Antinatalizm Üzerine Bir Deneme – Hasan Orhan

//
821 Okunma
Okunma süresi: 15 Dakika

Dünya, içinde öylesine bir kötülük barındırıyor ki içine azıcık iyilik koyun, onu oracıkta kusar, kendinden uzaklaştırır. İnsanlık kavramı neredeyse tamamen hastadır ve insan için yaşam koşulları hiç olmadığı kadar kötü olmakta, aslında insanlık denen şey, insana yabancılaşmakta, onu tanımayacak kadar körleşmiş durumdadır.

Sayın Beyter’in pratik etiğin konusu olan antinatalizmin (doğumkarşıtlığı) tartışılması gerektiğini vurguladığı dikkat çeken yazısını -çağrısı da denebilir- okuduktan hemen sonra kendimi -nasıl denk geldiyse artık- 2011 yapımı Tony Kaye’nin yönetmeni ve çok kimsenin kendisini The Pianist filminden tanıdığı Adrien Brody’nin başrolü olduğu “Detachment” filmini izlerken buldum. Bunun beni rahatsız eden bir rastlantı olduğunu söyleyebilirim. Beyter’in yazısını okuduktan sonra, gündemime uzak olduğu için, çağrısına karşılık vermeyi düşünmedim. Fakat hemen ardından izlediğim film, Beyter’in dikkat çektiği konuyu gündemime getirdi ve sorduğu sorular üzerine uzun uzadıya düşünmeye başladım. Beyter, hiç argüman öne sürmeyip “şu filmi izlerseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız” demekle yetinseydi, zannediyorum pek bir şey değişmeyecekti.

Biraz filmden bahsedeyim: Nefret, öfke, şiddet, kıskançlık, bencillik, fuhuş, kibir, cehalet, taciz, tecavüz, pedofili, intihar, cinayet, vicdan azabı, istismar, küfür, antidepresanlar, delilik, gözyaşı vb. İşte size filmin özeti… Yolunda giden tek şey yok. En önemlisi ve en rahatsız olduğum şey, film boyunca çocukların devamlı acı çekiyor olmalarıydı. Ne acı ama! (Yazımızın ilerleyen bölümünde son bir ay içinde yaşadığımız acıları da sıralayabilirdim. Ne var ki yakın örnekler can yakıcı olduğundan uzak örneklere başvurmakla yetinecek, o konulara hiç mi hiç girmeyeceğim.)

Film bittikten sonra aynı soruyu sordum. Böylesine işlerin gitmediği bir ortam içerisinde olanlara anbean şahit olurken üstelik, dünyaya çocuk getirmek ister miydin? Kendimi öğretmenin (filmdeki ana karakter) yerine koydum, bir de soruyu öyle sordum. Herhalde istemezdim diye düşünüyorum. Yeterince acı var “bir katkı da benden, olsun alın size on çocuk daha” demek istemezdim hani. Bu kararım bana ilk bakışta oldukça makul gibi göründü, yine de bu kararı duygularımı temel alarak verdiğimi reddedemedim. Tam bu noktada yapmam gereken şey o halde, bu duygusal kararımın reddine beni ikna edebilecek birkaç akıl temelli argüman bulmam olacaktır. Reddine diyorum, çünkü böylesi bir kararın onayı için yeteri kadar nedenim var görünüyor ve açıkçası bunların çoğunun da duygu temelli olduklarını düşünüyor olduğumu tekrar ediyorum.

Antinatalizme dair, Beyter’in söz konusu yazı dışında tek bir cümle dahi okumadım. Bu bir mazeret değildir, kaldı ki sorun da gayet açıktır. Söyleyeceklerimi dolayısıyla, onun haricinde ilgili olabilecek kaynakları bilmediğimden başka bir referans göndermede bulunmadan söylemekle yetineceğim.

1.

Acı içinde tecrübe ettiğimiz yaşamın bize hazdan çok acı getirdiğini bile bile neden çocuk getirmeye devam ediyoruz? Bu soruyu hemen karşımda kendi halinde ot yemekte olan şu ceylana sorduğumu farz edelim. Yanında dünya tatlısı bir de yavrusu olsun.

Gitse de başımdan rahat rahat yemeğimi yesem der gibi şöyle bir bakıyor, bana hiç de kulak asmıyor. Ona, açlıktan gözü dönmüş dişi aslanı işaret ediyorum. Birazdan seni yemek için bütün gayretiyle koşacak ve açıktır ki işini bitirip kanlı boğazından tutacak, ailesine yemek olsun diye yanlarına kadar sürükleyecek seni diyorum. Hiç… umurunda değilim. Bağırmaya başlıyorum. Hey! Yavrun annesiz kalacak… ölümle burun buruna yaşadığın ve her an katledilebileceğin korkusuyla bir anlık gözünü kırpmadığın şu kısacık korkunç hayata onu neden getirdin, diyorum. Derdin ne senin ceylan? Beni duymuyor, daha çok bağırıyor, kendimi ona duyurmaya çalışıyorum. Ancak nafile…

Hayvanlar alemi için durum genellikle böyledir desem, abartmış sayılmam. Bir taraftan göç derdi, bir taraftan hastalıklar, başka yönden kendi aralarında mücadele etmeleri, gün boyu yemek arama mecburiyeti ve hayatta kalmanın birinci ilkesi bakımından düşmana karşı devamlı tetikte olma zorunluluğu… son olarak işte şu türdeş insanların vahşeti… Tüm bu acılara rağmen üremeyi sürdürüyorlar. Peki neden? Çünkü, sadece bunları biliyorlar. Hayvanlar, bu kadarcık bilgiyle yetiniyorlar ve o bildikleri şey de sadece, yaşama tutunma mücadelesinin sürdürülmesi zorunluluğu ve türü devam ettirme içgüdüsüyle çiftleşmek gerekliliğin gayet tabii sezgisi diyelim.

İstisna tuttuğumuz insan için de durum aynıdır diyebilir miyiz? Aradaki fark belki de onların tipik bir temelci gibi bu işleri nasılsa öyle olduklarını kabullenip sorgulamazken, bizim bunları tartışıyor olmamızdır. Onlar gibi bizde doğal olarak çiftleşip duruyoruz. Ya da insanız hani bir farkımız olsun, onlar çiftleşiyor bizse seks yapıyoruz diyelim. Fark etmez, çiftleşiyor da olsak seks de yapıyor olsak, bu eylemi salt haz alımına indirgeyemeyiz. Doğal olarak çiftleşiyoruz ve yine gayet tabii olarak dünyaya çocuk geliyor. Türün devamı için bu gerekli dedik. Sonrasında, dünya nasıl onlar için acı doluysa bizler içinde böyledir ve yapılması gereken, her şeye rağmen mücadele etmeyi sürdürüp hayatta kalmanın bir yolunu bulmaktır. Bu yol dünyaya çocuk getirmemek değildir.

Bu kıyaslama hiç de adil görünmüyor. İnsanı istisna tutmuşsak, demek ki onu diğerlerinden ayıran birtakım öz nitelikler mevcut olmalı. Akıl yürütmek, etik tavır göstermek, seçme veya tercih etme iradesinde bulunmak vs. Onların yapmama, tercih etmeme gibi bir olay karşısında irade gösterme ihtimalleri söz konusu olamaz. Neyi biliyorsa onu yapmayı sorgusuz sürdürüyor ve bildikleri dışına çıkamıyorlar. O halde onlar için gayet doğal dediğimiz şeyler, bizim için doğal olamaz. Bizim cinayet dediğimiz onların dünyasında cinayet değildir, çünkü cinayetin ne olmadığını bilmiyorlar. Dolayısıyla, onları bildiklerinden sorumlu tutabilirken bilmediklerinden sorumlu tutamayız. Acı dolu dünyaya nasıl çocuk getirilir belki de biliyorlardır. Fakat bir çocuk dünyaya nasıl getirilmez, işte bunun bilgisi onlarda yoktur. Burada akıl yürütme becerisi ile bilgiye dair edinebildiğim pozisyon seviye farklılıkları söz konusudur, bizler bilebilme imkanına sahibiz, onlarsa değildir. Yoksa ben de biliyorum, bilgi çağında olmamıza rağmen üremenin seksle ilgisi olduğunu bile bilmeyen devasa bir yığın olduğunu. Böyleleri için üreme irade-dışı gerçekleşen bir olgu olarak kendini gösterir; kaldı ki korunacaklar vs. Fakat konumuz bu değil.

Diğer taraftan, eğer doğamızı meseleye karıştıracak olursak, aynı şekilde kötülüğünde doğamızda olduğunu söyler ve kötü olmaya yönelik meşrulaştırma tehlikesiyle karşılaşırız. İmkanlar mademki eşit değil, savunular da eşit geçerlilikte olamaz. Hayvanız, bu doğru; fakat o kadar da hayvan değiliz. Görünen o ki tekrar başa döndük. Yönümüzü başka tarafa çevirelim iyisi.

2.

Antinatalizme yönelik acı ve haz asimetrisine başvurmak sağduyuma oldukça makul görünüyor. Şimdi de aynı asimetri yöntemini aklımıza gelen başka şeylere uygulayalım, ki böylece bu kavrayışın makul oluşunu tekrar test edelim.

Ben bir öğrenciyim. Üçüncü senesinde olan biri için yeteri kadar yol katettiğim söylenemez. Kimi elimde olan kimi de olmayan nedenlerden dolayı oldukça verimsiz geçen üç koca yıl… Yarısı çevrimiçi geçmiş, neredeyse tamamı maddi sıkıntılarla geçmiş üç yıl. Aldığım hazza oranla bu üç yıllık öğrencilik sürecin bana çektirdiği acının asimetrisini yapayım desem, çektiğim acı aldığım hazza epeyce baskın gelir. Yine devam edip bitirdim diyelim. Peki sonra? Binlercesi arasında diplomalı bir felsefe lisans mezunu daha. Sistem kötü dememize rağmen bu sistemin çarkına bilye olmayı ne hikmetse sürdürmeye devam ediyoruz. Tıpkı dünyaya çocuk getirmek gibi… İhtimal o ki iş bulamayabilirim veya hadi buldum diyelim, eğitim hayatım boyunca edindiğim birtakım ilkelere ters işler yapabilir, mutsuz olabilirim. Bunlar hep ihtimal. Ya da akademisyen olmak istedim diyelim. Şöyle bir bakıyorum, bu yolda giden memnun ki. İşini zevkle yapan bile aldığı azıcık zevki, acı içinde tadıyor. Mademki daha çok acı çekeceğim, o halde okumayı derhal bırakmam benim için hem maddi hem de manevi daha iyi fikir olmaz mı? Bıraktım diyelim, o zaman ne yapacağım? Yine çalışacak ve aldığı üç kuruş paranın zevkine devasa oranla daha fazla acı çekeceğim. Böyle devam edersek işin sonunda mandıra filozofuna varıp ciddiyetten uzaklaşacak, saçmalamayı sürdüreceğiz.

Denebilir ki bu ne biçim örnek, aklına daha iyisi gelmedi mi? Çevremde böylesi bir uslamlama sonucu okulu bırakan çok kişi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum. Dahası, işini terk edenleri de gördüm. Yine dahası, çalışmamayı çalışmaya oranla daha akıllıca olduğunu düşünüp çalışmama kararı alanları da gördüm. İyileri de var denebilir, şartlar herkes için aynı değil de denebilir. Şartları çok iyi olup da yerden yere yuvarlananları, evsiz kalıp sokağa düşecek durumda kalanları da gördüm. Bakın bunlar da bir olasılık. Demem o ki haz-acı asimetriği tamamıyla olasılığa, kâhin öngörüsüne dayanan garip bulduğum bir yönteme dayalı olduğu.

Bize daha akılcı bir yöntem gerekiyor. Bu şekilde akıl yürüterek işin sonunda yaşamın verdiği hazza oranla acının ağır gelmesi sonucunda kendimizi hayattan koparmamız da epey güçlü bir ‘olasılık’. Çünkü bu yöntem, tam olarak inandığımız şeyi bize veriyor, onu yanlışlamıyor. Eğer ki yaşamın acı dolu olduğu yönünde bir hükmümüz varsa, böylesi asimetrik bir yöntemin bu hükmü gerçekten de doğrulaması işten bile değildir.

Mesela, tecrübelerimize dayanarak avukatlığın kötü bir iş olduğuna ve avukatların acı içinde çalıştıklarını varsayalım. Bu durumda avukat olmamak iyi bir şeymiş gibi görünüyor ve olmamanın hazzı, avukat olmanın acısına kıyasla sağduyuya daha cazip görünüyor. O halde, avukat olmamak gerekiyor. Örnekleri çoğaltabiliriz.

3.

Biraz dine, biraz da felsefe tarihine bakalım. Belki buralardan bir şeyler bulabiliriz derken, Kant beni gülümseyerek karşıladı bile. Bu koca filozof der ki eğer bir eylemin maksimi evrensellik ilkesiyle bağdaşıyorsa, o halde bu eylem kendini aklın gözetiminde gerekçelendirmiş olur ve meşruluğunu yine, aklın kendi kendine koyduğu evrensel ilkesinden edinir. O halde o eylemin yapılmasında bir sakınca yoktur ve o pek tabii ahlakidir.

Maksim terimi ile eylemi gerçekleştirmeden önce o eylemin kendisine dayandığı niyeti hatırlayalım. Niyet ettiğimiz şeyin ne olduğu oldukça önemlidir, bu önem eylemin gerekçesi olması bakımından dolayıdır. Kant’ın ahlak yasasını Dostoyevski’nin ünlü romanı Suç ve Ceza’nın baş karakteri olan Raskolnikov’un işlediği cinayet eyleminin maksimine uygularsak, çarçabuk o eylemin, evrensellikten uzak, ahlak dışı olduğu sonucuna varabiliriz. (Haz-acı asimetrisini o da kullanmış ve inandığı şeyi kendince doğrulamış ve onu derhal yapmaya koyulmuştu) Kendimizce yeterli gerekçeye sahipmiş görünen eyleme temel oluşturan niyetinin kendisi evrenselleştirilebilir değildir çünkü. Eğer öyleyse, bu durumda, aynı gerekçeleri Raskolnikov için öne sürüp pekâlâ, onun katlinin meşru ve toplum için böylesinin daha hayırlı olduğuna hükmedebiliriz. Neden, çünkü adam gereksizin tekiydi, tam anlamıyla bir kanserdi. Ailesinin üzerine bir yük, sağı solu belli olmayan romantik bir devrimciydi. Bir at sineği gibi etrafta dolaşıp vızıldamak dışında ne yapıyordu bu adam? Arada işe yaradığı olurdu da neyse, konumuz Raskolnikov değil.

Konumuza geri dönelim. Aynı ahlak yasası Antinatalizmin argümanlarına uygulanabilir mi? Çocuğu dünyaya getirmek için bir eylemde bulunmam gerekiyor (seks yapmam gerekiyor) ve bu eylemin sonucunu evrenselleştirebilir olmalıyım. Evet yapmam gerekiyor, yoksa insanlığın soyu tükenir diyebilirim (En güçlü gerekçe budur, içgüdüseldir). Yeterli değil, acı var ve dünya oldukça kötü… eylemin çocuk için olası sonuçları pek de evrenselleştirilebilir görünmüyor denebilir. (Unutmamak gerekir ki Antinatalizmde, konu sen veya soyun değil, çocuğun kendiydi.) Sonuçta hırsızlığı, cinayeti bu yüzden ahlakın dışına itmiyor muyuz, denebilir. Tam olarak öyle değil, ben insan soyunu sürdürebilme kudretine sahibim ve bu böyle sürüp gelmiş, nasıl olurda çat diye bunun ahlaksızca olduğunu öne sürebilirim? Asıl yanlış olan, yapılması gereken eylemlerin yapılmaması, yapılmaması gereken eylemlerin yapılmasıdır. Kötülüğün veya acının faturasını doğmamış çocuğa kesemezsin, diyebilirim.

Bir Müslüman için durum nasıl olurdu, diye bir soralım. Bildiğim kadarıyla Yüce Allah, kul hakkına girmeyi, yani kötülüğü yasaklıyor ve kendisine iman etmişlerden iyi bir yaşam sürmelerini istiyor. Müslüman, Allah’ın tanımına göre mutlak iyidir ve iyi biri, kendi gibi iyi evlatları dünyaya getirip onları, yine iyi bir şekilde yetiştirmelidir. Soyunu devam ettirmek, ama iyi olması şartıyla, Allah tarafından kendisine iman etmişlere bir görevdir.

4.

En iyisi, daha fazla ileriye gitmeden, başlangıç noktasına geri dönmemiz olacak. Bu dağınık akıl yürütmelerle istediğim sonuca varabilecek gibi görünmüyorum. O halde, soruyu tekrar hatırlayalım: Böylesine istatiksel verilerle gerçekliği su götürmez olan acı dolu dünyaya bir çocuğu, neden getirmeliyim? Üstelik, onun bu işte hiç de rızası olmadan, tamamen kendi irademle veya yapmış olduğum bir hata sonucunda onu dünyaya getirmenin gerekçesi olarak, ona ne söyleyebilirim?

Ya da dünyaya getirdiğimi varsaydığım çocuğun bana sorduğunu düşünelim: “Sevgili babacığım, beni böylesi kötülük ve acı dolu dünyaya neden getirdin?” Şüphesiz meşru olan bu korkunç soru karşısında çocuğuma ne cevap verebilirim?

Açıkçası, ona sadece tek bir cevap verebileceğimi düşünüyorum. Çünkü, seni dünyaya getirebiliyordum yavrucuğum. “Fakat babacığım, beni dünyaya getirmeyebilirdin de… ama getirdin, neden?”

Yapmak veya yapmamak… hepsi bu aslında. Yapmamış olsaydım, bu gibi sorulara maruz kalmayacaktım. Onun altını temizlemeyecek, karnını doyurmayacaktım. Okula göndermeyecektim, başına gelebilecek kötülüklerden onu korumak gibi bir zorunluğum olmayacaktı. Kısacası, doğumdan itibaren yapmam gereken hiçbir şeyi yapmayacaktım. Böylece, acı çekme olasılığını da tamamen ortadan kaldırmış olacaktım ve bu, onun için en doğru karar olacaktı; yani Antinatalistlerin söylediği şeyi yapmış olacaktım.

Diğer taraftan, çocuğu dünyaya getirmiş olsan da yine tüm o sorumluluklarını yerine getirmeyebilirsin. Binlerce örneği mevcut, öyle ki işte şu çöp konteynırına baksan, belki bir vahşi tarafından içine atılmış bir bebek görürsün. Dediğin gibi, yapmak veya yapmamak… Bunca kötülük yapmıyor olsak, neden dünyaya çocuk getirmemeliyiz diye sormazdık herhalde.

Bu noktadan sonra varacağımız yere doğrudan geçeyim: Ey iyi dünya, içinde insan türünü barındırmayan dünyadır. Görüşümüz bu ise, mimarı olmak istediğimiz böylesi dünyaya bir katkı da benden olsun deyip ürememeyi tercih etmemiz gerekir. Fakat bu kararın ahlaki boyutunun doğruluğunu çabucak kabul edip etmemek konusunda şüpheliyim.

Bu bir seçim olduğu kadar acı dolu insan yaşamına kararlı bir tepki, toplumsal kokuşmuşluğa soğukkanlı bir tavır, sosyo-politik zorunluluklara dair negatif bir görüştür; eylememek, aynı zamanda bir isyandır çünkü, bir reddediştir. Birçok şey olabilir, fakat eylenmemişin doğrusu yanlışı olmaz. Sözgelimi, günah olduğuna hükmettiğiniz eyleme ortak olmak istemediniz. Böyle diye de ne günahkâr oldunuz ne de sevapkar. Sadece, günah dediğiniz şeye ortak olmamış, kendinizi böylesi bir eylemin sonuçlarından soyutlamış oldunuz. Günah, onu gerçekleştirenin üzerinedir.

Sorunu ahlaklılıkla bağdaştıramıyorum, çünkü sorun addedilenin nedeni olarak doğumu görmüyorum. Öyleyse, çözümü de doğumu reddetmekte göremem. Neyle karşılaşacağından bihaber dünyaya gelen bebekleri acının ve kötülüklerin nedeni, hazzın veya iyiliklerin nedeni veya böyle şeylerle ilgili bir şey olduklarını düşünerek onlar üzerinden çözümler geliştirmek bana, Freudvari toptancı bir hükümmüş veya Katolik inancın seküler uzantısıymış gibi görünüyor. Biri doğuştan hastanın tedavi edilmesi gerektiğini, diğeri günahkâr doğan bebeğin günahlarından arınması gerektiğini söyler. Biri de sorunu kökten çözelim, iyisi hiç üremeyelim der. Kepazeliklerle dolu iğrenç ellerinizi çekin çocukların ve henüz doğmamışların üzerinden!

Dahası, -şayet imkânınız üremeye elverişli ise- üreseniz de üremeseniz de her halükârda, doğmamış çocuğunuz adına karar veriyorsunuz ve onu ya dünyaya getiriyorsunuz ya da onu dünyaya getirmiyorsunuz. Bu, yaşamın size sunmuş olduğu olanaklarla ve sizin de bu olanakları nasıl değerlendirdiğinizle ilgili de bir problemdir ve tüm bunlar tam anlamıyla bir seçimle kendini gerçekleştirmektedir.

Son olarak, doğruluk veya ahlaklılık salt doğumkarşıtlığında aranmamalıdır. Sorun addedilene bireysel bir tepki olarak ürememeyi seçmek, bir seçim olmaklığı ölçüsünde kendi bağlamı içerisinde ahlaki olduğunu savunabilir ve bu ancak bireysel bir tutum, bir karar veya bir tercih olmakla kendini gerekçelendirip haklılık müdafaasında bulunabilir.

Sorun, insanın baş mimarı olduğu kötülük ve acı dolu dünyanın varlığının somut gerçekliğidir ve doğumkarşıtlığı bu soruna bir çözüm değil, bir tepki olarak gösterilmelidir. Çünkü, bir tepki olduğu ölçüde kendini akılcı temellendirebilir. Günah addedilene ortak olmamak, nereden baksanız, oldukça iradi bir seçimdir ve böylesi bir dünyaya dair gösterilecek her tepki, insanlığın kendisini acıyla resmetmekte olduğu utanç tablosuna düşülmüş bir not olarak anlaşılırlığa kavuşabilir.

2 Yorum

Cemre Deniz Gündoğdu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Antinatalist (Doğumkarşıtı) El Kitabı – Lawrence Anton

Sonraki Gönderi

Yetmişli Yıllar: Bir Dönemin Fotoğrafı – Princeton University

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü