Eğer bir bilim insanına bilim felsefesi hakkında bir soru sorarsanız, cevabın bir ya da iki tane filozof içermesi büyük bir olasılıktır. Avusturya doğumlu filozof Karl Popper’ın (1902-94) ismi büyük ihtimalle, bugün hala bilim insanlarının bilimsel olan ile bilimsel olmayan şeyin farkını ayırmakta kullandıkları “sınırlama kıstası” olan yanlışlanabilirlik ilkesi bağlamında baş gösterecektir. Bir teori ancak prensipte yanlışlığı kanıtlanabilen tahminler yürütürse bilimseldir. Yani astroloji bir bilim değildir çünkü tahminleri o kadar muğlaktır ki yanlışlanamaz ve çürütülemez. Popper’ın bilimsel metotla ilgili fikrinin temeli budur. Bilim insanları önce bir dizi yaratıcı varsayımlarda bulunup sonra bu varsayımları çürütmeye çalışırlar. Hipotezleri, çürütmelerinin ışığında ilerler, daha sonra da aynı süreç tekrar başlar.
Bu sırada Amerikan filozof Thomas Kuhn’un (1922-1996) ismi de kendi bilimsel devrimler teorisi bağlamında geçecektir. Günlük normal bilimde[1] bulmacaların çözülmesi ve keşiflerin yapılması, Kuhn’un paradigma dediği ve çürütülemez olarak kabul edilen temel teoriler ağı içinde olur. Mantıken, eğer bilim insanları her beş dakikada bir yaptıkları işi bırakarak tahminlerinin temelini yanlışlamaya çalışıp testler yapsalardı çok da bir şey başaramazlardı. Bunu, Kuhn’un din değişimine veya siyasi devrime benzettiği bir süreçte, hiçbir şeyin kesin olmadığı ve paradigmaların değiştiği devrimci bilimle karşılaştırın. Kuhn; bu tür devrimsel bilimin sadece kanunları, şeyleri ve onların matematiksel tanımlarını değil, aynı zamanda bilim insanlarının, teorik açıklamaların yeterliliğini değerlendirirken kullandıkları standartlarını da değiştirdiğini savundu.
Kuhn’a göre astrolojiyi astronomiden ayıran şey ilkinin yanışlanamazlığı değil, ondan ziyade sonrakinin, yani astronominin, araştırma geleneği ve normal bilimin bulmacalarını çözmekteki rolüdür. Başarısız olan bir varsayımla karşılaşan bir astronom işe koyularak veriyi kontrol eder, hesaplamaları tekrar yapar ya da aletleri yeniden dizayn edip geliştirir. Bir astroloğun ise böyle bir geleneği yoktur ve desteklenmeyen varsayımlara sığınır. Astroloji bilim değildir çünkü astrologlar bilim yapmaz.
Ortalama bir bilim insanının felsefeyle tanışıklığı, geçici bir farklılık olma eğilimindedir. Gerçekten yazık. Maddenin fiziği ve radyasyon, uzay, zaman ve evren gibi temel teorik fizikte bulunan köklü ve görünürde zorlu olan problemler, 50 yıl veya daha uzun süredir ilerlemeye engel vurdu. Temel fizik tarihinde, doğayla ilgili fikirlerin ucuz olduğu ancak bu fikirlerin gerçek dünyayla herhangi bir bağlantısı olup olmadığını gösteren ampirik gerçekleri edinmenin aşırı biçimde pahalı olduğu, uzun sürdüğü ve başarı garantisinin olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Öyle görünüyor ki bu dönem, Popper ‘ın ve Kuhn’un bize yardım edemeyeceği bir dönem. Daha da derinlere bakmalıyız.
Bu, özellikle sicim kuramını beklemedeki yeni paradigma olarak savunan temel teorik fizikçileri için geçerlidir. Geç 1970’lerde başlayan sicim teorisi programında, doğanın basit bileşenleri ve bu bileşenler arasındaki güçlerin, enerji sicimlerinden ya da ilmeklerinden oluştuğu zannediliyordu. Bu tasvir, madde ile güç parçacıkları arasında süper simetri adı verilen temel bir simetriye ihtiyaç duyulması ve Calabi-Yau şekli denilen matematiksel bir yapıda altı fazladan mekânsal boyutu gizleme ihtiyacı nedeniyle çabucak karmaşık hale geldi. İşler, hangisinin evrenimizi oluşturan parçacıklarla ve güçlerle alakalı olduğunu tanımlayabilmenin hiçbir yolu olmayan en az beş farklı sicim teorisi çeşidinin ve aşırı fazla sayıda muhtemel Calabi-Yau şekillerinin var olmasının anlaşılmasıyla daha da karıştı. Bazı sicim teorisyenlerinin cevabı ise antropik ilkeyi[2] çağırmak oldu: Her türden oluşması mümkün olan çoklu evrende, kendimizi zeki yaşamın evrimine mükemmel şekilde uyan bir şekilden inşa edilmiş ve yaşamaya elverişli bir evrende bulmaya çok şaşırmamalıyız.
Bugüne kadar daha bulunamamış olan bu sözde süper simetrik parçacıkların varlığını muğlakça “tahmin etmek” dışında sicim teorisi, herhangi bir şeyi tahmin edebilmekte oldukça yetersiz kalıyor gibi görünüyor. Teori, yanlışlanamıyor.
Sicim teorisi programının gerçeklikle bütün bağlantısını kaybettiği endişesi, 2006 yılında “sicim savaşları”na yol açtı. Popper’ın yanlışlanabilirlik kriteri, sicim teorisyenlerine hesap sormakta kullanıldı. Sicim teorisyenleri ise, bu diktacı felsefi ilkeleri ve “Popperazi”ci düşünceleri reddederek geri saldırdı. Geriye bakıldığı zaman, bu, kaçırılmış bir fırsattı çünkü Popper’ın kriterlerindeki problemler filozoflarca zaten bir süredir biliniyordu ve hem Popper’ın hem de Kuhn’un felsefesini bir araya getiren hazır bir alternatif var. Bu da Imre Lakatos’un bilimsel araştırma programları metodolojisi.
En çok tanınan bilim filozofları arasında belki de felsefeyi yaşanmış bir deneyim olarak bünyesinde barındıran Lakatos’tur. 1922 yılında Macaristan’ın Debrecen şehrinde doğmuş; üniversitede matematik, fizik ve felsefe çalışmış ancak Lakatos’un en büyük tutkusu devrimci komünizm olmuştur. 1944 Mart’ındaki Macaristan’ın Nazi işgalinden sonra, Debrecen’deki Yahudiler gettoya sıkıştırılmış ve sonrasında da yaklaşık 6000 kadar Yahudi, Auschwitz’e tehcir edilmiştir. Lakatos’un annesi ve anneannesi de tehcir edilenler arasında kalmışlar ve sağ kurtulamamışlardır.
Lakatos; kendisini, üyelerini entelektüel açıdan güçlü şekilde etkilediği radikal bir öğrenci grubunun fiili lideri olarak görevlendirdiği, o zamanki adıyla Nagváryad olarak bilinen, şimdi ise Romanya’da bir şehir olan Oradea’ya kaçtı. Bu genç Stalinistler, devrimin romantik bir görüşünü sahiplendiler; onlar “işçi sınıfının ve büyük Sovyetler Birliği’nin yararına günde birkaç kez asılmak için can atıyorlardı.” Gruba 19 yaşındaki Éva Izsák katıldı. Ama güvenli bir kalacak yer bulmakta sıkıntı yaşarken, Lakatos da onun Naziler tarafından yakalanıp zorla kendilerine ihanet ettirileceğinden endişeleniyordu. Bunun yerine, nadir görülen devrimci bir özveride bulunarak onu intihar etmeye teşvik etti. Lakatos’un talimatları doğrultusunda Izsák, Büyük Orman’ın ücra bir köşesine götürüldü ve orada siyanür içip öldü. Bedeni daha sonra bulunduğunda, kimliği hemen tespit edilemedi.
Macaristan’da geç 1944’teki Sovyet zaferinden sonra Lakatos, iktidardaki Komünist Parti’nin aşırı istekli bir üyesi oldu. Ancak bu hevesi yüzünden Parti’nin liderleriyle arası bozuldu ve 1950 Nisan’ında Parti’den atılıp Devlet Koruma Kurumu (Macarca kısaltması; ÁVH) tarafından tutuklandı. En sonunda Kuzeydoğu Macaristan’daki esir kampına gönderilmeden önce, aydan fazla “sorgu”da kaldı. Üç yıl sonra, yani Stalin’in ölümünden altı ay sonra, serbest kaldı. İlginçtir ki Parti’ye sadık kalarak arkadaşları ve meslektaşları hakkında ÁVH’ye bilgi vermeye devam etti.
Lakatos, Macar Bilim Akademisi’nin Matematik Enstitüsü’nde bir mevkiye geldi ve kaybettiği zamanı telafi edebilmek için deli gibi okumaya devam etti. İlk defa orada Popper’ın çalışmalarıyla, özellikle Marksist teorinin eleştirileriyle, karşılaştı. Bütün dünya görüşünü yerle bir etti. Bildiği kadarıyla Ortodoks Marksizm’in bütün “bilimsel” varsayımları sistematik olarak yanlışlanmıştı. 1956’da ise tutkulu bir Stalinist’ten tutkulu bir revizyoniste dönüştü. Popper, Lakatos’un hayatını değiştirdi.
Sovyet T-54 tankları Macar isyanını bastırmak için Budapeşte’nin merkezine geldiğinde Lakatos, Avusturya’ya kaçtı. Rockefeller Vakfı’nın Macar mülteci programından hibe aldı ve 1957’nin ocak ayında İngiltere’ye geldi. Cambridge Üniversitesi’nde doktora çalışmasını yaparken göçmen siyasetinden kaçınarak ve Stalinist geçmişine perde çekerek kendine farklı bir hayat seçme şansını yakaladı. 1960’da Londra Ekonomi Okulu’ndaki (İngilizcede; London School of Economics, kısaca LSE) Popper’ın bölümünde yardımcı okutman olarak atandı. Dokuz yıl sonra uluslararası alanda da köklü bir itibarla birlikte LSE’de mantık profesörü görevine getirildi. 1965 yılında, Londra’da yapılan uluslararası bir seminerde “Bilimsel Araştırma Programlarının Tahrifatı ve Metodolojisi” isimli bir makale sundu. Bu makale, bilim felsefesine yapılan eşsiz bir katkıdır.
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi ile ilgili sorunlar bu dönemde de iyi biliniyordu: Bilim böyle işlemiyordu. Kuhn’un da gözlemlediği üzere, katı yanlışlanabilirlik ilkeleri bilgisizce uygulandığında normal diye kabul edilen günlük bilimsel uygulamaların büyük çoğunluğunu reddeder. Mesela, gezegen yörüngelerinin tam bir elips olmadığını ve her gezegenin günberi denilen Güneş’e en yakın olduğu noktasının hafifçe oynadığını ya da “devindiğini” biliyoruz. Bunun, Güneş sistemindeki gezegenlerin toplam kütle çekimlerinden kaynaklı olduğu ve en çok Merkür’ü etkilediği düşünülüyordu. Ancak Newton kanunları, bu gözlemle çelişen bir devinim tahmin eder. Küçük olsa da bu fark, giderek birikir ve yaklaşık her üç milyon yılda bir “fazladan” yörüngeye eşittir.
Lakatos, hem Popper’ın hem de Kuhn’un yaklaşımlarını değerli bulur.
Böylesine bir çelişkinin gerçekten ne anlama geldiğini anlamak için teorilerin düzenli olarak nasıl uygulandığını kavramamız gerekir. Bu da genellikle sadeleştirme ya da ilave varsayımlar ya da hipotezler içerir. Mesela Isaac Newton’un teorisindeki çekime sahip cisimlerin kütle çekim kuvvetlerinin o cismin merkezinde olduğu varsayımı gibi, bunlardan bazıları, teorinin matematiksel formülasyonunun özünde zaten vardır. Elektromanyetik kuvvetin deneysel çalışmalarında yerçekimi gibi diğer kuvvetlerin etkilerinin güvenli bir şekilde göz ardı edilebileceği varsayımı gibi, hesaplamaları sadeleştirmek için diğerleri gereklidir. Bu da demek oluyor ki ortaya çıkan tahminler hiçbir zaman doğrudan teorinin kendisinden değil, bir veya daha fazla “yardımcı” hipotezden uyarlanan teoriden türetilir. Eğer bu tahminler o zaman yanlışlanırsa, neyin yanlış olduğu asla belli değildir. Kesinlikle teorinin yanlış olduğu anlamına gelebilir ama yardımcı hipotezlerden birinin ya da daha fazlasının da geçersiz olabilir: Kanıt, bize hangisinin yanlış olduğunu söylemez.
Lakatos şöyle yazmıştır:
Bu çelişki, Newtoncu bilimin çürütülmesi olarak mı görülmelidir? Hayır. Ya başka bir zekice yardımcı hipotez ileri sürülür ya da… tüm bu hikâye, dergilerin tozlu ciltlerine gömülür ve bir daha asla mevzubahis edilmez.
Hipotezlerin uygun biçimde yaratıcı şekilde düzenlenmesi, prensipte herhangi bir bilimsel teoriyi neredeyse çürütülemez hale getirebilir.
Lakatos, Popper’ın kriterlerinin çok kısıtlayıcı olduğunu iddia etti. Ama aynı zamanda da Kuhn’un bilimsel devrim sürecinin tanımıyla da rahat değildi. Eğer, Kuhn’un iddia ettiği gibi, bilimsel teorilerin başarısını ölçmek için kullandığımız standartlar bir paradigmadan diğerine değişiklik gösteriyorsa, o zaman hangi teorinin “daha iyi” olduğu sorusu gayet anlamsız kalıyordu. Kuhn için bir devrim, güven krizinden ve sonucundaki bulaşıcı panikten ortaya çıkıyordu. Lakatos, “bu yüzden Kuhn’un görüşündeki bilimsel devrim irrasyoneldir ve sürü psikolojisi meselesidir…” diye yazdı. Bu da insan psikolojisine ve sosyolojisine bağlı oldukça belirsiz bir bilimsel ilerleme kavramına ve dolayısıyla da görelilik suçlamalarına yol açar. Kuhn bu suçlamalara karşı çıktı ancak bu suçlamaları önemsememek de zor.
Bu çelişkilere rağmen Lakatos, hem Popper’ın hem de Kuhn’un yaklaşımlarını değerli bulur. Onun “araştırma programı,” Kuhn’un paradigmasıyla paralellik gösterir. “Sıkı temelli” bir teori ya da yardımcı hipotezlerin oluşturduğu bir “koruyucu kemer” ile çevrili hipotezleri içeren bir araştırma programıdır. Yardımcı hipotezler iki amaca hizmet ederler. Sıkı temeli, tahminler aracılığıyla ampirik dünyaya bağlarlar ve ayrıca temeli koruyarak esasen çürütülemez hale getirirler. Ampirik teste tabi tutulan ve prensipte yanlışlanabilir olan sıkı temelin ve yardımcı hipotezlerin birleşimidir.
Lakatos’un “negatif bulgusal” diye tabir ettiği şeyde, başarısız olmuş tahminler, bilim insanlarını çürütülemez sıkı temeli korumaya ve hipotezleri kurcalamaya teşvik eder. “Pozitif bulgusal” ise “araştırma programının ‘yanlışlanabilir değişkenleri’nin nasıl değiştirilebileceğine ve geliştirilebileceğine dair, ‘yanlışlanabilir’ koruyucu kemerin nasıl düzeltilebileceğine ve nasıl daha bilgili şekle getirilebileceğine dair kısmen ifade edilmiş bir dizi öneri ya da ipucudur.” Ya da, eğer tercih ederseniz, “sanılar” da diyebilirsiniz. Albert Einstein’ın genel izafiyet üzerine çalışmaları, Merkür’ün günberisi gibi garip ve açıklanamayan anomaliler (negatif bulgusallar) üzerine düşünerek değil, yer çekiminin uzay-zaman eğriliğiyle alakalı olduğuna dair sanılar gibi programındaki pozitif bulgusallık içindeki gayet yaratıcı bir değişimden çıkmıştır.
Bu metodoloji, sınırlama üzerine oldukça etkileyici bir fikre izin verir. Lakatos, bir programın “ilerici” olup olmadığına, programın hem teorik, yani sıkı temelin yardımcı hipotezlerle beraber orijinal ampirik gerçekleri tahmin etmesine bağlı, olarak hem de deneysel olarak ilerici olup olmamasına göre karar verirdi: En azından bu orijinal gerçeklerin bazıları test edilebilir. Bunun tersine, bir program eğer teorik olarak yozlaşıyorsa, yani hiç orijinal gerçekler tahmin etmiyorsa, ya da teorik olarak ilerici ama deneysel olarak yozlaşıyorsa bu program “yozlaşıyor” demektir; yani orijinal gerçeklerin hiçbirisi test edilemez.
Orijinal gerçeğe örnek olarak Lakatos, Einstein’ın genel izafiyet kuramında doğru tahmin edildiği şekilde ancak Newton’ın evrensel çekimi tarafından tahmin edilemeyen, tam Güneş tutulması sırasında yıldız ışığını bükmeye gönüllü oldu. Lakatos’un açıkladığı üzere: “Einstein’ın programından önce kimse böyle bir gözlem yapmayı düşünmemişti…” Zamanla, bu orijinallik için olan talep yumuşadı ve zaten var olan gerçeklerle ilgili orijinal tahminleri de içerecek kadar genişledi. Genel izafiyet teorisinin, genel teorinin çözmesi açıkça çözmesi için tasarlanmadığı bir ampirik gerçek olan Merkür’ün günberisinin devinimini doğru tahmin etmiş olması yine de Einstein’ın lehine olmuştur.
Aniden, Lakatos bilimsel olanla bilimsel olmayan ve iyi bilimle kötü bilim arasındaki ayrımı birleştirdi. Eğer bir program, yeni bir şey varsaymıyorsa ya da varsayımları test edilemiyorsa, o zaman bu kötü bilimdir ve hatta sahte bilim olma noktasına kadar yozlaşıyor olabilir. Ampirik testler, yardımcı hipotezleri geliştirmeye yararlar ve yeni gerçekler tahmin edildiği, yeni testler mümkün olduğu sürece bir program ilerici olmaya devam eder. Bilimsel devrim, tam da Kuhn’un beklediği gibi bir güven krizi yaratarak, baskın bir programın tamamen yozlaşması ve biriken anomalilere cevap veremeyecek duruma gelmesiyle yerini başka ve ilerici bir programa bırakana kadar meydana gelir. Ancak, Lakatos’a göre, zamanı geldiğinde, bir devrim mantık ve metotla hareket eder, irrasyonel sürü psikolojisi ile değil: “Bir kişi, Kuhn’cu ‘Gestalt bakişı’nı[3] Popper’cı gözlüklerini çıkarmadan da yapabilir.”
Ancak emin olabilirsiniz ki burada da sorunlar var. Lakatos, felsefecilere ve tarihçilere kendi metodolojisinin bilim tarihinde çalışan olan örneklerini aramaları çağrısında bulundu. Sonuçlar karışıktı. Lakatos’un metodolojisi, bir araştırma programının zamanla değişebileceği, belki ilerici olarak başlayan bir programın sonradan yozlaşabileceği ihtimaline müsaade eder. Bu, gençliğinin ilgisini çeken Marxist teoriye olan bakış açısıydı. Ancak, aynı mantıkla, her ne kadar imkânsız gibi gözükse de yozlaşan bir programın bir şekilde muhteşem bir geri dönüş yapabilme ihtimalini reddeden bir şey de yoktur.
Açıkça kesin bir sınırlama kıstası arayan herkes için bu bir son demektir. Bir tarafta, inatla yozlaşan bir araştırma programının peşinden giden bilim insanları, kötü bilime irrasyonel bir bağlılıktan suçludurlar. Ancak öte yandan ise, bu bilim insanları, kendi araştırma programlarının “hala doğru olabileceğini” ve kurtuluşun hemen bir sonraki adımda, mesela sicim teorisi programında bu sonraki adım genellikle hala yapılmamış olan parçacık çarpıştırıcı ile temsil edilir, yattığını söyleyerek gayet rasyonel davrandıklarını iddia edebilirler. Lakatos’un metodolojisi bu argümanı açıkça çürütmez ve muhtemelen bunu yapabilecek bir mantık da yoktur. Lakatos; bireysel olarak bilim insanlarının ya da onların enstitülerinin biraz entelektüel dürüstlük sergileyip, kendi yozlaşan programlarının yetersizliklerini üstlenmelerini ya da en azından “herkesçe bilinen durumlarını” reddetmemelerini ve mantıksızca havanda su dövemeyeceklerini kabullenmeleri gerektiğini söyledi. “Riskli bir oyun oynamak tamamen rasyoneldir, irrasyonel olansa kendini riskle ilgili kandırmaktır” sözüne katıldı. Ayrıca böyle bir kendini kandırmaya bulaşmış olanların akıbeti için de oldukça netti: “Bilimsel dergilerin editörleri, onların makalelerini yayınlamayı reddetmeli… Araştırma vakıfları da verecekleri maddi yardımları reddetmelidir.”
Ama Avusturya doğumlu Amerikan filozof Paul Feyerabend (1924-1994) bundan tatmin değildi. Eğer bir sınırlama kriteri, bilim insanlarının ne yapıp ne yapmamaları gerektiğini dayatmıyorsa, bu kriterin çok da değerli olmadığını iddia etti. Böyle olursa bilimsel metodu tümden bırakıp, “olur öyle şeyler” mantığını kabullensek de olur. Feyerabend, bilime bu anarşistçe yaklaşımını Yönteme Karşı (1975) kitabında daha da detaylandırmıştır. Amerikan filozof Larry Laudan 1983’te, bilim filozofları için geçerli bir araştırma konusu oluşunun sonunun geldiğinin etkili şekilde işaretini vererek, sınırlamayı, “sorun teşkil etmeyen durum” olarak niteleyerek reddetmiştir.
Şu ya da bu biçimde kötü bilim, elimizdeki kötü vaziyet göz önüne alındığında elimizdeki her şey olabilir.
Bu ise oldukça büyük bir şanssızlıktır. Tam da temel teorik fizik, filozoflar ve bilim insanları arasında bilimin tanımının ta kendisi üzerine canlı ve yapıcı bir ilişki gerektirmeye başlarken, bilim insanlarını kendi aralarında ağız dalaşı yapmaya bırakarak filozoflar bu tartışmadan tamamen çekiliyorlardı.
En azından şimdiki krizin tamamen bilimin suçu olmadığını kabul edelim. Bir seçimle karşı karşıyayız. Şu anda tanımlanmamış bir bölgede olduğumuzu kabul edip, “bilim yapma”nın tam olarak ne anlama geldiğini uyarlamamız gerekir. Bu da Avusturya doğumlu filozof Richard Dawid’in, Sicim Kuramı ve Bilimsel Metot (2013) isimli kitabında tam olarak bizi yapmaya teşvik ettiği şeydir. Dawid; bilimin anlamının “ampirik olmayan teori değerlendirmesi” dediği şeyi kabullenerek uyarlanması gerektiğini savunuyor; bu da göreceli olarak “post-ampirik bilim” oksimoronundan bir adım öncesidir. Bu da özünde, Lakatos’un metodolojisinden koparak, ampirik yargıları imkânsız oldukları için kenara bırakarak, sadece teorik yargıları tercih etmek demek oluyor. Sicim teorisi ancak bu temelde ilerici bir program olarak kabul edilebilir ve o zaman da ancak yeni ampirik gerçekler yerine bazı yeni matematiksel ilişkiler kurmayı başardığı için.
Ya da geri püskürtmeyi deneyebiliriz ve birkaç teorik fizikçi kendi fantezilerine kapılma isteklerinin bilimin anlamıyla oynamak için yeterli bir sebep olmadığı konusunda ısrarcı olabiliriz. Lakatos’un da dediği gibi, teorik olarak ilerici olan ama deneysel olarak yozlaşan bir bilim programı yozlaşan bir programdır. Bu kötü bilimdir ve sonuçları olmalıdır. Şu anki kötü durumumuzun farklı ama daha az etkileyici olmayan bir tartışma olduğu düşünüldüğünde, şu ya da bu biçimde kötü bilim, mevcut olan her şey olabilir.
Daha sonraki yaşamında Lakatos, İngiliz akademik kurumunun bir parçası olarak beklentileri konusunda haklı olarak iyimserdi. Lakatos, Britanya vatandaşı olmak için başvuruda bulundu ve hem MI5 ile hem de Özel Harekât ile kapsamlı mülakatlara girdi. Gizliliği kalkmış mülakat tutanakları Lakatos’u, otoritelere görünmek istediği biri gibi olduğunu ortaya koydu. Ona göre, zavallı Éva Izsák intiharı kendisi tercih etmişti (Lakatos çeşitli şekillerde kalp rahatsızlığı olduğundan şüphelendiğini veya grubun başka bir üyesiyle başarısız bir ilişkinin kalbini kırdığını iddia etti). Lakatos, Izsák’ın bu kararına gönülsüzce katıldığını iddia etti ve görüşmeyi yapan bir kişi, “bu olayın anısının bugüne kadar kabuslarında ve uyanık olduğunda onunla kaldığını” gözlemledi. Ama görünen o ki Lakatos, bu olay ya da olaydaki rolü nedeniyle hiçbir zaman özel olarak pişmanlık duyduğunu ifade etmemiş. Üstüne üstlük, birkaç yakın tanıdığına göre, “bu olaydan gurur duyuyor gibi görünüyordu. Devrimci bir iş olarak görüyordu bunu.”
Bilim felsefesine katkıları muazzam olsa da bilim insanları arasında Lakatos’un ismi, Popper’ınki ve Kuhn’unki kadar iyi bilinmiyor. Bunun değişmesi gerek. Metodolojisinin avantajları ve hataları var ancak, uygulanabilir alternatiflerin eksikliğinde, kesinlikle uzun sürecek bir tartışma için yararlı bir çerçeve sağlayacağını düşünüyorum.
Dipnotlar
[1] Normal bilim, Kuhn tarafından The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) isimli çalışmasında açıklanan terimdir. Kuhn’a göre bilim, çizgisel bir şekilde yeni bilgilerin toplanması ile değil, paradigma değişimleri de dediği, periyodik devrimler ile ilerleme kaydeder. Bu devrimden sonra gelen “normal bilim” ise, bilim insanlarının bir paradigma veya açıklayıcı bir sistem içinde ürettikleri teorilere, yaptıkları gözlemlerle ve deneylerle verilen isimdir. Bilimi “bulmaca çözme” olarak gören Kuhn, normal bilimi oturmuş geniş teori içinde, bu teorinin temelindeki varsayımları sorgulamayacak veya bunlara karşı gelmeyecek şekilde, yeni detayların toplanması olarak açıklar.
[2] Antropik ilke, evren hakkında topladığımız herhangi bir verinin – en azından gözlemlenebilir olması için – evrenin gözlemi yapan bilinçli ve zeki yaşamın ortaya çıkışı ile uyumlu olması gerektiği gerçeği süzgecinden geçirilmesi gerektiğini savunan felsefi önermedir.
[3] Gestalt (Geştalt şeklinde okunur) bakışı, “algı” ve “algısal örgütlenme” konularına yoğunlaşmış bir psikolojik teoridir. Teoriye göre insan zihni, gerçekliği oluşturan bağımsız parçaları algılamak yerine bütünün kendisini algılamaya meyillidir; bu bağlamda, bütünü, onu oluşturan parçalardan bağımsız görmeye yatkınızdır. Bu yazı bağlamındaki anlamını ise şöyle açıklayabiliriz: bilimsel bir devrim sonucunda yeni gelen bilimsel programın, insanların, daha doğrusu bilim insanlarının algısını da değiştireceği aşikardır. Ancak bu algının, programın ve dolayısıyla da bilimsel yaklaşımın, değişmesi sonucu illa ki Popper’cı görüşleri bırakmak zorunda değilizdir çünkü ne de olsa Popper’cı yaklaşım, bir programın yanlışlanabilirliği ile ilgilidir ve programlar, algılar veya bakış açıları değişse de bir programın yanlışlanabilirliği hala test edilebilir bir durumdur.
Jim Baggott- “How science fails”, (Erişim Tarihi: 05.09.2020), Erişim Kaynağı: https://aeon.co/essays/imre-lakatos-and-the-philosophy-of-bad-science
Çevirmen: Çağan Fırtına
Çeviri Editörü: Can Kalender
Arkadaşların emeğine sağlık diyorum fakat alandan olmayan insanlar yapınca bu çevirileri gerçekten kötü çeviriler oluyor. Sadece dile hakim olmak değil alana da hakim olmak lazım. Maalesef çok kötü bir çeviri.
Merhaba, yorumunuz için teşekkür ederiz. Çevirideki hataları daha spesifik bir şekilde belirtirseniz alana hakim arkadaşlarla revize edip düzeltmek isteriz.