Konuşulan kelimeler, trafik işaretleri, matematiksel eşitlikler ve bayrakların anlamı olduğu gibi bu farklı şekillerdeki çizgilerin de anlamı vardır. Anlam, yakından alışık olduğumuz bir şeydir – öyle alışık ki, çoğu zaman, hakkında neredeyse düşünmeyiz bile. Ancak yine de, bir kez anlam hakkında düşünmeye başladığımızda, bir anda sıra dışı ve hatta büyüleyici görünmeye başlayabilir. Nasıl olur da bir kâğıdın üzerindeki birtakım şekiller zamanın içinde uzun zamandır ölü olan birine ulaşabilir? Havadaki basit bir ses nasıl olur da ışık yılı uzaktaki bir galaksiyi anında ayırt edebilir? Kelimelere bu olağanüstü güçleri veren nedir? Elbette ki cevap, bizizdir. Fakat nasıl?
Ludwig Wittgenstein (1889-1951)’ın ileri dönem felsefesiyle sıklıkla ilişkilendirilen bir sloganın buna cevabı ‘anlam, kullanımdır’ dır. İşte Wittgenstein’ın aslında söylediği şey:
‘Anlam’ kelimesinin kullanımının -tamamen olmasa da- büyük bir kısmı için bu kelime şu şekilde açıklanabilir: bir kelimenin anlamı, dildeki kullanımıdır.
Bu yorumun felsefi önemini anlamak için öncelikle Wittgenstein’ın bizi kendilerine karşı uyardığı temel şeyleri incelemekle başlayalım.
‘Bugün hava sıcak’ dediğimi varsayın. Bunu bir papağan da söylüyor. Kelimeyi söylemek bir süreçtir; meselâ, hızlıca veya yavaşça yapılabilir.
Ancak papağanın aksine, ben yalnızca bir şey söylemiyorum, ben bir şey kastediyorum. Bu, benim dili kullanış şeklimde iki sürecin yer aldığını ima edebilir. Ancak bu ikinci süreç – bir anlam ifade etmek, bir şey kastetmek – nerede oluşur? Bir şeyi söylemenin aksine, bu kişilerce gözlemlenebilir olarak görünmüyor. Bu sebeple, bir şey söyleyebilse de, papağan bir şeyi kastetmez, çünkü ilgili şahsi sürece dahil olamaz sonucuna varmaya eğilimlidir.
Anlamın, dilin halka açık kullanımına bir tür şahsi eş olduğu düşüncesi Wittgenstein’ın özellikle uyarıda bulunduğu bir endişeydi. Bu, birçok filozofun çalışmasında bulunabilecek bir düşüncedir. Örneğin John Locke (1632-1704)’u ele alalım. Locke çoğu kelimenin, anlamlarını idealar dediği, belirli şahsi zihinsel ögeler ile ilişkili olmalarıyla kazandıklarını düşünüyordu.
Birinin benden rengarenk çiçeklerle dolu bir vazodan kırmızı bir çiçek seçmemi istediğini düşünün. ‘Kırmızı’nın hangi çiçeklere uyduğunu nasıl bileceğim?
Locke’un görüşüne göre, zihin bir kap gibidir. Doğumda, kap boştur ancak duyu ve düşüncelerimiz kısa zamanda içini idealar ile donatmaya başlar. Kırmızı renk gibi basit idealar ediniriz. Basit idealar düşünmenin temel yapıtaşlarıdır. Bundan sonra da basit idealarımızı bir araya getirerek daha karmaşık idealar oluşturabiliriz. Örneğin, beyaz, yuvarlak, katı ve bunun gibi idealarımı bir araya getirip kartopu ideasını oluşturabilirim.
Locek’ un görüşünde, kelimeler anlamlarını bu şahsi zihinsel ögeleri ima ederek elde ederler:
Kelimeler birincil veya anlık anlamda onu kullanan kişinin zihnindeki idealar dışında hiçbir anlama gelmez…
Yani Locke’un görüşünde, papağanın aksine benim neden sadece bir şey söylemediğim, ayrıca kastettiğimin açıklaması, bu halka açık kelimeleri ilgili şahsi ögelerle ilişkilendirmeyi öğrenmiş oluşumdur. Yani yine, anlamın gündelik dilin halka açık kullanımına eşlik eden şahsi bir zihinsel eş olduğunu varsayıyoruz.
Locke’a göre bir kelimeyi nasıl doğru anlayabiliyor ve kullanabiliyorum? Birinin benden rengarenk çiçeklerle dolu bir vazodan kırmızı bir çiçek seçmemi istediğini düşünün. ‘Kırmızı’ nın hangi çiçeklere uyduğunu nasıl biliyorum? Locke’un görüşünde, ‘kırmızı’ yı duyduğum sırada, daha önceden ‘kırmızı’ ile ilişkili olduğunu öğrendiğim ideayı bulmak amacıyla anılarımı – Locke’un ‘ideaların deposu’ olarak düşündüğü yer – araştırırım. Bu depolanan idea bana daha sonra bir uyum bulana kadar önümdeki çiçekler ile karşılaştıracağım bir ‘kırmızı’ örneği – zihinsel bir görüntü – sağlar.
Özetle: anlam ve anlamak hakkında düşünmeye başladığımızda, dilin halka açık kullanımımıza şahsi eşlikler olarak bunların bir görüntüsüne doğru kolayca çekiliriz. Bu, Wittgenstein’ın reddettiği bir görüntüdür. Onun görüşünde, anlam hiçbir şahsi eşlikte değil, tamamen dilin bizim yarattığımız halka açık kullanımında yatar.
Hadi Wittgenstein’ın anlamın şahsi bir eş olduğu görüşüne karşıt argümanlarından ikisini inceleyelim.
İlk olarak, anlamın paralel bir süreç olması gerektiği sonucuna vararak bir hata yaptığımızı belirterek dilsel bir terapi uygular:
Ancak bizi anlamı esasen tanımladığımız türden bir süreç olarak adlandırma düşüncesine iten şey, görünüşe bakılırsa iki paralel süreç anlamına gibi görünen;
- bir şey söylemek’ ile
- ‘bir şeyi kastetmek’
ifadelerinin arasındaki benzerliktir.
‘Bir şey söylemek’ ve ‘bir şeyi kastetmek’ arasındaki yüzeysel benzerlik, bir şey söylemenin bir süreç olmasının, bir şeyi kastetmenin de süreç olması gerektiği sonucuna varmamıza yol açar. Ancak, halka açık bir süreç olmadığından, şahsi zihinsel bir süreç olmalıdır.
Ancak Wittgenstein, bize ‘bir şeyi kastetmenin’ kullanımına baktığımızda, bunun bir süreç olmadığını keşfedeceğimizi hatılatıyor. Bir şey söylemek bir süreçtir. Bu, söyleme eylemini hızlıca, yavaşça veya araya girerek yaptığımız gerçeği tarafından doğrulanır. Ancak, birinin bir şey hakkında konuşurken ‘bir şeyi söylediğinden daha hızlı bir biçimde kastetmesi’ veya ‘yarı yolda söylediği şeyi kastetmeyi bırakması’ – ki eğer bu paralel bir süreç olsaydı bu yapmayacağımız bir şey olurdu – karşısında şaşırırız. Bunu belirtmek Wittgenstein’ın ‘bir şeyi kastetmenin’ gramer-derinliği olarak adlandırdığı şeyi açığa çıkarma uygulamasıdır. ‘Bir şeyi kastetmek’ yüzeysel olarak ‘bir şeyi söylemek’ gibi görünebileceği gibi bir süreç anlamına geliyor gibi de görünebilir. Ancak ‘bir şey kastetme’ nin kullanımını daha yakından incelediğimizde, görünüşün aldatıcı olduğu ortaya çıkar:
Bir sözcüğün kullanımıyla ilgili bizi direkt olarak etkileyen şey sözcüğün cümlenin yapısındaki kullanım şekli, kullanım kısmı – kulağa gelen şeklidir. – de denebilir. Şimdi de derinlik dilbilgisini, diyelim ki ‘anlamına gelmek’ sözcüğünün şüphelenmemize yol açan yüzeysel dilbilgisi ile karşılaştırın. Yolumuzu bilmede zorlanmamız şaşılası bir durum değildir.
Ama eğer kastetmek bir süreç değilse söyleyiş boyunca yer alışını gözlemlemediğimize göre, şahsi zihinsel bir süreç olması gerektiğini varsaymamıza gerek yoktur.
Kırmızı bir çiçeği nasıl seçebildiğimi açıkladığı varsayılan içsel ‘araştırma’ süreci, sadece ‘kırmızı’ zihinsel örneği çağrıştırma yeteneğini varsayar.
Wittgenstein ayrıca kelimeleri doğru bir biçimde anlayabilme ve kullanabilme yetimizin açıklaması olarak içsel bir ‘araştırma’ süreci varsaymak döngüsellik içerdiğini belirtir. Eğer kırmızı bir çiçeği yalnızca içsel olarak sahip olduğum zihinsel kırmızı örneğini belirleyip çiçekleri onunla karşılaştırarak seçebiliyorsam, doğru zihinsel örneği nasıl belirleyebiliyorum? Bu noktada, açıklamaya çalıştığımız yeteneği – ‘kırmızı’ şeyleri seçebilme – önceden varsayıyoruz.
Elbette, hangi zihinsel örneğin kırmızı olduğunu hiçbir şeyle karşılaştırmadan direkt olarak belirleyebileceğim konusunda ısrarcı olabilirsiniz. Ancak öyleyse neden aynı şeyi çiçek için de geçerli olmasın? Aslında, durum tam olarak bu – kırmızı çiçeği hiçbir şeyle karşılaştırmadan seçmeniz – değil mi? Dışarıda olan şeyi ‘kırmızı’ olarak tanımlayabildiğimizi açıklamak için şahsi içsel bir şey sunmak gereksizdir.
Belki de ikna olmadınız. Sonuçta, kelimelerin ne anlama geldiğini bize söylemeleri için renk modelleri kullanırız. Örneğin ‘menekşe rengi’ nin bana ne olduğunu hatırlatması için bir dekoratörün renk kataloğunu kullanabilirim. Ama bu durumda, renk modeli ve kelime objektif olarak ilişkilidir – belki de fiziksel olarak birbirine bantlanmıştır. Yani bana gelecekte referans olarak kullanmam için dosyalayabileceğim bağımsız bir şey sağlarlar. ‘Kırmızı’nın anlamını ilgili şahsi zihinsel modeli bulmak için idealarımı depoladığım yer boyunca ‘araştırarak bulabilmem’ önerisiyle ilgili sorun, bu tür modellerin objektif olmamasıdır. Tıpkı bir çeşit acı gibi, kırmızının zihinsel bir görüntüsü deneyimlenmemiş bir biçimde var olamaz. Yani, ilerde ‘kırmızı’ nın ne olduğunu öğrenmek istediğimde, doğru zihinsel görüntüyle canlandırabilmem için ‘kırmızı’ nın ne anlama geldiğini zaten biliyor olmam gerekir. Kelimeler ve renk modelleri fiziksel olarak birbirine bağlanmamış ve bir çekmeceye rastgele dağıtılmış bir biçimdeyken hangi rengin ‘menekşe rengi’ olduğunu belirlemeye çalışmayı karşılaştırın. Doğru modeli belirleyebilmek için ‘menekşe rengi’ nin anlamını zaten biliyor olmam gereklidir. Benzer şekilde, ‘kırmızı’ bir çiçeği nasıl seçebildiğimi açıkladığı varsayılan içsel ‘araştırma’ süreci zihinsel ‘kırmızı’ modelini seçmeyi veya canlandırma yetisini önceden varsayar.
Wittgenstein bize aslında, genellikle kırmızı bir çiçek seçmemiz istendiğinde bu tip hiçbir içsel karşılaştırmada bulunmadığımızı hatırlatır:
İlerleriz, etrafımıza bakarız, bir çiçeğe doğru yürürüz ve onu hiçbir şeyle karşılaştırmadan alırız. ‘Sıraya uyma sürecinin bu türden olduğunu görmek için ‘kırmızı bir kumaş hayal et’ türünden bir sıra düşünün. Bu durumda sıraya uymadan önce sizden hayal etmeniz istenilen kırmızı kumaşa bir model olarak hizmet etmesi içinkırmızı bir kumaş hayal etmeniz gerektiğini düşünme eğiliminde olmazsınız.
Kısaca, Wittgenstein kullanımdaki bilinç bulanıklığı ve kullanım farklılıklarına dikkat edilmemesi sonucu, dilin iki paralel aktivite – biri özel, diğeri halka açık olan – kapsamında var olduğu sonucunu varsaydığımızı düşünür:
Dilin faaliyetinin iki kısımdan oluştuğunu düşünürüz; işaretlerin işlenmesinden sorumlu inorganik kısım ve bu işaretleri anlama, anlamlandırma, yorumlama ve düşünmeden sorumlu, organik diyebileceğimiz kısım. Bu son faaliyetler, zihin ve doğasını tam olarak anlayamadığımız ve herhangi maddi bir mekanizmanın yapamayacağı şekilde etkilere sebep olan zihin mekanizmasının ortasında yer alıyor gibi görünüyor.
Wittgenstein dilin halka açık kullanımına şahsi eşler olarak anlam ve anlayışın bu tasvirini reddetme konusu ile özellikle ilgileniyordu.
Aynı zamanda, Wittgenstein’ın beynimizde dilin halka açık kullanımına nedensel olarak dayanak olan şeyler olduğunu inkar etmiyor oluşu vurgulamaya değerdir. Bunlar elbette mevcuttur. Bilimsel bir araştırma bu fiziksel şeyleri halka açık bir hâle bile getirebilir. Wittgenstein’ın reddettiği şey anlam ve anlayışın özünün özel bir alanda zorunlu olarak bulunması görüşüdür.
Tatmin olmamış gibi hissedebilirsiniz. Wittgenstein Locke’un anlam teorisini reddediyorsa bunun yerine ne sunuyor?
Wittgenstein’ ın görüşüne göre, anlam ve anlayışın felsefi bir teorisine – veya herhangi bir şeye ihtiyacımız yoktur. ‘Anlam kullanımdır’ sözü, felsefi bir teoriyi açıklamak için değil, bize her zaman burnumuzun dibinde olanı hatırlatmak için söylenmiştir. Esas sorumuza dönecek olursak: ‘bugün hava sıcak’ dediğimde papağanın aksine benim bir şeyi kastediyor olmamın açıkladığı ben ve papağan arasındaki fark nedir? Wittgenstein’ın görüşünde, ilgili farklılıklar benim halka açık sözlerime eşlik eden şahsi eşlerde değil, bizim halka açık olarak yapabildiğimiz şeylerde yatar. Ben ne demek istediğimi gösteren çok çeşitli yeteneklere sahibim. Örneğin, bir cümlenin doğru olması için neyin gerektiğini açıklayabilirim. ‘Sıcak’ kelimesinin ne anlama geldiğini ilgili örneklere işaret ederek veya diğer sözcükleri kullanarak açıklayabilirim. Ayrıca ‘sıcak’ ve ‘bugün’ kelimelerini diğer cümlelerde başarılı bir biçimde birbirine bağlayabilirim. Bir papağan bunların hiçbirini yapamaz.
Wittgenstein’ın sonraki çalışmalarında bulunan anlam hakkında düşünmenin devrimi odağın bu şahsi içsel eşliklerden halka açık biçimde gözlemlenebilir olana kaymasında yatar. Anlam ve anlayış şahsi gizemli bir alemde değil, tamamen halka açık alanda yer alır. Wittgenstein’a göre bir sözcüğün anlamını kavramak onu şahsi içsel bir şeyle ilişkilendirmede değil, kabaca nasıl kullanıldığını bilmedeyatar.
Zihin ve ve anlama gelindiğinde, Wittgenstein bize felsefi teorileri değil de terapiyi önerir ki, tuhaf ve gizemli şahsi alemleri ortaya koyacağımız tavşan deliğine düşme eğiliminde olmayalım.
Stephen Law – “My words have meaning, your parrot’s do not. Wittgenstein explains”, (Erişim Tarihi:22.06.2021)
Çevirmen: Eylül Adıgüzel