Hayvanlarda ve İnsanlarda Acı Çekme – Alparslan Bayrak

///
8 Okunma
Okunma süresi: 31 Dakika

Doğal dünyada yıllık olarak yaşanan acı miktarı, tüm insanlığın içinde bulunmak istemeyeceği boyuttadır. Bu cümleyi yazarken geçen dakikada binlerce hayvan canlı canlı yenilmekte; diğerleri hayatta kalma mücadelesi vererek korku içinde inlemekte; bazıları ise iç organlarında dolaşan parazitler tarafından yavaşça tüketilmektedir. Tüm türlerden binlerce canlı açlık, susuzluk ve hastalık nedeniyle hayatını kaybetmektedir.

Richard Dawkins, Cennetten Akan Irmak

İnsanlık tarihi boyunca bazı insanlar, hayvanların ahlaki statüsünü küçümsemek ve onların duygu ile acıyı hissetme yeteneklerini tamamen inkâr etmek gibi aşırı yaklaşımlara sahip oldular. Bu düşünceye göre hayvanlar insanlardan “daha aşağı” varlıklarlardı ve doğadaki hiyerarşik basamakları göz önünde bulundurduğumuzda insanların çıkarları ve refahı, hayvanların çıkarlarından ve refahından daha önemliydi. Bu gerçekten zararlı bir bakış açısıdır çünkü hayvanların duygusal deneyimlerini ve haklarını göz ardı eder ve hayvanları nesneleştirir.

Bu yaklaşımın tarihsel bir örneği XVII. yüzyılda yaşamış olan filozof René Descartes’in, eşinin köpeği üzerinde gerçekleştirdiği viviseksiyon (yani diri kesim) işlemleridir. Descartes, bu korkunç işlemde hayvanın bedeninde bir ruhun bulunmadığını ve bir tür mekanik yapı gibi olduklarını kanıtlamayı amaçlar. Ona göre, hayvanlar sadece mekanik birer makine olarak işleyen organizmalardır ve dolayısıyla duygu veya bilinç sahibi değillerdir. Bu tür bir düşünce, hayvanların acı çekebilme kabiliyetini göz ardı ederken, insanların ise insan olmayan hayvanlardan üstün bir ahlaki statüye sahip olduğunu ima eder. Ahlaki anlamdaki hiyerarşik bir çerçeveye dayanan bu görüş, yalnızca insanlar ile hayvanlar arasındaki farklara odaklanmakla kalmamakta, bundan daha da ileriye giderek bugün türcülük olarak adlandırılan yaklaşıma benzer bir şekilde hayvanların daha aşağı bir tür olarak çıkarları olmadığı ve insan hizmetinde olmaları gerektiğini normatif olarak iddia eder.

Ancak günümüzde bu görüşlerin pek çok açıdan sorgulandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bilimsel çalışmalar, hayvanların karmaşık sosyal yapıları, duygusal tepkileri ve acı hissiyatları olduğunu gösterir [1]. Hayvan davranışları üzerine yapılan araştırmalar, empati, sosyal bağlar, adalet duygusu ve yardımseverlik gibi insana özgü niteliklere benzer davranışların hayvanlar arasında da gözlemlendiğini ortaya koyar [2]. Bu bulgular, hayvanların da duygusal ve ahlaki bir varlık olarak kabul edilmesi gerektiğini destekler. Hayvanlar da rüya görür, aile ilişkileri kurar, favori oyun ve yemekleri olur, iletişim içine girer, bir dereceye kadar akıl yürütebilir ve elbette öğrenebilir.

Ünlü primatolog Frans de Waal’ın “Hayvanların Ne Kadar Akıllı Olduğunu Bilecek Kadar Akıllı mıyız?” adlı kitabı, hayvanların bilişsel kapasitesini küçümseme eğilimimize karşı çıkan bir soruya odaklanır. De Waal, hayvanların da bizim gibi zengin bir zihinsel yaşama sahip olduğuna dair yaklaşımların giderek kabul gördüğünü açıklar. Yakın zamanda yapılan bir ankete göre gerçekten de ABD’li hanelerin %81’i, hayvanların ve insanların aynı şekilde acı hissedebildiğine inandığını ifade eder [3]. Bunun yanı sıra, hayvanların bilinç temelinde nörolojik temelleri olduğu konusunda bilimsel bir fikir birliği bulunur. Bu nedenle, hayvanların da bilinç sahibi olduğu konusu, bilim insanları arasında genel bir kabul gördü ve Wikipedia gibi kaynaklarda iklim değişikliği ve evrim gibi konularla birlikte hayvan bilişinin reddi inkarcılık olarak görülen bir başlık haline geldi [4].

Bu fikirlerin yükselişi, hayvanların daha geniş bir ahlaki çember içerisinde yer almasını ve haklarının korunmasını gerektiren birçok etik ve toplumsal tartışmayı beraberinde getirdi. Beraberinde abolisyonist ve yeni refahçı olarak adlandırdığımız ve kendilerini hayvan hakları savunucuları olarak gören çeşitli pozisyonlar ortaya çıktı. Veganizm adıyla literatüre yerleşen eşitlikçi anlayışa göre insanların, hayvanların acılarını ve çıkarlarını göz ardı etmeye yönelik geleneksel bakış açılarını sorgulamaları ve onların da değerli varlıklar olduğunu kabul etmeleri gerekir. Hayvanların benzer bir şekilde acı çekebilen ve zengin bir iç yaşama sahip olması, onlara duyarlılık göstermemizi ve etik olarak sorumlu davranmamızı gerektirir. Diğer insanlara yönelik davranışlarımızda belirli türden ahlaki ölçütlerimiz olması, en temelde onların duyarlı ve zengin zihinsel yaşamlara sahip olması ile alakalıdır. Çoğu türcü bile, mevcut türcü anlayışlarını insanların duyarlılık ve zihinsel yaşamlardaki çeşitliliklerine dayandırır. Hayvanlar, bilhassa hissedebilen hayvanlar, elinizde tuttuğunuz bir bardak veya kulaklığınız ile aynı ahlaki statüde değildir. Onlar, sahip oldukları yaşamlarında içsel bir değer taşırlar. Şayet yeryüzünü hissedebilen ve duyarlı canlılar ile paylaşıyorsak, onlarla ilişkimiz nasıl olmalıdır sorusunu yanıtlamak zorundayız.

Bu bağlamda, hayvan hakları hareketi ve hayvan refahı savunucuları, hayvanların sömürülmesine karşı mücadele etmek, onları kötü muameleden korumak ve onların yaşam kalitesini iyileştirmek için çaba sarf eder.

Hayvanlarda Bilinç

Günümüz bilim insanlarının çoğunluğu özellikle memelilerin ve kuşların duygusal deneyimlerinin bilincinde oldukları konusunda hemfikirdir. Bu fikir birliği, “Cambridge Bilinç Bildirgesi” gibi önemli belgelerle desteklenir [1]. Marian Stamp Dawkins gibi hayvan bilinci konusunda agnostik bir pozisyon tutunan hayvan savunucusu, “Hayvan Refahının Önemli Olduğuna İnanmayanları İkna Etmek” adlı çalışmasında, hayvan savunucularının hayvan haklarını ve refahını savunmak için bilimsel olarak hayvanların bilinçli olduğu argümanına başvurmalarından ziyade başka nedenler öne sürmelerini önerir [5].

Fakat bu görüşe karşı olarak Marc Bekoff “Dawkins’in Tehlikeli Fikri: Hayvanların Bilinçli Olup Olmadığını Gerçekten Bilmiyoruz” adlı bir yazı kaleme alır ve Dawkins’in mevcut hayvan bilincine dair ezici delillerin birçoğunu göz ardı ettiğini savunur [6]. Bekoff, hayvanların duygusal deneyimlerini ve bilinçlerini anlamak için yapılan bilimsel araştırmaları vurgular ve hayvanların zihinsel kapasitelerini daha iyi anlamamız gerektiğini belirtir.

Dawkins’in agnostik bir tutum sergilemesi ve bilimin hayvan bilinci konusunda şüpheci kalması, bilimsel yöntemin yapısıyla ilgilidir. Bilim, kanıtlara dayanır ve bilimde mevcut varsayımlardan bağımsız olarak kanıtlar aranmalıdır. Ancak Dawkins’in “kesin olarak” bilmediğimiz bir konuda, hayvanların bilinçli olup olmadığı konusunda belirsizlik ifadesi, bazı uzman olmayan kişiler için yanıltıcı olabilir. Burada önemli bir ayrım yapılması gereken nokta, bilimdeki “kesinlik” ile etikteki “kesinlik” arasındaki farktır. Bilim, kanıtlara dayanır ve kesinlikle kanıtlanan bir gerçeklikle ilgilenir. Ancak etik, belirsizliklerle dolu olabilir ve bazen tam bir kesinlik yerine olasılıklar üzerinden hareket etmek zorunda kalır.

Hayvan bilinci konusunda belirsizlikler bulunmasına rağmen, çoğu uzman bu konuda yüksek olasılıklar vermektedir. Örneğin, tavuğun bilince sahip olduğu konusunda %80’in üzerinde ve domuzun bilince sahip olduğu konusunda %85’in üzerinde bir olasılık verilebilir. Ancak bu oranlar kesin değildir (felsefedeki diğer zihinler problemini düşünürseniz insanların da zihinleri olduğu konusunun kesin olmadığını söyleyebiliriz). Bu noktada, Bekoff’un bilimsel şüpheyi vurgulamanın hayvanlara zarar verebileceği konusunda haklı olduğu düşünülebilir. Belirsizlik ifadesi, halkın anlayışında kafa karışıklığı yaratabilir ve hayvanların haklarını gözetmek için harekete geçme motivasyonunu zayıflatabilir.

Belirsizlik durumunda en doğru yaklaşım, mevcut kanıtlar doğrultusunda konuşmak ve olasılıkları ifade etmektir. Mutlak kesinlik yerine kanıtlarla desteklenen açıklamalar yapmak, insanların doğru bilgilendirilmesini sağlar ve etik sorumluluğu ön plana çıkarır. Belirsizlik ve kesinlik arasındaki dengenin dikkatli bir şekilde kurulması gerektiği küresel ısınma tartışmalarında da görülebilir. Belirsizlik, bazı insanları harekete geçirmekte zorlanabilirken, kesinlikle kanıtlanmış gerçeklerin vurgulanması daha etkili olabilir. Benzer şekilde, hayvan bilinci konusunda da doğru bilgilendirme ve kesinlikle kanıtlanmış gerçekler üzerinde durmak, hayvan haklarının savunulmasında daha etkili bir yol olabilir.

İnsan Olmayan Hayvanların Zihinleri Var mıdır?

Dawkins’in hayvanların bilinçli olup olmadığını tam olarak anlamadığımız konusunda haklı olduğunu belirtmek önemlidir. Aslında, insanların neden bilinçli olduğunu bile tam olarak bilmiyoruz. Bilinçli olmak, bilinçsizken yapamayacağımız bir dizi deneyimi mümkün kılar. Örneğin, kör bir kişi nesnelerin bilincinde olmadan yürüyebilir ve onlardan kaçınabilir. Eğer bilincimizi deneyimleyemiyor olsaydık, insanların da bilinçli olup olmadıkları konusunda kesinlikle bilimsel şüphelerimiz olurdu.

Hayvanlarda gözlemlenen sofistike, kendi kendini yansıtan davranışlar, Bekoff ve diğerleri tarafından bilinci ima ettiğini düşündükleri kanıtlardır. Bu tür davranışlar, hayvanlarda bilincin varlığına dair güçlü bir argüman sunar. Fakat bu bulgular bilincin varlığını kesin bir şekilde göstermez çünkü şu anda bu tür testlerle bile insanların bilinçli olduğunu tam olarak kanıtlayamıyoruz. Bilinci anlamak için yalnızca beyne bakmak istiyorsak, bunu yalnızca bilincin beyinde nasıl işlediğini ve hangi algoritmaların çalıştığını tam olarak anladığımızda yapabilecek bir konumda olacağız.

Beyne bakarak bu soruya kesin bir cevap veremediğimiz bir durumda bile insanların zihinsel deneyimlerine dayanarak bilinçli olduklarını iddia edebildiğimiz gibi, benzer argümanları hayvanlara da uygulayarak onların da bilinçli olduğuna yönelik tutarlı ve geçerli bir argüman oluşturabiliriz. Örneğin, hayvanların davranışlarını, tepkilerini ve duygusal deneyimlerini gözlemleyerek, bilinçli olduklarını varsayabiliriz. Bu, insanların bilinçli olduğunu kabul ettiğimiz nedenlere benzer bir şekilde mantıklı bir çıkarım olurdu. Diğer yandan hayvanların farklı koşullanma türleri ile birlikte öğrenme sürecine girdiklerini de biliyoruz. Bu da bilinçli olduklarına yönelik kümülatif bir kanıt olurdu.

Bu bağlamda, bilincin doğası hakkında tam bir anlayışa sahip olmasak da, hayvanların bilinçli olduğunu ima eden kanıtlara dayanarak hayvanlara saygı göstermek ve onların refahlarını gözetmek önemlidir. Bilinçli varlıkların haklarına ve çıkarlarına duyarlılık göstermek, etik değerlerimize uygun bir davranıştır ve insanların bilinçli olduğunu düşünürken kabul ettiğimiz nedenleri hayvanlara da uygulamamız önemlidir.

İnsan olmayan hayvanlar da, biz insanlar gibi acı ve ıstırap hissedebilirler. İnsan olarak ben kendi acılarımı bilincim aracılığıyla deneyimleyebilirim ancak sizin acı çektiğinizi kesin olarak bilemem. Bununla birlikte, beyin yapınıza ve fenomenal deneyimlerinize (birinci şahıs perspektifinden bildiğiniz deneyimler) doğrudan erişimim olmadığı için sizin acı çekmediğinizi iddia etmek saçma olur. Ancak, sizin belirli bir olaya verdiğiniz tepkileri gözlemleyebilirim. Eğer bir şey size acı veriyorsa, bu durumu anlayabilirim çünkü duyguların evrensel bir dili vardır ve insan olarak belli tepkilerimiz vardır. Peki neden bu kapsamı sadece insanlarla sınırlayalım? Zevk, mutluluk, neşe, umut veya acı hissedebilen tek canlı türü insanlar değildir. Üçüncü şahıs perspektifinden gözlemlenebilen eylemlere dayanarak, acı çektiği düşüncesini haklı çıkarmak için bir türün davranışlarını kullanabiliriz. Bu perspektiften bakıldığında, insan olmayan hayvanları da bu kategoriye dahil edebiliriz. Hem hayvanlarda hem de insanlarda, aynı sinirsel süreçlere dayanarak acıya benzer tepkiler gözlemliyoruz. Örneğin, hem insanlar hem de insan olmayan hayvanlar aspirin veya parasetamol gibi ilaçlarla ağrının hafiflediğini deneyimleyebilirler. Bu da gösteriyor ki, hayvanların acılarının farkında olmamaları pek olası değil.

Ağrı, zihinsel bir durumdur ve doğrudan gözlemleyemeyiz. Ancak, çığlık atma, eli sıcak bir şeyden kaçırma gibi davranışlar ve nörolojik çalışmalar, acının belirli dış işaretlerle ilişkili olduğunu gösterir. Bu dış işaretler, başka bir zihnin acı çekebileceği fikrini destekler. Hayvanlar da benzer sinir sistemlerine sahip olduklarından, acı hissetme olasılıkları oldukça yüksektir.

İnsan olmayan hayvanların sinir sistemleri, insan sinir sistemiyle benzerlikler gösterir. Örneğin, acı hissettiğimizde vücudumuzda ortaya çıkan fizyolojik tepkiler, hayvanlarda da benzer şekilde görülür. Kalp atış hızı artar, göz bebekleri büyür, kan basıncı yükselir ve uyarıcı faktör devam ederse bu tepkiler şiddetlenebilir hatta kalp krizi gibi ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu fizyolojik tepkiler, acının birçok canlıda ortak bir deneyim olduğunu gösterir.

Beyindeki belirli bölgeler de acı ve benzeri duygusal deneyimlerle ilişkilidir. İnsanlarda serebral korteks, düşünme işlevleriyle ilişkilendirilirken, diensefalon denilen bölge daha çok temel dürtüler, hisler ve duygularla ilişkilidir [7]. Diensefalon, özellikle memeliler ve kuşlar gibi hayvan türlerinde gelişmiştir [1]. Bu da hayvanların duygusal deneyimlere sahip olabileceklerini ve acı hissi yaşayabileceklerini gösterir.

Hayvanların bilinçli olduklarına dair inancımızı destekleyen güçlü nedenlerden bir diğeri, evrimsel bağlantılarımız ve beyin yapılarımız arasındaki benzerliklerdir. Donald R. Griffin ve Gayle B. Speck’in “New evidence of animal consciousness” (2004) makalesinde belirtildiği gibi, bilincin ortaya çıkmasına dair insan beyniyle sınırlı olan herhangi bir yapı veya sürecin bulunamaması, hayvanların da bilinçli olabileceğini gösterir [8].

Kent C. Berridge ve Morten L. Kringelbach ise “Building a neuroscience of pleasure and well-being” (2012) adlı çalışmalarında, insanlar ve diğer memeliler arasında hedonik beyin mekanizmalarının büyük ölçüde paylaşıldığını belirtirler [9]. Bu da hayvanlarda elde edilen bulguların, insan zevklerinin anlaşılmasına katkı sağlayabileceğini gösterir. Beyindeki sinirsel benzerlikler, zevk için kullanılan devrelerin erken filogenetik evrimde ortaya çıktığını ve bu devrelerin daha sonraki türlerde, insanlar da dahil olmak üzere daha fazla detaylandırıldığını gösterir [9].

Evrimsel perspektif, hayvanların bilinçli olduğuna dair bir başka gerekçe sunar. İnsanlar ve insan olmayan hayvanlar, evrim sürecinin bir ürünüdür. Evrim ağacında tarihsel olarak geriye doğru gittiğimizde, insan olmayan hayvanlarla aramızdaki benzerlikler daha belirgin hale gelir. Aynı evrimsel geçmişi paylaşıyoruz ve sevinçlerimizle acılarımızın onlarınkinden farklı olduğuna veya özel olduğuna inanmak için bir nedenimiz yok. Doğal seçilim, insanlık durumunun kökenleri üzerindeki etkisini vurgular ve duyularımızın ve bilişsel süreçlerimizin dış çevreyle uyumunun seçilim yoluyla oluşturulduğunu ve sürdürüldüğünü gösterir. İnsan zihninin, evrimsel bir çerçeve olmaksızın (yani hayatta kalma ve üreme üzerine odaklanmadan) nedensel bir geçmişi olmadığı söylenilebilir. Aynı şekilde, insan olmayan hayvanlar da doğal seçilimin etkisiyle zihinsel özellikler geliştirmiştir. Evrimsel çerçeve, hayatta kalma ve üreme amacına hizmet etmek için zihinsel özelliklerimizin beynin evrimsel sonucu olduğuna dair kanıtlar sunar. Bu açıdan bakıldığında, hayvanların da benzer evrimsel çerçeve içinde yer aldığı ve öznel deneyimlerinin beynin evriminin sonucu olduğu düşünülebilir. Bu nedenle, hayvanların bilinçli olduklarına dair inanç, evrimsel bağlantılarımız, beyin yapılarımız ve doğal seçilimle ilgili gözlemlerle desteklenir. Fizyolojik olarak benzer alt yapıya dayanan, ortak bir kökene ve evrimsel bir işleve sahip olan ve benzer koşullar karşısında benzer davranış kalıplarına yol açan sinir sistemlerinin, öznel duygular ve zihin temelinde farklı işlediğini varsaymak kesinlikle mantıklı değildir.

Tüm bu bilgiler, hayvanların duygusal ve zihinsel deneyimlere sahip olabileceği ve bu nedenle refahlarının gözetilmesi gerektiği düşüncesini güçlendirir. Hayvan hakları ve refahı konularında daha duyarlı olmak, bilimsel bulguları dikkate almak ve hayvanların yaşamlarını iyileştirmek için çaba sarf etmek önemlidir. Bilincin evrensel bir özellik olduğunu kabul etmek, daha empatik ve adil bir toplum oluşturma yolunda önemli bir adımdır.

Hayvanların Acı Çekmesi İnsanların Acı Çekmesinden Daha mı Az Kötüdür?

Birçok insan doğaya estetik bir perspektiften bakar ve biyoçeşitlilik ile ekosistemlerin sağlığı açısından düşünür ancak bu ekosistemlerde yaşayan hayvanların birer birey olduğunu ve kendi ihtiyaçları olduğunu unutur. Hayvan hakları hareketindeki en büyük tabu, acıların çoğunun doğal nedenlerden kaynaklandığıdır.

Albert, filozof Nick Bostrom’un “Golden” kitabındaki kurgusal bir köpek

İnsanlar, hayvanların acı çekebileceğini kabul etseler bile, bazıları hayvanların daha az yoğun acı hissettiğini çünkü insanlarla aynı üst düzey zihinsel acıya sahip olmadıklarını öne sürebilir. Ancak bu iddia pek doğru görünmüyor.

Öncelikle, hayvanların, en azından memeliler gibi daha üst düzey bilişe sahip hayvanların, zihin yapılarının daha az sofistike olduğunu iddia etmek belirsizlik içerir. Hayvanlar, insanlarda görülen birçok psikopatolojiyi gösterebilirler. Örneğin, fillerin ölüm ritüelleri olduğu bilinmektedir ve kargaların eğlenmek için kızak kaydığına dair gözlemler yapılmıştır. Bu tür davranışlar, hayvanların duygusal ve zihinsel deneyimlerinin sandığımızdan daha karmaşık olabileceğine işaret eder.

Marc Bekoff, Jonathan Balcombe ve diğer etologlar, memelilerin, kuşların, balıkların ve hatta ahtapotların karmaşık duygusal yaşamlarını belgeleyen birçok kitap yazmışlardır. Bu çalışmalar, hayvanların acı, sevinç, korku, bağlılık gibi duygusal tepkiler gösterebileceğini ve bu tepkilerin insanlarla benzerlikler taşıdığını ortaya koyar.

Ayrıca, hayvanların sinir sistemlerinin insanlarınkine benzerlik gösterdiğini biliyoruz. Beyin araştırmaları, hayvanların beyinlerinde insanlarınkine benzer nöral korelasyonlar olduğunu gösterir. Örneğin, acıyı algılayan ve işleyen sinir devreleri benzer şekilde işlev görür.

Bu bilgiler ışığında, hayvanların daha az yoğun acı hissettiğini iddia etmek için yeterli bir temel bulunmamaktadır. Hayvanların karmaşık duygusal yaşamları olduğunu ve acı çekebileceklerini düşünmek, onların refahının ve haklarının gözetilmesi gerektiği önemli bir noktadır. Bilimsel araştırmalar ve etoloji çalışmaları, hayvanların zihinsel deneyimlerinin insanlarla benzerlikler taşıdığını ve duygusal kapasitelerinin olduğunu göstermektedir.

İkinci olarak, ya hayvanların daha az acı çektiğini düşünürsek? Bu durumda şunu sorabiliriz: Ne kadar daha az acı çekiyorlar? Kaynayan bir tüy dökme tankında haşlanan ve canlı canlı boğulan bir tavuğun yerinde olduğunuzu varsayalım. Hayatınızın sonu, içinde bulunduğunuz durumun adaletsizliği, arkadaşlarınızı ne kadar özleyeceğiniz vs. gibi daha geniş kapsamlı düşünceleriniz olmasaydı bu deneyim ne kadar daha az kötü olurdu? Sanırım o anda deneyimlediğiniz fiziksel acı bu tarz yan düşünceleri bastırırdı. Ya da en azından, derin dediğimiz bu tarz düşüncelerin üzerinizde yaratacağı etki fiziksel aacının kendisinden daha kuvvetli olmazdı. Hatta geniş kapsamlı bu düşüncelerimizin saf acıyı azaltabilmesi mümkünmüş gibi görünüyor bana. Örneğin, bir insanın kaynar suya maruz kaldığında aklından geçebilecek düşünceler arasında adaletsizlik, kendisine zarar veren kişileri suçlama, kurtulma çabası ve sevdiklerini özleme gibi faktörler olabilir. Bu düşünceler, acının yanında psikolojik olarak deneyimlenen bir boyut ekleyebilir ve fiziksel acının etkisini azaltabilir. Bunun yanında, hayvanların aynı acıyı deneyimlediğinde bu tür düşünceleri olmayacağını varsayabiliriz. Hayvanlar genellikle anlık reflekslerle tepki verirler ve en azından bazılarının daha sofistike düşüncelere sahip olmaları beklenmez. Dolayısıyla, hayvanların deneyimlediği acının, o anda yaşanan fiziksel acıdan ibaret olduğunu düşünebiliriz. Bu nedenle, hayvanların daha sınırlı zihinsel kapasitelere sahip olduklarını varsayarak, daha üst düzey düşüncelerin ham acıdan daha güçlü olmadığını düşünebiliriz. İnsanların acılarını daha karmaşık bir şekilde değerlendirebilecek zihinsel süreçlere sahip olmaları, hayvanlarla karşılaştırıldığında daha fazla deneyimlendirici faktörlere sahip olabilecekleri anlamına gelebilir. Bu noktada, hayvanların acı çekme kapasiteleri ve duygusal deneyimlerinin boyutlarına ilişkin tam bir kesinlik olmadığını belirtmek önemlidir. Bilimsel araştırmalar, hayvanların duygusal ve zihinsel kapasitelerinin daha karmaşık olabileceğini göstermektedir ancak kesin bir sınır çizmek zor olabilir. Yine de böyle bir sınır çizmenin şu anda zor olması, onların bu yetilere toptan sahip olmadığını söylememiz için de bir sebep değildir. En azından hayvan haklarına ilişkin asgari düzeyde bu yetilere sahip olduklarını söyleyebilir, gerekli düzenlemeleri yapabilir ve bu alandaki araştırmalarımıza daha yüksek düzeyde bir kesinlik kazanmak için devam edebiliriz. Daha önce de bahsettiğim gibi, bilimdeki kesinlik ve ahlaktaki kesinlik kavramları birbirinin yerine geçebilecek kavramlar değildir.

Ayrıca hayvanların daha az birim miktarda acı hissetmesi ne acı olgusunun kendisinin kötülüğünü veya yanlışlığını azaltır ne de hayvanların “insanca” öldürülmesi, kendi yaşamının öznesi olan hayvanın öldürüldüğünü ve bu eylemin yanlış olduğu gerçeğini değiştirir. Batı’daki geleneksel hayvan etiği yaklaşımı, bir hayvanın öldürülmesinin sorun teşkil etmediği, sorunun ise hayvanın acı çekmesine yol açmak olduğu şeklindedir. Bir hayvana “insancıl” bir şekilde davrandığımız ve “insancıl” bir şekilde öldürdüğümüz sürece, yanlış bir şey yapmadığımız düşünülür. Bu inanç, özellikle Batı kültüründe değer verilen hayvanlar olan kediler ve köpekler üzerinden çarpıcı bir şekilde görülebilir. Bir köpek veya kediye zarar verildiğinde, bu eylem şiddetle kınanır. Ancak istenmeyen köpekler ve kediler, barınaklarda rutin olarak “uyutulur” -yani öldürülür- ve çoğu insan, sürecin eğitimli bir kişi tarafından doğru bir şekilde uygulandığı sürece itiraz etmez. Neden hayvanları öldürmenin ahlaki bir yükümlülüğü olmadığını düşünüyoruz? Neden insan olmayan hayvanlar için ölümün zarar olmadığını düşünüyoruz?

Geçmişte hayvanlar çoğunlukla nesneler olarak kabul ediliyordu. Onlara uyguladığımız muamele veya onları kullanmamız, ahlaki ve yasal olarak önemli değildi. Belki komşumuzun ineğine zarar vermeme gibi bir yükümlülüğümüz olabilir ancak bu yükümlülük ineğe karşı değil, ineğin sahibi olan komşumuza karşıydı. Hayvanları nesne olarak görmek, onların duygusal ve öznel farkındalığa sahip olduklarını, acı, eziyet veya ızdırap gibi duyguları hissettiklerini inkar ettiğimiz anlamına gelmez. Ancak biz, hayvanların biz insanlardan aşağıda olduğunu düşündüğümüz için bu gerçekleri göz ardı edebileceğimize inandık. Biz düşünebilirdik, onlar düşünemezdi. Biz sembolik iletişimi kullanabilirdik, onlar yapamazlardı. 19. yüzyılda bir paradigmada değişiklik yaşandı ve hayvan refahı teorisi doğdu. Kısa bir süre içinde, hayvanları nesneler olarak görmekten vazgeçip onların ahlaki değer taşıdığı fikrini benimsedik. Yetişkin bir at ya da köpek, zihinsel kapasite ve iletişim becerileri açısından, bir günlük, bir haftalık ya da bir aylık bir bebekle karşılaştırılamayacak kadar gelişmiştir. Peki bu gerçekten önemli mi? Asıl önemli soru, onların akıl yürütebilme ya da konuşabilme yeteneği değil, acı çekebilme yetenekleridir. Bu paradigma değişikliğinde öne çıkan hukukçu ve düşünür Jeremy Bentham 1789’da, hayvanların insanlardan farklı zihinlere sahip olmalarının, onların acılarının ahlaki olarak değersiz olduğu anlamına gelmediğini savunmuştur. Hayvanların türlerine göre acı çekmelerini görmezden gelmek, kölelerin ten rengine göre acı çekmelerini görmezden gelmekle neredeyse aynıdır. Zeka, öz farkındalık, dil kullanımı gibi herhangi bir kritere en az insan olmayan hayvanlar kadar düşük seviyede sahip olan insanlar vardır. Eğer bu insanlara diğer hayvanlara davrandığımız gibi davranmamız yanlışsa hayvanlara bu insanlardan farklı bir şekilde davranmamızın ahlaken izin verilebilir olduğunu söylemek de keyfi olacaktır çünkü bu iki canlı arasındaki tek fark ait oldukları türlerdir. Bu da ahlakla alakasızdır çünkü ‘tür’ ahlaki değil biyolojik bir kategoridir.

Ancak Bentham, insan köleliğine son verme konusunda olduğu gibi hayvanları kaynak olarak kullanmayı bırakmamız gerektiğini savunmaz. Onlara iyi davrandığımız sürece, hayvanları insani amaçlarla kullanmanın ve öldürmenin ahlaki olarak kabul edilebilir olduğunu düşünür. Bentham’a göre hayvanlar anlık olarak yaşamaktadır ve hayatlarını sonlandırdığımızda ne kaybettiklerinin farkında değillerdir. Bentham’a göre hayvanları nispeten acısız bir şekilde öldürdüğümüz sürece, aslında onlara iyilik yapıyoruz. Onlara genellikle doğadaki kaçınılmaz sonlarından daha hızlı ve daha az acılı bir resim sunuyoruz. İnek, öldürülüp yenildiğini umursamaz; tek önemli olan, hayatta olduğu süre boyunca nasıl muamele gördüğü ve nasıl öldürüldüğüdür çünkü tek ilgilendikleri acı çekmemektir. Bugün çoğumuzun inandığı şey tam olarak budur. Hayvanları öldürmek sorun olmaktan çıkar. Sorun, onlara acı çektirmemizdir. Eğer onlara keyifli bir yaşam ve nispeten ağrısız bir ölüm sağlarsak, yanlış bir şey yapmamış oluruz. İlginçtir ki, Bentham’ın görüşleri, Peter Singer tarafından desteklenmiştir ve Singer, öldürülen bir hayvanın kaybının “eşit derecede güzel bir hayat yaşayacak başka bir hayvanın yaratılmasıyla” nasıl telafi edilemeyeceğini açıklamanın zor olduğunu iddia etmiştir. Duyarlı bir varlığın ölümden zarar görmediğini söylemek bence kesinlikle tuhaf bir söylem.

Singer, bir hayvanın yaşamak için bir tehdide karşı savaşabileceğini kabul eder. Ancak bu, hayvanın benlik duygusu için gereken zihinsel sürekliliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Bu fikir, bir hayvanın benlik duygusuna sahip olmanın tek yolunun, normal yetişkin insanlarla ilişkilendirdiğimiz otobiyografik benlik duygusuna sahip olmak olduğunu varsayar. Bu kesinlikle bir yol olabilir ancak tek yol değildir. Biyolog Donald Griffin’in de belirttiği gibi, algısal olarak bilinçli hayvanlar, muhtemelen kendi bedenlerinin ve eylemlerinin farkında ve diğer hayvanların bedenlerinden ve eylemlerinden farklı olduklarını algılamaktadırlar. Bentham ve Singer’ın söylediği gibi, hayvanlar “sonsuz şimdide” yaşasalar bile, bu onların benlik duygusundan yoksun olduklarını veya varlıklarını sürdürmek istemediklerini anlamına gelmez. Hayvanlar her an kendilerinin farkında olacak ve bu farkındalığı sürdürmekle, bilincin bir sonraki saniyesine ulaşmakla ilgilenecekler. Özel bir amneziye sahip insanlar, anılarını hatırlayamayabilir veya gelecek hakkında fikir sahibi olamayabilir ancak bu, öz farkındalığa sahip olmadıkları veya bu farkındalığın kesilmesinin zarar vermeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla ortadaki problem bir hayvanın daha az acı hissedebilmesi, ya da “acısız” bir şekilde öldürülmesinden ziyade, hayvan kullanımının ve sömürüsünün ahlaki olarak kabul edilebilir olup olmadığıdır.

Pek çok insan çiftlik hayvanlarının korku gibi bazı basit duygulara sahip olduğunu kabul etse de, bu hayvanların hislerinin bizimkilerle benzerlik gösterebileceği ve karmaşık olabileceği fikrine daha az açıklık getirilmiştir. Ancak, bir dizi kanıt ve gözlem, hayvanların da çeşitli psikolojik acılar deneyimleyebileceklerini gerekçelendirmektedir. Bir örnek olarak, türdeşlerinin çığlığı karşısında kalp krizi geçirme ve stres gibi psikolojik acılar, hayvanların da bu duygusal deneyimleri yaşayabileceğini göstermektedir. Hayvanların duygusal deneyimleri, sosyal etkileşimleri sırasında da açıkça ortaya çıkabiliyor. Örneğin, primatların sosyal hiyerarşileri ve grup içi etkileşimleri, duygusal tepkileri gözlemlemek için değerli bir kaynaktır. Bir liderin değiştiği durumlarda veya grup dinamikleri değiştiğinde, alt sıradaki bireylerin stres ve kaygıya bağlı tepkiler gösterdiği gözlenmiştir. Ayrıca, primatlar arasında empati ve dayanışma davranışlarıyla da karşılaşıyoruz. Örneğin, bir bireyin acı çektiği veya tehlikede olduğu durumlarda diğer primatlar ona yardım etmeye çalışır. Bu davranışlar, hayvanların sosyal bağlantılarının ve empati yeteneklerinin olduğunu gösterir. Daha da ileri gidersek, bazı hayvanların travmatik deneyimler sonucu uzun süreli etkilenmeler yaşayabildiğini gözlemleyebiliriz. Örneğin, hayvanlar kötü muameleye veya istismara maruz kaldıklarında, sonrasında davranış değişiklikleri, güvensizlik veya korku gibi belirtiler sergileyebilirler. Bu durumlar, hayvanların geçmiş deneyimlerinden kaynaklı psikolojik acılar yaşayabileceklerini ve bu deneyimlerin onları uzun süre etkileyebileceğini gösterir. Bu gözlemler, hayvanların sadece basit refleksif acı tepkileri vermekle kalmadığını, aynı zamanda daha karmaşık psikolojik acılar yaşadıklarını ve duygusal dünyalarının daha da karmaşık olduğunu göstermektedir. Bu noktada, hayvanların bilinçli deneyimlerinin yanı sıra psikolojik acılarının da önemli olduğunu anlamak, onların refahını ve haklarını korumak için kritik bir adım olacaktır.

Buna ek olarak, insanların durumu anlamaları nedeniyle aslında daha az acı çekebilecekleri birçok durum vardır. Örneğin, gıda zehirlenmesi geçiren insanlar, bu acının bir veya iki gün sonra sona ereceğini ve bu süre zarfında arkadaşlarının ve ailelerinin kendilerine yardımcı olacağını bilebilir. Aynı deneyimi yaşayan hayvanların ise başlarına ne geldiği, bu acının ne zaman sona ereceği veya hayatlarının nasıl etkileneceği konusunda hiçbir fikri olmayabilir. Bazı kişiler, kendi öznel deneyimlerine dayanarak, yetişkinlik döneminde duygusal olarak çocukluk dönemine kıyasla daha az etkilendiğini ve bu nedenle hedonist bir bakış açısıyla ahlaki açıdan daha az önemli olduğunu düşünebilir. Ancak bu bir yanılsama olabilir çünkü kişisel deneyimler kişiden kişiye farklılık gösterebilir ve ahlaki değerlendirmelerin sadece bireysel deneyimlerle sınırlı olmaması gerekir.

İnsanların modern yaşamlarının fabrikada yetiştirilen veya vahşi doğada bulunan hayvanlardan daha rahat olduğunu kabul etmek önemlidir. Gelişmiş teknolojiler, sağlık hizmetleri, konforlu yaşam koşulları ve beslenme imkanları, insanların genellikle daha rahat bir yaşam sürmesini sağlar. Bu, insanların kötü anılarının çoğunun duygusal yaralanmalarla ilişkili olmasının nedeni olabilir. Örneğin, kayıp, ayrılık, ilişki sorunları, ekonomik stres gibi durumlar, insanların duygusal olarak zorlandığı anlardır. Ancak hayvan hakları ve refahı konusunda duyarlılık göstermek, sadece kişisel deneyimlerimizle sınırlı olmamalıdır. Hayvanların acı çekebileceği ve haklarının olduğu gerçeği, etik bir sorumluluk gerektirir. İnsanların refahıyla hayvan refahı arasında bir denge kurmak önemlidir. Bu dengeyi kurarken, sadece kişisel deneyimlerimize değil, evrensel etik değerlere, bilimsel araştırmalara ve doğa ile sürdürülebilir bir ilişkiye de odaklanmalıyız. Ayrıca, hayvan ve insan acısının göreceli büyüklüğü konusundaki tartışma, bireysel duygusal deneyimlerin yanı sıra, ahlaki ve etik bir perspektiften de ele alınmalıdır. Acı, her canlı için öznel bir deneyimdir ve insanların acılarının daha yoğun veya daha önemli olduğunu iddia etmek, diğer canlıların acılarını göz ardı etmek anlamına gelebilir. Ahlaki bir çerçevede, insanların acılarını hafife almak veya diğer canlıların acılarına eşit bir değer vermemek adil veya doğru değildir. Bunu, kendi çocuğunuza daha fazla değer verseniz de, bunun diğer hiçbir çocuğa değer vermemeniz gerektiği anlamına gelmemesi olarak düşünebilirsiniz.

Son olarak, hayvan refahı ve insan refahı arasında bir denge kurmak, kaynakların nasıl kullanıldığına dair hesaplamaları da etkileyebilir. Örneğin, hayvansal ürünlerin tüketimindeki azalma, kaynakların daha verimli kullanılmasına ve sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmaya yardımcı olabilir. Bu da, paralarımızın ve sahip olduğumuz değerli saatlerimizin en fazla nerede işe yarayacağına dair hesaplamaları değiştirebilir ve uzun vadeli faydaları göz önünde bulundurmayı gerektirebilir.

Öz Farkındalığın Önemi?

LeDoux ve Brown’ın (2017) benlik temsilinin duygular için önemli olduğunu savunmaları, duyguların bir kişinin deneyimine, kendinin farkındalığına ve bağlamına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre benlik, duygusal deneyimlerin anlamını ve etkisini şekillendiren bir faktördür:

Benlik olmadan korku, sevgi ya da neşe olmaz. Eğer bir olay sizi etkilemiyorsa, bir duygu üretmiyor demektir. Arkadaşınız ya da çocuğunuz acı çektiğinde bunu hissedersiniz çünkü onlar sizin bir parçanızdır. Tanımadığınız insanların acı çekmesi sizi duygusal olarak etkilediğinde, bunun nedeni onlarla empati kurmanızdır (kendinizi onların yerine koyar, acılarını hissedersiniz): siz yoksanız, duygu da yoktur. Benlik, yukarıda da belirtildiği gibi, bu tür çok boyutlu bütünleşik temsilleri birbirine bağlayan tutkaldır (156).

Benliğin duygular için önemli olduğu fikri biraz tuhaf görünüyor. Acı gibi güçlü bir duyguya dair tahayyülüm, bunun çoğunlukla “şimdi kötü bir şey oluyor!” mesajı olduğu ve bu acıyı, onu deneyimleyen biri olarak benim bağlamıma yerleştirmenin sadece pastanın üzerine krema koymak olduğu yönünde. Acıyla ilgili en önemli şey, yarattığı güçlü motivasyondur ve bu motivasyon, deneyimleyen kişi olarak kendimle ilgili bir kavrama önemli ölçüde bağlı görünmüyor. İnsan deneyimlerini ve duygusal algıları açısından benlik önemli bir rol oynayabilir. Ancak benlik olmadan da acı gibi duygusal deneyimlerin var olduğu ve motivasyon sağladığı argümanını destekleyebiliriz.

Ayrıca, hayvan hakları ve refahı, hayvanların kendi içlerinde değerli varlıklar olduğunu ve insanların onlara karşı sorumlulukları bulunduğunu vurgular. Bu bağlamda, öz farkındalık gibi insan odaklı bir kavramın hayvan hakları ve refahı tartışmalarında bir önemi bulunmamaktadır. Hayvanlar, kendi hak ve refahlarına sahiptirler ve bu hak ve refahlar öz farkındalığa bağlı değildir.

Tulving, otonoetik bilincin (ig: self-knowing. İnsanların kendilerini geçmiş, gelecek ve karşı olgusal durumlar karşısında görebilmesi kabiliyeti) insan beynine özgü bir özellik olduğunu savunmuştur [11]. Diğer hayvanlar da prensipte tehlike altında olduklarına dair noetik durumlar yaşayabilir. Ancak, bu tür durumlar benliğin katılımından yoksun olduğu için, otoonetik farkındalığın yokluğunun bir sonucu olarak, bize göre bu durumlar duygu olmayacaktır. Dolayısıyla buradaki görüşe göre otonoetik bilinç insan beynine özgü bir özelliktir ve diğer hayvanlar bu tür bir zihne sahip değildirler.

Bu hipotezin birkaç açıdan hatalı olduğunu ve böyle bir bilincin varlığından söz edebilsek bile yalnızca söz konusu bu farkındalığa sahip varlıkları kendi yaşamının öznesi olarak görmenin dar görüşlülük olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, otoonetik farkındalığın yokluğu, duygusal deneyimlerin olmadığı anlamına gelmez. Diğer hayvanlar da prensipte tehlike altında olduklarına dair noetik durumlar yaşayabilirler. Örneğin, bir hayvan avcı tarafından takip edildiğini fark edebilir ve korku veya kaygı gibi duygusal tepkiler sergileyebilir. Bu deneyimler, otoonetik farkındalığın katılımından bağımsız olarak gerçekleşir. Dolayısıyla, otoonetik farkındalığın olmaması, duygusal deneyimlerin yokluğunu göstermez.

İkinci olarak, sadece bu tür zihinlere sahip varlıklara duygu ataması yapmak dar görüşlü bir yaklaşımdır. Duygusal deneyimlerin varlığı, sadece belirli bir zihin yapısına sahip canlılarla sınırlı değildir. Birçok hayvan türü, acı, sevinç, korku gibi duygusal tepkiler sergileyebilir. Bu tepkiler, hayvanların içsel deneyimlerini ve çıkarlarını yansıtır. Duygular, otoonetik farkındalığın ötesine geçen geniş bir yelpazede var olabilir ve farklı zihin yapılarına sahip canlılar arasında çeşitlilik gösterebilir. Duyguları sadece otonoetik farkındalığa indirgemek, duygusal deneyimlerin karmaşıklığını ve çeşitliliğini göz ardı etmek anlamına gelir. Duygular, duyusal uyarılara verilen yanıtların ötesine geçer ve içsel bir deneyim olarak ortaya çıkar. Bu deneyimler, sadece öz farkındalıkla sınırlı değildir ve farklı zihin yapılarına sahip canlılar arasında farklı şekillerde ifade edilebilir.

Son olarak, duygusal deneyimlerin evrimsel bir temeli vardır ve organizmaların hayatta kalma ve çevreleriyle etkileşimde bulunma yeteneklerini artırır. Evrimsel bir avantaj sağlayan duygusal tepkiler, sadece otoonetik farkındalığa sahip olan canlılarda değil, geniş bir canlı topluluğunda görülebilir. Dolayısıyla, duygusal deneyimlerin varlığına ve önemine dair perspektifimizi sadece otonoetik farkındalıkla sınırlamak, doğayı ve hayvan dünyasını eksik ve dar bir şekilde anlamamıza neden olur.

Sonuç olarak, otoonetik farkındalığın olup olmaması duygusal deneyimlerin varlığını belirleyen tek kriter değildir. Duygular, geniş bir canlı topluluğunda farklı zihin yapılarına sahip canlılar arasında çeşitlilik gösterebilir. Öz farkındalığın hayvanların duygusal deneyimleri üzerindeki etkisini anlamak önemlidir. Ancak bu, duyguların sadece öz farkındalığa sahip olanlarda var olduğu ve önemli olduğu anlamına gelmez. Acı çekebilen, duygusal deneyimleri ve çıkarları olan her canlı kendi yaşamının öznesidir ve belki de yaşama hakkından bile daha temel bir hak olan hakka sahip olabilme hakkına sahiptirler. Hayvan hakları konusunda ilerleme kaydetmek için, öncelikle hayvanlarla ve dünyayla olan ilişkilenme biçimimizi gözden geçirmeli ve onları mal, mülk ve nesne konumundan çıkarmalı ve onları sömürmeyi bırakmalıyız.


Kaynaklar

  • [1] Low, P., et al. (2012). The Cambridge Declaration on Consciousness. Retrieved from https://fcmconference.org/img/CambridgeDeclarationOnConsciousness.pdf
  • [2] Andrew, K. (2015). An Introduction to the Philosophy of Animal Cognition. Polity Press.
  • [3] Lusk, J. L., Norwood, F. B., & Prickett, R. W. (2007). Consumer Preferences for Farm Animal Welfare: Results of a Nationwide Telephone Survey. Retrieved from
    https://cratefreefuture.com/pdf/American%20Farm%20Bureau-Funded%20Poll.pdf
  • [4] Wikipedia, Denialism. https://en.wikipedia.org/w/index.php?title=Denialism&oldid=928494581#Animal_pain_and_suffering
  • [5] Dawkins, M. S. (2011). Persuading People Who Disbelieve in the Importance of Animal Welfare. Animal Welfare, 20(4), 509-516.
  • [6] Bekoff, M. (2012). Dawkins’s Dangerous Idea: We Really Don’t Know Whether Animals Are Conscious. Journal of Agricultural and Environmental Ethics, 25(4), 499-505.
  • [7] Kotchoubey, B. (2018). Human Consciousness: Where Is It From and What Is It for. Frontiers in Psychology, 9, 567. doi: 10.3389/fpsyg.2018.00567
  • [8] Griffin, D. R., & Speck, G. B. (2004). New evidence of animal consciousness. Animal Cognition, 7(1), 5-18. https://doi.org/10.1007/s10071-003-0203-x
  • [9] Berridge, K. C., & Kringelbach, M. L. (2012). Building a neuroscience of pleasure and well-being. Psychology of Well-Being, 2(1), 1-26. https://doi.org/10.1186/2211-1522-2-1
  • [10] LeDoux, J. E., & Brown, R. (2017). A higher-order theory of emotional consciousness. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 114(10), E2016–E2025. https://doi.org/10.1073/pnas.1619316114
  • [11] Tulving, E. (1985). Memory and consciousness. Canadian Psychology / Psychologie canadienne, 26(1), 1–12. https://doi.org/10.1037/h0080017

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Johann Christian Friedrich Hölderlin (1770—1843) – Christian J. Onof (Internet Encyclopedia of Philosophy)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü