//

Bir Bayramın Doğuşu: Mayıs’ın İlk Günü – Eric Hobsbawm

1990 yılında Observer‘da Paskalya hakkında yazan Michael Ignatieff, ‘seküler toplumların dini ritüellere alternatifler sunmayı hiçbir zaman başaramadığını’ gözlemlemiş ve Fransız Devrimi’nin ‘tebaayı yurttaşa dönüştürmüş, her okulun girişine özgürlükeşitlik ve kardeşlik ilkelerini yazmış ve manastırların pabucunu dama atmış olabileceğini, ancak On Dört Temmuz dışında eski Hıristiyan takviminde hiçbir değişiklik yapmadığını’ belirtmiştir. Benim konum ise belki de seküler bir hareketin Hıristiyan takviminde ya da herhangi bir resmi takvimde açtığı tartışmasız tek gediktir; bir ya da iki ülkede değil, 1990 yılında 107 eyalette resmi olarak ilan edilmiş bir bayramdır. Dahası, hükümetlerin ya da fatihlerin gücüyle değil, yoksul kadın ve erkeklerin tamamen gayri resmi bir hareketiyle kurulmuş bir bayramdır. Burada 1 Mayıs’tan, daha doğrusu işçi sınıfı hareketinin uluslararası bayramı olan 1 Mayıs’tan söz ediyorum. 1890’da kutlanmaya başlandığı için 1990’da yüzüncü yıldönümünün kutlanması gereken bayramdan.

“Kutlanması gereken” doğru bir ifadedir, çünkü tarihçiler dışında, 1889’da İkinci Enternasyonal’in açılış kongresinde, 1 Mayıs 1890’da işgününün sekiz saatle sınırlandırılmasını öngören bir yasa lehine eşzamanlı bir uluslararası işçi mitingi düzenlenmesi çağrısında bulunanların mirasçıları olan sosyalist partiler de dahil olmak üzere, çok az kişi bu olaya ilgi göstermiştir. Bu, 1889 kongrelerinde fiilen temsil edilen ve hala varlığını sürdüren partiler için bile geçerlidir. İkinci Enternasyonal’in bu partileri ya da onların mirasçıları, bugün Avrupa’da, yakın zamana kadar ‘gerçekten var olan sosyalizm’ olarak tanımlanan bölgenin batısındaki hemen her yerde hükümetleri ya da ana muhalefetleri veya alternatif hükümetleri oluşturmaktadır. Geçmişleriyle daha fazla gurur duymaları, hatta sadece daha fazla ilgi göstermeleri beklenebilirdi.

Britanya’da 1 Mayıs’ın yüzüncü yıldönümüne yönelik en güçlü siyasi tepki, eski bir general ve üzülerek söylüyorum ki Londra Üniversitesi’ne bağlı bir kolejin eski başkanı olan Sir John Hackett’ten geldi ve Hackett, bir tür Sovyet icadı olarak gördüğü 1 Mayıs’ın kaldırılması çağrısında bulundu. Ona göre uluslararası komünizmin çöküşünden sonra bu kutlama hayatta kalmamalıydı. Ancak Avrupa Topluluğu’nun ilkbahar 1 Mayıs bayramının kökeni, Bolşevik ya da hatta sosyal demokrat olmanın tam tersidir. Bu kökler, 1 Mayıs’ın köklerinin batı işçi sınıfının topraklarına ne kadar derinden ulaştığını fark ederek, işçi ve sosyalist hareketlerin çekiciliğine, onların bayramını başka bir şeye dönüştürerek karşı koymak isteyen anti-sosyalist politikacılara kadar uzanmaktadır. Nisan 1920’de Fransız parlamentosunda, sosyalist olmamak dışında hiçbir ortak noktaları bulunmayan kırk bir milletvekili tarafından desteklenen bir tekliften alıntı yapalım:

Bu bayram hiçbir kıskançlık ve nefret unsuru [sınıf mücadelesinin şifresi] içermemelidir. Tüm sınıflar, eğer sınıflar hala var denilebilirse ve ulusun tüm üretken enerjileri aynı fikir ve aynı idealden ilham alarak kardeşleşmelidir.

Avrupa Topluluğu’ndan önce 1 Mayıs’ı benimseme konusunda en ileri gidenler sol değil, aşırı sağcılardı. SSCB’den sonra 1 Mayıs’ı resmi bir Ulusal Emek Günü haline getiren ilk hükümet Hitler’in hükümetiydi.  Mareşal Petain’in Vichy hükümeti, 1 Mayıs’ı Emek ve Uzlaşma Bayramı ilan etti ve bunu yaparken Mareşal, büyük elçiliği sırasında hayranlık duyduğu Franco’nun İspanya’sındaki Falanjist 1 Mayıs’tan ilham aldı. Gerçekten de 1 Mayıs’ı resmi bayram haline getiren Avrupa Ekonomik Topluluğu, Thatcher’ın bu konudaki görüşlerine rağmen, sosyalist değil, ağırlıklı olarak anti-sosyalist hükümetlerden oluşan bir organdı. Batılı resmi Mayıs Günleri, resmi olmayan Mayıs Günleri geleneğiyle hesaplaşma ve onu işçi hareketlerinden, sınıf bilincinden ve sınıf mücadelesinden koparma ihtiyacının tanınmasıydı. Peki ama nasıl oldu da bu gelenek o kadar güçlüydü ki Hitler, Franco ve Petain gibi düşmanları bile sosyalist işçi hareketini yok ettiklerinde onu ele geçirmeleri gerektiğini düşündüler?

Bu geleneğin evrimi ile ilgili olağanüstü olan şey, bunun kasıtsız ve plansız olmasıdır. Bu bakımdan ‘icat edilmiş bir gelenek’ olmaktan çok aniden patlak vermiş bir gelenektir. 1 Mayıs’ın ilk ortaya çıkışı tartışmalı değildir. Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılı olan Temmuz 1889’da Paris’te Enternasyonal’in iki rakip kurucu kongresinden biri – Marksist olanı – tarafından kabul edilen bir karardır. Bu karar, işçilerin aynı gün, sekiz saatlik işgünü talebini kendi kamu ve diğer yetkililerine iletecekleri uluslararası bir gösteri çağrısında bulunmuştur. Amerikan Emek Federasyonu böyle bir gösteriyi 1 Mayıs 1890’da yapmaya karar verdiğinden, uluslararası gösteri için bu gün seçilmiştir. İronik bir şekilde, ABD’de 1 Mayıs hiçbir zaman başka yerlerde olduğu gibi kendini kabul ettiremeyecekti, çünkü Eylül ayının ilk Pazartesi günü kutlanan İşçi Bayramı gibi resmi bir bayram zaten mevcuttu.

Akademisyenler doğal olarak bu kararın kökenlerini ve ABD’de ve başka yerlerde Sekiz Saatlik Gün için verilen mücadelenin daha önceki tarihiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu araştırmışlardır, ancak bu konular bizi burada ilgilendirmemektedir. Mevcut tartışmayla ilgili olan, kararın öngördüğü şeyin gerçekte ortaya çıkan şeyden nasıl farklılaştığıdır. Orijinal teklifle ilgili üç hususa dikkat çekelim. Birincisi, çağrı sadece tek seferlik, uluslararası bir gösteri içindi. Bırakın yıllık düzenli bir etkinlik haline gelmesini, tekrarlanması gerektiğine dair bile bir öneri yoktu. İkincisi, tüm ülkelerin işçi hareketlerine ‘bu gösteriyi ülkelerindeki durumun gerekli kıldığı şekillerde gerçekleştirme’ yetkisi verilmesine rağmen, bunun özellikle şenlikli veya ritüel bir etkinlik olması gerektiğine dair de bir öneri yoktu. Elbette bu, o sırada Bismarck’ın anti-sosyalist yasası uyarınca hala yasadışı olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin iyiliği için bırakılmış acil bir çıkıştı. Üçüncü olarak, bu kararın o dönemde özellikle önemli görüldüğüne dair hiçbir işaret yoktur. Aksine, dönemin gazetelerinde çıkan haberlerde bu karardan neredeyse hiç bahsedilmemekte ve bir istisna dışında (ilginçtir ki bir burjuva gazetesi) önerilen tarih belirtilmemektedir. Alman Sosyal Demokrat Partisi tarafından yayınlanan resmi Kongre Raporu bile, herhangi bir yorum yapmadan ya da bunun önemli bir mesele olduğuna dair açık bir his uyandırmadan, yalnızca kararı önerenlerden bahsetmekte ve metnini basmaktadır. Kısacası, Kongre’nin seçkin ve siyasi açıdan hassas delegelerinden Edouard Vaillant’ın birkaç yıl sonra hatırladığı gibi: ‘1 Mayıs’ın hızlı yükselişini … kim tahmin edebilirdi ki?

Hızlı yükselişi ve kurumsallaşması kesinlikle 1890’daki ilk 1 Mayıs gösterilerinin, en azından Rus İmparatorluğu’nun batısındaki Avrupa’da ve Balkanlar’daki olağanüstü başarısından kaynaklanıyordu. Sosyalistler bir Enternasyonal kurmak ya da yeniden oluşturmak için doğru zamanı seçmişlerdi. İlk 1 Mayıs, birçok ülkede emeğin gücünün ve özgüveninin zaferle ilerlediği bir döneme denk geldi. Sadece iki tanıdık örnek vermek gerekirse: 1889 Dock Grevi’nin ardından Britanya’da Yeni Sendikacılığın patlaması ve Ocak 1890’da Reichstag’ın Bismarck’ın anti-sosyalist yasasını sürdürmeyi reddettiği ve bunun sonucunda bir ay sonra Sosyal Demokrat Parti’nin genel seçimlerde oylarını iki katına çıkararak toplam oyların yüzde 20’sinden biraz daha azını aldığı Almanya’daki sosyalist zafer. Böyle bir dönemde kitlesel gösterilerin başarıya ulaşması zor olmadı; çünkü hem aktivistler hem de militanlar yüreklerini ortaya koyarken, sıradan işçi kitleleri de zafer, güç, tanınma ve umut duygularını kutlamak için gösterilere katıldı.

Yine de işçilerin bu mitinglere katılımı, onları buna çağıranları, özellikle de Londra’daki Hyde Park’ı dolduran 300.000 kişiyi şaşırttı ve böylece ilk ve son kez günün en büyük gösterisine sahne oldu. Tüm sosyalist parti ve örgütler doğal olarak mitingler düzenlemiş olsalar da sadece bazıları bu etkinliğin tüm potansiyelinin farkına varmış ve en başından itibaren tüm güçlerini ortaya koymuşlardı. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi, kitlesel ruh halini hemen hissetmesi açısından istisnai bir durumdu ve bunun sonucunda, Frederick Engels’in birkaç hafta sonra gözlemlediği gibi, ‘kıtada bu festivali en görkemli ve uygun şekilde kutlayan Avusturya ve Avusturya’da Viyana oldu’.

Gerçekten de birçok ülkede, yerel partiler ve hareketler, 1 Mayıs hazırlıklarına gönülden katılmak bir yana, sol siyasette her zaman olduğu gibi, bu tür gösterilerin meşru biçimi ya da biçimleri hakkındaki ideolojik tartışmalar ve bölünmelerle -bunlara aşağıda döneceğiz- ya da tamamen ihtiyatla engellendiler. Polis baskısı ve mağduriyet tehdidinde bulunan hükümetlerin, orta sınıfların ve işverenlerin günün olasılığına karşı son derece gergin, hatta zaman zaman histerik tepkileri karşısında, sorumlu sosyalist liderler genellikle aşırı provokatif çatışma biçimlerinden kaçınmayı tercih ettiler. Bu durum, parti üzerindeki yasağın on bir yıllık yasadışılıktan sonra daha yeni kaldırıldığı Almanya’da özellikle geçerliydi. Parti lideri August Bebel Engels’e şöyle yazıyordu: ‘1 Mayıs gösterisinde kitleleri kontrol altında tutmak için her türlü nedenimiz var. Çatışmalardan kaçınmalıyız. Engels de aynı fikirdeydi.

Söz konusu olan en önemli mesele, 1890 yılında 1 Mayıs Perşembe gününe denk geldiği için, işçilerden çalışma saatleri içinde gösteri yapmalarının, yani greve gitmelerinin istenip istenmeyeceğiydi. Temel olarak, temkinli partiler ve güçlü sendikalar -Amerikan İşçi Federasyonu’nun planladığı gibi kasıtlı olarak endüstriyel eylemde bulunmak istemedikleri ya da bulunmadıkları sürece- sembolik bir jest uğruna kendilerinin ve üyelerinin boyunlarını neden uzatmaları gerektiğini anlamadılar. Bu nedenle ayın ilk günü değil, Mayıs ayının ilk Pazar günü gösteri yapmayı tercih ettiler. Bu İngilizlerin tercihiydi ve öyle de kaldı; bu nedenle ilk büyük 1 Mayıs 4 Mayıs’ta gerçekleşti. Bununla birlikte, Alman partisinin tercihi de bu yöndeydi, ancak İngiltere’den farklı olarak orada pratikte Mayıs’ın ilk günü geçerli oldu. Aslında bu sorun 1891 Brüksel Uluslararası Sosyalist Kongresi’nde resmen tartışılacak, İngilizler ve Almanlar bu konuda Fransızlar ve Avusturyalılara karşı çıkacak ve oylamada geride kalacaklardı. Bir kez daha bu mesele, 1 Mayıs’ın diğer pek çok yönü gibi, uluslararası tarih seçiminin tesadüfi bir yan ürünüydü. Orijinal kararda işin durdurulmasına hiç atıfta bulunulmamıştı. Sorun, gösteriyi planlayan herkesin hemen ve zorunlu olarak keşfettiği gibi, ilk 1 Mayıs’ın hafta içi bir güne denk gelmesi nedeniyle ortaya çıktı.

Tedbirli olmak aksini gerektiriyordu. Ama aslında 1 Mayıs’ı 1 Mayıs yapan şey, tam da sembolün pratik nedenlere tercih edilmesiydi. Bu sembolik iş bırakma eylemi, 1 Mayıs’ı bir başka gösteriden, hatta bir başka anma etkinliğinden daha fazlasına dönüştürdü. Partilerin, tereddütlü sendikalara karşı bile olsa, sembolik grevde ısrar ettiği ülke ve şehirlerde 1 Mayıs gerçekten işçi sınıfı yaşamının ve işçi kimliğinin merkezi bir parçası haline geldi; parlak başlangıcına rağmen Britanya’da hiçbir zaman gerçekten olmadığı gibi. Çünkü bir iş gününde çalışmaktan kaçınmak, hem işçi sınıfı gücünün bir iddiasıydı – aslında bu gücün en özlü iddiasıydı – hem de özgürlüğün özüydü, yani kişinin alın teriyle çalışmaya zorlanmaması, ailesinin ve arkadaşlarının yanında ne yapacağını seçmesiydi. Bu nedenle hem bir sınıf iddiası ve sınıf mücadelesi jesti hem de bir bayramdı: emeğin özgürleşmesinden sonra gelecek iyi yaşam için bir tür fragman. Ve elbette, 1890 koşullarında, aynı zamanda bir zafer kutlaması, stadyumun etrafında kazananın şeref turu atmasıydı. Bu açıdan bakıldığında 1 Mayıs, zengin bir duygu ve umut yükü taşıyordu.

Victor Adler, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin tavsiyelerine rağmen, Avusturya partisinin tam da Bebel’in kaçınmak istediği çatışmayı kışkırtması gerektiğinde ısrar ettiğinde bunu fark etmişti. Bebel gibi o da bu dönemde işçi sınıfını saran coşku, kitlesel dönüşüm, neredeyse mesihçi beklenti havasını fark etti. Seçimler, siyasi olarak daha az eğitimli [geschult] kitlelerin başını döndürdü. Bebel’in ifadesiyle, sadece bir şey istemeleri gerektiğine ve her şeyin elde edilebileceğine inanıyorlar. Bebel’in aksine Adler’in, aktivistler ve yükselen kitlesel sempatinin birleşiminden bir kitle partisi inşa etmek için bu duyguları harekete geçirmesi gerekiyordu. Üstelik Almanların aksine Avusturyalı işçiler henüz oy hakkına sahip değildi. Bu nedenle hareketin gücü henüz seçimlerde gösterilememişti. Yine İskandinavlar, ilk 1 Mayıs’tan sonra, 1891’deki gösterinin tekrarlanması lehinde oy kullandıklarında, doğrudan eylemin harekete geçirici potansiyelini anlamışlardı; ‘özellikle de sadece basit görüş açıklamaları değil, iş bırakma ile birleştirildiğinde’. Enternasyonal’in kendisi de 1891’de (gördüğümüz gibi İngiliz ve Alman delegelerin aleyhine) 1 Mayıs’ta gösteri yapılması ve ‘bunu yapmanın imkansız olmadığı her yerde iş bırakılması’ yönünde oy kullandığında aynı görüşü benimsemişti.

Bu, uluslararası hareketin genel grev çağrısı yaptığı anlamına gelmiyordu, çünkü örgütlü işçiler, o anın tüm sınırsız beklentileriyle birlikte, pratikte hem güçlerinin hem de zayıflıklarının farkındaydılar. Senato tarafından bu kitlesel ‘kızıl’ kentteki işçilerin konuşmalarını dinlemek üzere gönderilen sivil polislere göre, insanların 1 Mayıs’ta greve gidip gitmemesi ya da gösteri için bir günlük ücretlerinden vazgeçmelerinin beklenip beklenemeyeceği, proleter Hamburg’un barlarında yaygın olarak tartışılan sorulardı. Birçok işçinin isteseler bile dışarı çıkamayacakları anlaşılmıştı. Bu nedenle demiryolcuların Kopenhag’daki ilk 1 Mayıs’a gönderdikleri telgraf okundu ve alkışlandı: ‘İktidardakilerin baskısı nedeniyle toplantıda bulunamadığımız için, sekiz saatlik işgünü talebini tam olarak desteklemeyi ihmal etmeyeceğiz.’ Ancak işverenler, işçilerin güçlü ve kararlı olduğunu bildikleri durumlarda, çoğu zaman iş gününün kaldırılabileceğini zımnen kabul ediyorlardı. Avusturya’da durum genellikle böyleydi. Bu nedenle, İçişleri Bakanlığı’nın yürüyüşlerin yasaklandığı ve izin alınamayacağı yönündeki açık talimatına ve işverenlerin 1 Mayıs’ı bayram olarak kabul etmeme ve hatta bazen 1 Mayıs’tan önceki günü bayram olarak değiştirme yönündeki resmi kararına rağmen, Yukarı Avusturya’nın Steyr kentindeki Devlet Silah Fabrikası 1890 yılının 1 Mayıs’ında ve ondan sonraki her yıl iş bıraktı. Her halükârda, iş bırakma hareketini makul kılmak için yeterli sayıda ülkede yeterli sayıda işçi ortaya çıktı. Ne de olsa Kopenhag’da 1890’daki gösteriye şehirdeki işçilerin yaklaşık yüzde 40’ı katılmıştı.

İlk 1 Mayıs’ın bu olağanüstü ve çoğu zaman beklenmedik başarısı göz önüne alındığında, tekrarının talep edilmesi doğaldı. Daha önce de gördüğümüz gibi, birleşik İskandinav hareketleri, İspanyollar gibi 1890 yazında bunu talep etti. Yıl sonunda Avrupa’daki partilerin büyük çoğunluğu da aynı şeyi yapmıştı. Bu kutlamanın her yıl düzenli olarak yapılması belki ilk kez 1890’da bu yönde bir karar alan Toulouse militanları tarafından önerilmedi ama Enternasyonal’in 1891’deki Brüksel kongresi, hiç kimseyi şaşırtmayacak şekilde, hareketi her yıl düzenli olarak yapılacak bir 1 Mayıs’a bağladı. Bununla birlikte, gördüğümüz gibi, 1 Mayıs’ın ‘sekiz saatlik işgünü için ekonomik bir talep ve sınıf mücadelesinin bir iddiası olarak gerçek karakterini’ vurgulamak için ayın ilk günü, o gün ne olursa olsun, tek bir gösteriyle kutlanması gerektiğinde ısrar ederken, iki şey daha yaptı. 8 saatlik işgününün yanına en az iki talep daha ekledi: çalışma yasası ve savaşa karşı mücadele. Bundan böyle 1 Mayıs’ın resmi bir parçası olmasına rağmen, barış sloganı, etkinliğin uluslararası karakterini pekiştiren bir şey olması dışında, kendi başına popüler 1 Mayıs geleneğine gerçekten entegre edilmedi. Ancak karar, gösterinin programatik içeriğini genişletmenin yanı sıra bir başka yenilik daha içeriyordu. Kararda 1 Mayıs’ın ‘kutlanmasından’ bahsediliyordu. Hareket resmi olarak 1 Mayıs’ı sadece siyasi bir faaliyet olarak değil, bir bayram olarak da tanımaya başlamıştı.

Bir kez daha bu, orijinal planın bir parçası değildi. Aksine, hareketin militan kanadı ve eklemeye gerek yok ama anarşistler ideolojik gerekçelerle kutlama fikrine şiddetle karşı çıktılar. 1 Mayıs bir mücadele günüydü. Anarşistler, kapitalistlerden gasp edilen bir günlük boş zamanın, tüm sistemi alaşağı edecek büyük bir genel greve dönüşmesini tercih ederlerdi. Çoğu zaman olduğu gibi, en militan devrimciler sınıf mücadelesine kasvetli bir bakış açısıyla yaklaştılar; siyah ve gri kitlelerin ikonografisi, ara sıra görülen kızıl bayraktan başka bir şeyle aydınlanmıyordu. Anarşistler 1 Mayıs’ı şehitleri anma günü olarak görmeyi tercih ettiler – 1886 Chicago şehitleri, ‘bir kutlama gününden ziyade bir keder günü’ ve İspanya, Güney Amerika ve İtalya’da olduğu gibi etkili oldukları yerlerde, 1 Mayıs’ın şehitlik yönü aslında etkinliğin bir parçası haline geldi. Kek ve bira devrimci oyun planının bir parçası değildi. Aslında, Barselona’daki anarşist 1 Mayıs üzerine yakın zamanda yapılan bir çalışmanın da ortaya koyduğu gibi, onu bir işçi bayramı olarak görmeyi ve hatta ‘Festa del Traball’ olarak adlandırmayı reddetmek, Cumhuriyet’ten önceki başlıca özelliklerinden biriydi. ‘Sembolik eylemlerin canı cehenneme: ya dünya devrimi ya da hiçbir şey’. Hatta bazı anarşistler, devrimi fiilen başlatmayan her şeyin reformist bir oyalamadan başka bir şey olamayacağı gerekçesiyle 1 Mayıs grevini teşvik etmeyi bile reddettiler. Devrimci sendikalist Fransız Genel İşçi Konfederasyonu (CGT), Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar 1 Mayıs şenliklerinden vazgeçmedi.

İkinci Enternasyonal liderleri, anarşist çatışma taktiklerinden kesinlikle kaçınmak istedikleri ve doğal olarak gösteriler için mümkün olan en geniş zemini destekledikleri için, 1 Mayıs’ın bir festivale dönüştürülmesini teşvik etmiş olabilirler. Ancak hem mücadele hem de iyi vakit geçirmek için bir sınıf bayramı fikri kesinlikle başlangıçta akıllarında yoktu. Bu fikir nereden çıkmıştı?

Başlangıçta tarih seçimi neredeyse yaşamsal bir rol oynamıştır. Bahar bayramları, ılıman kuzey yarımkürede yılın ritüel döngüsünde derin köklere sahiptir ve aslında Mayıs ayının kendisi de doğanın yenilenmesini sembolize eder. Örneğin İsveç’te 1 Mayıs zaten uzun bir gelenek olarak neredeyse resmi bayramdı. Bu, tesadüfen, militan olan Avustralya’da kışın Mayıs Günlerini kutlamakla ilgili sorunlardan biriydi. Son yıllarda elimize geçen bol miktarda ikonografik ve edebi malzemeden, doğanın, bitkilerin ve her şeyden önce çiçeklerin otomatik olarak ve evrensel olarak bu olayı sembolize ettiği oldukça açıktır. Bir Steiermark köyündeki 1890 toplantısı gibi en basit kırsal toplantılarda bile pankartlar değil, sloganların yazılı olduğu çelenkli panolar ve müzisyenler görülür. Yine Avusturya’da, daha sonraki bir taşra 1 Mayıs’ına ait büyüleyici bir fotoğrafta, tekerlekleri ve gidonları çiçeklerle süslenmiş kadınlı erkekli sosyal demokrat bisikletli işçiler ve iki bisikletin arasına asılmış bir tür bebek koltuğunda çiçeklerle süslenmiş küçük bir Mayıs çocuğu görülmektedir.

Çiçekler, ilk Viyana 1 Mayıs’ı için dağıtılan 1889 Uluslararası Kongresi’nin yedi Avusturyalı delegesinin sert portrelerinin etrafında bilinçsizce belirir. Çiçekler militan mitlere bile sızar. Fransa’da 1891’de on kişinin ölümüyle sonuçlanan fusillade de Fourmies, yeni gelenekte, nişanlısının verdiği çiçekli bir alıç dalını sallayarak her iki cinsten 200 gencin başında dans eden on sekiz yaşındaki Maria Blondeau’nun askerler tarafından vurularak öldürülmesiyle sembolize edilir. Bu görüntüde iki Mayıs geleneği açıkça birleşmektedir. Hangi çiçekler? Başlangıçta, alıç dalının da işaret ettiği gibi, politikadan ziyade baharı çağrıştıran renkler, her ne kadar hareket kısa süre sonra kendi rengindeki çiçeklerde karar kılsa da: güller, gelincikler ve hepsinden önemlisi kırmızı karanfiller. Ancak ulusal stiller farklılık göstermektedir. Yine de çiçekler ve büyümenin, gençliğin, yenilenmenin ve umudun diğer sembolleri, yani genç kadınlar merkezdedir. Bu vesileyle kullanılan ve farklı dillerde defalarca yeniden üretilen en evrensel simgelerin Walter Crane’den gelmesi tesadüf değildir – özellikle de çelenklerle çevrili Frigya başlıklı ünlü genç kadın. İngiliz sosyalist hareketi küçük ve önemsizdi ve ilk birkaç yıldan sonra Mayıs Günleri marjinal kaldı. Ancak, William Morris, Crane ve dönemin en etkili ‘yeni sanat’ ya da art nouveau’sunun ilham kaynağı olan sanat ve zanaat hareketi aracılığıyla, zamanın ruhu için tam bir ifade buldu. İngiliz ikonografik etkisi, 1 Mayıs’ın enternasyonalizminin en son kanıtı değildir.

Aslında, halka açık bir festival ya da işçi bayramı fikri bir kez daha kendiliğinden ve neredeyse hemen ortaya çıktı – kuşkusuz Almancada feiern kelimesinin hem ‘çalışmamak’ hem de ‘resmi olarak kutlamak’ anlamına gelebilmesi de buna yardımcı oldu (Yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de yaygın olan ‘grev yapmak’ ile eşanlamlı olarak ‘oynamak’ kullanımı, yüzyılın sonunda artık yaygın görünmemektedir). Her halükarda, insanların işten uzak kaldığı bir günde, sabahki siyasi toplantıları ve yürüyüşleri daha sonra sosyallik ve eğlence ile tamamlamak mantıklı görünüyordu; hareket için buluşma yerleri olarak hanların ve restoranların rolü çok daha önemliydi. Birahaneciler ve cabaretieri birden fazla ülkede sosyalist aktivistlerin önemli bir bölümünü oluşturuyordu.

Bunun önemli bir sonucundan hemen bahsetmek gerekir. O günlerde ‘erkek işi’ olan siyasetin aksine, bayramlar kadınları ve çocukları da kapsıyordu. Hem görsel hem de edebi kaynaklar, kadınların 1 Mayıs’taki varlığını ve katılımını en başından beri göstermektedir. Onu gerçek bir sınıf gösterisi haline getiren ve bu arada, İspanya’da olduğu gibi, siyasi olarak sosyalistlerle birlikte olmayan işçileri giderek daha fazla çeken şey, tam olarak erkeklerle sınırlı olmayıp ailelere ait olmasıydı. Buna karşılık, 1 Mayıs aracılığıyla, ücretli işçi olarak doğrudan emek piyasasında yer almayan kadınlar, yani bazı ülkelerdeki evli işçi sınıfı kadınlarının büyük bir kısmı, hareket ve sınıfla alenen özdeşleştirildi. Ücretli çalışma hayatı esas olarak erkeklere aitse, bir gün boyunca çalışmayı reddetmek işçi sınıfında yaş ve cinsiyeti birleştirdi.

Bu tarihten önce, Avrupa Topluluğu’nun 1 Mayıs’ını resmi bayram olarak kabul ettiği İngiltere dışında, Avrupa’da neredeyse tüm düzenli bayramlar dini bayramlardı. 1 Mayıs, Hıristiyan bayramlarıyla evrensellik ya da işçi sınıfının terimleriyle enternasyonalizm arzusunu paylaşıyordu. Bu evrensellik katılımcıları derinden etkiledi ve günün cazibesine katkıda bulundu. Bu günün ikonografisi ve kültürel tarihi için çok değerli bir kaynak olan ve çoğu yerel olarak üretilen sayısız 1 Mayıs broşürü -sadece faşizm öncesi İtalya için bu türden 308 farklı sayıda örnek korunmuştur- sürekli olarak bunun üzerinde durmaktadır. Bologna’da 1891 yılında yayınlanan ilk 1 Mayıs dergisi, özellikle günün evrenselliği üzerine en az dört yazı içermektedir. Ve elbette, Paskalya ya da Whitsun ile yapılan benzetme, halk geleneklerinin bahar kutlamalarıyla yapılan benzetme kadar açık görünüyordu.

Yeni festa del lavoro‘nun (işçi şenliği) büyük ölçüde Katolik ve okuma yazma bilmeyen bir nüfusa kendiliğinden hitap ettiğinin farkında olan İtalyan sosyalistler, en geç 1892’den itibaren ‘işçilerin Paskalyası’ terimini kullandılar ve bu tür benzetmeler 1890’ların ikinci yarısında uluslararası düzeyde geçerli hale geldi. Bunun nedeni kolayca anlaşılabilir. Yeni sosyalist hareketin dini bir harekete, hatta 1 Mayıs’ın ilk parlak yıllarında mesihçi beklentileri olan dini bir canlanma hareketine benzerliği aşikardı. İlk liderler, aktivistler ve propagandacılar topluluğunun bir rahipler topluluğuna ya da en azından meslekten olmayan vaizler topluluğuna benzerliği de bazı açılardan öyleydi. Elimizde 1898’de Belçika’nın Charleroi kentinden gelen ve sadece 1 Mayıs vaazı olarak tanımlanabilecek olağanüstü bir broşür var: başka hiçbir kelime yeterli olmayacaktır. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin (Karl Marx)’ ve ‘Birbirinizi sevin (İsa)’ ortak epigrafları altında, Parti Ouvrier Belge’nin şüphesiz ateist olan on milletvekili ve senatörü tarafından ya da onlar adına hazırlanmıştır. Birkaç örnek ruh halini ortaya koyacaktır:

Bu, doğanın ebedi Evriminin görkemiyle parladığı bahar ve şenlik saatidir. Doğa gibi siz de kendinizi umutla doldurun ve Yeni Yaşam için hazırlanın.

Ahlaki öğütler içeren bazı bölümlerden sonra (‘Kendinize saygı gösterin: Sizi sarhoş eden sıvılardan ve alçaltan tutkulardan sakının’ ve benzeri) ve sosyalist teşviklerden sonra, bin yıllık bir umut pasajıyla sona ermektedir:

Yakında sınırlar ortadan kalkacak! Yakında savaşlar ve ordular sona erecek! Dayanışma ve Sevgi gibi sosyalist erdemleri her uyguladığınızda, bu geleceği daha da yakınlaştıracaksınız. Ve sonra, barış ve neşe içinde, herkesin toplumsal görevinin her birinin çok yönlü gelişimini sağlamak olduğu doğru bir şekilde anlaşıldığında, Sosyalizmin zafer kazanacağı bir dünya ortaya çıkacaktır.

Ancak yeni işçi hareketiyle ilgili mesele, bunun bir inanç olması ve sıklıkla dini söylemin tonunu ve üslubunu yansıtması değil, kitlelerin son derece dindar olduğu ve kilise yöntemleriyle yoğrulduğu ülkelerde bile dini modelden çok az etkilenmiş olmasıdır. Dahası, Protestanlığın İngiltere’de olduğu gibi kiliselerden ziyade gayri resmi ve dolaylı olarak muhalif mezhepler biçimini aldığı durumlar dışında (her zaman olmasa da) eski ve yeni inanç arasında çok az yakınlaşma vardı. Sosyalist emek, dindar ya da eskiden dindar olan nüfusları kitlesel olarak dönüştüren, militan bir şekilde laik, din karşıtı bir hareketti.

Bunun neden böyle olduğunu da anlayabiliriz. Sosyalizm ve işçi hareketi, kendisinin bilincinde olan yeni bir sınıf olarak, başta Katolik Kilisesi olmak üzere yerleşik Kiliselerin geleneksel ifadesi olduğu toplulukta kendilerine uygun bir yer bulamayan erkek ve kadınlara hitap ediyordu. Gerçekten de madencilik ya da proto-endüstriyel ya da fabrika köylerinde olduğu gibi mesleklerine göre, Sicilya’daki Piana dei Greci’nin (şimdiki Piana degli Albanesi) özünde ‘kızıl’ köyü haline gelen yerdeki Arnavutlar gibi kökenlerine göre ya da kendilerini toplumun genelinden ayıran başka bir kritere göre bir araya gelmiş ‘dışarıdan gelenlerin’ yerleşim yerleri vardı. Orada ‘hareket’ topluluk olarak işlev görebilir ve bunu yaparken o zamana kadar dinin tekelinde olan eski köy uygulamalarının çoğunu devralabilirdi. Ancak bu alışılmadık bir durumdu. Aslında 1 Mayıs’ın muazzam başarısının en önemli nedenlerinden biri, sadece işçi sınıfıyla ilişkilendirilen, başka hiç kimseyle paylaşılmayan ve dahası işçilerin kendi eylemleriyle elde edilen tek bayram olarak görülmesiydi. Bunun da ötesinde, genellikle görünmez olanların kamusal alana çıktığı ve en azından bir günlüğüne yöneticilerin ve toplumun resmi alanını ele geçirdiği bir gündü. Bu açıdan, Durham madencilerinin geçit törenlerinin en uzun süre hayatta kalan tören olduğu İngiliz madencilerinin geçit törenleri, 1 Mayıs’ı öngörüyordu, ancak bir bütün olarak işçi sınıfı değil, tek bir endüstri temelinde. Bu anlamda 1 Mayıs ile geleneksel din arasındaki tek ilişki eşit haklar talebiydi. Po vadisindeki Voghera’nın 1891 tarihli 1 Mayıs gazetesi ‘Rahiplerin bayramları var’ diye duyuruyordu, ‘Ilımlıların da bayramları var. Demokratların da öyle. Mayıs’ın ilk günü tüm dünya işçilerinin bayramıdır.

Ancak hareketi dinden uzaklaştıran başka bir şey daha vardı. Kautsky’nin Marksist teorik derlemesinin başlığı olan Die Neue Zeit’ta (Yeni Zamanlar) ve hala 1 Mayıs’la ilişkilendirilen ve nakaratı şu şekilde olan Avusturya işçi şarkısında olduğu gibi anahtar kelime ‘yeni’ idi: ‘Mit uns zieht die neue Zeit’ (‘Yeni zamanlar bizimle ilerliyor’). Hem İskandinav hem de Avusturya deneyiminin gösterdiği gibi, sosyalizm kırsal bölgelere ve taşra kasabalarına genellikle demiryollarıyla, onları inşa eden ve işletenlerle ve getirdikleri yeni fikirler ve yeni zamanlarla geldi. O zamana kadar işçi hareketinin ritüel günlerinin çoğu da dahil olmak üzere diğer resmi bayramların aksine, 1 Mayıs hiçbir şeyi anmıyordu -onu 1886’nın Chicago anarşistleriyle ilişkilendirmeyi seven anarşist etki alanının dışında. Proletaryaya kötü anılardan (‘Du passe faisons table rase,’ Inter-nationale tesadüfen söylememişti) başka verecek bir şeyi olmayan bir geçmişin aksine, kurtuluş sunan gelecekten başka bir şeyle ilgili değildi. Geleneksel dinin aksine, ‘hareket’ ölümden sonra ödül değil, bu dünyadaki yeni Kudüs’ü sunuyordu.

Kendi imgelerini ve sembolizmini çok hızlı bir şekilde geliştiren 1 Mayıs’ın ikonografisi tamamen gelecek odaklıdır. Geleceğin ne getireceği hiç belli değildi, sadece iyi olacağı ve kaçınılmaz olarak geleceği belliydi. Neyse ki 1 Mayıs’ın başarısı için, geleceğe yönelik en azından bir yol, bu olayı bir gösteri ve festivalden daha fazlasına dönüştürdü. 1890 yılında Avrupa’da seçim demokrasisi hala son derece nadirdi ve genel oy hakkı talebi, sekiz saatlik işgünü ve diğer 1 Mayıs sloganlarına kolayca eklendi. İlginçtir ki, oy hakkı talebi, Avusturya, Belçika, İskandinavya, İtalya ve diğer yerlerde elde edilene kadar 1 Mayıs’ın ayrılmaz bir parçası haline gelmesine rağmen, hiçbir zaman sekiz saatlik işgünü ve daha sonra barış gibi siyasi içeriğinin resmen uluslararası bir parçasını oluşturmadı. Bununla birlikte, uygulanabildiği yerlerde, etkinliğin ayrılmaz bir parçası haline geldi ve önemine büyük ölçüde katkıda bulundu.

Aslında, Belçika, İsveç ve Avusturya’da belli bir başarıyla gelişen ve parti ile sendikaları bir arada tutmaya yardımcı olan genel oy hakkı için genel grev düzenleme ya da genel grev tehdidinde bulunma pratiği, 1 Mayıs’ın sembolik iş bırakma eylemlerinden doğmuştur. Bu türden ilk grev 1 Mayıs 1891’de Belçikalı madenciler tarafından başlatıldı. Öte yandan sendikalar İsveç’in 1 Mayıs sloganı olan ‘daha kısa çalışma saatleri ve daha yüksek ücretler’ ile büyük günün diğer yönlerinden çok daha fazla ilgilendiler. İtalya’da olduğu gibi, buna odaklandıkları ve demokrasiyi bile başkalarına bıraktıkları zamanlar oldu. Demokrasinin etkili bir şekilde savunulması da dahil olmak üzere hareketin büyük ilerlemeleri dar ekonomik çıkarlara dayanmıyordu.

Demokrasi elbette sosyalist işçi hareketlerinin merkezinde yer alıyordu. Sadece ilerlemesi için gerekli değil, aynı zamanda ondan ayrılamazdı. Almanya’daki ilk 1 Mayıs, bir tarafında Karl Marx’ın diğer tarafında Özgürlük Heykeli’nin yer aldığı bir plaketle anıldı. Avusturya’da 1891’de basılan bir 1 Mayıs baskısında Marx, elinde Das Kapital‘i tutarken, çağdaşlarının Akdeniz resimlerinden aşina olduğu, arkasında geleceğin en kalıcı ve güçlü sembolü olacak 1 Mayıs güneşinin doğduğu romantik adalardan birini işaret ediyordu. Güneş ışınları Fransız Devrimi’nin sloganlarını taşıyordu. Marx’ın etrafı, muhtemelen adaya yelken açacak olan gemi filosunda yer almaya hazır işçilerle çevrilidir. Yelkenlerin üzerinde şöyle yazar: Evrensel ve Doğrudan Oy Hakkı. Sekiz Saatlik Gün ve İşçiler İçin Koruma. Bu 1 Mayıs’ın asıl geleneğiydi.

Bu gelenek olağanüstü bir hızla – iki ya da üç yıl içinde – sosyalist liderlerin sloganları ile bunların militanlar ve tabandaki işçiler tarafından genellikle kendiliğinden yorumlanması arasındaki ilginç bir ortak yaşam yoluyla ortaya çıktı. Kitlesel işçi hareketlerinin ve partilerinin aniden çiçek açtığı, her günün gözle görülür bir büyüme getirdiği, bu tür hareketlerin varlığının, sınıf iddiasının gelecekteki zaferin garantisi gibi göründüğü o ilk birkaç muhteşem yılda şekillendi. Bundan daha fazlası: yeni dünyanın kapıları işçi sınıfının önünde açılırken, yakın bir zaferin işareti gibi görünüyordu.

Ancak milenyum gelmedi ve 1 Mayıs, işçi hareketindeki pek çok şey gibi, daha sonraki yıllarda büyük mücadeleler ve zaferlerden sonra eski umut ve zafer çiçeklerinden bir şeyler geri dönmüş olsa da düzenli ve kurumsal hale getirilmek zorunda kaldı. Bunu erken Rus Devrimi’nin çılgın fütürist Mayıs Günleri’nde ve 1919-20’de Avrupa’nın hemen her yerinde, orijinal 1 Mayıs talebi olan Sekiz Saat’in pek çok ülkede fiilen gerçekleştirilmesinde görebiliriz. Bunu 1935 ve 1936’da Fransa’daki ilk Halk Cephesi’nin Mayıs Günleri’nde ve faşizmin yenilgisinden sonra kıtanın işgalden kurtulan ülkelerinde görebiliriz. Yine de kitlesel sosyalist işçi hareketlerinin olduğu çoğu ülkede, 1 Mayıs 1914’ten bir süre önce rutinleşmişti.

İlginç bir şekilde, bu rutinleşme döneminde ritüelistik yönünü kazanmıştır. Bir İtalyan tarihçinin ifadesiyle, büyük dönüşümün hemen ön odası olarak görülmeyi bıraktığında, ‘kendi ayinlerini ve ilahlarını gerektiren kolektif bir ayin’ haline geldi; bu ilahlar genellikle, giderek belirsizleşen kalabalıklara ya da erkek ve kadın alaylarına doğan güneşe doğru yolu gösteren, saçları uçuşan ve bol kostümlü genç kadınlar olarak tanımlanabilirdi. Özgürlük mü, Bahar mı, Gençlik mi, Umut mu, pembe parmaklı Şafak mı, yoksa bunların hepsinden biraz mı? Bunu kim söyleyebilir? İkonografik olarak gençlik dışında evrensel bir özelliği yoktur, çünkü son derece yaygın olan Frig başlığı ya da Özgürlük’ün geleneksel nitelikleri bile her zaman bulunmaz. Günün bu ritüelleşmesini, gördüğümüz gibi başlangıçtan beri var olan, ancak yüzyılın sonuna doğru resmileşen çiçekler aracılığıyla izleyebiliriz. Böylece kırmızı karanfil, Habsburg topraklarında ve İtalya’da, sembolizminin Floransa’da yayınlanan ve kendi adını taşıyan canlı ve yetenekli bir gazetede özel olarak açıklandığı yaklaşık 1900 yılından itibaren resmi bir statü kazanmıştır (II Garofano Rosso, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Mayıs Günleri’nde yer aldı). Kırmızı gül 1911-12 yıllarında resmiyet kazandı. Ve dürüst devrimcileri üzecek şekilde, tamamen politik olmayan vadi zambağı 1900’lerin başında işçilerin 1 Mayıs’ına sızmaya başladı, ta ki günün düzenli sembollerinden biri haline gelene kadar.

Ancak 1 Mayısların büyük çağı, hem yasal – yani büyük kitleleri sokağa dökebilen – hem de gayri resmi olarak kaldıkları sürece sona ermedi. Bir kez bayram ilan edildiklerinde ya da daha da kötüsü yukarıdan dayatıldıklarında, karakterleri zorunlu olarak farklılaştı. Her ne kadar Piana del Albanesi’nin sosyalistleri (daha sonra komünistler) faşizmin kara günlerinde bile her 1 Mayıs’ta birkaç yoldaşlarını, halen Dr. Barbato’nun kayası olarak bilinen ve sosyalizmin yerel havarisinin 1893’te kendilerine seslendiği dağ geçidine göndermekten gurur duysalar da halkın kitlesel seferberliği esas olduğundan, gayrimeşruluğa direnemediler. Haydut Giuliano, 1947’de faşizmin sona ermesinden sonra yeniden canlanan topluluk gösterisini ve aile pikniğini de aynı yerde katletmişti. 1914’ten ve özellikle de 1945’ten bu yana 1 Mayıs giderek ya yasadışı ya da daha büyük olasılıkla resmi hale geldi. Sadece kitlesel ve gayri resmi sosyalist işçi hareketlerinin 1 Mayıs’ın gelişmesine izin veren koşullarda geliştiği üçüncü dünyanın nispeten nadir bölgelerinde gerçek bir süreklilik eski gelenek vardır.

Elbette 1 Mayıs her yerde eski özelliklerini kaybetmiş değildir. Bununla birlikte, SSCB ve Doğu Avrupa’da olduğu gibi bir zamanlar yeni olan eski rejimlerin çöküşüyle ilişkilendirilmediği yerlerde bile, işçi hareketlerinde bile çoğu insan için 1 Mayıs kelimesinin bugünden çok geçmişi çağrıştırdığını iddia etmek çok fazla değildir. Çünkü 1 Mayıs’ı doğuran toplum değişmiştir. Eski İtalyanların hatırladığı o küçük proleter köy toplulukları bugün ne kadar önemli? “Köyün etrafında yürürdük. Sonra halka açık bir yemek vardı. Tüm parti üyeleri ve gelmek isteyen herkes oradaydı”. Sanayileşmiş dünyada, 1890’larda kendilerini hala Enternasyonal’in “Uyan ey yıldızlar uykunuzdan” şarkısında tanıyabilenlere ne oldu? Yaşlı bir İtalyan kadının 1980’de 1920 1 Mayıs’ını hatırlayarak söylediği gibi, “On iki yaşında bir tekstil işçisi olarak bayrağı taşıdım, fabrikaya yeni başlamıştım. Bugünlerde işe gidenlerin hepsi hanımefendi ve beyefendi, istedikleri her şeyi alıyorlar.” 1 Mayıs vaazlarındaki geleceğe güven, aklın ve ilerlemenin yürüyüşüne inanç ruhuna ne oldu? “Kendinizi eğitin! Okullar ve kurslar, kitaplar ve gazeteler özgürlüğün araçlarıdır! Bilim ve sanatın çeşmesinden için: o zaman adaleti sağlayacak kadar güçlü olacaksınız.” Yeşil ve hoş topraklarımızda Kudüs’ü inşa etme kolektif tahayyüle ne oldu?

Yine de eğer 1 Mayıs sıradan bir bayramdan, -bir Fransız reklamından alıntı yapıyorum- çalışmak zorunda olunmadığı için sakinleştirici alınmasına gerek olmayan bir günden öteye geçmediyse, özel bir bayram olarak kalmaya devam edecektir. Artık, gururlu bir ifadeyle, “tüm takvimlerin dışında bir bayram” olmayabilir, çünkü Avrupa’da tüm takvimlere girmiştir. Aslında, 25 Aralık ve 1 Ocak hariç diğer tüm günlerden daha fazla evrensel olarak çalışılmamaktadır ve diğer dini rakiplerini çoktan geride bırakmıştır. Ama aşağıdan geldi. İsimsiz çalışan insanların kendileri tarafından şekillendirildi ve bu sayede meslek, dil ve hatta milliyet sınırlarını aşarak yılda bir kez kasten çalışmamaya karar vererek kendilerini tek bir sınıf olarak kabul ettiler: ahlaki, siyasi ve ekonomik çalışma zorunluluğunu reddetmek. Victor Adler’in 1893’te ifade ettiği gibi: “Düşmanlarımızın korktuğu Mayıs bayramının, işten arınmanın anlamı budur. Devrimci olduğunu düşündükleri şey budur.”

Tarihçi bu yüzüncü yılla birkaç nedenden dolayı ilgilenmektedir. Bir açıdan önemlidir, çünkü Marx’ın daha önce adını duymamış, ancak bir sınıf olarak kendilerinin bilincine varma ve bu şekilde örgütlenme çağrısını fark etmiş kadın ve erkeklerden oluşan işçi hareketlerinde neden bu kadar etkili olduğunu açıklamaya yardımcı olur. Bir başka açıdan ise, tabandan gelen düşünce ve duyguların tarihsel gücünü göstermesi ve birey olarak anlaşılmaz, güçsüz ve hiçbir şey ifade etmeyen kadın ve erkeklerin yine de tarihe damgalarını nasıl vurabileceklerine ışık tutması açısından önemlidir. Ancak her şeyden önce bu, tarihçi olsun ya da olmasın, birçoğumuz için son derece dokunaklı bir yüzüncü yıl, çünkü Alman filozof Ernst Bloch’un [i]Umut İlkesi[i] olarak adlandırdığı (ve iki büyük ciltte uzun uzun ele aldığı) şeyi temsil eder: Daha iyi bir dünyada daha iyi bir gelecek umudu. Eğer 1990’da bunu başka kimse hatırlamadıysa, bunu yapmak tarihçilerin görevidir.

Eric Hobsbawm – “Birth of a Holiday: The First of May“, (Erişim Tarihi: 01.05.2024)

Çeviri: Yener Çıracı


Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

İki Beyin: Kadınlar ve Erkekler Arasındaki Bilişsel Farklar – Bruce Goldman

Sonraki Gönderi

‘Ama Bunu Yapamazsın!’ Gayrı Ahlaki Eylemler Neden İmkansız Gibi Görünür? – Jonathan Phillips

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü