
- Vejetaryenlik Etiği: Peter Singer ile Bir Röportaj – Tarun Timalsina
- Akademix Ankara Ekibine Konuk Olduk: Etik Vejetaryenizm – Taner Beyter
- Vejetaryen Olmak İsteyen Birinin Soruları ve Cevaplar – Taner Beyter
- Ahlak Felsefesi Açısından Bir Vejetaryenlik Savunusu: Vejetaryenizmi, Etik Olarak Nasıl Temellendiririz? – Taner Beyter
- Hayvanlar – Voltaire (Felsefe Ansiklopedisi)
- Hayvanların Ahlaki Statüsü – Jason Wyckoff
- Vejetaryenizm Üzerine Ahlaki Diyaloglar – Michael Huemer
- Türcülük – Dan Lowe
- Primatlaşan Bireyler: Artılar ve Eksiler – Steve F. Sapontzis
- Hayvanlara Borçlu Olduğumuz Her Şey – Pam Weintraub
- Etik Olarak Hayvanların Acılarını Rahatlatmakla Yükümlüyüz – Steven Nadler
- “İnsanca” Öldürülen Bir Hayvan Yine De Öldürülüyor – Ve Bu Yanlış – Anna Charlton ve Gary Francione
- Yapay Zekalar Hayvanlarla Aynı Etik Korumalara Sahip Olmalıdır – John Basl ve Eric Schwitzgebel
- Kuş Gribi, İtlaf ve Hayvan Hakları – Prof. Dr. Hasan Yücel Başdemir
Teşekkürü fazlasıyla hak eden paylaşım; zihin açan, okuyanı düşünmeğe sevk eden, akılda soru işaretleri uyandıran.
Bazen bir makale, ciltler dolusu kitaptan daha çok şey anlatır bize.
İlminize, emeğinize sağlık, Taner Bey.
Saygı ve iyi dilek.