//

Erkler (Kuvvetler) Ayrılığı Kuramının Tarihsel Gelişimi – Kerem Ali Vahap

***

“Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely”.

(İktidar yozlaşma eğilimindedir; ve mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır).

John Dalberg-Acton, 05.04.1887[1]

***

1. GİRİŞ

Yukarıda yer alan alıntıdaki ifade, tarihsel bağlamı itibarıyla “bir çığır açmış” nitelikte değildir esasında; düşün tarihinde malumun tekerrüründen ibarettir. Zira dile getirildiği zaman diliminde, batıda erkler; kuramsal ve kurumsal olarak zaten ayrılmış vaziyetteydi.[2] Ancak yine de bu söz, çalışmanın üzerinde duracağı konuyu çarpıcı bir vecize şeklinde ortaya koyuyor olmasıyla hayli değerlidir. Aydınlanma çağı paralelinde, siyasal iktidarı sınırlandırma, bu sınırlandırmayı da onu “bölmek” suretiyle yapma fikri, John Locke ve ardından da Montesquieu ile birlikte iyice teorize edilmişti ve ideal demokrasi düşününün temeline yerleştirilmişti. Elbette ki bu fikrin ve modelin Antik Yunan filozoflarına, Roma’ya kadar uzanan, oldukça derin bir tarihsel-kuramsal arka planı mevcuttu. Nihayetinde günümüze kalan ise, erkler ayrılığının iki adet (yumuşak ve sert) model tezahüründen ibarettir. Yazının konusu ise, erkler ayrılığı düşününü, fikirsel temellerinin filizlendiği antik dönemlerden, teorize edildiği Aydınlanma dönemine, ardından da günümüzdeki çıktılarına kadar tarihsel biçimde ele almaktır.

Erkler ayrılığı, siyasal iktidarın üç parçaya ve yine bu parçalarla aynı isimle anılmak (yasama, yürütme, yargı) üzere üç bağımsız organa bölünmesini konu edinen bir örgütlenme modelidir. Arkasında yatan fikir kabaca, siyasal iktidar kullanılırken yasaların yapılış, uygulanış ve yasalara uygunluğun denetlenişinin bir görev dağılımı ve iş birliği vesilesiyle icra edilmesidir.[3] Bundaki amaç ise, siyasal iktidarın kullanımının, birbirleri ile arasında bir denge-denetim ilişkisi olan ve ayrıca birbirlerine karşı bu denge-denetimi sağlayabilecek araçları haiz olan organlara bırakılmasıdır.

Önceden de belirttiğim gibi, bu model Aydınlanma döneminde Montesquieu tarafından son şekline getirilmiş olsa da, Antik dönemlerde bile izlerine rastlayabileceğimiz karma yönetim anlayışlarına kadar uzanan bir tarihsel ve fikirsel arka planı mevcuttur.

2. FİKRİN ÖZÜ: ARİSTOTELES

Erkler ayrılığı teorisinin fikirsel altyapısı, Antik Yunan filozofu Aristoteles’in görüşlerine kadar uzanmaktadır. Üzerine eğildiğimiz konu bakımından Aristo’nun antik dönem filozofları içerisinde müstakil bir konumu vardır; çünkü o, siyasal iktidarın örgütlenmesini ve fonksiyonlarını “anayasa çerçevesinde” incelemiştir. Yunan şehir devletlerinin (site) anayasalarını incelemiş, çıkarımlarını elde ettiği bu ampirik veriler üzerinden yapmıştır.[4] Bunun sonucunda ise siyasal iktidarın, üç temel işlevi haiz üç organ üzerinde biçim bulduğunu tespit etmiştir. İlginçtir ki bu organlar, günümüzdeki erkleri kullanan organlar ile hemen hemen aynı isimlere sahiptir: Yasama, güç (İcrailik kastedilir; dolayısıyla yürütmeye yakın bir anlamdadır.) ve yargı.[5] Ayrıca bu organların kendi içindeki örgütlenmesi ve organlara içkin memurlar da günümüzdeki kamu örgütlenmesine oldukça benzemektedir. Örneğin, ikinci erk olan “güç”, maliyeyi, kararların icrasını, memurları ve hatta bakanları ihtiva etmiş vaziyettedir.

Belirtmek gerekir ki, Aristo’nun burada yaptığı ayrım salt fonksiyonel bir nitelik arz etmektedir; Aristo’nun çıkarımlarına, günümüzdeki anlamda “erkler ayrılığı” demek mümkün değildir. Yine de günümüzdeki modele en azından şekli olarak adeta mercek tutan bu perspektifi, erkler ayrılığının çıkış noktası (temeli) olarak kabul etmek yanlış olmaz. Hatta kendisi, ideal devletinde, toplumdaki güç dinamiklerinin siyasal iktidara ortak edilmelerini ve bu sayede bir dengenin sağlanmasını savunmaktadır.[6] Bu yönü bile geniş bir açıdan yaklaşılacak olursa günümüzdeki “denge-denetim” (checks and balances) anlayışı ile paralellik arz etmektedir.

Her ne kadar ayrıca değinilmeyecekse de, Aristoteles’in tüm bu temelleri ortaya koymasındaki hareket kaynağı, Platon’un yönetim biçimlerini iyi-kötü şeklinde nitelemek suretiyle ayırmasıdır. Bu ayrımın temelinde sosyal yahut siyasal iktidar odakları yattığı için, çağlar sonrasında şekillenecek olan erkler ayrılığı modeli için çok önemli bir yeri vardır. Aristo, böyle bir ayrımı, Platon’un ayrımından hareketle; ancak nispeten belirli ve ampirik parametrelere (örneğin anayasa türlerine) odaklanarak, dolayısıyla daha farklı biçimde daha sonra kendisi de tekrarlayacaktır.

3. KARMA YÖNETİM ÖRNEĞİ: ROMA VE POLYBIOS

Antik Roma, genel manada dünya tarihini en çok etkileyen devletlerden biri olup batı dünyası üzerinde hem sosyolojik hem de siyasal olarak en derin izleri bırakmış; ayrıca büyük bir hukuk sistemi miras bırakmıştır. Erkler ayrılığının tarihsel gelişimi bağlamında esas alınacak olan devir ise, Roma’nın cumhuriyet döneminin başından imparatorluk döneminin kısıtlı bir kısmına kadarlık olan zaman dilimidir. Zira bu bağlamda; magistralık (dar anlamda konsüller), senato ve halk meclisinden teşkil eden üçlü bir yönetim yapısı görülmektedir. Ancak esas olan, müstakil olarak bu yapının varlığı değildir. Nitekim Roma’nın karma yönetiminin, Antik Yunan şehir devletlerinden biri olan Sparta ile benzerlik gösterdiği bilinmektedir. Bu kabul dahilinde, erkler ayrılığının ilk ampirik özünü Sparta’ya kadar uzandırmak mümkün olabilecektir.

Roma’yı özel kılan esas husus, iktidarı bir ölçüde kullanan bu üçlü organın arasında gerçekten de devinimsel bir denge-denetim ilişkisinin mevcudiyeti; ayrıca çekişmenin de çok daha belirgin, temelli ve uzun vadeli olmasıdır. Bu niteliği, Roma’daki karma yönetimi, henüz teorize edilmemiş olan erkler ayrılığının tarihsel pratiğinde eşsiz bir konuma yerleştirir.[7]

Yunan asıllı bir düşünür olan Polybios, Roma’nın siyasal sisteminin yapısını yorumlayarak, hatta övgüyle “ideal, en iyi yönetim şekli olarak” referans göstererek karma yönetim sistemini teorik sahada iyiden iyiye geliştirmiştir. Oldukça isabetli bir şekilde, Polybios’un Roma’da görülen karma yönetim sisteminin “soy kütüğünü çıkardığı” belirtilmektedir.[8] Başka bir deyişle, Polybios Roma’da “var olanı” tahlil ederken, daha ziyade onu övme amacını taşımasına rağmen, isabetli çıkarımlarıyla karma yönetim modelinin kuramsal çerçevesini ilk kez oluşturmuştur.

Polybios da Aristoteles’in yaptığı gibi yönetim biçimlerini, anayasadaki güç dağılımına göre ayırmıştır (Ondan farklı olarak üçlü bir ayrıma gittiği görülür.); en sonunda ideal yönetimin bu üç yönetimden biri olmayıp, bu üç yönetimde (monarşi, aristokrasi, demokrasi) baskın olan siyasal güç odaklarının bir arada var olup karışmaları, birbirlerini “dengelemeleri” biçiminde zuhur bulacağı sonucuna varmıştır. Vardığı sonuç da onu, “Evrensel Tarih” adlı kitabında, Roma’nın cumhuriyet dönemindeki yönetim modelinin en iyisi ve tüm başarıların kaynağı olduğunu kabul etmeye itmiştir.[9]

Nitekim, Polybios da Aristo gibi ampirik veriler ışığında çıkarımlar yapmıştır. Nasıl ki Aristo site devletlerinin anayasalarını ayrı ayrı incelediyse; Polybios da Roma’daki anayasayı inceleyerek karma yönetim modelini teorize etmişti. Ancak onu bu noktada özgün kılan şey, toplumsal değil siyasal güç dinamiklerinden yola çıkması ve belki de tarihte ilk kez “denge ve fren” ilişkisinin üzerinde durmasıydı. Öyle ki, kendisinin fikirlerinin Montesquieu ile birlikte Amerikan anayasasını, hatta sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin hükümet sistemini doğrudan etkilediği belirtilir.[10]

4. KURAMSALLAŞMANIN İLK AYAĞI: JOHN LOCKE

Pratikte, bir “erkler ayrılığı” düzeninin izleri, henüz bir kuramsallaşma olmadan evvel tarihin çeşitli safhalarında, çeşitli devletlerde görülmektedir. Ancak günümüzdeki işleyişiyle ve anlayışıyla erkler ayrılığı, bilhassa İngiltere’nin siyasal yapısının adeta karakteristik unsuru haline gelmiş bir modeldir ve teorisi de çoğunlukla o ülkenin pratikleri üzerinden şekillenecektir. Ancak defaatle belirtildiği üzere, yazının esas inceleme konusu erkler ayrılığına ilişkin “pratiklerin” tarihi değildir; erkler ayrılığı “kuramının” gelişiminin seyrettiği tarihsel safhaların ve düşüncelerin temel hatlarıyla ortaya konulmasıdır.

Amma velakin, İngiltere’nin erkler ayrılığı pratiği, bir ampirik veri olarak John Locke’un başlıca çıkış noktası olduğu için üzerine eğilmek önem arz etmektedir. İngiltere’nin siyasal tarihi mercek altına alındığında, 13. yüzyılda bile monarkın hareket alanının parlamento lehine sınırlandığı görülebilir. Bu itibarla, 1215’te imzalanan Magna Carta, pratik bakımından en temel metinlerden biri olarak kabul edilmektedir. Ancak, erkler ayrılığı modeline doğru evrilmeyi sağlayan gelişmeler daha ziyade 17. yüzyıl boyunca adeta siyasi çalkantılar içinde ve neticesinde hasıl olmuştur; 1603’te Stuart hanedanının başa geçtiği İngiltere’de, kontrolsüz kamu harcamalarının zorunlu kıldığı “kanunsuz vergiler”, bu vergilerin sebebiyet verdiği kral-parlamento çatışması, bu çatışmanın üst yargıya da sirayet etmesi, akabinde iç savaş çıkması, kısa bir süreliğine monarşinin ilgası, ardından tekrar tecellli etmesi, bir tane anayasal belgenin ihdas edilmesini (Petition of Rights) içeren olayların nihayetinde 1688 Devrimi (Glorious Revolution) ile birlikte bir başka anayasal belgenin kabulüyle (Bill of Rights) erkler ayrılığının resmen sağlanmış olduğu görülmektedir. Yine üzerine eğilinecek konuyla çok bağlantılı olmasa da, böyle bir dengenin kurulmak istenmesinde mülkiyet sahiplerinin bir tür aslan payının olduğu da bir gerçektir. Bu yüzden, iktidarın bölünüp paylaştırıldığı organların aslında birer illüzyon olduğu; esas denge-denetim ilişkisinin -daha doğrusu tahakkümün- sınıflar arasında olduğu tespitini tamamıyla görmezden gelmek, oldukça sığ bir bakış açısı olur.[11]

John Locke’un fikirlerine gelince; belirtilmesi gereken ilk nokta, Locke’un erkleri fonksiyonlarına göre ayırmakla kalmayıp aralarındaki denge-denetim ilişkisinin derinlerine inmesi, hatta günümüzdeki yönetim biçimlerini etkileyen birçok köklü uygulamanın teorizasyonunu üstlenen isim olmasıdır. Locke, erkler ayrılığı bünyesinde değerlendirilebilecek fikirlere sahip olan birçok düşünürün ardından ve onlardan farklı olarak, erkler ayrılığını kuramsallaştıran ilk kişi olarak kabul edilmektedir. Locke’un teorizasyonunun sac ayağı ise, ihtilalin tesiri altındaki Locke’un 1689-1690’da yayımladığı “Hükümet Üzerine İnceleme”[12] adlı eseri/eserleridir. Teorinin temellerinin, temelde “doğal hak” varsayımından yola çıkarak 1688 Devrimi’ni meşrulaştırmayı amaçlayan bu anlatılar ile oluşturulduğu kabul edilir.[13] Yazar, erkler ayrılığını temellendirirken, ilk olarak doğa durumu faraziyesini ele almıştır. Buna göre insanlar, doğaları gereği toplumsal bir varlık olup doğal yasaların tanıdığı sınırsız bir özgürlük alanını haizdiler. Ancak bu özgürlük alanında insanın vücut bütünlüğü (evleviyetle yaşamı) ve mülkiyeti zaman zaman saldırıya uğrayabilmekteydi ve insanlar bu değerleri bilfiil korumaya mecbur kalmaktaydılar. Bu noktada, korumayı insanların eline bırakmak barışı ve düzeni bozacağı için, insanlar bir araya gelerek bu yetkileri bir kuruma vermek için anlaşırlar (sözleşme faraziyesi). O halde söz konusu kurumun sınırlarını da bu iki değer çizecektir. Nihayet, John Locke da erkler ayrılığı ilkesini bu faraziye üzerinden ortaya koymaktadır.

Locke’un özgünlüğü, yasama ve yürütme iktidarlarının aynı organlarda birleşmemesi gerektiği düşüncesinin üstünde ısrarla durmasında, hatta hemen her düşünürde gördüğümüz ideal düzeni bu prensip üzerinde kurgulamasında yatmaktadır.[14] Bunu düşünmesinin sebebi, Lord Acton’un yazının başına yerleştirdiğim vecizesinin öne sürdüğü fikirden ötesi değildir. Gel gelelim Locke, bu argümanı neredeyse iki asır öncesinden kurgulamıştır. Düşün tarihinde birçok farklı şekilde yapılan fonksiyonel ayrımdan öte, yozlaşmayı önlemek adına bir dengedenetim ilişkisi kurmayı amaç edinen bir tasavvurdur bu. Düşünür, ilk olarak yapacağı ayrımın merkezine yasamayı koyar ve denge bakımından güç ağırlığını yasamaya verir. Diğer erkler, yasamanın (fonksiyonu gereği) çizdiği sınırlar içinde hareket etmekle yükümlüdür. Başka bir deyişle yasama dışındaki erkler, yasama erkine tabilerdir.[15] Diğer erklerin yasalara riayet etmemesi durumunda yasama organı diğer iki erkin yetkilerine el koyabilmektedir. Ancak elbette ki bu, yasamanın öngördüğü her şeyin olacağı anlamına da gelmemelidir. Aksi takdirde erklerin arasında bir denge-sizlik ve denetim-sizlikten söz etmiş olurduk. Bu önemli hususa bölümün sonlarında değinmek üzere, diğer erkleri ve Locke için ayrı bir erk olarak kabul edilmeyen yargı ele alınacaktır.

Dikkate değerdir ki İngiliz düşünür, günümüzdeki kabul açısından oldukça sıra dışı bir düşünce ile “yargı”yı ayrı bir erk olarak ele almamış, erkler arasında dağılan bir uygulama olarak görmüştür. Çünkü Locke’un sözleşmeli iktidarının kökeni bir tür “yaptırım-ceza verme” düzeneği olup, ceza verme işini de kuralları-cezaları belirleyen yasama ve uygulayan yürütmeden başkası üstlenmiş olmayacaktır. Buna göre yargıçları yasama atar; yargılamayı ise yürütme icra eder.[16] İngiltere’deki kurumsal yapıyı teorize eden yazar, belki de İngiliz yargı sisteminde yargıçlar ekseriyetle zaten bağımsız ve tarafsız olduğu için yargıyı ayrı bir erk olarak belirtmeye gerek duymamış olabilir.

Locke’un öngördüğü üçüncü erke ayrıca değinmek gerekmektedir; günümüzde kabul gören üçlü sistemdeki “yargı” yerine “federatif erk” adı verilen bir iktidar organı öngörülmektedir. Bu erk genel olarak devletlerarası ilişkilere; savaş-barışa karar verme, ittifaklar meydana getirme, devlete bağlı olmayan kişi ve örgütlerle münasebet kurma gibi faaliyet alanlarını içerir.[17] Yani devletin dışarı ile olan münasebetleri için –günümüzde yürütmeye düşen bir yetkidir– ayrı bir erk tahsis edilmiş gibidir. Tahayyül edilen modelde, federatif erk ve yürütmenin yetkileri ve faaliyetleri arasında geçişkenlik-birleşmişlik söz konusudur.

Bölümün başında belirttiğim üzere, Locke’u özgün kılan unsur, sadece erkleri birbirinden ayırması değil; aralarında gerçek, hukuksal anlamda bir denge-denetim ilişkisi kurması ve dahası, bu ilişkiyi pratik birtakım mekanizmalar öne sürerek somutlaştırmasıdır.

Yasama erki her ne kadar halk tarafından seçilmesinden ötürü kutsal ve devredilemez olsa da, bu kesinlikle yasama organının hareket alanını sınırsız kılmamaktadır. Öyle ki, daha sonraları kimilerince Schmitt’in “istisna hali” kavramı ile ilişkilendirilecek olan “imtiyaz hakkını” Locke, yürütmeye tanımaktadır.[18] Yasa, stabil bir metin olarak ihtimal dahilindeki tüm sorunlara çözüm üretemeyeceği için yürütme, bundan kaynaklanan kriz durumlarında inisiyatif alarak yetki kullanımını genişletebilecektir; bu, yasamanın yetkilerini tümüyle yürütmeye devretmesi anlamına gelmektedir. Locke her ne kadar yürütmenin yasamaya tabi olduğunu belirtmiş olsa da, imtiyaz kuramı ibreyi bu noktada yürütme lehine kaydırmaktadır. Yürütme ve yasama erkleri arasında açıkça bir tabiyet ilişkisinin kurulup pratikte yürütmeye böyle muğlak bir imkanın tanınması çelişkili durabilse de, kanaatimce bu durum başlı başına bir denge-denetim unsuru olarak değerlendirilebilir. Nitekim, yasama ve yürütmenin birbirlerini dengelediği ve sınırlandırdığı bir modelin teorize edilmesi Locke’un eseridir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki Locke’un yazdıkları temel hatlarıyla, parlamentonun ve monarkın birbiriyle çekişme içinde ve bazı karşılıklı denge-denetim araçlarını haiz olduğu İngiliz parlamenter monarşisinin vardığı noktanın birçok yönden “tarifi” sayılır. Kendisinin kalıba döktüğü sistemde, yasama eylemi, parlamentonun tek taraflı olarak yasa çıkarmasından ibaret değildi; kral da bu yasayı onaylayarak (genellikle şeklen de olsa) yasama sürecine müdahil olmaktadır.[19] Bu itibarla çok gözden kaçırılan bir hususu hatırlatmakta yarar vardır: Erkler ayrılığı modelinde erklerin salt birbirini sınırlandırması, dengelenmesi amaçlanmamaktadır; aralarında bir uyumun, görev dağılımının ve iş birliğinin kurgulanması da erkler ayrılığının gereğidir.

Son olarak Locke’un tasavvuruna dair eksik bırakmamak adına, imtiyaz sonucunda iktidarın (yürütme erkinin) yozlaşması, hele ki mülkiyet hakkına müdahalede bulunması halinde, denge-denetim mekanizmaları da işlevsiz kaldığı vakit, halkın bu kez hukuk dışı koşullar içinde direnme hakkını kullanabileceğinin de üzerinde durulmalıdır. Locke’un halk için böyle bir hak öngörmesinin kaynağı, kendisinin sözleşme faraziyesinde, devletin mülkiyet ve vücut bütünlüğü ile kayıtlı kılınmış olmasıdır. Öte yandan, diğer erklerden üstün kılınan yasama da en nihayetinde halkın ortaya çıkardığı “siyasal iktidar” kurumunun bir parçası olduğu için, kendisi de bu “doğal haklara” riayet etmek mecburiyetindedir; aksi takdirde direnme hakkı yasamanın tasarruflarına karşı da kullanılabilir. Direnme hakkı, hem teoride hem de pratikte “ihtilal hakkı” olarak ele alınmıştır ve Amerikan Devrimi’nin teorik arka planını oluşturan doktrin olarak anılmaktadır. Böyle anılması, bir görüş değildir; Locke, ifadeleri doğrudan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin metnine yansıyacak denli etkili olmuş bir düşünürdür. Hatta ona “Amerikalıları irşad eden yıldız” diyenler bile olmuştur.[20]          

John Locke’un erkler ayrılığını kuramsallaştırdığı bağlamdan öncesinde, yine bir İngiliz düşünür olan, doğa durumu faraziyesini tersten (kaos ve çatışma) kabul eden, yine bir sözleşme faraziyesine dayanan[21] Thomas Hobbes’un temellendirmesi ise, birçok yönüyle erkler ayrılığı gibi bir modele karşı çok ciddi bir duruşa, Erkler Birliğine işaret etmekteydi. Ele alınan konunun dışında kaldığı için sadece değinilmekle yetinilecektir.

5. ERKLER AYRILIĞI KURAMININ SON ŞEKLİ: MONTESQUIEU

John Locke’un, İngiltere’de yaklaşık yüz yıl süren çatışmaların devrim ile sonuçlanmasının akabinde kuramsallaştırmayı yapmış olduğu nazara alınırsa, modern erkler ayrılığının gelişiminde pratiğin -İngiliz empirizmi de nazara alındığında manidar bir durumdur.- teoriden önce geldiği söylenebilir. Halbuki unutulmaması gereken bir husus vardır; Locke kuramsallaşmayı başlatan kişidir, nihayete erdiren değil.

Erkler ayrılığına günümüzdeki şeklini veren kişi Montesquieu’dür. Fransız düşünürün modern erkler ayrılığını inşası 1748’de, “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde gerçekleşir. Montesquieu, bu teorizasyonu, yüzyıllar sonra kavramı ve teoriyi inceleyecek olan hukukçuları ve siyaset bilimcileri üzerine analiz yapmaya muhtaç kılmadan, net biçimde gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken, aynı Locke gibi İngiltere’yi temel aldığı görülmektedir. Ona göre, İngiliz anayasal sistemi, erkler ayrılığı modelinin bir prototipi gibidir; Fransa, bu modeli örnek almalıdır. Özgürlükçü bir rejimin sağlanabilmesi için erkler ayrı organlara verilmelidir.[22] Aynı zamanda erklerin bütünü olan iktidar, bu organlar arasında denge-denetim ilişkisi kurulması suretiyle muhakkak sınırlandırılmalıdır. “Siyasal özgürlük” için mutlak olan bu gerekliliğe değinirken kendisi de yazının başındaki vecize ile aynı doğrultuda, iktidarın kötüye kullanılmaya meyilli olduğu kabulünden yola çıkmıştır.[23]

Montesquieu, Locke’dan farklı olarak erklerin, günümüzden de aşina olunacağı üzere yasama, yürütme ve yargı şeklinde, aynı isimli organlara ayrıldığını öne sürmektedir. Yargıyı ayrı bir iktidar odağı olarak ele alması, oldukça özgün bir yaklaşımdır. Locke’un “federatif erk”inin yetki ve görevleri ise, yürütme erkine teslim edilmiştir. Yine günümüzdeki ile örtüşen bir yaklaşımın söz konusu olduğu görülür. Montesquieu’da yargının müstakil bir erk olarak görülmesi, yürütme ve yasama ayrımından sonra gelir.[24] Doğruluğundan emin olamayacağımız bir akıl yürütmede bulunursak; Montesquieu, inceleme alanı olan İngiltere’de, 1688 Devrimi ile neticelenen çatışmalar içinde yargının -özellikle yüksek yargının- kral ve parlamento tarafından baskı altında bırakıldığı, hatta araçsallaştırılıp buna tepki olarak ilga bile edildiğini görerek buna gerek duymuş olabilir. Nitekim kendisinin, doğa durumu, sözleşme ve benzeri faraziyelere girmektense, var olanları gözlemleyerek sonuç çıkardığı ve çözüm bulduğu dikkate alındığında, bunun gerçek olması gayet mümkündür.

Başka bir deyişle Montesquieu, yargıyı tanılarken, onu yasama ve yürütmeden bağımsız, “müstakil” kılma amacını gütmüştür.[25] Yasama ve yürütmenin arasında ezelden beri var olmuş olan uyuşmazlık , teorik sahada bunların yine çekişerek birbirlerini dengelemek kaydıyla bir iş birliği meydana getirmesiyle neticelenirken, yargı ise bu ilişkinin dışında kalmaktadır. Elbette bu durum, Montesquieu’nun tanıladığı yargı erkinin denge-denetim ilişkisinin biraz dışında kalmasına neden olmuş gibi gözükmektedir. Gerçekten de yürütme organının yasama organının faaliyetine karşı kullanabileceği “veto”, yürütmenin hazırladığı ve kullanacağı “bütçe”nin yasamanın kanunla onayına tabi olması, monarkın dokunulmazlığı gibi somut denge-denetim unsurları ve araçları bu iki erk arasında dağılırken, yargının doğal fonksiyonları haricinde ayrı bir denge-denetim mekanizmasının olmadığı, hatta yargı erkine neredeyse salt fonksiyonel açıdan yaklaşıldığı görülür.

Erkler ayrılığının kuramsallaştırılma sürecinde, Aydınlanmacı düşünürler içinden Locke ve Montesquieu’nun fikirlerine katılmayanlar da olmuştur. Daha evvelinde anılmış olan Hobbes, henüz Locke söz konusu kuramsallaştırmayı başlatmadan evvel öldüğü için, yalnızca kendisinin Leviathan‘ı ışığında akıl yürütme yoluyla, ayrıca monarşiyi savunmasından yola çıkarak, erkler ayrılığı ile ilgili olası olumsuz yaklaşımına ilişkin çıkarımda bulunulabilir. Ancak, örneğin, kendisi de Locke gibi sözleşme faraziyesine dayanan Rousseau, egemenliğin devredilemezliği ve bölünemezliği noktasında çok net olduğu için, onun aynı isimli üç organa bölünmesine şiddetle karşı çıkmıştır; hatta onların egemenlik kavramını-olgusunu kavrayamadığını öne sürmüştür.[26]

6. ERKLER AYRILIĞI KURAMININ TEZAHÜRLERİ: DEMOKRATİK SİYASAL REJİMLER

Erkler ayrılığının geçmişi, kurumsallaşması ve kuramsallaştırılması meselelerine değinildikten sonra, ele alınması gereken husus, teorinin siyasal düzlemdeki tezahürleridir. Bu vesileyle, modern erkler ayrılığının günümüzdeki durumu da ele alınmış olacaktır.

Erkler ayrılığı modelini temel alan devletlerde, erklerin birbiri ile olan ayrımının boyutuna, erkleri haiz organların birbirine karşı kullanabilecekleri mekanizmalara ve birbirlerine karşı yapılanış biçimlerine göre, esas itibarıyla tek bir parametre ve iki tip rejim (ayrıca bunlardan birinin biraz esnetilmiş hali) görülmektedir.[27] İlk olarak, erkler ayrılığı uygulamalarından şekillenen sistemleri birbirinden ayırt edeceğimiz parametre, yumuşaklık-sertliktir; tarihte şekillenen uygulama, bizlere “sert” erkler ayrılığı ve “yumuşak” erkler ayrılığı biçiminde ikili bir ayrım vermiştir. Aslında söz konusu ayrım, demokratik ülkeler arasındaki temel “parlamenter sistem” ve “başkanlık sistemi” ayrımı ile paralellik arz etmektedir. İngiltere rejiminden yola çıkarak parlamenter sistem için “yumuşak”; ABD rejiminden yola çıkarak da başkanlık sistemine “sert” erkler ayrılığı nitelemesi yapılmıştır[28]

Sözünü ettiğimiz parametre, yasama ve yürütme organlarının etkileşimiyle ilgilidir. Yukarıda belirtildiği gibi, yumuşak erkler ayrılığı, 17. yüzyıldaki siyasi çekişmelerin ardından şekillenen parlamenter sistemde, erklerin birbirine karşı durumunu ifade etmek için kullanılan bir nitelemedir. Bu sistem günümüzde “Westminster modeli” olarak da anılmaktadır.

Yumuşak erkler ayrılığı, iki temel esastan dolayı “yumuşak” bir ayrımdır. Bunlardan ilki, yasama ve yürütme organlarının haiz olduğu denetleme araçları, bunların birbirini tasfiye etmesine (düşürmesine) kadar uzanabilmektedir. İkincisi ise, yürütmenin yasamaya karşı sorumluluğunun olması ve onun güvenine dayanarak örgütlenmesidir; bu durum iki organın arasında bir geçişkenlik olmasını sağlar.[29] Ancak bunu söylerken, parlamenter sistemde iki kanatlı bir yapıda olan yürütmenin diğer kanadını teşkil eden devlet başkanının, (Benimsenen geleneğe göre bu kişi kral ya da cumhurbaşkanı olabilir.) yasama organına karşı bir sorumluluğunun olmadığına dair şerh düşmek gerekmektedir. Bunun gereği olarak devlet başkanının yetkileri siyasal hayatın yönünü belirleyecek boyutta değildir. Özetle, yasama ve yürütme arasındaki bu iç içelik durumu, erkler ayrılığının biraz muğlak biçimde tezahür etmesine yol açtığı için, parlamenter sistem sistemindeki erkler ayrılığı için “yumuşak” nitelendirilmesi yapılmaktadır. Hatta, bu durum sınırlı olarak yargı için de söz konusuydu: Çok yakın bir döneme kadar Birleşik Krallık’taki yüksek yargı, yasamaya içkin durumdaydı. Lordlar Kamarası’nın temyiz mahkemesi olarak görev yaptığı göz önüne alındığında, bu durumun erkler ayrılığı bakımından bir problematik teşkil ettiği rahatlıkla söylenebilirdi.[30]

Buna karşın, “sert” erkler ayrılığında ise, ayrım, tahmin edilebileceği gibi oldukça köklüdür. Yumuşak ayrımı açıklarken kullandığımız iki temel esas nazarında değerlendirme yapacak olursak, ilk olarak elbette bir iş birliğinde oldukları kabul edilebilirse de, yasamanın yürütmeyi yahut yürütmenin yasamayı düşürmesi mümkün değildir.[31] İkinci olarak, yasama ve yürütme arasındaki ayrım oldukça belirgindir; bir geçişkenlikten, birinin diğerine sorumlu veya güvenine dayanarak örgütlenmesinden bahsedilmez. Sorumluluğu olmayan devlet başkanı yürütme görevini tek başına üstlenmektedir. Bu sert ayrım, güçlü denge-denetim araçlarının bulunmasını engellemeyecektir. Örneğin sert kuvvetler ayrılığını karakterize eden ABD’de, başkanın yürütme görevini icra edebilmek adına yaptığı atamalar senatonun onayına tabidir. Demokratik yaşamın bir başka olmazsa olmazı olan siyasal partilerin doğduğu bağlamda, erkler ayrılığı hem kuramsal olarak hem de uygulama ile temellenmiş vaziyetteydi. Ancak siyasal partilerin doğuşu, pratikte erkler ayrılığının, masa başında kurgulandığı halinden ve temel tezlerden bambaşka bir noktaya evrilmesini sağlamıştır. Bilhassa parlamenter rejimler, zaten halihazırda yürütme ve yasama organlarının geçişkenliğine müsait bir yapıda iken, siyasal partilerin sisteme eklemlenmesi ile birlikte, çekişme artık erkler arasında değildir; partiler arasına kanalize olmuştur. Hatta aynı tespit erkler ayrılığının “sert” biçiminin söz konusu olduğu ABD için bile spesifik olarak yapılmıştır; yasama ve yürütme arasındaki ayrımın iki siyasal parti ile yer değiştirdiği söylenmiştir.[32] Bu doğru kabul edilirse bile, ABD’de partili vekillerin kimi zaman başkanın kararlarına, atamalarına karşı durmaları, erkler ayrılığı modelinin sağlam biçimde kurumsallaşmasının ve gelenek halini almasının tezahürü kabul edilmelidir. Parlamenter sisteme dönecek olursak, kuramsal olarak yasamanın üstün tutulduğu parlamenter rejim, siyasal partileri bünyesine aldıktan sonra de facto olarak hükümetin baskın konuma geçtiği göze çarpar. Bu durum için “yasama yetkisinin fiilen yürütmede birleşmesi”[33] gibi radikal bir tespit yapmak kanımca çok iddialı olur; ancak çoğunluğu elde eden siyasal partinin hükümeti kuracağı, başbakanlık statüsünü elinde tutacağı ve parlamentonun da çoğunluğunu ele geçireceği nazara alındığında, yasama ve yürütmenin geçişkenliğinin var olduğu böyle bir yapı içinde, denge-denetimin pek de işlemeyeceği barizdir. Bu durumda, parlamentonun üstünlüğü ya da yasama organına karşı sorumluluk gibi prensipler realite içerisinde bir illüzyondan ibaret kalmaktadır. Partili sistemde, gerçekte üstün ve gücü pekişmiş olan erk, yürütmedir.[34]

SONUÇ

Günümüz siyasal demokrasilerinin anayasal örgütlenmeleri esnasında dayandıkları ilke ve benimsedikleri model olan erkler ayrılığı, en temelde anayasallaşma (iktidarın sınırlandırılması) fikrine dayanmaktadır. Dünya siyasal tarihi için mühim bir yeri olan bu fikrin temelleri Antik Yunan düşünürlerine ve Roma sistemine (pratiğine) kadar uzanabilmektedir. Teorizasyonu ise yukarıda bahsedildiği gibi John Locke tarafından başlatılmış olup Montesquieu tarafından bitirmiştir;[35] bu ikilinin fikirleri (dolayısıyla erkler ayrılığı kuramı) özellikle Fransız ve ABD Anayasası gibi devrim sonrası anayasalara ilham kaynağı olmuş, 19. yüzyıldaki anayasacılık hareketlerinin fikirsel temelinde “iktidarı sınırlandırma” olarak yer almıştır.[36] Erkler ayrılığı bu bakımdan özetle; en temelde iktidarı sınırlandırma düzenini ifade etmektedir.

Yargıya taşıdığı önemden ötürü ayrı bir bölüm ayırmak gerekirdi; ancak erkler ayrılığı kuramının gelişimini nazara aldığımızda, yargının çekişme öznesi olarak pek de bir yerinin olmadığını görüyoruz. Özellikle kuramsallaşma süreci ve sürecin öncesindeki İngiltere pratiği, yürütme ve yasama arasındaki çekişmeye işaret etmekteydi. Yargı ise bu çekişmede çoğunlukla diğer ikilinin müdahalede bulunduğu, suistimal ettiği[37] yahut bir kısmını kapsadığı[38] bir iktidar alanından ibaretti. Kimi zaman ise direkt çekişmenin konusuydu.

Nihayet 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen anayasa yargısı ile birlikte, yargının diğer organlara karşı haiz olduğu denge-denetim araçları hatırı sayılır bir potansiyele ulaşmış görünmektedir. Ancak demokratik siyasal yaşamın olmazsa olmazı olan siyasal partiler, sözünü ettiğimiz diğer “olmazsa olmaz” olan erkler ayrılığının temel amaçlarını bir ölçüde budamaktadır.

Erkler ayrılığının düşünsel kaynaklarını, arka planını, kuramsallaştırılmasına giden tarihsel süreci ve teorik mantığını izah etmeyi konu edinen bu çalışmada, daha ziyade düşünürler ve dönemler üzerinden bir inceleme yapılmıştır. Unutmamak gerekir ki toplumsal-sınıfsal detayların göz ardı edilmesi halinde, bu kavram oldukça sığ bir bakış açısıyla ve “bulutlar üzerinden” okunmuş olacaktır.


KAYNAKÇA

  • Akad, Mehmet, Bihterin Vural Dinçkol ve Nihat Bulut, Genel Kamu Hukuku, İstanbul: Der Yayınları. 2018.
  • Akdemir, Süleyman, Kuvvetler Ayrı Yenilikçi Bir Bakış: Dörtlü Kuvvet Önerisi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, 2019, 685-710.
  • Akgül, Mehmet Emin, “Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Dönüşümü ve Günümüz Demokratik Rejimlerindeki Anlamı”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı 4, Temmuz 2010, 79-101.
  • Çelik, İrfan, “Kuvvetler Ayrılığı: Bir İndirgeme ve Dönüşüm”, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı 64, 2016, 135-159.
  • Güriz, Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014.
  • Işık, Sever, “İmtiyaz ve İstisna: Locke ve Schmitt’te Yasa, Egemen ve Olağanüstü Hal”, Mukaddime, Cilt 10, Sayı 1, 2019, 335-354.
  • Kaboğlu, İbrahim Ö., Anayasa Hukuku Dersleri (Genel Esaslar), İstanbul: Legal Yayıncılık, 2017.
  • Kansu Karadağ, Akasya, “Güçler Ayrılığı ve Hegemonya: Kuramsal Bir Tartışma”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi SBE, 2020.
  • Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, Çev. Fehmi Baldaş, İstanbul: Hiperlink Yayınları, 2011.
  • Özkan Duvan, Ayşe, “Devlet Teorisinde Kuvvetler Ayrılığının Doğuşu: Locke ve Montesquieu”, Yıldırım Beyazıt Hukuk Dergisi, Sayı 1, Mart 2019, 35-60.
  • Özcan, Ahmet, Mukayeseli Anayasal Denge Denetleme ve Türkiye, İstanbul: Arı Hareketi Yayınları, 2012.
  • Rousseau, Jean-Jacques, Toplum Sözleşmesi, Çev. Banu Kaynak, Ankara: Nilüfer Yayıncılık, 2016.

İnternet Kaynakları

  • Encyclopaedia Britannica, Seperation of Powers, 10.04.2020 https://www.britannica.com/topic/separation-of-powers (Erişim: 28.11.2021)
  • Hanover College History Department, Lord Acton (John Emerich Edward Dalberg) Letter to Archbishop Mandell Creighton. https://history.hanover.edu/courses/excerpts/165acton.html (Erişim: 05.12.2021)
  • Stanford Encyplopedia of Philosophy, Locke’s Political Philosophy; Separation of Powers and the Dissolution of Government, 09.11.2005, https://plato.stanford.edu/entries/locke-political/#SepaPoweDissGove (Erişim 12.12.2021)

Dipnotlar

  • [1] Lord Acton namıyla bilinen İngiliz politikacı ve yazar, bu tespiti İngiltere Kilisesi’ndeki başpsikopos Mandell Creighton’a gönderdiği mektupta ortaya koymuştur. İkilinin arasındaki mektuplaşma esasen; tarihteki figürlerin yargılanıp yargılanmaması gerektiği üzerineydi. Bu noktada başpsikopos onları eleştirmeme yönünde bir tutumu savunurken, Acton ise papaların yolsuzluklarını örnek göstererek bu yaklaşıma sertçe karşı çıkmaktaydı. (https://history.hanover.edu/courses/excerpts/165acton.html Erişim: 5 Aralık 2021)
  • [2] Doğu literatüründe ise; otorite ve iktidarın sınırlandırılması hususlarında İbn Haldun gibi oldukça atipik ve zengin bir örneğin bulunduğunu ve kendisinin, bu kavramların tam anlamıyla gündeme oturmasından yüzyıllar öncesinde bu konular üzerine eğildiğini belirtmemek haksızlık olur. (Yazar Eklemesi: 15.01.2024)
  • [3] Encylopaedia Britannica, Seperation of Powers (https://www.britannica.com/topic/separation-of-powers) Erişim: 28 Kasım 2021)
  • [4] Elbette, günümüzdeki anlamda, siyasal iktidarı sınırlayan, sözleşmeci görüş temelindeki anayasalardan, anayasalcılıktan söz edilmez. Buradaki anayasaların işlevi, siyasal iktidarın örgütlenmesinden ibarettir.
  • [5] Mehmet Akad, Bihterin Vural Dinçkol, Nihat Bulut, Genel Kamu Hukuku, İstanbul: Der Yayınları, 2018, s. 29.
  • [6] a.g.e, s. 30.
  • [7] Akasya Kansu Karadağ, Güçler Ayrılığı ve Hegemonya: Kuramsal Bir Tartışma (Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi SBE, 2020), s. 36-37.
  • [8] a.g.e, s. 43.
  • [9] Aslında Polybios ters bir akıl yürütmeyle (tümevarımsal olarak) hareket etmiştir; esas amacı Romalıların neyin sayesinde bu kadar güçlü bir devlet olup başarılı bir siyasal örgütlenmeyi haiz olduklarını belirlemekti. Bu sayede ideal olarak gördüğü yönetim anlayışının kuramsal unsurlarını ortaya çıkarmış oldu. Genel Kamu Hukuku, s. 40.
  • [10] a.g.e, s. 41.
  • [11] Karadağ, s. 47-48.
  • [12] Locke’un “Hükümet Üzerine Birinci İnceleme” ve “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserleri birlikte “Two Treatises of Government” (Hükümet Üzerine İki İnceleme) olarak ele alınmaktadır. İlk kitap İngiliz düşünür Robert Filmer’ın Patriarchia eserinde belirttiği (uhrevi iktidar, monarşi gibi Locke’un direkt karşıt olduğu) tezlere doğrudan reddiye niteliğinde iken, ikincisi ise doğa durumu, sözleşme gibi faraziyeleri ele almakta olup erkler ayrılığı kuramını oluşturduğu eser olarak kabul edilir.
  • [13] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi; Locke, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2014, s. 185-186.
  • [14] İrfan Çelik, “Kuvvetler Ayrılığı: Bir İndirgeme ve Dönüşüm”, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı 64, 2011, s. 140.
  • [15] Ayşe Özkan Duvan, “Devlet Teorisinde Kuvvetler Ayrılığının Doğuşu: Locke ve Montesquieu”, Yıldırım Beyazıt Hukuk Dergisi, Sayı 1, Mart 2019, s. 43.
  • [16] Karadağ, s. 61.
  • [17] Duvan, s. 41.
  • [18] Sever Işık, İmtiyaz ve İstisna: Locke ve Schmitt’te Yasa, Egemen ve Olağanüstü Hal, Mukaddime, 10(1), s. 339.
  • [19] Stanford Encyplopedia of Philosophy, Locke’s Political Philosophy, 2005, https://plato.stanford.edu/entries/locke-political/#SepaPoweDissGove (Erişim 12.12.2021)
  • [20] Güriz, s. 190.
  • [21] Yazının konu kapsamı dışında kalan Hobbes’un sözleşme faraziyesine göre, doğa durumunda bir kaos yaşayan insanlar, egemenliği mutlak olarak devlete vermektedir. Hobbes’un erkler ayrılığı hakkındaki görüşleri ve ideal düzen fikri bu yönüyle Locke’unkinden ayrılır. Hobbes’un devletinin (Leviathan), bir monarşi olduğu söylenebilir.
  • [22] Duvan, s. 47.
  • [23] ” (…) Öteden beri denenmiştir, kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi kötüye kullanmaya eğilimlidir; bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanmaya devam eder. Bilmem söylersem inanır mısınız? Faziletin bile sınırlanmaya ihtiyacı vardır. İktidarın kötüye kullanılmaması için, olayların düzeni gereğince, iktidarın bizzat iktidarı durdurması lazım.” (Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, Çev. Fehmi Baldaş, İstanbul: Hiperlink Yayınları, 2011, s. 144.)
  • [24] Duvan, s. 49.
  • [25] Dinçkol ve diğerleri, s. 144.
  • [26] ” (…) bizim politika yazarlarımız egemenliği ilkesinde parçalara ayıramadıkları için, konusunda ayırıyorlar. Onu güç ve istem, yasama gücü ve yürütme gücü, vergi, adalet ve savaş hakları gibi birtakım parçalara bölüyorlar; iç yönetim ve dış ilişkilere girme yetkisi diye bölümlere ayırıyorlar. Kimi zaman bütün bu parçaları birbirine karıştırıyor, kimi zaman birbirinden ayırıyorlar. Egemen varlığı, ayrı ayrı parçalardan eklenerek oluşan gerçeksiz bir varlık konumuna sokuyorlar. Bu adeta, insanı kiminde yalnız göz, kiminde kol, kiminde de yalnız ayak bulunan birçok bedenden oluşturmak gibi bir şey oluyor. (…) Bu yanlışlık egemen güç üstünde doğru düşünceye sahip olmamaktan, sonra da belirtilerini parçaları sanmaktan ileri geliyor.” (Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev. Banu Kaynak, Ankara: Nilüfed Yayıncılık, 2016, s. 45-46.)
  • [27] İbrahim Ö. Kaboğlu, Anayasa Hukuku Dersleri, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2017, s. 140.
  • [28] Mehmet Emin Akgül, Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Dönüşümü ve Günümüz Demokratik Rejimlerindeki Anlamı, Ankara Barosu Dergisi, Sayı 4, 2010, s. 86-94.
  • [29] Başbakanın bir milletvekili olması örnek verilebilir.
  • [30] Lordlar Kamarası içinde kararı alan “hukuk lordları” aynı zamanda yasamaya ilişkin kararlarda oy kullanmaktadır. Karadağ, s. 206-209.
  • [31] Devlet başkanını ceza yargısına tabi tutma mekanizması olan impeachment geniş bir istisnadır.
  • [32] Akgül, s. 88.
  • [33] a.g.e., s. 93.
  • [34] Kaboğlu, s. 219-220.
  • [35] Elbette bu durum, erkler ayrılığı üzerine o dönemde yalnızca bu iki düşünürün çalışmış olduğu anlamına gelmemektedir.
  • [36] Süleyman Akdemir, Kuvvetler Ayrılığına Yenilikçi Bir Bakış: Dörtlü Kuvvet Önerisi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 8 (1), 2019, s. 689.
  • [37] Mevcut Türkiye konjonktürü buna güzel bir örnektir.
  • [38] Daha önce de belirtildiği üzere, Birleşik Krallık’taki en yüksek yargı oranı olan Yüksek Mahkeme İstinaf Dairesi (Lords of Appeal In Ordinary), Lordlar Kamarası’nın yapılanması içerisinde yer alan bir temyiz merciydi.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bilginin Analizi – Jonathan Jenkins Ichikawa & Matthias Steup (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Din Felsefesi (Felsefe Sözlüğü)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü