Teologlar, kimi zaman, Tanrı’nın varlığı olmadan hayatın anlamsız olacağını savunur. Kimi seküler insanlar da bu fikre katılır. Örneğin filozof Alex Rosenberg, Bir Ateistin Gerçeklik Rehberi (2011) adlı kitabında, gözlemlenebilir fiziksel evreni, var olan her şey kabul ettiği için, insan yaşamının anlamsız olduğunu iddia eder. Bu felsefi iddiayı kabul etseniz de etmeseniz de birçok insan; yaşamını anlamlı kılabilmek adına, Tanrı’nın ya da diğer doğaüstü varlıkların gerekli olduğuna inanır ya da inanıyor gibi görünür. Bu anlamda psikolojik olarak, dini inanç ile yaşamdaki anlam duygusu arasında önemli bir bağ kurulur.
Psikologlar, hayattan algılanan anlamı tanımlama konusunda ikiye bölünmüş olsalar da bazıları bunun kişinin hayatını anlamlandırmakla ilgili olduğunu, bazıları ise onun içindeki değeri ve önemi görmekle ilgili olduğunu öne sürer. ‘Şu anda hayatımı çok anlamlı buluyorum’ gibi ifadeler ile çoğu zaman yalnızca insanların ne kadar güçlü bir biçimde aynı fikirde olduğunu sorarak hayatın anlamını değerlendirirler. Bu konuda yapılan araştırmalar, hayattan algılanan anlamın dinle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu fikrini sürekli olarak desteklemektedir. 1970’lerde yapılan bir araştırma sonucu, rahibelerin bu tür ölçümlerde sıradan insanlardan daha yüksek puan aldığı sonucuna ulaşmıştır. Daha yakın zamanlarda, 2021’de yayınlanan bir araştırmada ise, deistlerin hayatta ateistlerden daha fazla anlam arayışında bulunduğu fikrine ulaşılmıştır. Çok sayıda başka araştırma, dindarlığın hayatta algılanan anlamla olumlu bir şekilde ilişkili olduğunu bulmuştur. Ayrıca, anlam duygularına yönelik bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında, insanların mucizevi olaylara olan inancının arttığına dair bazı deneysel kanıtlar da vardır ve bu, hayattaki anlam algılarını güçlendirmek için insanların dine döndüklerini düşündürür niteliktedir.
Elbette, dinin varoluşsal bir rahatlık kaynağı olabileceği gözlemi yeni değildir. 19. yüzyıldan beri, filozoflar (örneğin Friedrich Nietzsche), romancılar (örneğin Fyodor Dostoyevsky) ve sosyologlar (örneğin, Émile Durkheim) dinden uzaklaşan toplumsal eğilimlerin bir anlam krizine yol açacağını düşünüyorlardı. Son veriler, dünyanın dört bir yanındaki insanların daha az dindar hale geldiğini gösterdiği için, seküler toplumun dinin varoluşsal faydalarını kopyalayıp çoğaltamayacağını merak etmek doğaldır. Bunu yapabilmek için, dini inancın hayatı nasıl anlamlı kıldığını tam olarak anlayabilmemiz gerekir.
Olası bir açıklama, dinin, inananları benzer düşüncelere sahip topluluklara çekerek sosyal bir birliktelikmiş gibi davranma eğilimiyle ilgilidir. İnsanlar genellikle bu tür topluluklarda sosyal destek ve aidiyet duygusu bulurlar ve bu da hayatta algılanan anlamın güçlü bir kaynağı olabilir. Örneğin, birinin İncil çalışma grubunda bulabileceği yakın kişisel ilişkileri düşünün. Dolayısıyla, dinden hayatın anlamlı olduğu duygusuna giden bir yol, kişinin başkaları için önemli olduğu duygusundan geçebilir. Bu açıklamaya “sosyal önem hipotezi” diyebiliriz.
Diğer bir olasılık ise, dini inancın, insanların sadece başkaları için değil, aynı zamanda olayların büyük şemasında da önemli olduklarını hissetmelerine yardımcı olmasıdır. Gözlemlenebilir evren akıl almaz derecede geniş ve eskidir: Yaklaşık 93 milyar ışık yılı çapında ve yaklaşık 14 milyar yaşındadır. Bu arka plana karşı, bazılarının insanlığı neden tamamen önemsiz olarak gördüğünü anlamak kolaydır. Stephen Hawking’in bir keresinde belirttiği gibi, bilim bize insanlığın “orta büyüklükte bir gezegende yüz milyar galaksiden birinin dış banliyösünden çok ortalama bir yıldızın etrafında dönen kimyasal bir pislik” olduğunu söyler. Bu, özellikle gözümüzde canlandırmamız gereken bir düşünce değildir. Aslında, yukarıda bahsedilen deneyde, katılımcıların anlam duygusunu azaltmak için kullanılan ‘tehdit’, engin zaman ve uzayda insan yaşamının küçüklüğü hakkında bir denemedir.
Din burada devreye girer. Kültürel bir antropolog olan Ernest Becker, Ölümün Reddi (1973) isimli eserinde, dini inancın insanları, sonsuz bir varlıkla bağlayarak insanlığın kozmik olarak önemsiz olduğu sonucuna varmaktan koruduğunu savunur. Birçok dini gelenek, evrenin kökenleri ve amacı hakkında hikayelerle birlikte gelir. Birçoğu, insanlığın daha yüksek bir güçle bir tür önemli ilişkisi olduğunu, yaşamlarımızın büyük bir planın parçası olduğunu, hatta evrenin ‘insanı düşünerek tasarlandığını’ iddia eder. Bu fikri İncil’de bulmaktayız:
Gökleri, parmaklarınızın eserini, yerleştirdiğiniz ayı ve yıldızları düşündüğümde, onlara dikkat ettiğiniz, onları önemsediğiniz insanlar nedir? Onları… şan ve şerefle taçlandırdınız. Onları kendi işlerine hükümdar yaptınız; her şeyi onların ayaklarının altına koyarsınız.
Bu Mezmurun yazarı, küçük bedenlerimize rağmen, Tanrı’nın bize olan sevgisinden dolayı insanların özel bir öneme sahip olduğunu öne sürüyormuş gibi görünür. Buna inanan birinin neden hayatının kozmik bir önem ve dolayısıyla büyük bir anlam taşımasına inandığını anlamak kolaydır. Bu açıklamaya (dini inancın kozmik bir anlam duygusunu besleyerek hayatta algılanan anlamı desteklediği fikrine) “kozmik önem hipotezi” adını verebiliriz.
Bu iki aday açıklama, Haham Harold Kushner tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir. O, dinin önemini savunarak şunları yazar:
Din, bizi yaşamlarımızda en hayati olanı paylaştığımız bir insan topluluğuna getirerek, yalnızlık vebası için bir tedavi sunar. Dini inanç aynı zamanda başka, daha da derin bir insan ihtiyacını (belki de en temel insani ihtiyacını) tatmin eder. Bu, bir şekilde kişinin önemli olduğumuzu bilme ihtiyacıdır, hayatlarımızın bir anlamı olduğunu, evrende sadece anlık bir darbeden daha fazlası olduğumuz ile ilgili bir inançtır.
Bu hipotezleri test etmek için, ben ve psikologlar Patty Van Cappellen ve Barbara L Fredrickson kısa süre önce Amerika Birleşik Devletleri genelinde 3.000’den fazla katılımcıyı içeren dört çalışma yürüttük. Dini törenlere katılım, özel uygulamalar (dua gibi) ve kişinin hayatında dinin kendisinin derecelendirdiği önemi de dahil olmak üzere dindarlığın çeşitli yönlerini değerlendirmek için anketler kullandık. Çalışma katılımcılarının ‘Bir bütün olarak hayatımın anlamı var’ ve ‘Zamanımın çoğunu anlamlı faaliyetler ve uğraşlarla geçirebiliyorum’ gibi ifadelere ne kadar katılıp katılmadıklarını soran anketler kullanarak hayattan algılanan anlamı değerlendirdik. Katılımcılara, ‘Hayatım diğer insanlar için önemlidir’ (sosyal sorun) veya ‘Hayatım Evrenin büyük şemasında önemlidir’ (kozmik sorun) gibi ifadelere ne kadar katılıp katılmadıklarını soran anketleri kullanarak sosyal ve kozmik sorun algılarını değerlendirdik.
Bu dört çalışma genelinde sonuçlar, hem sosyal hem de kozmik sorun hipotezlerini tutarlı bir şekilde destekledi ve bununla birlikte kozmik sorun hipotezinin iki açıklamadan çok daha güçlü olduğunu ileri sürdü. Başka bir deyişle, dindarlık ile hayattan algılanan anlam arasındaki korelasyon, algılanan meselenin her iki biçimi tarafından istatistiksel olarak açıklanıyordu ancak algılanan kozmik sorun, bu ilişkinin çok daha büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Bu, dindarlığın hayattan algılanan anlamla ilişkilendirilmesinin birincil nedeninin, aynı zamanda kozmik anlam algılarıyla da ilişkili olduğunu göstermektedir.
Bu çalışmaların, çoğu dindar insanın İbrahimi monoteizmlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) taraftarı olduğunu ve ABD’de yapıldığını tekrarlamakta fayda var. Diğer kültürlerde işler çok farklı olabilir. Ancak, bu bulgular doğruysa (en azından bu Batı bağlamında dindar olmanın tipik olarak bir yaratıcı Tanrı’ya inanmak anlamına geldiği), seküler Batı toplumunun dinin varoluşsal faydalarını yeniden üretebilecek bir konumda olup olmadığı sorusu gündeme getirilebilir.
Ne yazık ki, veriler karamsar bir cevap sunar. Dindarlık, öncelikle dinden gelen sosyal kaynaklar nedeniyle hayatta algılanan anlamla ilişkilendirildiyse, o zaman dini olanlara adım atmak için yeni sosyal örgütlenme biçimleri geliştirilebilir. Aslında, bu amaç göz önünde bulundurularak bir dizi ‘ateist kiliseler’ kurulmuştur. Bu tür toplulukların üyeleri için çok faydalı olması muhtemeldir. Yine de araştırmamız, bu seküler ikamelerin, dini inançtan daha güçsüz anlam kaynakları olacağını, çünkü kozmik öneme sahip algıları desteklemelerinin muhtemel olmadığını öne sürer.
Dini inançları benimsemeden kozmik bir anlam duygusu geliştirmek mümkün müdür? Biri bilime katkıda bulunabilir yani evreni anlamaya çalışabilir veya Dünya’yı iklim krizinden ya da diğer küresel tehditlerden korumak için çalışabilir. Bunlar, kişinin yaşamıyla ilgili çok önemli ve iyi şeylerdir. Yine de bu tür çabaların etkileri gezegenimizin nispeten mütevazi ölçeğiyle sınırlıdır ki bu da yine genel olarak kozmosun çok küçük bir parçasıdır. Ayrıca, kişinin çabaları başarılı olsa bile, bu dünyevi önem kaynakları muhtemelen muazzam miktarda sıkı çalışma, özveri ve herkesin erişemeyeceği fırsatlar gerektirecektir. Dolayısıyla din, hayatta algılanan anlamın eşsiz bir kaynağı olabilir.
Dindar değilseniz, “Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur” diye yazan Karl Marx’ın tarafını tutabilirsiniz. Yani, dinin pozitif yanılsamaları teşvik ederek hayatı anlamlı kıldığını düşünebilirsiniz; o teselli edicidir, ancak bir hayalden başka bir şey değildir. Öte yandan, eğer dindarsanız, bu araştırmayı inancın önemini, hayatı yaşamaya değer kılmakta oynadığı ayırt edici ve belki de yeri doldurulamaz rolü göstermek için alabilirsiniz.
Her halükarda, bu araştırmanın açık bir sonucu, bir kişinin yaşamının anlamlı olduğu duygusunun, kendi önemine ilişkin algılarına bağlı olduğudur. Ancak bir kişi çeşitli şekillerde önemli olabilir. Bu nedenle, daha anlamlı yaşamlar sürmeye çalışanlar, önemli olabilecekleri yollar arasa iyi olur. Bu, diğer bireyler, topluluklar için veya belki de evrenin büyük şemasında önemli olmak anlamına gelebilir.
Michael M. Prinzing – “Religion gives life meaning. Can anything else take its place?“, (Erişim Tarihi: 23.06.2022)
Çevirmen: Ecem Kalkan
Çeviri Editörü: Musa Yanık
Açıklama olmadan anlam olmaz, bilim olmadan açıklama olmaz. Anlamı sadece dinden ibaret görmek, bilimden kopuk bir anlam arayışıdır ki bu bir aldanmadır.