“Bilmeyi Bilmek” Ne Demektir? – Taner Beyter

//
1081 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Bir şeyi “bilmek” ne demektir? Anılarınızın gerçek olduğunu bilmek, Tanrı’nın var olduğunu (veya var olmadığını) “bilmek”, şu an bu yazıyı okuduğunuzu “bilmek”, arkadaşınızın size borcu olduğunu “bilmek” veya şu an bir bilgisayar oyunu karakteri olmadığınızı “bilmek”: Bunları nasıl bilirsiniz? Bu sorular hala epistemik olarak değerini koruyor; ancak onlara yenilerini de eklemeye başladık. Bilmek, diğer bilenler ile nasıl bir ilişki içindedir? Bilmenin toplumsal arka planında neler vardır? Biliyor olmak ile epistemik-topluluklara dâhil olmak arasındaki ilişki nedir? İnançlarımız nasıl oluşur ve nasıl yayılır? Bu sorulara başka örnekler de eklenebilir.

Tahmin edileceği üzere “nasıl bileceğimiz”, sorusu “neleri bilebileceğimiz” sorusuyla da ilişki olarak Platon’dan Kant’a kadar felsefenin bir şekilde gündeminde olmuş önemli bir sorudur. Bilhassa Aydınlanma düşünürleri için bu soru merkezi bir önemdeydi. Ama son yıllarda “bilmeye” ilişkin sorularımızı ve bununla ilişkili olarak da bilme pozisyonlarımızı sorguladık ve yeni bilme teorileri geliştirdik. Fakat elimizde hala kusursuz bir yaklaşım olduğunu söylemek zor! Ama yine de bilmeye yönelik çabalarımız hem felsefi hem diğer açılardan eşsiz değerdedir.

Bilmeye Yönelik Bazı Felsefi Pozisyonlar

Gettier’in 1963 yılında kaleme aldığı ünlü metni, içselcilik-dışsalcılık tartışmaları çevresinde kümelenen birçok epistemolojik teorinin doğmasına katkı sağlamıştır. Bu makaleden sonra epistemologlar, bilme mefhumuna yönelik zihne içkin süreçler ile zihnin dışındaki nedensel süreçler arasında yer alan gidip gelen bir çok görüş geliştirmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse;

Belki de bilgi dediğimiz şey, bilimsel/evrimsel çerçevede ele alınması gereken, gayet doğal bir fenomendir.

Quine’ın Doğallaştırılmış Epistemoloji yaklaşımı, bilme eylemini bilimsel bir çerçevede ele almamız gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre, nasıl ki uygulamalı psikologlar bireyin algı, duyum, tepki ve davranışlarını bilimsel bir çerçevede ele alıyorsa, bizim de felsefede böyle bir bilimsel metot geliştirmemiz gerekir.

Bilme eylemi, bilen öznenin çevresi ile girdiği etki-tepki veya daha açık bir dille girdi-çıktı ilişkisi çerçevesinde alınabilir. Bu çerçeveye göre; dış dünyadan gelen duyu verisi (görme, duyma vb) bilişsel bir mekanizma olan beyin tarafından işlenir ve kendini davranışlarda veya ifadelerde bilgi çıktısı olarak gösterir. Bu yaklaşımın farklı bir versiyonu da bilme eylemini tam olarak çizilen bu sınırlar çerçevesinde evrimsel açıdan ele almamız gerektiğini savunmaktadır. Bu yaklaşıma da Evrimci Epistemoloji ismi verilmektedir.

Her iki yaklaşım da bilgi, bilen öznenin çevresi ve doğası ile girdiği ilişkide bulunan nedensel süreçler veya adaptasyon süreçleri ile beraber incelemeyi böylece de epistemolojiden başlayarak felsefeyi bilimsel bir çerçevede incelememiz gerektiğini düşünüyor. Her iki yaklaşım da Dışsalcılık’ın bir versiyonu olarak düşünülür. Bu yaklaşım “bilimsel bilgi” ve “rasyonellik” kavramlarının epistemik analizi konusunda bilme manzaramıza epey katkı sağlamıştır.

Belki de bilme dediğimiz şey, her an kanıt ile elde edilmeyen, diğer inançlarımıza ve epistemik sezgilerimize bağlı olan bir fenomendir.

Bilhassa Alvin Plantinga’nın çalışmaları ile ortaya çıkan bu yaklaşım, epistemik kanıt kavramının ne olduğuna odaklanarak yola koyulmuş gibi görünmektedir. Çünkü çoğu zaman bildiğimizi düşündüğümüz şeyin bir tür kanıt ile bilgiye dönüştüğünü kabul ederiz. Yani kimileri için “kanıt” -ki neredeyse her kanıt bir tür epistemik gerekçelendirme anlamına gelir- bilgiyi, bilgi olmayandan ayıran şeydir.

Fakat bu, biraz şüpheli görünüyor: Kim her sabah derse girmeden önce hem bu dersin hem de bu dersin işlendiği dünyanın gerçek olduğu bilgisi için dış dünyanın var olduğunu kanıtlar? Veya derse başlamadan evvel bizi dinleyen öğrencilerin düşünebilen zihinleri olduğunu her sabah sınar, kanıtlar ve derse öyle mi başlarız? Pek öyle görünmüyor. Pratik olarak sürekli kanıt talep etmek veya kanıt peşinde koşmak mümkün değildir. Çoğu zaman epistemik sezgilerimize başvurmak zorunda kalırız.

Tam bu noktada şu soru anlamlıdır: Peki Tanrı’nın var olduğunu bilmek için neden ısrarla kanıt talep edilmektedir? Bu yaklaşım, “kanıt” ve “dini inanç” kavramlarının epistemik analizi konusunda bilme manzaramıza epey katkı sağlamıştır.

Belki de bilgi dediğimiz şey; entelektüel erdem ve yetiler yoluyla elde edilen doğru inançtır.

Ernest Sosa ve Linda Zagzebski’nin kurucuları arasında sayılan bu yaklaşım bilme ile erdemlerimiz yani ahlaki pozisyonumuz arasındaki ilişkiye odaklanmaktadır. Felsefenin iki temel disiplini olan epistemoloji ve etik arasında gözden kaçırdığımız epey önemli bir bağlantı olabilir. Eğer bilmeyi “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak tanımlarsak, Gettier probleminden tam anlamıyla kurtulmamız zor görünüyor.

Diğer yandan bir şeyi bilmenin normatif yönü ve değeri göz ardı edilemez! Bilmek, bildiğimiz şeye yönelik bir ödev, sorumluluk ve epistemik değer taşır. O halde bilmeyi, Aristoteles’ten miras kalan Erdem Etiği yaklaşımı ile beraber niçin ele almayalım? Nasıl ki bir ahlaki eylem bu eylemi gerçekleştiren kişinin bir hüneri, becerisi veya yetkinliği ise; bilmek de bu bilen kişinin bir erdem, entelektüel yeti veya becerisi olarak görülebilir. O halde bilmek, hem normatif içeriği hem bilen kişide açığa çıkan bir mefhum hem de uygun erdemlere yaslanması ile tanımlanabilir. Bu yaklaşım, “bilgi-erdem”, “epistemik değer-sorumluluk” ve “bilgi-bilen kişi” kavramlarının epistemik analizi konusunda bilme manzaramıza epey katkı sağlamıştır.

Belki de bilme eylemi; diğer bilenler, toplumsal bağlam ve tarihsel süreklilik çerçevesinde var olan sosyal bir fenomendir.

Elizabeth Anderson, Sandra Harding, Susan Hekman, Helen Logino ve daha birçok başka ismin katkı sağladığı bu yaklaşım, Markisizm ve Sosyal Teori’nin de etkisiyle bilmeye yönelik tarihsel/toplumsal bağlama odaklanmıştır. Asıl olarak Doğallaştırılmış Epistemoloji’nin bir alt çalışma alanı olarak sınıflandırılan bu görüş (birey dışındaki, çevresel olanın bireye etkisi) bilmeye yönelik anlam yüklü ikiliklere de dikkat çekmiştir. (Doğallaştırılmış epistemoloji çıkış noktası olarak çok etkili olsa dahi, günümüzde Sosyal epistemolojinin alt dalı olarak incelenmesi gerektiğini ileri sürülebilir).

Bilen özne, bilmeyi eylemi içerisinde tanıklığa, diğer bilenlere, epistemik kurumlara başvurur veya onların etkisinde kalır. İçinde bulunduğumuz toplumsal ve tarihsel bağlamlar sahip oldukları eşitsizliği kavramlarda da gösteriyor olabilir; belki de bilmeye yönelik epistemik kavramlarımızda öznel/nesnel, kesinlik/yanılabilirlik gibi ikilikler bize göründüğünün çok daha fazla sosyal bir anlam içeriği ile yüklü olabilir. O halde epistemik kavram ve süreçler bu derece toplumsal/tarihsel bağlam ve anlam yüklü kavramlar ile örülüyse veya ondan etkileniyorsa; pür/nesnel bir bilme sürecinden söz edilebilir mi?

Bu yaklaşım “cinsiyet ilişkilileri”, “ezen/ezilen ilişkileri”, “tarihsel sürekliliği” ve “anlam yüklü kavramlar” gibi konuların epistemik analizi konusunda bilme manzaramıza epey katkı sağlamıştır.

Belki de bilmek, bir kişinin bilmesine değil, beraberce bilmeye yönelik bir soruşturma ve süreçtir.

Belirtmekte de fayda var ki Sosyal Epistemoloji adlı alanın çehresi yakın zamanda da hem disiplin içinden hem de disiplin dışından ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Bilhassa Feminist Epistemoloji’nin doğuşu, Erdem Epistemolojisi’nin değerlendirme ve eleştirileri ile Doğallaştırılmış Epistemoloji yaklaşımının yarattığı kısmi basınç bu alana dair disiplin içi etkinin geldiği yerler olarak görülebilir. Sosyoloji, Psikoloji, Bilişsel Bilimler ve Siyaset Bilimi gibi diğer disiplinleri ise disiplin dışı etki kaynakları olarak gösterebiliriz. Bunların yanı sıra Bayesci Epistemoloji ve Oyun Teorisi’nin de etkisini görmezden gelmemek gerekiyor. Bu haliyle Sosyal Epistemoloji’nin epey çok ve farklı bağlantısı olduğunu söyleyebiliriz.

Bilginin toplumsal dolaşımı ve bireyler arası ilişkiler arasındaki pozisyonu çağdaş tartışmaların ana tartışma konularından birini oluşturur. Descartes ile başlayan ve Aydınlanma Dönemi’nin en ciddi konu başlıklarından biri olan bilginin doğası ve imkânı konusu, Sosyal Epistemoloji tarafından toplumdan yalıtık olmak ve bireysel bir mekanizmaya indirgenmek ile eleştirilmiştir. Açıktır ki Descartes’in projesi bir anlamda başarısız olmuştur; bilgi, bilen öznenin sahip olduğu “evrensel ve mekanik” bir bilişsel makineyi anlamak yoluyla daha iyi kavranılabilir hale gelmemiştir. Çünkü bilgi başka bir yönüyle bilenler-arasında doğar, dolaşır, hareket eder ve dil ile beraber taşınarak bazen yönlendirilip bazen bastırılır. Yani bilen öznenin onu nasıl ürettiğinin toplumsal bir arka planının olmasına ek olarak o, diğer bilenlerle ilişkili olan özerk ve toplumsal bir var oluşa da sahiptir.

İnsanların inançlarını, epistemik bir karşılıklı ilişki içinde nasıl edindiği, inançların nasıl oluştuğu, nasıl bir yapıda var olduğu gibi konuların yanı sıra; epistemolojinin temel unsurları olarak görülen doğruluk, inanç, gerekçelendirme gibi kavramlar ile tanıklık, duyu verisi, muhakeme, iç görü vb. temel kaynakların epistemik işlevi üzerine daha çok odaklanmamız gerekiyor. Elbette bu odaklanma çabası Gettier Problemi, İçselcilik-Dışsalcılık tartışmaları veya diğer çağdaş tartışmaları görmezden gelmemizi gerektirmez. Ancak öyle görülüyor ki felsefenin temel disiplinlerinden biri olan epistemoloji son 20-30 yıl içinde çok ciddi bir kabuk değişimi yaşamıştır. Artık “bilmeyi-bilmenin” ötesine geçerek “bilmeyi-beraberce bilme” üzerinde durduğumuz söylenebilir.

Sonuç

İnançlarımızın toplumsal kurumlar ile beraber mevcut ilişkiler ağındaki işlevini, bazen demokrasi başlığı bazen komplo teorileri ile beraber incelememiz mümkün. Bazen ise inançlarımızın nasıl bir epistemik ağ içerisinde dolaştığına odaklanarak bir YouTube kanalının nasıl popüler hale geldiğini, dolandırıcılık yapan kişilerin bunu nasıl başardığını, kanaat önderlerinin kendilerini nasıl da güvenilir bir pozisyona bürüdüklerini, politikacıların güvenilirliğine dair inançlarımızın nasıl oluştuğunu, komplo teorileri gibi yanlış inanç çıktılarının nasıl yayıldığını veya bunlara benzer konuları (Bayesçi yaklaşımında yardımı ile) daha yakından inceleme imkânımız var. Bunu yaparken matematiksel modellemeler ve Oyun Teorisi gibi yaklaşımlardan da faydalanıyoruz.

Tüm bu tartışmalar gösteriyor ki, “bilme”nin bizzat kendisi de çağa ayak uyduruyor. Bugün bilgi, epistemik topluluklar içinde, çoğu zaman düşük bilişsel emek-faaliyet ile teşvik edilerek online bir yatakta akış gösteriyor. Epistemologlar olarak bu gerçekliğe gözlerimizi kapayamayız – ki Sosyal Epistemoloji de bu gerçekliği analiz etme ve pratik ödevler çıkarma konusunda üzerine düşenleri yapmaya başladı gibi duruyor. Öyle görülüyor ki yalan haberler, sosyal medya politikaları, bilimsel toplulukların işleyişi ve bazı istismar suçlarının doğrudan epistemik bir arka planı olduğunu fark etmemiz önemlidir. Epistemoloji bu türden toplumsal problem ve durumlara yüzünü dönerek bir anlamda felsefenin toplumsal olan ile ilişkisinin hala canlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, halihazırda pandemi günlerindeyiz; insanlar gerek örgün eğitim gerek iş hayatı gerekse gündelik hayatta başkalarının inançları ve bilgi iddialarına hiç olmadığı kadar daha muhtaç görünüyor ve belki de bazı inançlara maruz kalıyor. Bu yaklaşım, bilmenin diğer bilenlerle zorunlu bağı, toplumsallığı, bilme unsurlarının oluşumu, bilmenin formelleştirilerek ele alınması gibi konuların epistemik analizi konusunda bilme manzaramıza epey katkı sağlamıştır.

Bazen bir şeyin doğru olmasını isteriz, bazen ise bir bilginin gerçek olmamasını dileriz. Kimi zamanlar bildiğimizi düşündüğümüz şeye daha sık sarılır kimi zamanlar ise bilgiden mahrum bırakılırız. Bilginin pür rasyonel bir süreç olmaktan çok daha fazlası olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Eğer bir şeyi bildiğinizden gerçekten emin olmak isterseniz Erdem Epistemoloji, Doğallaştırılmış Epistemoloji, Feminist Epistemoloji, Dini Epistemoloji ve Sosyal Epistemoloji gibi yaklaşımların her birinin işaret ettiği noktayı göz önüne almalısınız; elbette Şüpheciliğe yönelik diğer yaklaşımları da dikkate alan bir biçimde…

Epistemologlar artık epistemik manzaramızın tüm ayrıntılarını ve bağlamlarını daha net görebilmek için geriye doğru şöyle bir kaç adım atarak bir tür meta-epistemolojiye daha çok odaklanmak zorunda gibi görünüyor. Artık ele aldığımız soru bir anlamda, “bilmeyi bilmenin” tam olarak ne anlama geldiğiyle ilişkidir.

Tüm bu konulara dair daha ayrıntılı bir okuma, kaynaklar ve atıflar için şuraya tıklayabilirsiniz.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

On Yıllık Ateizm Yolculuğum – Edward Feser

Sonraki Gönderi

Turing Testi – Graham Oppy ve David Dowe (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü