Descartes ve Renkler – Arda Denkel

/
3248 Okunma
Okunma süresi: 24 Dakika

“Renkler ve zevkler tartışılmaz” diye, özellikle estetik değerleri göreceleştiren bir söz vardır. Bu, herkesin iyisi, güzeli ve doğrusunun kendine göre olduğu anlayışını aşılayan, evrensel değerlere gözünü kapatıp, kötü zevki ve bayağılığı tanımayı engelleyerek, örneğin Pavarotti’nin Tatlıses’ten, Ferdi’nin de Aksu’dan daha üstün bir şeyler ürettiklerini öne sürmeyi olanaksızlaştıran ve birçok durumda da göreceliği cehalete kalkan olarak kullanmaya yetki veren bir ifadedir. Aynı zamanda da, tabii anlamca kaypak olan ve lastik gibi eğilip bükülebilen bir sözdür bu. Benim şimdi gösterdiğim tepki özellikle zevklerin göreceleştirilmesine karşıydı. Peki ya renkleri Renkler gerçekten de algının koşullarına göreceli değiller mi? Evet, böyle bir görecelik oldukça kuvvetle söz konusu. Özellikle de bu nedenle, “Renkler ve zevkler tartışılmaz” sözü, en azından renklere ilişkin olarak açıkça yanlış olan bir dile getiriş. Bir başka deyişle, renkler felsefi açıdan tartışılmaya oldukça uygun ve elverişli bir konu oluşturuyor. Çünkü örneğin önümdeki kâğıdın beyaz olduğunu öne sürmeme karşın, hava kararırken onun renginin de, koyulaşarak, dönüştüğünü gözlemliyorum. Kâğıt, her farklı ışık derecesinde farklı bir renk tonuna bürünüyor. Parlak, bir ışık altında, eğer yanında başka renkte bir nesne, diyelim kırmızı bir kitap duruyorsa, önümdeki kâğıdın da o renge büründüğünü, yani kırmızıya benzer bir renk aldığım fark ediyorum.

Güneş batarken, belli açılardan pembemsi, san neon ışığındaysa sarımsı görünüyor. Işığın kaynağı hangi renkteyse, kâğıdımın rengi de ona benziyor.

Üstelik eğer sarılık hastalığına yakalanmışsam, gözüme öğlen saatinde güneş altında bile şan görünüyor. Peki böylesine değişik renklere bürünen bu kâğıdın “gerçek” rengini bilebildiğimizi iddia edebilir miyiz? Aynı kâğıt, değişen algı koşullarına göreceli olarak, farklı renklere büründüğü için, onun gerçek bir rengi olup olmadığı, ya da onun beyazlığının bir uzlaşıp olmak ötesinde anlam taşıyıp taşımadığı sorulan da, felsefi tartışma konulan olarak ortaya çıkıyorlar.

Burada, renklerin ve doğaca onlara yakından benzeyen ses, tat, koku ve dokunmaya ilişkin niteliklerin görecelikleri ve nesnellikleri üzerinde durmak istiyorum. Ancak, amacım, bu konuda kendi düşüncelerimi açıklamak değil.

Size felsefe tarihinin daha eski dönemlerinde yaptıracağım kısa bir gezintiden sonra, sözü Galileo’ya ve renkler konusunda ondan kuvvetle etkilenen Descartes’a getireceğim. Descartes’in bu bağlamdaki görüşlerini özetleyerek, çoğu kez bütünüyle Böyle ve Locke’a mal edilen birincil ve ikincil nitelikler arasındaki ayırımın, onlardan daha önceki aşamalarda da, felsefeciler arasında oldukça belirgin olarak kavranan bir şey olduğunu göstereceğim.

Anlaşılmış olacağı gibi, burada renklerden söz ederken aslında daha genel bir şeyi kastetmekteyim. Az önce de söyledim; kimi açılardan renklere benzeyen başka nitelikler de var. Duyularımızın doğrudan kavradığı nitelikler bunlar. Görme duyusu, nasıl öncelikle renkleri duyumluyor, ya da buna araç oluyorsa, işitme duyusu sesleri, dokunma duyusu sertlik, ısı, keskinlik, sivrilik ve benzeri yüzey niteliklerini, tat ve koku da kendilerine özgü olan nitelikleri öncelikli olarak duyumluyorlar ya da buna araç oluyorlar. Dünyayı algılayışta duyumladığımız nitelikler, bunlardan ibaret değildir, tabii. Ancak örneğin nesnelerin biçimleri, devinebilirlikleri, girilmezlikleri gibi nitelikler, az önce saydıklarım kadar “doğrudan” bir biçimde duyumlanmıyorlar. Onları doğrudan duyumladıklarımız üzerinden, sanki bunların aracılığıyla duyumluyoruz. Örneğin, görsel olarak biçimleri, farklı renklerin ayrım çizgilerinde kavrıyoruz.

Renkler ve benzeri niteliklerin algı koşullarına bağlı olan değişkenlikleri, ve dolayısıyla da kalıcı bilgiye temel olmaktaki güvenilmezlikleri, filozoflarca felsefe tarihinin ilk başlangıç aşamalarından beri vurgulana gelmiş olan bir şeydir. Doğrudan olmasa da, Herakleitos bu konudaki ilk düşünceleri dile getirenlerden biridir. “Gözler ve kulaklar insan için kötü tanıklardır; özellikle de, kişide bunların dilinden anlayabilecek bir ruh yoksa” diyor. (1) Parmenides ise gerçeği görünüşten ayırt ederken “Günlük deneye dayanan alışkanlıkların gözlerini dalgınlaştırmasına, kulaklarında ve dilinde yankılar (yani bozulmalar) oluşturmasına izin verme. Bu üzerinde çok tartışılmış konuyu usunla yargıla” diyor. (2) Şimdi okuduğumuz dile getirişler doğrudan duyumlanan niteliklere ilişkin değildi; bu nitelikleri aracılıklarıyla algıladığımız duyu organlarının genel olarak pek güvenilir şeyler olmadıklarını öne sürüyorlardı.

Demokritos’da bunlara benzer düşünceler daha net olarak tekrarlanır.

Ayrıca ondan günümüze kalan fragmanlar arasında, doğrudan duyumladığımız nitelikler üzerine belirgin bir kuşku düşüren, onlara görecelik yükleyenler de vardır. “Bilmenin iki biçimi olur” diyor; “bunlardan biri gerçek, öbürü ise karanlıktır. Şunların hepsi karanlık türdendir: Görme, duyma, koklama, tat, dokunma. Öbürüyse gerçek olup bundan çok farklıdır.” (3) Burada tabii Demokritos’un, duyumsal niteliklerin hepsini birden, Herakleitos ve Parmenides gibi, usun verileriyle mi karşılaştırıyor olduğu, yoksa duyumsal niteliklerin türleri arasında bulduğu bir ayınım mı çizmeye çalıştığı gibi bir soru sorulabilir. Örneğin, Demokritos usu ve duyulan karşılıklı olarak konuşturmuş: “Us: Tatlı, acı ve renk, bir uzlaşım olarak vardırlar; gerçekte yalnız atomlar ve boşluk vardır. Duyular: Zavallı us. Hem verilerini bizden alırsın, hem de bizi yıkmaya çalışırsın. Oysa bizim yıkımımız senin de sonun olur.” (4) Az ileride ortaya daha da belirgin olarak çıkacağı gibi, Demokritos’un usun verileriyle karşıtlık içinde sunduğu şeyler, özellikle renk ve onun gibi olan nitelikler; o, özellikle böylesi niteliklerin duyumlanışındaki göreceliği ve değişkenliği kastediyor.

Aristoteles, Demokritos’un görüşlerini ne gibi uslamlamalara dayandırdığı konusunda çok değerli bilgiler aktarmıştır. “Aynı nesne pek çok canlı varlığa, bize göründüğüne karşıt olan biçimlerde görünür; hatta aynı nesne aynı kişiye bile her zaman aynı görünmez, diyorlar. Bu görünüşlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu da açık değildir, çünkü bunlardan hiçbiri öbüründen daha doğru değildir; tersine, bu açıdan hepsi eşdeğerdedirler.

Demokritos buna dayanarak ya hiçbir şeyin doğru olmadığını, ya da doğruluğun bizim için belirgin olmadığını söylüyor. (5) “Balın kimine acı, kimine de tatlı geldiği olgusuna dayanarak, Demokritos onun kendiliğinde ne acı ne de tatlı olduğu sonucunu çıkarıyor.” (6) Aristoteles’in öğrencisi Theophrastos’un De sensu adlı, duyulara ilişkin yapıtı da, bize Demokritos’un bu konudaki görüşlerine ilişkin çok önemli bilgiler verir. Theophrastos’a göre, Demokritos, “nesnel” diye adlandırdığı nitelikleri atomların karşılıklı konumuyla açıkladıktan sonra, “Öbür duyusal niteliklere ilişkin olarak, bunların nesnel gerçeklik taşımadıklarını, hepsinin değişim geçiren duyu organlarımızın etkilerinden ibaret olduğunu; imgeleri de değişim geçiren gövdemizin oluşturduğunu savunuyor. Sıcak ve soğuğun da doğaca nesnel olmadıklarım düşünüyor… Öznel açıdan, niteliksel değişim olarak duyumladığımız şeylerin bize dışarıdan gelen atomların üzerimizdeki etkileri olduğunu söylüyor… Demokritos’un duyusal niteliklerin nesnel anlamda gerçek olmayışlarına ilişkin kanıtı, bunların, herkesçe aynı biçimde algılanmayışlarıdır, Kimileri için tatlı olan bir şey bir başkasına göre acı, yine başkalarına göre ekşi, yakıcı, ya da ağız buruşturucu olabilir; öbür duyu nitelikleri de buna benzer olarak belirlenebilirler.” (7) Demokritos’un aktardığımız bu düşüncelerinin felsefe tarihi açısından birçok önemli etkileri olmuştur. Bunlardan ikisini vurgulamak isterim. Demokritos’un, daha ilerilerde, önce Sofistler’ce, sonra da Pyrrhon’cu okulca geliştirilecek olan, algıya ilişkin kuşkucu uslamlamaların temelini atıyor olması, bunlardan biridir. (8) İkincisiyse, öznel ve nesnel arasındaki ayırımı, niteliklerin tipleri arasındaki ayrımla örtüştürerek, duyulara bağlı olan nitelikleri, yani renk, ses, koku gibilerini öznel; biçim, ağırlık, girilmezlik gibilerini de nesnel olarak belirleyişidir. Bu her iki nokta da Yeniçağ modem düşünce ve biliminin yüzyıllar sonra (yaklaşık yirmi yüzyıl sonra) yeniden bulup benimseyeceği kuramsal temellerdir.

Rönesans’ın sonlarında yaşayan düşünürler, Helenistik dönemde oluşturulan İlkçağ bilimi ve düşüncesine ve özellikle de Atina felsefesinin yetkesine dayanan Ortaçağ anlayışına, ondan daha güvenilir olan bir almaşık aramışlardır. Amaçsal ve insan-merkezci açıklama biçiminin yerine koyabilecekleri bir başka model bulmak için çabalayan, dönemin kimi bilim ve düşün adamları, Lucretius’un De Rerum Natura’sı üzerinden Epikuros’u bulup Latince’ye çevirmişler, öte yandan da Sextus Empiricus’un kuşkucu uslamlamalarını ortaya çıkararak, o zamanlara değin yüzyıllar boyunca kayıp kalmış mekanist atomculuğu ve kuşkuculuğu insanlığa yeniden kazandırmışlardır. Modem bilimin 16. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya koymaya başladığı büyük başarının arkasında, bu bulgularla birlikte yeni bir açıklama modelinin benimsenmiş oluşu yatar. Galileo Galilei Yeniçağ biliminin ilk kurucusudur. Burada onun Demokritos’ta bulduğu mekanizmi ve atomculuğu ne ölçüde sadık bir biçimde kullandığına ancak kısaca değinebiliyorum. Daha çok kendisinin duyusal niteliklerin öznel doğasına ilişkin olarak söyledikleri üzerinde duracağım.

Galileo Galilei (1564-1642)

Şöyle diyor Galileo: “Sanki nesnelerin içindeymiş gibi kavradığımız tatlar, kokular, renkler ve benzerleri, aslında bu nesnelere ilişkin olarak birer addan başka bir şey olamazlar; ben, bunların yalnızca algılayan zihinde var olduklarına inanıyorum. Eğer algılayan canlı ortadan kaldırılırsa, tüm bu tür niteliklerde bütünüyle silinip ortadan kalkacaktır. Ne var ki, bu nitelikleri bir kez öbür gerçek ilineklerden ayrı ve özel olarak adlandırdığımızda, onların da farklı ve gerçek olarak var olduklarına inanıveriyoruz.” (9) Galileo’nun gerekçesi şu: Bir fiziksel nesneyi düşündüğümüzde, bunu belli bir biçim ve büyüklüğü olup, belli bir yer ve zamanda bulunan bir şey olarak kavrarız. Buna karşılık aynı özdeksel cisimleri ses çıkaran, rengi, tadı ve kokusu olan şeyler gibi düşünmek zorunda değiliz. Tabii böyle bir gerekçe, renklerin ve seslerin nesnel olamayacaklarını kanıtlayacak ölçüde güçlü değil; olsa olsa onların nesnel olmayabileceklerini saptayabilir. Yani Galileo’nun belirlemesine göre, cisimlerin biçim taşımamaları mümkün değilken, onların renkli olmamaları, tıpkı renkli olmaları gibi, olanaklı bir şey. Ne var ki, kanımca bu Galileo için bir zaaf değil, çünkü o, renklerin cisimlerdeki gerçek nitelikler arasında olmadığını a priori olarak kanıtlamak çabası içinde değil. Bunların gerçek nitelikler arasında görülmeleri gerekmiyorsa, göreceli oluşları dolayısıyla kuşkucunun ekmeğine yağ sürmelerine izin vermek zorunda değiliz, demeğe getiriyor. Bilimimizi, bunları gerçekliğin bir parçası olarak düşünmek gerekmeden kurarız. Gerçekte renk ve ses gibi nitelikler bulunmadığını, bu gibilerin bizde oluşan etkilerden başka bir şey olmadığım öne süreriz. Ancak söz konusu etkilerin nasıl oluştuğunun açıklanması gerek; Galileo’nun bu yolda inandırıcı bir açıklama yapması lazım.

Galileo, Demokritos’un mekanizmine koşut olarak, algıyı nedensel bir düzenek içinde düşünüyor: Cisimlerden yansıyarak yayılan parçacıklar duyu organlarımıza çarpınca bu olaydan duyum olarak etkileniyoruz, diyor.

Karşımda duran bir şeyi görmek, ondan bana gelen parçacıklardan etkilenmemle oluyor. Oysa bende oluşan etkiyi karşımdaki nesnede bulunan niteliklerle özdeşleştiremeyiz. Galileo kendisinden sonraki felsefede sıklıkla kullanılacak olan bir örnek tipiyle kanıtlıyor düşüncesini. Bir tüy düşünelim diyor. Bu tüy, canlı olmayışı dolayısıyla duyguları da olmayan bir nesnedir.

Şimdi tüyü birinin ağzı ve burnuna hafifçe sürterek dolaştırmaya başlayalım.

Bu değme ve sürtünme olayı o kişide karşı durulmaz bir gıdıklanma duygusu oluşturacaktır. “Bu gıdıklanma tüye değil, bütünüyle bize ait olan bir duygudur. Eğer algılayan canlı-gövdeyi ortadan kaldırırsanız, ardında gıdıklanmaya ilişkin boş bir addan başka bir şey kalmaz. Ben doğadaki cisimlere yüklediğimiz tat, koku, renk v.b. birçok başka niteliğin de, bu anlatılandan öte bir biçimde var olduğuna inanmıyorum.” (10) Tüyün derimize sürtünmesine koşut bir anlamda, cisimlerden gelen parçacıklar duyu ruganlarımıza çarparak gövdemizde kimi etkilere neden oluyorlar. Ancak durum buysa, duyumun nesnede ya da parçacıklarda olduğunu iddia edemediğimiz gibi, niteliğin nesnede var olduğunu da öne sürçmememiz gerekir. “Tat, ses ya da koku duyumlarımıza neden olabilmeleri için, dış cisimlerin büyüklük, biçim ve farklı hızlardaki devinim dışında bir şeye sahip olmalarının gerektiğini sanmıyorum… Bu duyumlanan niteliklerin, tıpkı kol altındaki ya da burun içindeki hassas deri bölümünün ortadan kalkmasıyla yok olan gıdıklanma gibi, canlının dışında, birer addan başka bir şey olmadığına inanıyorum.” (11) Galileo Descartes’ı bilimsel ve felsefi birçok temel sav konusunda derinden etkilemiştir. Bu bağlam da onlardan biridir. Ancak, Descartes, örnek aldığı bu düşünürün savlarını hemen her durumda kendi katkılarını ekleyerek değiştirmiş ve geliştirmiştir. Galileo’da ana çizgilerle ortaya konan düşünceler, Descartes’da, genel varlık öğretisinin bir uygulaması olan algı kuramından çıkarsanacak biçimde, tam bir dizgeselliğe ulaştırılır. Descartes’ın algı üzerine görüşlerini kısaca özetledikten sonra, bu bağlamda onun renkler, sesler ve benzeri niteliklere ilişkin sav ve uslamlamalarını açıklayacağım.

Descartes, düşünen ve uzamlı varlık ikiciliğini, yine tam bir genellikle benimsediği mekanizmle bir araya getirmiş, böylece de tin ile gövde arasındaki ilişkiyi bir karşılıklı nedensel etkileşim biçiminde kavramıştır.

Etkileşimcilik adı verilen bu öğretinin tam odağında Descartes’in algı kuramı yer alır. Burada etkileşimciliğin ikicilik ile bir çelişki yaratıp yaratmadığı gibi klasikleşmiş sorunlar üzerinde durmayacağım. Birbirlerinden bütünüyle bağımsız iki tözün birinden kaynaklanan nedensel etkinin öbüründe oluşturduğu sonuçtan söz ederken, karşılıklı etkileşim olarak düşünülen şeyin yalnızca tek yönüyle ilgilenecek, fiziksel cisimlerin nedensel zincirler sonucu tini (ruhu), ya da bir başka deyişle anlığı (zihni) etkileyişlerini betimleyeceğim.

Descartes’ın kuramı içinde algı, sonsuz bölünebilirliği olan parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan cisimlerin, (12) değme, çarpma ya da basınç gibi devinime dayanan mekanik etkilerinin tin üzerinde oluşturduğu izlenimlerle açıklanıyor. Bu nesnelerden duyu organlarımıza gelen ışık demetleri, titreşimler ve başka özdeksel etmenlerin oralarda oluşturdukları mekanik etkiler, aynı mekanik ilkeler uyarınca sinirler üzerinden beyne taşınıyor. Beyinde biçimlenen imgeyi oluşturan devinimlerse tinde duyumların meydana gelmesine neden oluyorlar. (13) Descartes örneğin görme duyumunun gövdede ya da gözde gerçekleşmediğini öne sürüyor: ‘Gören, göz değil tindir; ancak tin, doğrudan değil, beyin aracılığıyla görür” diyor. (14) Bu düzeneği, kimi skolastik düşünürlerin varsaydıklarına benzer olarak, yani nesnelerin duyu organlarında oluşturduğu imgelerin sinirlerce beyne aktarılıp götürülmesi biçiminde kavramamalıyız, diye uyarıyor, Descartes. Nesneden tine doğru aktarılıp taşman bir şey, bir. “yönelimsel biçim” (intentional form) yoktur, diyor. Örneğin hava içinde imgelerin uçuşması gibi bir düşüncenin saçma olacağını, (15) burada söz konusu olan şeyin bir yerden öbürüne giden bir imge değil, bir neden-etki zinciri içinde birbiri ardına oluşan imgeler, devinimler olduğunu belirtiyor. (16) Descartes’ın bu bağlamda vurguladığı son önemli nokta, beyinde oluşan imgenin, ona neden olan şeye benzemesinin gerekmediği gözlemidir. Algı deneyinin belli bir nesnenin algısı olmasında, beyinde oluşan imgenin o nesneye benzeyip benzememesinin nedensel bir rolü yoktur. Eğer böyle bir benzerlik algı zinciri içinde bir zorunlu koşul konumunda olsaydı, “Benzerliği görebilmek için beynin içinde de gözler bulunması gerekirdi” diyor, Descartes (17) Algının nesnesini, ona benzemesi gerekmeden nasıl olup da tasarımlayabildiğim kavramak için, algıyı nesnenin bir imi olarak düşünmek yeterlidir. Nasıl ki, insanlar arasında kurulmuş olan uzlaşımlar sayesinde, sözcükler, benzemedikleri şeylerin imleri olabiliyorlarsa, doğa da duyumları, nesnelerine nitelikçe benzemeleri gerekmeyen imler olarak meydana getirmiş olabilir. (18) Şimdi Descartes’ın renklere ilişkin görüşlerine geliyoruz. Descartes’ın, duyumların, tasarımı olduktan özdeksel nesnelerin niteliklerine benzemeleri gerekmez, dediğini az önce belirttim. Bu söylenen, duyumların, tasarımları oldukları niteliklere hiçbir zaman benzemeyecekleri anlamına gelmiyor, tabii. Galileo’yu ve İlkçağ atomcularım izleyen Descartes için de, biçim ve büyüklük gibi kimi niteliklerin duyumları, bunların kendileriyle bir benzerlik ilişkisi içindedir. Nesnede bulunan bir şeye benzedikleri öne sürülemeyecek olanlar, renk, ses, koku, tat ve dokunun duyumlarıdır. (19) Descartes nesneleri geometrik ve niceliksel özellikleri olup devinebilen varlıklar olarak kavrar; ona göre de, gerçekte nesnelerin biçim, büyüklük, devinim ve bunlardan çıkarsanabilen nitelikleri dışında, algıladıklarımıza benzer bir özellikleri yoktur. Renk, ışık, ses, koku gibi duyumlar dış dünyadan edinilen etkilenimlerdir; ancak nesnelere ilişkin bu duyumlar, imlerde de söz konusu olduğu gibi, nesnelerin kendilerine benzemeyen şeylerdir.

Nitelik türleri arasındaki ayrımı üç gerekçeye dayandırıyor, Descartes.

Bunlardan ilkine göre, renk ve benzeri duyumların zihnimizdeki imgeleri karışıktır ve biz bu nedenle onların nasıl şeyler olduklarını bile belirgin olarak kavrayanlayız. (20) Oysa biçim, devinim ve büyüklük, seçiklikle imgeleyebildiğimiz şeylerdir. (21) Descartes burada seçiklik derken, özellikle niceliksel anlamdaki bir ölçülebilirlikten söz ediyor. Biçimlerin ölçülebilir oluşlarına karşılık, renklerin netlikle belirlenip ölçülebilen şeyler olmadıklarını öne sürüyor. Tabii, bunu yaparken ölçülebilir olmanın nesnellik için yeterli bir koşul olduğu savım da yalnızca varsaymış oluyor. İkinci olarak, Descartes Galileo’nun aynı amaçla verdiğine benzer bir uslamlama ileri sürüyor. (22) “Bir kılıç gövdemize çarpınca onu kesiyor. Bunu izleyen acı, kılıcın ya da onun kestiği gövdenin devinimlerinden -tıpkı renk, ses, koku ya da tatta olduğu gibi- bütünüyle farklı bir şeydir. Acı duyumunun gövdemizin kimi bölümlerinin başka cisimleri değmesi sonucunda, orada oluşan devinimlerce meydana getirildiğini açıkça görebiliyoruz.” (23) Üçüncü bir uslamlaması ise şöyle: Biçim, büyüklük ve devinebilirlik gibi nitelikler, birden çok duyu organıyla kavranabilirken, renk gibileri için böyle bir şey söz konusu değildir, diyor. (24) Son iki uslamlama daha sonraları Locke tarafından da kullanılacaktır.

Descartes’ın Galileo’yu izleyerek, cisimlerde nesnel anlamda renk, koku, ses ve tat gibi nitelikler bulunmadığını öne sürdüğünü gördük. (25) Ne var ki, Descartes cisimlerin renkli olduğunu yadsırken, bunu, böylesi niteliklere hiçbir nesnel boyut bırakmayacak şekilde yapmıyor. Kendinden sonraki filozofları ve özellikle de Locke’u etkileyecek olan özgün bir düşüncesi şu olmuştur: Descartes, sözü edilen türdeki nitelikleri, cisimlerin biçim, büyüklük, konum ve bölümlerindeki devinimlerin sinirlerimiz üzerinde çeşitli etkiler oluşturmaya olanak veren kimi eğilimleriyle (disposition) özdeşleştirir. (26) Dolayısıyla, bu yeni anlayışa göre, örneğin bir elmanın kırmızılığından söz ettiğimde, bir yandan yalnızca bu cismin bende oluşturduğu ve kendisinde ona benzer bir karşılığı olmayan bir etki hakkında konuşmaktayım.

Bir başka açıdansa, elmanın kendinde gerçekte de varolan, ve kırmızı duyumuyla bir benzerliği olmadığı halde, elmanın bende o duyumu oluşturma eylemi olarak anlaşılacak, nesnel bir nitelikten söz etmekteyim. Yani renkler de bir anlamda nesnel olan nitelikler; ancak nesnel nitelikler olarak, duyumladığımız renkler gibi değiller.

Burada niyetim Descartes’ın kısmen kendinden önceki felsefenin kalıtımı olarak benimsediği, ve kısmen de kendi özgün düşünceleri olarak ortaya attığı bu görüşleri değerlendirmek değil. Bunu başka bir yere saklıyorum. Yazımı, sonraki kimi Yeniçağ düşünürlerinin bu görüşleri nasıl kullandıklarını özetleyerek bitireceğim.

Locke ile yakın bir arkadaşlığı olan büyük kimyacı Robert Böyle özdeksel nesnelerin temel yapısını açıklarken, yine aynı Demokritos’çu çerçeve içinde kalmaya özen göstermiştir. Bu bilim adamı, özdek parçacıklarım tanımlarken nedenli küçük olursa olsun, her cisimde biçim, büyüklük ve devinebilme olanağının bulunması gerektiğini vurgular. Böylesi nitelikler taşımayan bir özdek parçasının var olmayacağını öne sürdükten sonra, tüm öbür nitelikleri parçacıkların bir araya geliş biçimleriyle açıklamanın mümkün olduğunu belirtir. Bu görüşlerden de esinlenen Locke, nesnelerden hiçbir koşul altında ayrılamayan nitelikleri “birincil nitelikler” adı altında tanımlamıştır. (27) İkincil niteliklerse, yine onun tanımına göre, “gerçekte, cisimlerin kendilerinde bulunan bir şeyler değil de, cisimlerin birincil nitelikleriyle yani onların oylum, kılık, yapı ve devimleriyle bizde renkler, sesler, tatlar v.b. gibi duyumlar üreten güçler olan niteliklerdir.” (28) Burada, Locke ile kendisinden önceki filozoflar arasındaki kimi benzerlikleri saptayalım: Tıpkı Descartes gibi, o da, algılayan şeyin organ ya da gövdenin bir bölümü değil, anlığın kendisi olduğunu savunuyor. (29) Yine Descartes’ı izleyerek, yalnızca birincil niteliklerin birden çok duyu organıyla kavranabildiğim, ve yalnızca onların bilimsel anlamda ölçülebilir olduğunu vurguluyor Locke’un, ayrımı temellendirmek için kullandığı örnekler (30) arasında en azından biri, Galileo ve Descartes’ın da kullanmış oldukları türdendir: ‘… Aynı ateşin, belli uzaklıkta bizde sıcaklık duyumu uyandırırken, daha yakından, büsbütün değişik bir acı duyumu uyandırdığım göz önünde tutan birisinin ateşin kendisinde uyandırdığı sıcaklık idesinin edimsel olarak ateşte bulunduğunu, buna karşı aynı ateşin aynı yoldan ürettiği acı idesinin ateşte bulunmadığını söyleme hakkını nereden bulduğunu düşünmesi gerekir.” (31)

Az önce aktardığım ikincil nitelik tanımında gördüğümüz gibi Locke, Descartes’in özgün olarak ortaya attığı, ve renklere nesnel bir varlıksal temel yükleyen “belli bir etkiler oluşturma eylemi” düşüncesini, nesnenin (nedensel) “güçleri” olarak belirliyor. Böylece Descartes’daki “eğilim” anlayışını, nesnelerin tüm nedensel etkinliklerini kapsayacak bir biçimde genelleştirirken, ikincil niteliklerin, cisimdeki güçler olarak, bizde meydana getirdikleri duyumlara benzemediklerini vurguluyor. (32) Bu açıdan, Locke’un, kendisine düşünsel olarak çok daha yakın bulduğu arkadaşı Boyle’u değil de Descartes’ı izlemiş oluşu ilginçtir. Çünkü Böyle, nesnel anlamda yorumlandıklarında, renklerin bir açıdan cismin kendisinde varolan eğilimler gibi görülebilirken, öte yandan böyle bir eğilimsel nitelikçe dönüştürülmüş olan, yansımış ışığın kendisiyle de özdeşleştirilebileceğini, hatta böyle bir özdeşleştirmenin daha doğru olacağını öne sürmüştü. (33) Kanımca Locke’un nitelikler konusundaki en önemli katkısı, birincilleri nesne için zorunlu nitelikler olarak tanımlarken, renkleri ve öbür ikincilleri bunlardan nesne için zorunlu olmayışlarıyla ayırt etmesidir. Locke Böyle’un özdek parçacıklarını tanımlamakta kullandığı belirlenimleri ters yüz ederek, onları nitelikleri tanımlamakta kullanmış oluyor.

Burada özetlemeye çalıştığım tartışmanın, İlkçağ düşüncesinde saptanan bir felsefe sorunu olarak, kimi niteliklerin duyumunun, algı koşullarındaki farklılıklara göreceli bir biçimde değiştiği gözleminden kaynaklandığını, ve niteliklerin türce ikiye ayrılmaları sonucuna götürdüğünü hep birlikte izledik.

Tartışmanın Modem düşünce açısından noktalanışıysa, Berkeley’in felsefesi içinde olmuştur. Berkeley, Locke’un ortaya attığı gerekçelere dayanarak, ikincil niteliklerin öznel olduklarının öne sürülmesi durumunda, bunların birincillerden hem ayırt edilemeyen hem de ayrılamayan şeyler olmaları dolayısıyla, aynı gerekçeler uyarınca birincillerin de öznel sayılması zorunda kalınacağı görüşünü savunmuştur. (34) Bir başka deyişle o, Demokritos’tan kalıt olan ayrımı yıkmış, tüm nitelikleri öznelleştirmiştir. Burada, bu oldukça ilginç uslamlamaların ayrıntılarına inecek yerim yok, ama şu kadarını söyleyebilirim: İlk bakışta çok güçlü oldukları izlenimini vermelerine karşın, Berkeley’in uslamlamaları geçerli değildir. Yine de, söz konusu uslamlamalar, bu filozofun yaşadığı çağdan (yani 18. yy’ın başlarından) yüzyılımızın ikinci yarısına değin, felsefe içinde renklerin doğmasına ve birincil-ikincil nitelik ayrımına ilişkin tartışmaların ciddi bir biçimde gündeme getirilmelerini engelleyecek kadar kalıcı bir etki yapmayı başarmıştır. Belki daha da ilginç olan şey, tüm bu tartışmanın tam ortasında oluşlarına karşın, Berkeley sonrasındaki Yeniçağ bilim adamlarının, aynı ayrımı, bu filozofu yanıtlamadan, ve sessizce (adeta dogmacı bir biçimde) varsaymayı yeğleyişleridir. Descartes’ın kurucuları arasında olduğu modem doğa bilimi, dünyayı betimlerken cisimlerin ikincil niteliklerine değinmez. (35)

Notlar

  • 1. DK22B107
  • 2. DK28 B7
  • 3.DK68BU
  • 4.DK68B125
  • 5. Metafizik, 1009b7 6. DK68A134
  • 7. De sensu I. 61
  • 8. İlkçağ’ın kuşkucu uslamlamalarını bir kitap halinde toplayan Sextus Empiricus’un Pyrrho- nic Hypotiposes’imn birinci uslamlaması (trope), örneğin I. 58-61’de de yoğun ve kısa bir biçimde ifade edildiği gibi, büyük ölçüde Demokritos’un fragmanlarından alınmadır.
  • 9. “The Assayer” (1623), The Philosophy o f the 16th and 17th Centuries, R. Popkin, der., New York: The Free Press, 1966, s. 65.
  • 10. A.g.e., s. 66.
  • 11. A.g.e., s. 67.
  • 12. Burada Galileo ile Descartes arasındaki kimi temel görüş farklarını kısaca özetleyelim: Galileo özdeğin sonsuza kadar bölünebilir olmadığını, yani atomlardan oluştuğunu düşünürken Descartes bölünebiliriiğe sınır tanımıyor (Corpuscularianism). Galileo, yine ilkçağ atomcuları gibi, atomların ve genel olarak özdeğin boş uzay içinde devindiğini (Void) öne sürerken, Descartes, Empadokles ve Anaksagoras gibi, uzayın dolu- olduğunu (Plenum), deviniminse yer değiştirmeyle gerçekleştiğini savunuyor. Evrendeki toplam devinimin değişmediği konusunda ise iki düşünür anlaşıyorlar.
  • 13. Descartes, (Optics) Descartes’ Selected Philosophical Writings, Cottingham, Stoothoff ve Murdoch, çev., Cambridge University Press, 1988, s. 64.
  • 14. A.g.e., s. 68.
  • 15. A.g.e., s. 58-9.
  • 16. Descartes, (Rules for the Direction of the Mind) The Philosophical Works o f Descartes, 1. Cilt, Elizabeth Haldane, çev., Dover Publications, ine., 1955, s. 37-8.
  • 17. Descartes (1988), s. 64.
  • 18. Descartes, (The World or Treatise on Light) The Philosophical Writings o f Descartes, 1. Cilt, Cottingham, Stoothoff, Murdoch, çev., Cambridge University Press, 1985, s. 81 ve sonrası.
  • 19. Demokritos’un duyum ile ona neden olan şeyin başkalıklarına ilişkin görüşlerini örneklendirmek ve dolayısıyla modern düşünürlerle bir karşılaştırma yapabilmek amacıyla, yine Theophrastos’un onunla ilgili olarak aktardığı şu savlara bakabiliriz (De Caus. Plant. VI. 1.6; DK68 A 129): “Her bir tada bir biçim verirken, Demokritos, tatlı olanı büyükçe ve yuvarlak olan atomlardan oluşuyor diye saptadı. Ekşi olan, kaba, yüzeyi tırtıllı, pek çok sivrisi olan eğrisiz atomlardan oluşuyor. Tadı keskin olan şeyler, bu adın içerdiği gibi, kendileri de keskin, sivri kıvrık, ince ve eğrisiz atomlardan meydana geliyor. Yakıcı şeyler yuvarlak, ince, sivri ve kıvrık atomlardan yapılmış. Tuzlu şeyler, sivri büyükçe, dönük, iki yanı eşit atomlardan, acı olan, yuvarlak ve yumuşak olup kırık ve ufak atomlardan; yağlı bir tat veren şeylerse ince, yuvarlak ve küçük atomlardan oluşuyor.”
  • 20. Herhangi bir rengi, örneğin kırmızıyı düşünmeye çalışalım. Bunun hangi tonunu, hangi koyuluk derecesini düşüneceğiz; asıl kırmızı bunlardan hangisi; eğer bunların yalnızca biri kırmızıysa, öbürleri kırmızı değil mi; zihnimizde bir tek değil de sonsuz sayıda kırmızı imgesi mi olmak zorunda? Dolayısıyla açık ve seçik olan bir kırmızı kavramımız olduğu tutarlı olarak savunabileceğimiz bir şey mi?
  • 21. Descartes (1988) [The Principles of Philosophy], s. 206-7.
  • 22. Tüy ile gıdıklanma örneği için bkz. Descartes (1985), s. 82, 84.
  • 23. Descartes (1988), s. 205.
  • 24. Descartes (1988), s. 207.
  • 25. Descartes (1988), s. 58.
  • 26. Descartes (1988), s. 206.
  • 27. İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Vehbi Hacıkadiroğlu, çev., Ara Yayıncılık, 1992, s. 109.
  • 28. A.g.e., s. 109.
  • 29. A.g.e., s. 86.
  • 30. Bkz. a.g.e., s. 111, 113 (II, viii, 16, 19, 20, 21).
  • 31. A.g.e., s. 111.
  • 32. A.g.e., s. 111-115. 33. Robert Böyle, Wbrks, 2. Cilt, Londra, 1744, s. 6-7. 34. Nitelik türlerinin ayırt edilemezlikleri ve birbirlerinden ayrılamayan şeyler oluşlarına ilişkin uslamlamalar için bkz. Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma, K. Sahir Sel, çev., İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1984, s. 32-42. 35. Bu yazıyı yazarken, Peter Hacker’in Appearance and Reality (Basil Blackwell, 1987) başlıklı kitabından da yararlandım. Yine bu yazı, 8 Kasım 1996’da Türkiye Felsefe Kurumu’ nun düzenlediği “400. Doğum Yılında Descartes ve Türkiye’de Descartes” seminerinde bildiri olarak sunulmuştur.

Not: Bu yazı ilk kez “Denkel, Arda (1997).  ‘Descartes ve Renkler’ Felsefe Tartışmaları 21. Kitap:30-39 arasında yayınlanmış olup gerekli izinlerin alınması doğrultusunda Taner Beyter tarafından sitemize uyarlanmıştır.

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bir Komplo Teorisyeni İle Bir Felsefecinin Sohbeti – Taner Beyter

Sonraki Gönderi

Ontolojik Argüman Üzerine Leftow’a Yanıt – Jonathan David Garner

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü