Ben Kimim? Kişisel Özdeşlik Felsefesi – Luke Dunne

Kişisel özdeşliğin çeşitli problemleri felsefe alanının bütünü için zor ama önemli sorular ortaya koyar.

//
4685 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Kişisel özdeşlik, felsefe içinde zihin felsefesinden metafiziğe, epistemolojiden etiğe ve siyaset teorisine kadar pek çok disiplini kapsayan bir problemdir. Sadece tek bir kişisel özdeşlik problemi yoktur – bilakis bu problemler kişinin temelde ne olduğunu sormaya başladığımızda ortaya çıkan bir felsefi problem çeşididir.

Kişisel özdeşlik soruları, şimdiki formlarında ilk kez günümüzde ortaya çıkmıştır, ancak altta yatan kişisel özdeşlik meseleleri, Batı felsefesi geleneğinin baştan beri bir özelliği olmuştur. Felsefi araştırmanın başlangıcına yakın bir zamanda yazmış olan Platon ve modern felsefenin başlangıcında yazmış olan Descartes, temelde ne olduğumuz hakkında teorilere sahiplerdi –bir isim vermemiz gerekirse, ruhlar olduğumuz. Bu, kapsamlı bir felsefi araştırmaya bazı kişisel özdeşlik soruları ile karşılaşılmadan girişilmesinin çok zor olduğunu göstermektedir.

Kişisel Özdeşlik: Muhtelif sorular ve Yanıtlar

Kişisel özdeşlik sorusunun bazı yanıtları (“Ben bir insanım” veya “Ben bir kişiyim” veya hatta “Ben bir özneyim”) daha ileri felsefi çözümlemeye neden olacak kadar belirsizdir. Bazı kişisel özdeşlik problemleri “insan”, “kişi” veya “özne” gibi terimleri tanımlamaya çalışır. Diğerleri ise insan, kişi veya öznenin, zamanda devamlılığı için koşulların ne olduğunu veya başka bir deyişle bir kişi ya da öznenin devamlılığının neyi gerektirdiğini sormaya çalışır.

Başkaları ise bu kategorilerin etik sonuçlarının ne olduğunu veya etik ile ilgili meselelerin bizim temelde ne olduğumuz ile bir ilgisi olup olmadığını soruşturur. Başka bir deyişle, bazıları kişisel özdeşliğin önem arz edip etmediğini sorgulamaya çalışır. Kişisel özdeşlik problemlerinden birine nasıl yanıt verdiğimiz, diğer kişisel özdeşlik problemlerine nasıl yanıt vereceğimizi muhtemelen (kısmen) belirler. Bu yüzden kişisel özdeşlik hakkında özel problemlere özel cevaplardansa bir meseleye genel yaklaşımlar olarak düşünmek için nedenlerimiz bulunur.

“Fiziksel” Yaklaşım

Kişisel özdeşliğin muhtelif problemleri hakkında derinlemesine bir incelemeden önce, bahsedilen genel yaklaşımlardan bazılarının ayrımını yapmak faydalı olacaktır. Kişisel özdeşlik problemine yaklaşımlar üç geniş kategoride yer alır. Birincisi “Fiziksel” dediğimiz yaklaşımdır: bu yaklaşım bizim ne olduğumuzu temel olarak fiziksel bir şeyin içerisinde konumlandırır. Bu tarzdaki teorilerden bazıları, en temelde olduğumuz şeyin beynimiz veya beynimizin bazı kısımları – ister bazı spesifik kısımları ister yeterli miktarı olsun – olduğunu söyler. Burada altta yatan düşünce genellikle zihinlerimizin yalnızca beynimiz belirli bir durumda olduğu için o şekilde olduğu ve örneğin bir parmak veya hatta bir kol kaybetmenin bile bir kişiyi başka bir kişiye dönüştüremeyeceği, ancak beyinlerini ortadan kaldırmak veya değiştirmenin bunu yapabileceğine ilişkindir. Bu türdeki diğer teorilerse, biyolojik bir organizmayı birliktelikleriyle tanımlayan bir fiziksel özellikler yelpazesine atıf yapar.

“Psikolojik” Yaklaşım

Kişisel özdeşliğe dair ikinci bir yaklaşım, bizim temelde, fiziksel bir organ veya organizma olmadığımız, psikolojik bir şey olduğumuzu öne sürer. Bunlara “Psikolojik” yaklaşımlar diyebilir ve Hume’un da yaptığı gibi, bir dizi algı ve izlenimlerin eklemlenmesi/bir araya gelmesi olarak anlayabiliriz. Bu ikisini birbirinden ayıran şey, belirli zihin durumlarının, belirli zaman aralıklarında geçerli olan ilişkiler oluşturmasıdır. Hafıza burada özellikle önemlidir. Örneğin, bu yazıyı yazmaya karar verdiğim zaman ve yazıyı yazmaya karar verirken oluşturduğum zihin durumumu anımsamam arasında bir ilişki vardır. Bizim temelde ne olduğumuzun bu biçimde ilişkilere dayandığı oldukça sezgisel bir fikirdir. Eğer birisi anılarını sildirirse veya onları başka birininkilerle tamamen değiştirirse, bu işlemin sonucunda oluşan kişinin daha önceki kişi ile aynı kişi olup olmadığını sorgulayabiliriz.

“Şüpheci” Yaklaşım

Kişisel özdeşliğe dair üçüncü bir yaklaşım kişisel özdeşlik problemlerinin gerçekliğini sorgular veya onları doğru biçimde yanıtlama imkanından şüphe eder. Bunların hepsine “şüpheci” yaklaşımlar diyebiliriz. Bu yaklaşım, kişisel özdeşlik ile ilgili soruların cevabı olmadığını, onların kendimiz ve zihinsel yaşamlarımız hakkında soru sormanın yanlış yöntemi olduğunu veya bu sorulara hangi cevapları verdiğimizin önemli olmadığını söylemektedir.

Kabaca üç çeşit şüpheci yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, temelde hiçbir şey olduğumuzdur. Varoluşumuzun hiçbir merkezi, diğerlerini aşan çekirdek bir doğrumuz yoktur – bu görüşün etkili bir ifadesi Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’undan ileri gelir. İkincisi, bu sorunun cevabı olmadığını, çünkü sorunun yanlış tarzda bir soru olduğunu, zihinsel yaşamımızın kaynağındansa, aracılığıyla kendimizi anladığımız konseptlere fazla odaklandığımızı söyler. Bu yaklaşım temelde ne olduğumuzun doğa bilimlerine bırakılmasının en iyisi olabileceğini söyler. Üçüncüsü, temelde ne olduğumuzun dünyayı veya ahlakı nasıl görmemiz gerektiğini etkilemeyeceğini söyler.

Theseus’un Gemisi

Bu son görüş, kişisel özdeşliğin özel problemlerini daha ayrıntılı olarak değerlendirilmeyi hak eder. Ama onu daha fazla incelemeden önce, kişisel özdeşliğin sıklıkla çok sayıdaki simpliciter (basit) özdeşlik problemlerinin bir çeşidi olduğunu netleştirmeye çalışalım. Belki de özdeşliğin arketipsel problemi çoğunlukla Theseus’un Gemisi problemi olarak bilinen bir örnekle açıklanabilir. Düşünce deneyi şudur: bir gemi hayal edin, zamanla her tahtası, her direği, yelkeninin her parçası yeni bir parça ile değiştirilmiş olsun. Gemi ustası veya kaptan, birebir eşini çıkarmak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, iki tahta parçası asla birbirinin aynı değildir. Bunun ortaya çıkardığı sorular şunlardır: tüm parçaları değiştiğinde gemi herhangi bir parçasının çıkarılmasından önceki ile aynı gemi midir? Eğer değilse, o zaman hangi noktada başka bir gemi olmuştur?

Teletaşıyıcıya Yol Açın!

Bu, kişisel özdeşlik ile ilgili pek çok ilginç problemle hakkını vererek ilgilenmemiş olmakla birlikte, kişisel özdeşlik problemlerinin nasıl benzer biçimlerde görülebileceğine işaret eder. Derek Parfit böyle bir problemi “Teletaşıyıcı” denen hayali bir cihaz kullanarak örneklendirir. Bu teknoloji, kişinin bedenindeki ve beynindeki bütün hücreleri tarar, yok eder ve başka bir yerde neredeyse hemen kopyalar. Bu, Teletaşıyıcıya giren kişi için, sonrasında hedeflerinde değişmeden kalktıkları kısa bir uyku gibi görünür. Eğer böyle bir teknoloji olsaydı, sezgisel olarak onu kullanmak isteyebileceğimizi düşünebiliriz. Eğer bedenim ve zihnim değişmeden uyanıyorsam bunun ne zararı olabilir?

Kopyalanmanın Problemleri

Tabii bu, Parfit düşünce deneyini değiştirip bize kopyalansaydık ne olacağını sorana kadar geçerlidir. Şimdi, değişmeden uyandığımızda geldiğimiz yerde değişmeden duran bir versiyonumuz bulunur. Peki bu, bu prosedür hakkındaki algımızı nasıl değiştirir? Ya teletaşıyıcıdan bir kalp problemi ile uyanırsam ancak kopyamın tamamıyla sağlıklı olacağını, dolayısıyla yaşamımı o zamana kadarki gibi yaşayabileceğini bilirsem? Bütün bu baş döndürücü bilim kurgusal düşünme, kişisel özdeşliğin bir problemine vereceğimiz yanıtın sezgisel olabileceğini ama aynı mantığı başka kişisel özdeşlik problemlerine uyguladığımızda bizi oldukça çarpık sonuçlarla baş başa bırakabileceğini gösterir.

Derek Parfit

İndirgemecilik – Kuşkucu bir Çözüm?

Parfit’in bütün bunlara tepkisi, kişisel özdeşlik problemlerine kendi ayrı çözümünü önermek değildir. Bunun yerine kişisel özdeşliğin önemsiz olduğunu ifade eder. Önemli olan, öznenin temelde bulunan bir çekirdeği, bir kişilik kriteri veya bizim hakkımızda başka bir derin olgu değildir. Önemli olan, önemli olduğunu bildiğimiz şeyler; yani zihinsel yaşamımızın apaçık olan kategorileridir; anılarımız, algılarımız ve yaşamlarımızı kendimize tarif etme biçimlerimizdir.

Kişisel özdeşliğe dair bu yaklaşım, çoğunlukla “indirgemeci” olarak etiketlense bile, belki daha iyi bir terim “içe dönmüş (adeta dini) düşünce karşıtı” olabilir. Bu, temelde ne olduğumuzu bulana kadar derine daha derine inmeye çabalamamızın savunusunu bize vermez. Bu tarz düşüncenin faydasız olduğunu ve nadiren bize tutarlı cevaplar sunduğunu söyler. Kişisel özdeşlik problemleri, sonsuz bir ilginçliğe sahiptir ve tek bir yazıda özetlenemeyecek kadar geniştir. Çeşitli kişisel özdeşlik problemleri arasındaki ilişki, tartışma konusudur. Eric Olsen “Tek bir kişisel özdeşlik problemi olmadığını, birbirleriyle en iyi ihtimalle gevşekçe bağlantılı olan geniş bir sorular yelpazesi olduğunu” öne sürer.

Kişisel Özdeşlik: Felsefe için Genel Sonuçları

 Bu, pek tabii ki neden kendimizle ilgili tek bir fikrin bütün kişisel özdeşlik sorunlarını karşılamayacağı ile ilgili bir açıklamadır. Aynı zamanda kişisel özdeşlik problemleri bir dizi meta-felsefi, yani felsefenin doğası hakkında ve ona girişirken kullanılacak metodoloji hakkında, soruyu gündeme getirir. Özellikle de felsefede öncelikle hangi soruların cevaplanması gerektiği hakkında doğal bir hiyerarşi olup olmadığı sorusunu gündeme getirerek diğer felsefi sorulara olan cevaplarımızı belirlemeye çalışır.

Çoğunlukla örtülü olarak zihnimiz hakkındaki yargılarımızın etiği etkileyebileceği ama etik hakkındaki yargılarımızın zihinlerimizi etkileyemeyeceği varsayılır. Bu tarz bir öncelik sırası, zihnimiz hakkındaki sorulara verilmiş olan zaten karmakarışık ve çelişkili yanıtları almaya ve onlarla etkileşime geçmeye, biraz derme çatma bir biçimde bir araya gelmiş bir cevap vererek değil de (hem ahlaki düşünme hem de gündelik yaşamımızda) neyin bizim için daha önemli olduğunu sorarak yaklaştığımızda bizi, şüpheye düşürür.


Luke Dunne – “Who am I? The Philosophy of Personal Identity”, (Erişim Tarihi: 20.04.2022)

Çevirmen: Onur Arıkan

Çeviri Editörü: Musa Yanık

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Aristoteles’te İnsan Kavramı – Şerif Fatih Akkağıt

Sonraki Gönderi

Matematik Felsefesi Nedir? – Ahmet Çevik

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü