Marx’ın ele aldığı meseleler her ne ile ilgili olursan olsun, temelde özgürlük meselesine dairdir. Bu sebeple Marx, yola şöyle başlar: İnsan, kendisini bilmek ister; fakat yaratmış olduğu kültürel dünya, insanın kendisini bilmesini engeller. Bu bir çatışma yaratır. Bundan ötürü de insan, kendisine yabancılaşmaya başlar. Marx, insanın kendine yabancılaşma sorununu çözümlemek ister.
Sınıflar Savaşımı
Karl Marx, insanın kendine olan yabancılaşmasını aşabilmesi için, tarihi, bir “malzeme” olarak ele alır. Marx’a göre tarihe bakmak, insana bakmaktır. İnsanlığın tarihine bakmak, insanın eylem ve edimleriyle doğaya bir şey katmaya başladığı günden bu yana ürettiklerine bakmak demektir. Çünkü insanlık tarihi, insanın emek harcamasıyla başlar. Yani Marx’a göre insanlık tarihi, insanın doğada çıplak bir varlık olmaktan çıkıp, kendi emeğiyle doğada bir şey yaratması ve doğaya bir şey eklemesiyle başlar.
İnsanlık tarihine baktığımızda görünen şey, sınıflar savaşımıdır. Farklı bir dille ifade edersek: Tarih, sınıflar arasındaki savaşın tarihidir. Yani insan, doğayla ilişki kurmaya başladıktan bir süre sonra sınıflaşmaya başlamış ve bu sınıflar arasındaki kavga, tarihi şekillendiren unsur olmuştur.
Günümüz ile tarih arasında bir ilişki kurarsak, günümüzde iki temel sınıf olduğu görünür:
- Kapitalist sınıf (yani burjuvazi); parayı, sermayeyi ve üretim araçlarını elinde tutan, yöneten sınıftır.
- Proletarya ise emeği kullanılan, işgücünü ücretli olarak satan işçi sınıfıdır.
Bu iki sınıfın arasında bir ilişki vardır: Emek harcayan proletarya sınıfı, bu emeğine karşılık olarak burjuvanın elindeki malı ve mülkü kullanır. Burjuva sınıfının fabrikasını, malzemesini kullanıp üretimde bulunur. Dolayısıyla günümüz diliyle söylersek işçi, patron uğruna üretir, yani işçi, emeğini, patron adına üretimde bulunmak için kullanır. İşçi, işvereni için emeğini harcarken, işveren daha çok kazanır. İşçi, emek harcadıkça daha iyi bir kâr oranını patronuna sağladığında yaşam şartları daha da zorlaşır. Çünkü gittikçe zenginleşen burjuva sınıfının yanı sıra daha çok kazanmak isteyen proletarya sınıfı daha fazla emek harcar. Dolayısıyla sisteme daha fazla mahkum olur.
İşte tam da bu noktada, kapitalist sınıf ve proletarya arasında sınıfsal çatışma ortaya çıkar. Çünkü kapitalist sınıf daha çok kazanmak isterken, işçi sınıfı da daha az emek harcamak ister. Bu sebeple proletarya sınıfı, çok fazla emek harcamaktan dolayı yaşamdan uzaklaşan, iyi bir yaşama kavuşmaktan ziyade daha kötü şartların içine çekilmesinden rahatsızlık duyar. Bu iki sınıf arasındaki çatışma en temelde siyaset, ekonomi, ahlak gibi şeyler arasındaki çatışmadan doğar.
Feodal dönemde de serfler ve derebeyler arasında benzer bir çatışma sürmüştür. Modern çağda teknolojiyi elinde bulunduranlar ile önceki dönemde toprağı elinde bulunduranlar için de durum aynıdır. O dönemde derebeyler toprak sahipleridir. Serfler de bu topraklarda çalışırlar. Bu ilişki biçimi ve çatışması her dönem yaşanmıştır. Böylelikle insan, her neyi yaratmış olursa olsun bunlar arasındaki çatışmaya bakmak lazım.
Tüm bunların anlamı şudur: Tarihte belirleyici olan bu çatışmadır (Kimi sosyalistler Marx’ın Batı veya Avrupa tarihinde sınıf savaşımını tahlilini yaptığı, Hindistan, Çin veya Ortadoğu’da farklı türden savaşımlar veya sınıfsal çatışmalar veya üretim ilişkileri olabileceğini iddia etmektedir). Yani tarihin nasıl bir yön alacağı, insanın neler yapıp neler yapamayacağı, neleri üretip neleri üretemeyeceğini belirleyen şey bu çatışmadır. Bu sebeple Marx, tarihin bu şekilde işlediğini açıklamak için iki kavrama başvurur: altyapı ve üstyapı.
Altyapı ve Üstyapı
Bu iki kavram ve arasındaki ilişki, tarihin sınıflar arasındaki savaşının ne demek olduğunu ortaya koyar. İlk olarak altyapıya bakalım.
Altyapı; her şeyi belirleyen, her şeyin kendisine yaslandığı şeydir. Marx, her şeyi belirleyen şeyin üretim ilişkileri olduğunu belirtir. Bu sebeple üretim ilişkileri altyapıdır. Üretim ilişkisi ise, üretim araçları ile üretim güçleri arasındaki ilişkiden doğar. Farklı bir dille ifade edersek, üretim ilişkisi, üretim güçleri ile insan gücünün arasındaki ilişkiden doğan şeydir. Üretim gücüyle kastedilen şey, üretimde bulunmak için kullanılan her şeydir (para, fabrika, makineler vs.). İşgücü ise üretim güçlerini kullanan şeydir. Yani insanın gücü ve dolayısıyla insanın emeğidir. Bu da insanın her türlü harcadığı kafa-kol enerjisi demektir. Bütün bedensel güç ile düşünsel kapasiteye işgücü, dolayısıyla emek denir.
Marx, bu altyapının, üstyapı ve kavramları da dahil her şeyi belirlediğini söyler. Üstyapı kavramları arasında politika, ekonomi, askeriye, sanat, din gibi birçok şey bulunmaktadır. İnsanın kültür dünyasında üretim ilişkileri, yani insanın doğayı dönüştürürken kullandığı, başvurduğu ilişkiler dışında doğan her şey “üstyapı“olmaya başlar. Bunun sebebi, üstyapının altyapı tarafından belirlenmesidir. (Böyle bir ilişkinin var olup olmadığı veya ters yönde bir etkileşimin mümkün olup olmadığı sosyalistler arasında da uzun dönem tartışılmıştır). Dolayısıyla üstyapı, üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Öyleyse üretim ilişkileri; ahlakımızı, politikamızı, kültürümüzü, yaşam tarzımızı belirler. Bu sebeple üretim ilişkileri her ne ise ona göre belirlenen bir yaşam tarzı vardır. (1960’lar ve sonrasında hem Frankurt Okulu hem de Postmarksistler arasında bu konuya dair ciddi tartışmalar yapılmıştır ve kimileri sözünü ettiğimiz iddialara dayalı yaklaşımı klasik Marksist olarak nitelendirip ekonomik indirgemeci olmakla itham etmiştir. Bu konuda epey büyük bir Marksist külliyet mevcuttur).
Örneğin kapitalizmin hakimi olduğu bir dünyada ve patron-işçi sınıfının egemen olduğu bir çağda, ahlak, politika gibi tüm dinamikler buna göre şekillenir. Günümüzde büyük sermaye sahiplerinin elindeki malı ve parayı kullanarak üretimde bulunan çok geniş bir işçi sınıfı kesimi vardır. Kapitalist Çağ, böylelikle parayı “temel değer” haline getirir. Para temel değer haline gelince, para üzerine kurulmuş bir ahlak yaratılır. Tüketimin bu kadar yaygın olduğu dönemde ve “ne kadar çok tüketirsek o kadar çok değerli olacağımızı” söyleyen kapitalizmin ortaya attığı ahlak üzerine ezber sloganların hiçbir niteliği yoktur. Çünkü insanların değeri, ne kadar çok tüketirse ve ne kadar çok kazanırsa o kadar artacağı ile ilişkilidir. Böylelikle bakış açılarının ve yaşam tarzının, üretim ilişkileriyle doğrudan bir ilişkisi vardır.([1])
Buradan hareketle özgürlük, üstyapı meselesidir. Buna bir örnek vermek gerekirse: Üretim ilişkileri içerisinde üretim gücünü elinde bulunduranlar ve dolayısıyla üretim ilişkilerine yön verenler özgür oluyorlarsa, güç aygıtlarına sahip oldukları için özgürlerdir. Öyleyse güç araçlarına sahip olmak, özgür olup olmadığımızı belirler. Bu durumda özgürlük, belirlenen bir şeydir, belirleyici değildir. Bunun anlamı şudur:
Öyle bir sistem geliştirilebilir ki özgürleşiriz – ya da öyle bir üretim ilişkileri sistemi geliştirilir ki köleleşiriz.
Öyleyse özgürlük, üretim ilişkilerine bağlıdır, onun içinde yer almaz; dolayısıyla özgürlük, üstyapıdır. Yani özgürlük, üretim ilişkilerine benzerdir; insanın yapısına, özüne doğuştan bağlı olan bir şey gibi tartışılamaz. Özgürlük, ancak altyapıyla birlikte tartışabileceğimiz bir üstyapı kavramıdır. Öyleyse bu tartışmanın içinde, altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiden hareket ederek özgürlük tartışması yapılır.
Yaygın Özgürlük Anlayışı
Karl Marx’ın özgürlük tartışmasına girmeden önce, yaygın olarak kullanılan özgürlük tanımına bakalım: Özgürlük, başkasının isteklerine engel olmadan istediklerini yapabilmektir. Toplumsal ağın içinde de, politikada da genellikle bu veya buna benzer bir tanıma başvurulur.
Bu tanımı bir örnek üzerinden inceleyecek olursak: Her insan, hayatında talep ve isteklerde bulunur. Ancak insanın talep ve istekleri, yaşadığı coğrafyaya ve kültüre göre şekillenir. Köyde doğan ve eğitim alamayan kişiyle, modern bir yapının içinde doğan kişinin şartları aynı değildir. Eğitim alamayan ve dolayısıyla kendini keşfedemeyen kişinin ufku da yaşam biçimine göre şekillenir. Teoride, bu kişinin başka koşullarda yaşayabilme ihtimali var mıdır? Evet. Çünkü farklı koşullarda da farklı yönlerini tespit edip kendini keşfedebilme imkanı vardır. İşte tam bu noktada devreye girmesi gereken eğitimdir. Bu kişi, iyi bir eğitime tabi olmadığı için, kendi yetenek ve becerilerinin farkında değildir. Farkında olmadığı için, neye sahip olduğunu da bilmiyordur.
Marx, burada özgürlüğün isteklerle tanımlanmasının iki soruna yol açtığını belirtir: Bu tanım, ilk olarak, insanı isteklerle özdeşleştirir. İkinci olarak, isteklerin üretilebilir şeyler olduğu varsaymaz. Özgürlüğü sadece isteklerle tanımladığımızda, isteklerin toplumsal kültür tarafından belirlendiğini ıskalamış oluruz. İnsanın ufku ne kadar ise, ancak o kadarını ister. Bu sebeple insan, kendini tanımak zorundadır. Tanıdığında, belki mevcut pozisyonunda bulunduğundan daha fazla şey isteyecektir. İnsanın isteklerini genişleten ya da daraltan, içinde bulunduğu kültürel dünyadır. Bu sebeple insanın istekleri, bağlı olduğu kültürel dünyadan bağımsız değildir. Dolayısıyla toplumsal dünya içinde, insanın isteklerini belirlemesi ve kişinin bazı isteklerini gerçekleştirmiş olması, o kişinin özgürleştiği anlamına gelmez. Çünkü kendini tanımayan insan, kendi isteklerinin sınırlarını genişletememiştir. Bu sebeple insan, toplumun yaygın isteklerinin peşinden gitmeyi de kendi isteği zanneder.
Bu yaygın özgürlük görüşü, insanı sadece istek sahibi ve tek boyutlu bir varlık olarak tanımlar. Ayrıca bu özgürlük görüşü, isteklerin kültürel aura tarafından yaratıldığını göremezler. Dolayısıyla bu tanım, insanın özgürlüğü ile değil, insanın esaretiyle sonuçlanan bir özgürlük anlayışıdır. Bu sebeple Marx, özgürlüğün ne olduğunu yeniden ele alır.([2])
Özgürlüğün Dört Elementi
Marx, genel olarak tanımlanan özgürlük görüşünün niçin olamayacağını gerekçeleriyle açıkladıktan sonra, özgürlük tanımını şöyle yapar:([3])
En özlü biçimde ifade etmek gerekirse, özgürlük, bir insanın, öteki insanlarla komünal ilişkiler içinde kişinin öznesneleştirimini (İng: “self-objectification”) oluşturan arzu, yetenek ve becerilerin somut toplamını belirleyecek şekilde yaşamasıdır.
Buradaki tanıma bakalım: İnsanın merkeze alındığı, sadece istek duymayan, yetenek ve becerilerinin de devreye girdiği, sürekli kendisini zenginleştiren bir varlık vardır. Bu tanımı daha farklı bir biçimde ifade edecek olursak: Özgürlük, bir insanın ya da bir kişinin, toplumsal ilişkiler içinde arzu, yetenek ve becerilerinin toplamının nesnelleştirerek kendini gerçekleştirmesidir.
Bu tanım; Kant, Spinoza gibi filozofların söylediklerini reddeden bir yapıdadır. Diğer filozoflarda özgürlüğün, irade ya da isteme ile ilgili bir şey olduğundan bahsedilir ve insanın eylemlerinde ortaya çıkar.([4])([5])Halbuki Marx, özgürlüğün, insanın eylemlerinden daha fazlası olduğunu belirtir. Özgürlük, sadece eylemde bulunmak değil, yetenek ve becerileri de ortaya koyabilmektir.
Bunun ne olduğunu kavrayabilmek adına Marx’ın bu tanımının içinde gizli olan özgürlüğün dört koşuluna bakalım.
Koşul 1: Özgürlük; Arzu, Yetenek ve Becerilerle İlgilidir!
İnsan; bilim, sanat ve felsefe yaparak yeteneklerini ortaya koyar. Aynı zamanda becerileriyle bedensel yatkınlıklarını gerçekleştirerek (inşaat ustası, heykeltıraş ustası ya da bir sporcu olmak vs.) özgürlüğe bir adım daha yaklaşır.
Klasik liberal görüşte, insanın arzu duyan yanının sadece istekle ilgili olduğunu ama üretilebilir bir şey olduğunu hesaba katmazlar. Arzu duymak, sadece bir şeyleri talep etmek değil, aynı zamanda bir şeylerden kaçınmak ve reddetmek demektir. İnsanın böyle bir yönü ve eğilimi vardır. İnsanın bir şeyi istemesi doğasına aykırı değildir. Çünkü arzuladıkça arzu duyan yönünü geliştirmiş olur. Böylelikle de insan kendini tamamlamasına daha da yaklaşır.
Fakat her arzu meşru değildir. Marx, bunları şu şekilde belirtir: Arzular saplantı haline gelirse ve arzular sabit fikre dönüşürse, arzunun tehlikeli dünyasına girmiş oluruz. Bu arzu durumları birbiriyle ilişkilidir. Örneğin, hayatını eğlenmek arzusuna adamış biri, bunu hayatının yegâne amacına dönüştürebilir (artık arzu, saplantılı hale gelmiştir). Diğer arzularını gerçekleştirmekten yoksun kalır. Bu arzu, sabit fikre dönüştüğünde de insan, bu arzusunu gerçekleştirmek için her şeyden vazgeçer, vazgeçince hayatı ıskalar. Tüm çabası bu arzu uğruna olur. Bu sebeple Marx, bu iki durumun arzu olmaktan çıkıp insanı esir alacak belirli birer duyguya dönüştüğünü söyler.
Koşul 2: Özgürlük, İnsanın Doğa ile Uyumlu Olmasını Gerektirir!
İnsan, doğa ile ilişki kurmadığında arzularını doyuramaz ve yetenek-becerilerini geliştiremez. Çünkü insan, doğaya bağlıdır. İnsanın, doğanın içinde bir varlık olması; doğanın, insanın arzularının önüne engel koymasına neden olur ya da doğa, insanın arzuları ile uyumlu değildir de denebilir. Bu sebeple insanın bu engelleri aşması gerekir. Örneğin; doğa kanunları gereğince hastalık, sakatlık, yaşlılık gibi insanı zayıf düşüren durumlarla karşılaşırız. Bu kez de insan daha sağlıklı olmak, daha enerjik olmak, yaşlılığını daha huzurlu ve daha az sıkıntı ile geçirmek için çaba sarf eder. Dolayısıyla doğa ile ilişkisini kendi lehine çevirmek ister.
Ayrıca doğa, coğrafi-fiziksel yapısı ile insanın önüne engeller çıkarır. Ülkeler arası seyahat etmek istediğimizde doğanın engelleri (dağlar, okyanuslar vs.) önümüze dikilir. Yani doğanın işleyişi ile insanın arzuları arasında bir gerilim olur. Bu gerilimi aşmak için bilgi ile içli dışlı oluruz. Örneğin, seyahat isteğinin gerçekleşmesi için uçak, gemi, araba gibi araçlar üretiriz. Böylelikle insanın sürekli olarak bu engeli aşma arzusu ortaya çıkar. Bunu aşmaya çalıştıkça da yetenek ve becerileri gelişir. Onu doyurunca yenisi yerini alır ve böylelikle insan, arzuladıkça, kendini gerçekleştirmesinin önünü açar. Bu yüzden insanın arzularının engellenmesi, insanın kendini gerçekleştirmesinin önünde bir engeldir.
Öte yandan doğanın güçleri çok hızlı değişebildiği için ondan önde olma imkanımız yoktur. Çünkü biz bildiklerimizle idare ederken, bilmediğimiz bir doğal süreç devreye girdiğinde yine belli bir süre çaresiz kalabiliyoruz (COVID-19 salgını nedeniyle yaşanılanlar bu durumu çok iyi göstermektedir). Bu durumda, devasa bir makine gibi işleyen doğaya ilişkin bilgimizi ne kadar arttırırsak ve onu tanımaya çalışırsak, sorunlar karşısındaki önlemimiz de o kadar artar. Dolayısıyla Marx, doğanın önümüze çıkardığı sorunları ve olanakları bildiğimizde, doğayı dönüştürme konusundaki gücümüzün de artacağına vurgu yapar. İnsanın bilgisinin asıl amacı, doğayı dönüştürmektir. Doğadaki nesnelerle, doğada olmayan nesneleri ortaya koymaktır (tabii ki bunu yaparken doğanın elementlerini kullanırız). Yani doğanın kendisini kullanarak, doğada olmayan ürünler ortaya çıkarılır.
Diğer taraftan, doğanın kendisini kullanarak başka bir ürün üretmenin dışında, doğanın yasa ilişkilerini, doğa içinde mümkün olmayan bir hale getirmektir. Doğa yasalarını, doğa içerisinde, normal çıplak haliyle olamayacakları bir ilişkiler ağının içine çekmektir. Kant’ın diliyle insan, doğa yasalarını doğada, doğal halde mümkün olmayan bir birliğe sokmaktadır (Bir uçağın işleyişi, havanın kaldırma kuvveti ile yerin çekim gücü arasında bir uzlaşma yaratması bu duruma örnek olarak verilebilir).[[6]][[7]]
İnsanın doğayla uyumu ile ilgili şunu da belirtmek gerekir ki; insanın doğayı dönüştürmesi, onu sömürmesi anlamına gelmez. Onu tahrip etmeden engelleri aşmaya çalışması ve insanın yaşantısını, doğa ile uyumlu hale getirmesidir. Bunu yaparken de az emekle çok dönüştürme hedeflenir. Sınıflar arasındaki ayrımı kaldırarak ve insanlar arasında eşitliği sağlayarak dönüştürmesidir.
Doğa ile ilgili son olarak şunu söyleyebiliriz: Doğanın estetik bir yanı vardır. Onun içinde romantik arzularımızı doyururuz (yürüyüş yapmak, bir nehrin sesini dinlemek gibi). Resim, heykel gibi sanatlar, doğanın estetik gücüne öykünür. Bu da ruhumuzda estetik gücümüzün gelişmesini sağlar. Doğanın estetik gücünden yararlanmak için doğayı tanımak ve onun estetik yapısından, kendi ruhumuzda estetik bir yön yaratmak için faydalanırız.
Koşul 3: Özgürlük, İnsanın İnsanla Uyumlu İlişkiler Yaşamasını Gerektirir!
Bu dünyada, insanların birbiriyle ilişki kurduğu bir dünyadır. Bu ilişki biçimi, insanın belirli yönlerine atıf yapar. Atıf yapılan bu yönler insanın; karakteri, sahip olduğu belirli ölçüdeki yetenek düzeyi ve fiziksel görünümüdür. Yani insanlar, karakterleri ile eylemde bulunur ve yetenekleri ile belirli işleri ortaya koyar. Fiziksel olarak; güçlü güçsüz, esmer, sarışın, uzun, kısa gibi yapılarıyla, dünya içinde yaşamını sürdürür. İnsanlar, karakterleriyle eylemlerde bulunurken ya erdemli olmanın izinden gider ya da erdem dışı bir yol izler, yetenek ve becerileriyle kendi potansiyelini gerçekleştirirler. O yüzden insanlar, sahip oldukları bu nitelikleriyle, birbiriyle ilişki kurduğu zaman, uyumlu ilişkiler yaratılır.
Fakat herkes bu uyumlu ilişki içinde olmaz. Buna aykırı olan durum, dolayımların ya da üçüncü seçeneklerin devreye girmesiyle, insanlar arasındaki ilişkinin uyumu bozulur. Peki, bu dolayım ya da üçüncü seçenekler nedir? İnsanların gerçek kimliklerini göstermeyen güç olanaklarıdır. İnsanlar, birbirleriyle kimlikleri üzerinden ilişki içinde değillerdir. Dünyanın nihai amaç ve değer gördüğü makamları üzerinden ilişki kurarlar. Örneğin, aşkın aşka ihtiyacı vardır. Fakat belirli güç ve makamlar dolayımıyla kurulan ilişkilerde insanlar, gerçek potansiyellerini, duygu ve tavırlarını ortaya koyamazlar.
Öyle ki, bu tür ilişkilerin olduğu bir dünyada, insanın arzu, yetenek ve becerilerini kullanması beklenemez. İnsan, arzusunu sadece para, mal ve mülk kazanmaya yönlendirir. O yüzden insanların, yetenekleri doğrultusunda yapacakları işin kazancı azsa, o işten vazgeçerler. Yani insanın, yapacağı işte para araçsalı zayıf olduğu için yeteneklerinin peşinden gitmeyi bırakır. Böylelikle sevmediğimiz şeyleri de sırf sunduğu şeylerden dolayı seviyormuşuz gibi yaparız. Böylece insanların gerçek kimlikleriyle ilişki kurmadığı bu dünyada, sahte yaşam biçimi ve eylemleri ön plana çıkar. Öyleyse insanlar arasındaki uyumlu ilişkilerin olmadığı bir dünyada özgürlük mümkün değildir.[[8]]
Koşul 4: Özgürlük, İnsanın Toplumla Uyumlu İlişkiler Yaşamasını Gerektirir!
İnsan sayısının fazla olması, toplum oluşturduğu anlamına gelmez. Toplum, insanlar arasındaki ilişkinin yasalar aracılığı ile düzenlenmesidir ve yasaların olmadığı yerde yığın ve kalabalık vardır. Yasalar olduğu halde toplumun ilişkisi iyi yürütülemiyorsa, o zaman güçsüz yasalar devrededir. Fakat erdemli, adil ilişkiler söz konusu ise güçlü yasalar ve adil yasalar duruma egemendir. Toplum dediğimiz yapıyla bu kastedilir. Tam da böyle olduğu için toplum, doğal bir durum değildir. “İnsanlar doğaları itibariyle toplumsal bir varlıktır” deyip işin içinden çıkamayız. Çünkü toplum, yasa ilişkileri olduğu için kurulan bir şeydir. Biz toplumsallaşmayı öğreniriz ve toplum, kurulan bir şey ise insan eli ile değiştirilmesi-dönüştürülmesi gerekir. O zaman toplumun farklı bir biçime sokulma ihtimali vardır. Bu sebeple de toplumun özgürlük açısından önemli noktaları vardır ve onlarda şöyledir:
- Toplum, bireylerin kendi beceri ve yeteneklerini geliştirdikleri ya da geliştirebilecekleri araçlar sunar.
- Toplum, içinde bizzat özgürlüğün kendisini gerçekleştirdiği bir yapı, ortamdır.
Toplum, bu iki yönüyle bunları kullanmamızı kolaylaştıran ya da zorlaştıran bir mekanizmadır. Örneğin; yönetmen olmak isteyen birinin maddi ya da zamansal imkanı yoksa bu yeteneğini gerçekleştiremez. Bu sebeple de özgürleşemez. İkinci yönü ile toplum, içinde bizzat özgürlüğün gerçekleştiği bir yapıdır. Arzu, yetenek ve becerilerimizi gerçekleştirmek, ancak diğer insanlarla olan ilişkimizle mümkündür. Her birimiz, başka bir insana ihtiyaç duyar. Ancak bu yönlerimizi paylaştığımızda kendimizi gerçekleştirebiliriz. Bunun gerçekleşmesi de bilginin aracılığı ile mümkün olur. Öyleyse uyumlu toplumsal ilişkiler, hem bilginin aracılığıyla hem de adil yasalarla mümkün olur. Yani insanların temel gereksinimlerinin karşılandığı; arzu, yetenek ve becerilerinin gerçekleşmesini kolaylaştıran politik bir ortam olması demektir. Toplumsal yapı, bunları gerçekleştirecek şekilde düzenlenmemişse o zaman haksız bir görev dağılımı olur. Örneğin, x alanı üzerine yeteneği olan birinin yerine, o konuda bilgisi olmayan biri getirilir. Bu sefer de toplum bundan kazançlı çıkmaz çünkü iki tarafta kendini gerçekleştiremez. O yüzden yasaları adil olan bir toplum yoksa, yetenek-becerilerimizi doğru kullanamayız ve kullanamadığımız sürece de özgürleşmek mümkün değildir.
Özgürlük ve Yabancılaşma İlişkisi
Marx, dört unsurun geçerli olduğu bir dünyanın mümkün olup olmadığını ele almadan önce şu soruya cevap vermeye çalışır: Böyle bir özgürlük görüşü gerçekleşmediğinde ne olur? Yani aslında Marx için özgürlüğün karşıtı nedir?
David Hume’dan bilindiği üzere özgürlüğün karşıtı zorlamadır.[6] Fakat Hume’a gelinceye kadar ki filozofların, özgürlüğün karşıtını zorlama değil, zorunluluk olarak belirtmişlerdir. Dolayısıyla Hume’cu bakış açısıyla bakıldığında, özgürlüğün karşıtının zorlama olduğu belirtilir. Ancak Marx bu iki görüşe de aykırı bir ifadede bulunur: O, özgürlüğün karşıtının yabancılaşma olduğunu düşünür.[[9]] Özgürlük yoksa, yabancılaşma ortamı vardır. Marx, yabancılaşma ile ilk olarak olumlu anlamda yabancılaşmayı ifade eder.
Burada kastedilen şey, insan ile doğa ilişkileri söz konusu olduğundaki yabancılaşma türünden söz edilir. Yani insanın doğayla ilişkisindeki yabancılaşma, kendisini doğanın mutlak denetiminden kurtarıp kültür dünyasını yaratmasıdır. Dolayısıyla İnsan, kendi olanaklarını kullanarak üretimde bulunduğu andan itibaren bir kültür yaratır. Kültürü yaratınca doğanın mutlak boyunduruğundan kurtulmuş olur. Dolayısıyla ilk türden yabancılaşma, insanın doğaya yabancılaşmasıdır. Yani doğaya, kendi emeği ile ürettiği bazı ürünler katarak, doğanın, insanın karşısına çıkardığı engelleri aşabilme olanağını elde etmesidir. Marx bunu olumlar ve bunu olumlu bir gelişme olarak görür. Dolayısıyla bu ilk anlamdaki yabancılaşma – yani insanın doğadan kopması- insanın özgür olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine, insanın özgürleştiğini gösterir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, özgürlük tanımında doğanın, insanın önüne engeller koyduğunu, insanında arzu, yetenek ve becerilerini kullanarak bunları aşmaya çalıştığını görürüz.
İnsan, üretimde bulunurken karşıt bir bağımsızlık mücadelesi verir. O yüzden Marx, bu türden bir yabancılaşmayı özgürlüğün gelişmesi olarak görür. Özgürlüğün karşıtı yabancılaşmadır. Fakat bu yabancılaşma, insanın doğaya yabancılaşması değildir.
Marx için özgürlüğün karşıtı olan yabancılaşma şöyledir: Birbirini tamamlaması gereken ya da birbirine ait olan nitelikler ve özellikler arasındaki antagonizma, yabancılaşmadır.[[10]] Antagonizma: uyumsuzluk, gerilim anlamını gelir. Dolayısıyla bir varlığın birbirini tamamlaması ya da birbirini beslemesi gereken nitelikleri arasındaki gerilim ya da çatışma, yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma, olumsuzluk içerir. Buradan hareketle özgürlüğün karşıtı olarak yabancılaşma, bu ikinci anlamdaki yabancılaşmadır.
Bu yabancılaşma, özgürlük teorisi ile ilişkilendirildiğinde Marx’ın söyledikleri şöyledir: İlk olarak insanın üretim araçlarına, insanın üretilen nesneye, insanın kendi emeğine, insanın insana, ve en nihayetinde insanın topluma yabancılaşmasıdır. Burada ifade edilmek istenen şey; insanın emek harcarken üretimde bulunduğunu, üretimde bulunurken belirli üretim araçları ve güçlerini kullandığını, bunları insanlar arasında gerçekleştirdiğini, dolayısıyla bunu toplum içinde yaptığını ve bunları da emek harcarken gerçekleştirdiğine vurgu yapar.[[11]]
Marx’ın ilk ifade ettiği noktayı açıklayacak olursak: İnsan ile üretim araçları arasında bir gerilim söz konusudur. İnsan, üretim araçlarına yabancılaşır. Yani fiziksel ve düşünsel olarak her türlü kafa-kol emeği harcarken belirli araçlar kullanılır. Üretimde kullanılan bu araçlar, İnsanın insan olma vasfını zedelemeye başlar. Çünkü insan, çok çalışıp az para kazanırken ve bir yandan da başkalarının kullanabileceği ürünleri üretirken, öbür taraftan kendi hayatından taviz verir. Çok emek verdiği için yıpranır. Bu da en nihayetinde insanın üretim için harcadığı emek ile yabancılaşmasına neden olur. Yani insanın varoluşu ile o insanın emek harcayışının arasında bir uyumsuzluk meydana gelir. Çünkü kişisel arzusunu bastırmak zorunda kalır. Böylelikle yetenek ve becerilerini kullanamaz. Marx’a göre bu türden bir ilişkiler ağı, özgürlükçü olmayan toplumsal ilişkiler ağının içinde görünür. Özgürlükçü olmayan ilişkiler ağı, sınıflı toplumlardır. Sınıflı toplumların en gelişmişi ve en son aşaması kapitalizmdir.
Kapitalizm ve Artı Değer
Kapitalist üretim ilişkilerinde insanlar, emeklerine yabancılaşırlar. Çünkü kapitalizmin temel hedefi, artı değer üretmektir. Peki artı değer nedir?: Üretimde bulunmak için kullanılan üretim araçları ve dolayısıyla üretim güçleriyle belli bir emek harcadıktan sonra, üretimde bulunanın, ürettiğinin maliyetinden çok daha fazla kazanacağı bir durum ortaya çıkarsa, bu artı değerdir.[[12]] İnsan çok emek harcayıp az kazandığında ve temel ihtiyaçlarını karşılayamadığında, verdiği emek ile varoluşsal bütünlüğü çatışma yaşar. İnsan, emeğine yabancılaşır. Marx’a göre emeğine yabancılaşan insan, kendine yabancılaşmayı yaratır. Böylece insan, kişi olarak insan olmasıyla, insan türünün bir üyesi olmaktan kaynaklanan insanlığı çatışır. Böylelikle başka bir yabancılaşma durumu peyda olur: İnsanın insana yabancılaşması.
Bu yabancılaşma türünde ifade edilen şey, bir insanın kendisiyle aynı tür olan diğerlerine yabancılaşmasıdır. Bunun sebebi, kapitalist üretim ilişkilerinin içindeki insan, hem emeğine, hem üretim araçlarına, hem üretilen nesneye ve dolayısıyla insanlığa yabancılaşmışsa, kapitalizmin içinde her insan, bir diğerine araçsal göz ile bakmak zorunda kalır. Çünkü kendi varoluşunu bile araçsallaştırmış birinin başka birini araçsallaştırmama ihtimali yoktur. Böylece insanın kendisi ve diğer insanlar arasındaki ilişkisi, bir tür araç ilişkisine dönüşür.
Üstelik kapitalizmin yarattığı rekabetle, insanların kendi arasındaki rekabet ilişkisi, birbirlerini daha çok harcamasına sebep olur. Çünkü insanların çıkarları, birbirlerinin önünde engel teşkil eder. Herkesin herkesi rakip olarak gördüğü ve dolayısıyla birbirlerini araçsallaştırmak istediği bir dünya yaratılır. İnsanlar, yetenek ve becerilerini, istediği gibi kullanamamasının yanı sıra kendisini köleleştirdiği bir düzeni ayakta tutmak için kullanır ve aracılık eder. Para ve mal insandan daha fazla değer haline gelmişse, zengin olan ve üretim gücünü elinde bulunduranlar da dahil hiç kimsenin kendini gerçekleştirmesi beklenemez. Çünkü para değer haline gelince, zengin de kendini paranın aracı haline getirir. Paraya sahip olduğu için değerli olduğunu düşünen insan, varlığını, parayı kazanmak için harcar. Böylelikle sadece fakir olanların değil, zengin olanların da insanlığı zedelenir.
Bu sebeple Marx, özgürlüğün kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumlarda kurulamayacağını belirtir. O yüzden özgürlüğün toplumsal ilişkiler içinde olduğunu iddia eder. Toplumsallık olmayınca insanlar, niteliklerini kullanamaz. O yüzden toplumsallık, özgürlüğü başlatan şey değil, onu mümkün kılan şeydir.
Sosyalizm ve Komünizm
Marx’ın söylemek istediği şey: Özgürleşmek insana bağlıdır. Toplumsal ilişkiler ağı, özgürlüğü mümkün kılacak şekilde dizayn edilirse insan özgürleşir. O yüzden özgürlük, ne insanın doğasından gelen hazır bir değerdir, ne de doğanın, insanın önüne koyduğu bir değerdir, ne de Tanrı’nın insanlara bahşettiği bir şeydir. Özgürlük, insanların kendi yaşamlarını düzenlerken, kendilerine verdikleri değerdir.
Günümüz dünyasında etkin olan kapitalizmin, toplumu sınıflı hale getirdiği durumda özgürlük mümkün değildir. Bundan kurtulabilmek için toplumun, sınıflı ilişkiler ağından çıkması ve sınıfsız toplumsal ilişkiler ağını inşa etmesi gerekir. Bu da Marx’a göre sosyalizm ve komünizmle mümkündür.
Sosyalizmde, herkes belirli bir üretimde bulunur ve emek harcar. Bu üretim devlet adına yapılır. Devlet, insanların ihtiyaçları ve gereksinimlerine göre dağıtımda bulunur. Bu ilk aşamadır. Sonraki aşamada devlet de ortadan kalkar. Ardından sınıflar ortadan kalkar. Artık burada komünizm devreye girmiştir. Herkes, ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre üretir. Her şey kamusaldır ve her şey ortaktır. Böylece insanlar, ihtiyaçlarından fazlasına gereksinim duymayacakları için biriktirme arzuları da olmayacaktır. Biriktirme arzusu olmadığı için parayı değer haline getirmeyecektir. Böylelikle para biriktirmek için zamanlarını ve emeklerini harcamayacaklardır. Artık kendi arzularını doyurmak, yetenek ve becerilerini geliştirmek için çaba sarf edeceklerdir. Böylelikle de insan, kendini gerçekleştirmeye başlar. Kendini gerçekleştiren insan da özgürleşir.[[13]][[14]]
Dipnotlar
- [1] Karl Marx, komünist manifesto, Çev: Celal Üster, 2018
- [2] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
- [3] Brenkert, George G., Marx’ın Özgürlük Etiği, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1998. S. 124.
- [4] Kant, Immanuel, Ahlak Metafizğinin Temellendirilmesi, çev. Ioanna Kuçuradi, Ankara, TFK Yayınları, 2002. S.64.
- [5] Spinoza, Baruch, Etika, Kabalcı Yayınları. 2011
- [6] Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Yayınevi: TFK Yayınları, 2002
- [7] Kant, Pratik Aklın Eleştirisi. Yayınevi: TFK Yayınları, 1999
- [8] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
- [9] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
- [10] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
- [11] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
- [12] K. Marx. Artı Değer Teorileri.
- [13] Karl Marx, komünist manifesto, Çev: Celal Üster, 2018,
- [14] Adugit, Y. “ÖZGÜRLÜĞÜN KISA TARİHİ”. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2013 ): 63-94 2013 sayı 16
Kaynakça
- K. Marx. (2018). Komünist Manifesto. ISBN: 978-975-071-0056.
- Y. Adugit. (2013). Özgürlüğün Kısa Tarihi. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- G. Brenkert. (1998). Marx’ın Özgürlük Etiği. Yayınevi: Ayrıntı yayınları.
- B. Spinoza. (2011). Ethica. Yayınevi: Kabalcı Yayınları.
- I. Kant. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Yayınevi: TFK Yayınları.
- D. Hume. (1976). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma. Yayınevi: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
- K. Marx. Artı Değer Teorileri.
- I. Kant. (1999). Pratik Aklın Eleştirisi. ISBN: 975-7748-07-2. Yayınevi: TFK Yayınları.
Yazar: Serkan Culum
Site Editörü: Taner Beyter
Harika bir yazı olmuş sonuna kadar okudum emeğinize sağlık. Teşekkür ederim