Mantığın Yükselişi, Düşüşü ve Yeniden Yükselişi: Mantık Nedir? – Catarina Dutilh Novaes

Mantıksal düşünmek keşfetmenin mi yoksa tartışmanın mı bir yolu? Felsefe ve matematiğin yanıtları insan bilgisini tanımlıyor.

/
2344 Okunma
Okunma süresi: 17 Dakika

Mantık tarihi, doğru –ya da en azından makul- düşünmeye istekli olan herkesin ilgisini çekmelidir. Bu öykü, entelektüel sorgulamaya ve daha genel anlamda insan bilişselliğine yönelik farklı yaklaşımların tasvirini sunar. Mantık tarihi üzerine derinlemesine kafa yormak bizi makul bir bilişsel özne olmanın ve düzgün bir biçimde düşünmenin ne demek olduğunu düşünmeye zorlar. Yanıt başkalarıyla tartışmaya girmek midir? Kendimizi düşünmek midir? Hesaplamalar yapmak mıdır?

Saf Aklın Eleştirisinde (1781) Immanuel Kant, Aristoteles’ten bu yana mantıkta hiçbir ilerleme kaydedilmediğini ifade etmişti. Bu nedenle o kendi zamanındaki mantığın nihai noktaya ulaşmış olduğu sonucuna ulaşmaktaydı. Yapılacak daha fazla bir iş yoktu. İki asır sonra, 19. ve 20. yüzyıllardaki şaşırtıcı gelişmelerin ardından, George Boole, Gottlob Frege, Bertrand Russell, Alfred Tarski ve Kurt Gödel gibi düşünürler tarafından mantığın matematikselleştirilmesiyle birlikte, Kant’ın tamamen yanılmış olduğu açıktır. Ancak o mantık hakkında Aristoteles’ten kendi zamanına kadar hiçbir ilerleme kaydedilmediğini düşünürken de yanılmıştı. J M Bocheński’nin A History of Formal Logic’ine (1961) göre, mantığın altın dönemleri antik Yunan dönemi, Orta Çağ skolastik dönemi ve 19-20. yüzyıllardaki matematik dönemiydi. (Bu eser boyunca, Antik Yunan mantığının arka planında ortaya çıkan mantıksal gelenekler üzerinde durulmaktadır. Bu sebeple Hint ve Çin mantığı dâhil edilmemiş, ancak Orta Çağ Arap mantığı dâhil edilmiştir.)

Peki, Kant Skolastik geleneği neden göz ardı etti? Ve daha genelde, Skolastik dönemden sonra mantığın “düşüş”ünü açıklayan şey nedir? Mantık, modern dönemde eğitim müfredatının önemli bir parçası olarak kalmış olsa da o dönemde konuşmaya değer temel yenilikler yoktu (17. Yüzyılda Gottfried Wilhelm Leibniz tarafından ortaya konulan bazı gelişmeler hariç). Doğrusu, Skolastik başarının çoğu kaybolmuştu ve bu dönemde öğretilen mantık (Kant’ın atıfta bulunduğu) çoğunlukla ilkeldi. Elbette skolastik mantığın düşüşü bir anda gerçekleşmedi ve bazı bölgelerde (örneğin İspanya) skolastik gelenekteki yenilikçi çalışmalar 16. yüzyıla kadar ortaya çıkmaya devam etti. Bununla birlikte, genel konuşursak, Orta Çağ’ın sona ermesinin ardından Skolastik mantık üniversitelerdeki eğitimsel amaçlar dışında (ancak yine hafifletilmiş biçimlerde), gitgide daha az belirgin hale geldi.

Skolastik mantığın düşüşünün birçok nedeni vardı. Muhtemelen en ünlüsü, Lorenzo Valla gibi Rönesans yazarlarının yaptığı yıkıcı eleştirilerdi. Bu düşünürler skolastik mantığın uygulanabilirlikten yoksun oluşundan şikâyetçiydi. Örneğin Valla silojizmleri – iki öncül ve bir sonuçtan oluşan,  ‘Bazı / Tüm / Hiçbir A B’dir (değildir)’ şeklinde olan ve sonuçlarının doğruluğunu zorunlu kılan argümanlar – doğal konuşma ve tartışma biçimlerinden çok uzak olması nedeniyle hatipler için bir işe yaramayan yapay bir akıl yürütme türü olarak gördü. Onlar, skolastik yazarların çirkin, ağır, yapay ve aşırı teknik Latincesini sert bir şekilde eleştirdiler ve Cicero ve Vergil’in klasik Latincesine dönmeyi savundular. Bu eleştirmenler çoğunlukla skolastisizmin hâlâ norm olduğu 15. yüzyıl üniversite sisteminde yer almamıştı. Bunun yerine, onlar memur olma eğilimindeydi ve bu yüzden genellikle siyaset, yönetim ve sivil yaşam ile meşgul oldular. Retorik ve ikna ile mantık ve ispattan daha çok ilgilendiler.

Modern dönemde mantığın giderek önemini kaybetmesinin bir diğer nedeni, diyalektik entelektüel sorgulama yöntemlerinin büyük ölçüde terk edilmesiydi. René Descartes’in bir pasajı – evet, şöminenin yanında bir ropdöşambır içinde tek başına otururken bütün bir felsefi sistemini inşa eden adam – bu değişimi özellikle üzücü bir şekilde temsil ediyor. Felsefenin İlkeleri‘nde (1644) genç bir öğrencinin eğitiminin nasıl ilerlemesi gerektiğinden bahsederken o şöyle yazmıştı:

Bundan sonra onun mantık çalışması gerekir. Böyle derken okullarda öğretilen mantığı kastetmiyorum, çünkü bu kesinlikle başkalarının zaten bildiği şeyleri açıklamanın yollarını veya bilmediği şeyleri hüküm vermeden ileri sürmeyi öğreten bir diyalektikten başka bir şey ifade etmiyor. Bu tür bir mantık akl-ı selimi iyileştirmekten ziyade onu bozar. Ben bunu değil, bilmediğimiz gerçekleri keşfetme amacıyla aklımızı yönlendirmemizi öğreten türden bir mantığı kastediyorum.

Descartes, okullardaki mantığın (skolastik mantık) gerçek bir keşif mantığı olmadığını iddia ettiğinde onun kafasına adeta bir çivi vurmuştu. Onun başlıca amacı, özellikle muhatapların zaten bildikleri şeyleri açıkladığı ve tartıştığı diyalektik uygulamalarının arka planına karşı makul bir gerekçelendirme ve serimleme sunmaktır. Gerçekten de, mantık tarihinin büyük bölümü boyunca, hem Antik Yunan hem de Ortaçağ Latin geleneğinde, ‘diyalektik’ ve ‘mantık’ eş anlamlı olarak kabul edildi.

Descartes’ın zamanına kadar mantıksal teorilerin başlıca uygulaması öğrencilere münazara ve tartışmalarda nasıl iyi bir performans göstereceklerini öğretmek ve bu tür argümantatif pratiklerin temel bir ögesi olduğu ölçüde birbirini takip eden şeylerin mantıksal niteliklerini teorileştirmekti. Öte yandan herkesin mantığı bu şekilde algılamadığı da doğrudur. Örneğin Thomas Aquinas mantığın “ikincil akledilirler/malukatı saniye” -kabaca bizim ikinci dereceden kavramlar veya kavramların kavramları dediğimiz şeyler- hakkında olduğunu savundu. Ancak 16. yüzyıl kadar geç bir dönemde İspanyol teolog Domingo de Sato ‘diyalektiğin tartışmanın sanatı ve bilimi’ olduğunu özgüvenle yazabildi.

Geleneksel mantık ve münazara pratikleri arasındaki sıkı bağlantı klasik Helenistik döneme kadar uzanmaktadır. Entelektüel faaliyet, Platon’un diyaloglarında kaydedildiği gibi, doğası gereği diyalojik bir meseleydi. Bu diyaloglarda Sokrates, tartışma boyunca muhataplarının başlangıçta söylediği şeyin tersini kabul ettiği noktada kendi soru ve cevaplarını da değiştirdiği bir çürütme/reddiye (elenchus) pratiği uygular. Ve Aristoteles’in mantıkla ilgili metinlerinden ikisi, Topikler ve Sofistik Çürütmeler, açıkça diyalektik pratikleriyle ilgilidir ve yapısal özelliklerinin soyut açıklaması yoluyla bu uygulamaların sistematik bir sınıflandırmasını içerir.

Aristoteles’in mantıkla ilgili en soyut eseri olan Birinci Çözümlemeler, diyalektik kelime dağarcığına ve münazara pratiklerine verilen referanslarla doludur. Örneğin o birinin kanıtlamak istediği sonuca ulaşması için bulması gereken doğru öncüller meselesini inceler –bir tür tersine mühendislik. Burada ele alınan teknikler öncelikle münazaralar için faydalıdır. Eğer bir tartışmacı muhatabını P önermesinin doğruluğuna ikna etmek istiyorsa, P’yi gerektiren ve muhatabının da kabul edebileceği önermeleri aramalıdır. Eğer karşı taraf bir araya geldiklerinde P’yi gerektiren T ve Q önermelerini kabul ederse böylece P’yi kabul etmeye de mecbur kalır. Şurası açık ki, Descartes’ın daha sonra yakınacağı gibi, bu başkalarıyla tartışmak ve onları ikna etmek için en uygun yaklaşımdır, yeni gerçekleri keşfetmek için değil.

Diyalektiğin şöhreti geç antik çağ boyunca devam etti. Orta Çağ Latin döneminde diyalektik ‘skolastik tartışma’ olarak bilinen şeyin ortaya çıkışıyla kurumsallaştığı için tartışma bir odak noktası olarak daha da ön plana çıktı. Skolastik tartışma oldukça katı kurallara dayanan, biçimlendirilmiş ve titiz bir tartışma prosedürüdür. Antik Yunan’daki tartışma yöntemlerinden esinlenmiştir ve erken Orta Çağ manastırlarında daha da geliştirilmiştir. (muhtemelen sürpriz biçimde, onlara tefekkürlü bir yaşamdan dolayı itibar gösterilmiştir.) Doruk noktasına ise 12. yüzyılda, metin yorumlaması ile birlikte başlıca öğretim yöntemi haline geldiği üniversitelerin doğuşu ve yayılmasıyla ulaşmıştır. Ve tartışmaların etkisi üniversitelerin çok ötesine geçerek kültürel yaşamın birçok alanına doğru genişlemiştir. Böylece tartışmalar, Orta Çağ Avrupa’sındaki entelektüel sorgulamanın temel yaklaşımlarından birisi haline gelmişti.

Tartışma bir önermeyle başlar ve önermenin lehine ve aleyhine olan argümanların incelenmesi ile devam eder. Bu prosedür Aristoteles’in Topikler’indeki ilk ifadenin bir soru olarak okunabileceği kelime oyununu hatırlatır: ‘X: Evet veya hayır?” Bu oyunda her iki rol tek ve aynı kişi tarafından oynanabiliyor olsa da belli bir önermeye katılmayan ve kendi pozisyonlarını savunmak için argümanlar üreten iki tarafa sahip olduğu için esasen diyalojik bir uygulamadır. Burada amaç basitçe muhatabınızı veya dinleyiciyi ikna etmek olabilir ama bunun sorgulanan konuyu pek çok farklı açıdan inceleyerek o konudaki hakikate yaklaşmak gibi daha derin bir amacı vardır.

Ortaçağ entelektüelleri hem hoca ile öğrenci arasında özel olarak hem de üniversite topluluğunun genel olarak katıldığı halka açık büyük etkinlikler şeklinde pek çok ‘canlı’* tartışma yürüttü. Ancak genel yapı, Orta Çağ yazarları tarafından bazı seçkin metinlerde de genel olarak kullanılmaktaydı. (bazıları, gerçekte yaşanan, reportatio olarak bilinen tartışmaların yazılı versiyonlarıdır.) Mantık kitapları tartışma sanatında mükemmelleşmek için hepsi de bu sanatla ilgili olan safsatalar, sonuçlar, mantıksal yapılar, önermelerin anlamı ve obligationes (son derece biçimlendirilmiş tartışma) üzerine yazılan bölümlerle gerekli eğitimi sağlamıştır (bazıları metin yorumlama gibi alanlara uygulanabilir olsa da). Bu tartışmaların ve konuya ilişkin yazı türlerinin yaygın biçimde var olması ise “tartışmanın kurumsallaşması” olarak tanımlanmıştır. Tartışma kültürünün çöküşü kabaca yeni basım tekniklerinin Avrupa’da tanıtılmasıyla çakışmıştır.

Tartışmalar ağırlıklı olarak geç Orta Çağ üniversite kültürüne bağlı olarak yapılırdı. Yukarıdaki pasajda da Descartes anlaşılır biçimde “Okulların Mantığı”ndan söz eder, bu yüzden eğitime olan bütün bir yaklaşımı tartışmalara ve onların altında yatan mantığa bağlı olarak eleştirir. Rönesans düşünürleri, skolastisizmi genel olarak toplum için gerçekten önemli meselelerle meşgul olmadığı için eleştirdi ve ideal entelektüel olarak hatipleri skolastik tartışmacılardan yeğ tuttu. Akademik tartışmaların aşırı biçimciliği yerildi ve onlarla alay edildi, örneğin Moliere’in Le Malade Imaginaire (1673) isimli oyununda ukala ve oldukça ahmak olan Thomas Diafoiris aşk hakkında önemli bir noktaya temas etmek için bazı münazara terimlerine başvurur:

Distinguo, Matmazel; tamamıyla o sevilen kişiye sahip olmakla ilgili değildir, concedo bunu kabul ediyorum; fakat hangi anlamda sahip olmak, nego, bunu reddediyorum.

Bununla birlikte, tartışma kültürünün çöküşü Skolastik mantığın çöküşünün tek nedeni değildi. Ayrıca skolastik mantık – doğru veya yanlış da olsa – yeni bir bilimsel paradigmanın ortaya çıkmasıyla birlikte modern çağın başlangıcında kaybolmuş olan Aristoteles’in dil ve metafizik anlayışlarına geniş ölçüde bağlı görülüyordu. Her şeye rağmen, tartışmalar bir süreliğine bazı üniversite ortamlarında uygulanmaya devam etti – aslında hâlâ daha doktora savunmalarının törensel niteliğinde yaşıyor. Mesele şu ki modern çağın başlangıcında felsefe tarzında dramatik bir kırılma yaşandı: Thomas Aquinas tarafından yazılan ve baştan sona tartışma odaklı olan Ortaçağ düşüncesinin muazzam eseri Summa Theologica ile Descartes tarafından yazılan ve uzun paragraflar boyunca birinci tekil şahısın tartıştığı İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler kitabını kıyaslayın. Görülen o ki entelektüel sorgulamanın doğası tartışmanın çökmesiyle değişmiştir.

Tartışma kültürünün çöküşünün yaklaşık 1440 yıllarında Johannes Gutenberg’in Avrupa’da yeni baskı tekniklerini tanıtmasıyla çakışması tesadüf değildir. Bundan önce kitaplar nadir görülen bir metaydı ve eğitim hocalar ve öğrenciler arasında ders kitaplarının yüksek sesle okunduğu açıklamalı dersler, çeşitli tartışmalar ve sınavlar şeklinde neredeyse sadece sözlü iletişim yoluyla yapıldı. Yaklaşık iki yüzyıl sonra Descartes zamanına gelindiğinde ise bir kişinin kitaplarla (basılı kitapların yaygın kullanılabilirliğinden önce bu düşünülemezdi) kendi kendisini eğitebileceği düşüncesi çoktan kökleşmişti. Dahası, bu dönemde Descartes’ın yukarıda alıntılanan pasajında belirtildiği gibi, “mantık” terimi, skolastiklerin ifade ettiğinden başka bir anlamda kullanılmaya başlandı. Bunun yerine, erken modern yazarlar, Descartes’ın zihinsel işlemler anlayışına ve dil üzerinde düşüncenin önceliğine dayanan etkili ders kitabı Port Royal-Logic’te (1662) örneklendiği gibi yenilik ve bireysel keşiflerin rolünü vurgulamaktadır. Ancak, 21. yüzyıl perspektifinden bakıldığında, Orta Çağ skolastik mantığı, mantık ismini belki de erken modern dönemdeki bu başlık altında yapılan çalışmalardan daha fazla hak ediyor, çünkü o 19. Yüzyılın sonlarından itibaren mantıkla ilişkilendirilmeye başlayan katı ve biçimsel sofistikeliğe daha çok yaklaşıyor. 

Modern dönemde birtakım filozoflar mantığın doğasını zihnin yetileri açısından ele almaya başladı. Elbette, bu yine Orta Çağ skolastik düşüncesinde (örneğin 14. yüzyılda yazar Pierre d’Ailly’nin çalışmasında) zaten var olan bir temadır, ancak erken modern dönemde bu baskın görüş haline geldi. Bu ise bizi her şeyden önce mantığı düşüncenin yapısına, böylece -Aristotelesçi kategorileri değerlendirmesinde de olduğu gibi – zihinsel  işlemlere özgüleyen Kant’a geri götürüyor. Kant için, öncülden sonuca çıkarım yapmak gibi özü itibariyle mantıksal olan kavramlar, argümantatif bir durumun içindeki hareketten ziyade zihnin iç işlemleriyle ilişkilidir.

Kant’ın mantık hakkındaki görüşlerinin etkisi sürerken, mantık 19. yüzyılda farklı bir yöne, bu sefer matematiğe doğru bir dönüş yaptı. Son derece yenilikçi bir İngiliz matematikçi olan Boole, Mantığın Matematiksel Analizi (1847) ile yepyeni bir araştırma programını başlattı. Gerçi bu yaklaşımın 17. yüzyılda da Leibniz’den ibaret olmayan öncüleri vardı. (Thomas Hobbes da tüm düşüncelerin bir hesaplama meselesi olduğuna inanıyordu.) Ancak Boole’in, ileri matematik dâhil erken eğitiminin büyük bölümünde kendi kendisini yetiştirdiği için önceki gelişmelerden habersiz kaldığı görülüyor.

Boole geleneksel mantığın katalog tabanlı yaklaşımına tamamen zıt biçimde bir argümanın doğru olup olmadığını ‘hesaplamak’ için bir yöntem geliştirdi.  Boole’nin çalışmaları, mantık geleneğinin cebiri olarak bilinen şeyin öncüsü oldu ve matematiksel sembolleri mantıkla bağlantılı olarak kullanma düşüncesini ileri sürdü. Boole, matematikçiler arasında mantığa yönelik artan ilgiye yanıt veriyordu ve o çoğunlukla Kantçı bir düşüncede kaldı, ancak onun çalışması yine de mantık tarihinde bir dönüm noktasını temsil eder. Çünkü o Bochenski tarafından mantık tarihinin en üretken dönemlerinden biri olarak seçilen matematiksel dönemi başlatır.

19. yüzyıl mantığının yükselen bir diğer figürü ise Frege’dir. Almanya’nın Jena kasabasında bir matematik profesörü olan Frege kariyerinin ilk yıllarında geometri ve analiz gibi standart matematiksel konular üzerine çalıştı, ancak sonunda hiçbir resmi felsefe eğitimi olmamasına rağmen felsefeye merak sardı. Boole (ki Frege onu sertçe eleştirir) mantığı (silojizmleri) analiz etmek için matematik kullanırken Frege’nin projesi ise matematiği analiz etmek için mantığı kullanmaktı. Daha özel olarak, Frege matematiğe, mantıkçı program denilen bir girişim olarak, saf mantıksal bir temel sağlamak istedi. Aritmetiğin tüm gerçeklerini sadece mantıksal kuralları kullanarak tamamen mantıksal ilkelerden (aksiyomlar) türetmeyi amaçladı. Bununla birlikte Frege, mantıksal programa uygun hale getirmek için özellikle matematiksel fonksiyon kavramını sisteminin ana kavramsal yapı taşı olarak alarak, “matematiksel” bir mantık oluşturmak zorundaydı. 17. yüzyıl yapay diller geleneğinden (özellikle Leibniz’in çalışması) açıkça esinlenen Frege, sistemi için kavram-yazısı’ (veya Begriffsschrift) olarak adlandırdığı tamamen yeni bir notasyon tasarladı. Begriffsschrift (1879) adlı kitabın önsözünde, bu yeni dili tanıtma motivasyonunun aydınlatıcı bir tasvirini sunar:

Benim ilk adımım, bir serideki sıra kavramını mantıksal sonuç kavramına indirgemek ve buradan da sayı kavramına ulaşmaya teşebbüs etmek olacaktır. Herhangi bir sezgisel unsurun farkında olmadan buraya girmesini engellemek ve çıkarımlar zincirlerinin boşluksuz olması için bütün çabamı sarf etmem gerekiyordu. Bu gerekliliğe mümkün olan en katı biçimde uymak için çabalarken de dilin yetersizliğini bir engel olarak buldum. Kabul etmeye hazır olduğum ifadeler ne kadar ağır olursa olsun ilişkiler gitgide daha karmaşık hale geldikçe amacımın gerektirdiği kesinliğe de gitgide daha az ulaşabiliyordum. Bu eksiklik beni şimdiki kavram-yazısı fikrine götürdü. Böylelikle, onun ilk amacı, bize bir çıkarım zincirinin geçerliliği konusunda en güvenilir testi sağlamak ve fark edilmeden gizlice sızmaya çalışan her varsayımı işaret etmekti ki bu şekilde onun kökeni araştırılabilir.

Sıradan dilin matematiksel (hatta mantıksal) akıl yürütmeyi açıklamak için açıkça yetersiz olduğu fikri, daha sonraki matematiksel mantık geleneğinde de tekrarlanan bir tema oldu, öyle ki ‘sembolik mantık’ terimi bu gelenekle eş anlamlı hale geldi. Artık mantık yapmak, sıradan kelimelerle değil, özel sembollerle çalışmak anlamına geliyordu. Bu bağlamda, hümanist yazarların skolastik mantıkçıların Latincesini tam olarak ‘çok yapay’ diye eleştirdiklerini, Aristo’nun silojistik mantık için güvendiği Yunanca ile bile alay edildiğini ve onun sıradan konuşma yöntemlerinden çıkarıldığını belirtmek gerekir. Belki de denilebilir ki belli bir ‘yapaylık’ derecesi, dilin sıradan kullanımı ile uyuşmayan soyutlama seviyelerinde iş gördüğü için tarih boyunca mantığın özünü teşkil etmiştir.

Frege, matematiksel temeller üzerinde mantıksal araçlar kullanarak çalışan tek kişi değildi. Gerçekten de, 19. yüzyılın sonunda, Richard Dedekind, Giuseppe Peano, Oswald Veblen ve David Hilbert gibi seçkin matematikçilerin önderliğinde matematiğin bölümlerini aksiyomatize eden birçok önemli proje vardı. Ancak Frege sadece mantığın matematiksel sembollerle ifade edilebileceğini değil aksiyomlardan daha ileri gerçeklere uzanan çıkarım kurallarının da titiz bir uygulama gerektireceğini fark eden ilk kişi oldu.

Mantık tarihi, bizi bilginin bireyci kavrayışını ve Descartes’dan miras aldığımız bilişsel yaşamlarımızı sorgulamamıza neden oluyor.

Ne yazık ki, Frege’nin etkileyici teorik katedrali, Russell’ın kendi ismini taşıyan paradoksuyla ortaya çıkardığı gibi, kaygan bir zemin üzerine kurulmuştu. Frege’nin mantıkçı sistemi, sistemin aynı anda hem kendisine ait olan hem de kendisine ait olmayan bir koleksiyonun var olmasına izin verir –bu bir çelişki! (Russell’ın paradoksundaki anahtar fikrin sezgisel bir sunumu, berber paradoksudur: yalnızca kendisini tıraş etmeyen insanları tıraş eden bir berber hayal edin. Soru şudur: Bu berber kendisini tıraş eder mi? Eğer evetse, o halde etmez. Eğer hayırsa, o halde eder.) Daha gelişmiş ve ileri bir mantıkçı programa ulaşma amacıyla Russell ve ortağı Alfred North Whitehead Principia Mathematica’da (1910) sunulan anıtsal (ve biraz da karışık) sistemi geliştirmeye devam ettiler. Esasen, 20. yüzyıldaki mantıktaki tüm önemli gelişmeler, doğrudan veya dolaylı olarak Principia Mathematica‘nın varlığına dayanmaktadır. Bochenski’nin mantık tarihindeki üç büyük dönem nitelemesine geri dönersek, bunların ikisi –Antik ve Orta Çağ skolastik dönemi- mantığın birincil uygulama alanının diyalektik tartışmalar gibi münazara pratikleri olduğu fikriyle yakından ilişkilidir. Üçüncüsü ise bunların aksine, genel olarak içinde yapıldığı sıradan dillerle hiçbir alakası olmayan, mantık için tamamen farklı bir temel gerekçe sunan, onu matematiğin temel bir dalı olarak inceleyen mantık anlayışını örneklendirir. İkinci ve üçüncü dönemler arasındaki boşluk ise skolastik tartışmaların itibarını kaybetmesi ve daha genel olarak Aristotelesçiliğin genel bir dünya görüşü olarak çökmesiyle açıklanabilir. Ancak mantığın diyalojik köklerinin izleri halen sürmektedir. Bu ise son dönemlerdeki matematiksel ispatlamalarda bile mantığın doğasını tam olarak anlayabilmek için diyalojik ve diyalektik bir bakış açısının dikkate alınması gerektiği anlamına gelmektedir. Mantık tarihi aynı zamanda Descartes ve diğerlerinden miras aldığımız aşırı bireyci bilgi anlayışını ve bilişsel yaşamlarımızı sorgulayan ve belki de insan bilişselliğinin esaslı sosyal doğasını daha fazla takdir eden bir geleceğe doğru ilerliyor.  

  • Bu bağlamda “canlı tartışma” tabiri metinsel olmayan, sözlü tartışma anlamına gelmektedir.

Catarina Dutilh Novaes, “What is logic?”, Erişim Tarihi: (23.02.2020), https://aeon.co/essays/the-rise-and-fall-and-rise-of-logic, Çeviren: Berk Celayir

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Türkçede Analitik Din Felsefesi Çalışmaları – Musa Yanık

Sonraki Gönderi

Gerçekliğe Karşı – Donald Hoffman

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü