Felsefe Röportajları #10 Huzeyfe Demirtaş

/
1586 Okunma
Okunma süresi: 19 Dakika

Taner Beyter (TB): Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler; kendiniz ve ilgi alanlarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Huzeyfe Demirtaş (HD): Teklifiniz için ben teşekkür ederim, çok sağolun.

Amerika’da Syracuse Üniversitesi felsefe bölümünde hem doktoramı tamamlamaya çalışıyorum hem de ders veriyorum. Asıl alanım ahlak felsefesi, yan alanlarım da epistemoloji, metafizik, klasik dönem İslam felsefesi, ve siyaset felsefesi.

Doktora tezim sorumluluk konusu üzerine. Sorumluluk kavramının farklı anlamları var tabii. Birincisi, ahlaki görev manası. “Ebeyveynler çocuklarına karşı sorumludur,” “Yardıma muhtaç insanlara yardım etme sorumluluğumuz vardır,” ifadelerinde olduğu gibi. İkincisi, nedensel sorumluluk manası. “Murat’ın attığı taş cami kırdı” ifadesinde camın kırılmasının nedensel sorumlusu Murat. Dikkat ederseniz herhangi bir ahlaki değerlendirme söz konusu değil burada. Sırf nedensel sorumluluktan bahsediyoruz. Şu ifadeyi düşünün mesela: “Şimşek yangın çıkardı.” Yangının nedensel sorumlusu şimşek, ama şimşeğe dair herhangi bir ahlaki değerlendirme yapmıyoruz. Üçüncüsü, bir eylemden dolayı ahlaki sorumluluk manası—eylemden dolayı suçluluk, suçsuzluk, veya eylemin övgüye veya yergiye değer oluşu. Taşı atan Murat küçük bir çocuksa veya bir deliyse Murat bu son manasıyla eyleminden sorumlu değildir—her ne kadar Murat’ın eylemi nedensel olarak camın kırılmasından sorumlu olsa bile. Çünkü çocukların veya delilerin bu manada sorumluğu olmaz.

Doktora tezim bu son manadaki sorumluluğun zemini üzerine. İnsanı sorumlu yapacak niteliklerin, yanı sorumluluk zemininin, insanın sadece dahili (içsel, internal) nitelikleri olduğunu savunuyorum. Bu manada bir tür ‘sorumlulukta içsellik’ (responsibility internalism) teorisi savunuyor ve geliştiriyorum. 

Bunun dışında ahlaki şans (moral luck), kollektif fayda/zarar problemi (‘collective harm,’ ‘causal impotence,’ ‘the problem of inconsequentialism’ gibi adlarla da anılıyor), nedensellik ve nedenselliğin dereceleri gibi konularda da çalışmalarım devam ediyor.


(TB): Bildiğiniz gibi ülkemizde 80 civarında felsefe bölümü mevcut, ortaya konulan işlere baktığımızda akademik anlamda Türkiye’de felsefenin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bizden filozof çıkar mı, çıktı mı?

(HD): İkinci sorudan başlayalım isterseniz, sonrasında ilk soruya da bağlarız konuyu.

Zannediyorum ‘biz’den kasıt özelde bugünü ve tarihiyle Türkiye, ve genelde müslüman coğrafya. ‘Filozof’tan ilk akla gelen manasıyla kasıt Platon, Aristoteles, Farabi, İbni Sina, Descartes, Leibniz gibi büyük filozoflar olabilir. İkinci olarak da ciddi argümanlar üretebilecek, kendi felsefi sistemlerini oluşturabilecek, veya felsefede etkili ve kalıcı eserler bırakabilecek felsefeciler kast olunabilir.

Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Tufeyl, İbni Haldun gibi isimler hem bizden hem de büyük filozoflar. Bunlar tabii (İbni Haldun hariç) klasik dönem İslam felsefesine ait isimler. Bir zamanlar entellektüel camiamızda akçeydi, hala öyle mi bilemiyorum; klasik dönemden, özellikle Gazali’den sonra İslam dünyasında felsefe bitti derlerdi. Tabii bu pek hesabı verilmiş bir iddia olmadı maalesef. Bu iddianın ispatı Gazali’den sonraki dönemde ne olup bittiğini arıştırmakla olur ancak ama pek kimse bu dönemde ne olup bittiğinden haberdar değildi. Hala daha pek değiliz. Yıllar evvel Dücane Cündioğlu bu iddianın hem yanlış olduğunu, hem de aksine klasik dönemin çocukluk dönemi olduğunu, daha sonrasında İslam felsefesinin gelişip olgunlaştığını bir çok mecrada dile getirmişti. Ahmed Abdülmecid (Ahmed El-Sayed Abdel Meguid) hocayla bir kaç yıl önce kendisi hala Syracuse Üniversitesi’nde ders verirken bu mevzuda konuşmuştuk. O da klasik dönem sonrası İslam felsefesi ve Osmanlı dönemi felsefesi hakkında aynı şeyi söylüyordu. Kendsinin bu sonraki dönem filozofları üzerine yayınladığı, yayına hazırladığı çalışmaları da mevcut. Nihayetinde klasik sonrası dönemde de bizden büyük filozoflar çıktı ama bu dönem bizim için hala büyük oranda bir bilinmez. Klasik dönem de biraz öyle gerçi.

Daha yakın döneme geldiğimizde durum çok da iç açıcı değil maalesef. Felsefecilerimiz arasında değerli ve kalıcı eserler bırakmış olanlar, bırakabilecek olanlar var. Hatta hali hazırda yaşayanlar arasında gelecekte büyük isimler arasında zikredilebilecek potansiyele sahip olanlar olduğunu da düşünüyorum. Ama bunlar hem istisna ve hem de kimisi felsefe camiamız sayesinde değil ona rağmen önemli işler çıkaran, çıkarmaya çalışan isimler. Bu manada ülkemizdeki akademik felsefenin sorunları arasında üç tanesine özellikle dikkat çekmek isterim.

Birincisi, felsefe yapmanın çoğunlukla felsefe tarihi veya diğer filozofları çalışmaya indirgeniyor olması. Yanlış anlaşılmasın—felsefe tarihi çalışmanın faydasız olduğunu söylemiyorum. Akademik felsefenin felsefe tarihiyle veya başka filozoflarla irtibat kurmaya indirgenmesi sorunlu. Kurulan irtibat da çoğunluk ciddi manada felsefesi irtibat değil—ki asıl orası zaten büsbütün sıkıntılı. Bir tarihçi, bir edebiyatçı gibi irtibat kuruluyor.

İkincisi, ideolojik, mezhepsel, meşrepsel, vs. takıntılar ve dolayısıyla karşı fikre tahammülsüzlük. Gerçi bu sadece felsefecilerimzin değil genel anlamda akademisyenlerimizin bir sorunu. Bu takıntılar açık fikirliliğin önünde bir engel. Açık fikirliliğin olmadığı ortamda da entellektüel olgunluk, üretkenlik olmuyor maalesef. Tabii birinci sorun ikincisini de ciddi anlamda besliyor—felsefe yapmak başka bir filozofu çalışmaya indirgenince o çalışılan filozof felsefenin mihenk taşı oluveriyor.

Üçüncüsü, akademik kültürümüzün ahlaken çok sıkıntılı yanları. Liyakatsızlık bunların başında geliyor. Öte yandan hocaların yüksek lisans, doktora öğrencilerini sekreterleri gibi kullanmaları, onların çalışmalarına hemen hiç katkı yapmadan—en hafif tabirle—ortak olmaları (ki katkı yapıyor olsalar bile bu ahlaken su götürür) gibi neredeyse akademik kültürümüzün olağan bir parçası haline gelmiş garabetlikler. Takdir edersiniz ki bunlar yeni nesilden gelip değerli şeyler üretebilecek potansiyelde olan felsefeye meraklı bir çok zihni köreltiyor, genç felsefecileri küstürüyor. Değerli dostum Mehmet Berk bunun örneklerinden biri. Mersin Üniversitesi’nde yüksek lisansını bitirdikten sonra doktoraya başlayacakken bahsi geçen sorunlardan dolayı akademiden ayrıldı. Felsefeyi bırakmadı gerçi, bırakmaz da, ama akademiden ayrılmış olması bizim için bir kayıp. Bütün olanlara rağmen ben hala akademiye döneceğini umut etmek istiyorum gerçi.

Soruya tekrar dönecek olursak şimdi—bizden filozof çıktı mı? Çıktı, hem de çok. Çıkar mı yine? Çıkar, ama zor. İstisnalardan, halihazırdaki koşullara rağmen bir şeyler üretemeyi başarabilenlerden daha fazlasını istiyorsak öncelikle halletmemiz gereken çok sorunumuz var. Bu sorunlar bir günde, bir yılda, bir kaç kişiyle, bir kaç düzenlemeyle, bir hamlede, bir hükümetle, vs. çözülebilecek sorunlar da değil. Fareye “bak şurada peynir var” demişler. “Hem peynir büyük, hem yol çok kısa” demiş, “bu işte bir iş var.” Bu işin kısa yoldan bir çözümü yok maalesef. On yılları alır, bir iki nesil geçer, sonra belki. Birileri aksini iddia ederse ya ne dediğini bilmiyordur ya da o işte bir iş vardır.


(TB): En çok ilgilendiğiniz alanlarının epistemoloji, metafizik, İslam felsefesi ve ahlak felsefesi olduğunu biliyoruz hocam. Özellikle ahlak felsefesini sizin için daha çekici kılan şeyler nelerdir? Bu alanla ilgilenmek isteyen genç felsefecilere neler önerirsiniz?

(HD): Doktoraya başladığım ilk yıla kadar ahlak felsefesi benim için en fazla bir yan alan alandı açıkçası. Ahlak felsefesi doğası gereği pratik alandaki birçok ihtilaflı, hassas konuyu ele alıyor. Zannediyorum biraz da çekiniyor, uzak durmaya çalışıyordum bu konulardan. Doktora programımın ilk yılı ikinci dönem bir ahlak felsefesi semineri aldım. Değerli hocam Hille Paakkunainen veriyordu dersi. Çok iyi bir felsefeci, aynı zamanda çok iyi bir öğretmen ve harikulade bir insan. Seminer için birbirinden ilginç makalelerle dolu şahane bir okuma listesi çıkarmıştı, dersi de çok güzel işliyordu. Seminer sonrasında herşey değişmişti—ahlak felsefesi çalışıyordum artık.

Ahlak felsefesini ilginç kılan şeyleri zannediyorum en iyi ele aldığı sorular özetler. Her hangi bir eylem ahlaken doğru mudur yanlış midir, doğruysa neden doğrudur, yanlışsa neden yanlış? Bir eylemi ahlaken doğru veya yanlış yapabilecek şey (veya şeyler) nedir? Bu şey (ya da kabaca ahlağın kendisi) insan zihninin bir ürünü müdür yoksa zihinden bağımsız gerçekliğin bir parçası mıdır? Bu sorulara verilecek cevaplara delil teşkil edecek şeyler nelerdir; bir eylemin ahlaki olup olmadığnın bilgisine nasıl ulaşıyoruz? Ve belki en genel anlamda: Ne yapmalı? Nasıl yaşamalı?

İnsanımızın bu konularda konuşmaya, tartışmaya meraklı olduğu açık—hem haddi zatında hem de bu konuların siyasi, dini, ideolojik bağlamlarında. O yüzden bu sorularla sahici bir biçimde yüzleşmek isteyenlere ahlak felsefesi çalışmalarını öneririm tabii ki. Yalnız, az evvel de dediğim gibi, ahlak felsefesi birçok hassas konu üzerinde sonuçları olan bir alan. Kadın hakları, bireysel özgürlükler, kürtaj, miras, cinsel ahlak, hayvanların ahlaki statüsü, adalet, ekonomik düzen gibi konuları düşünün. Bu konularda hemen herkesin bir fikri var. Ama hangi mezhepten, meşrebten, siyasi veya ideolojik kamptan olduğunuz fark etmez, ahlak felsefesi çalışacaksanız bu fikirlerinizin çoğunluk yarım yamalak, rasyonel olarak desteklenmesi güç, veya yanlış olduğu ihtimalini ciddi bir biçimde göz önünde bulundurmanız lazım. Hatta bana sorarsanız bu alelade bir ‘ihtimal’den çok daha fazlası: ortada birbiriyle tutarsız fikirler varsa bunların ya hepsi yanlıştır ya da en fazla bir tanesi doğrudur, başka seçenek yok. Bu demektir ki süreç biraz sancılı bir süreç olacaktır. Ama tabii samimi yüzleşmelerin başka türlü olması pek beklenemez.

Belki biraz daha genel manada son bir şey daha ekleyeyim. Bu mevzu bahis sorularla yüzleşmek oturup direk ahlak felsefesine başlamakla olmaz maalesef. Genel bir felsefi altyapı olmadan herhangi bir felsefi alt disiplindeki sorunlara dalmak sağlıklı sonuçlar vermez. Özellikle mantık, epistemoloji, metafizik, ve dil felsefesi alanlarında sağlam bir altyapı zaruri. Hatta en azından mantık ve epistemoloji altyapısı tüm entellektüel uğraşlar için bir zaruret bence.


(TB): Hayvanların ahlaki statüsüne dair Peter Singer’ın fikirleriyle tekrar canlanan Faydacılık ve Regan ile Korsgaard’ın fikirleriyle çerçevesinin genişlediğini söyleyebileceğimiz Kantçı etik gibi görüşlerden hangisi size daha makul geliyor? Her yaklaşımın belirli türden eksiklikleri var gibi görünüyor. Özellikle hissedebilen canlıların kendi yaşamlarının özneleri olduğu ve acı ile hazdan etkilenebildikleri gibi görüşler bize makul bir etik çerçeve sunmak için yeterli midir?

(HD): Singer ve Regan hem teorik hem de pratik çalışmalarıyla hayvanların durumunun iyileştirilmesi ve bu konuda bir farkındalık oluşturulması noktalarında çok iyi işler başardılar hiç şüphesiz. Bu konuda takdiri hak ediyorlar.

Bununla birlikte insanların veya hayvanların ahlaki statüsünün zemini nedir sorusunun (‘hissedebilen olmak’ veya ‘kendi yaşamının öznesi olmak’ gibi) tek bir öğeye indirilebilecek bir cevabı olduğunu düşünmüyorum maalesef. Bu konuyu bir düşünce deneyi üzerinden biraz daha açayım isterseniz.

Farz edelim ki hayati bir tehlikedesiniz ve kurtulmak için iki şansınız var: ya bir koyunu öldürmeniz lazım, ya da (kimi kimsesi olmayan) yetişkin masum bir insanı. Hangisini yaparsanız daha kötü bir şey yapmış olursunuz? Kendi hayatınızı kurtarmak için bir masum insanı öldürebileceğinizi, bunun ahlaken doğru olacağını düşünmek çok zor. Denilebilir ki kendinizi, yani bir insanı, kurtarmak için bir koyunu öldürmeniz de ahlaken doğru değil. Bunu savunmak biraz güç. Diyelim ki savundunuz, “Hangisini yaparsanız daha kötü bir şey yapmış olursunuz?” sorusunu henüz cevaplamadınız. Kendi hayatınızı kurtarmak için bir koyunu öldürmekle masum bir insanı öldürmek arasında ahlaken hiç bir fark yoktur tezini kabul edebilir miyiz? Bunu savunmak çok daha güç. Pek makul durmuyor.

Henüz detaylarına inmediğimiz bir çok nokta var tabii ki (törpülenmesi gereken yerler, itirazlar, cevaplar, vs.) ama lafı çok uzatmadan sadede geleyim. Bu düşünce deneyinde görülen o ki, kabaca, insanların ahlaki statüsü hayvanların ahlaki statüsünden daha ağır basıyor. İnsanların ahlaki statüsünü böyle ağır bastıran şey biyolojik olarak insan olmaları, yani homo sapien türüne ait olmaları değil elbette ki. Düşünce deneyimizdeki masum yetişkin insan yerine Superman veya Yüzüklerin Efendisi hikayesindeki karakterlerden bir Hobbit olsaydı tüm söylediklerimizi aynen tekrarlayabilirdik. Öyleyse peki insanların ahlaki statüsünü hayvanlara nisbeten ağır bastıran şey ne? Bu biraz zor bir soru. Belki ‘rasyonel varlık’ oluşumuzla, veya ‘kişi’ (person) oluşumuzla alakalı olabilir. Dikkat edin Superman veya bir Hobbit birer insan değiller, ama ikisi de birer ‘kişi’ ve ikisi de aklı olan varlıklar. (Genel okuyucu için şunu da ekleyeyim, bu karakterlerin hayali karakterler olmasına takılmayın. Çıkarımlamaya çalıştığımız şeyler bağlamında bunun bir mahzuru yok. Düşünce deneyimizdeki hikayenin kendisi de hayal ürünü.)

Tabii ‘rasyonel varlık olmak’ veya ‘kişi olmak’ özelliği ahlaki statü için önemlidir dediğimizde bir kısım problemlere de karşılaşıyoruz, bunu yadsıyamayız. Bu tezin törpülencek çok tarafı var henüz. Ama bu tezden şu sonuç çıkmaz: sırf (acı veya haz) hissedebiliyor olmak ahlaki statü için hiç önemli değildir. Birinin zevk olsun diye bir koyuna işkence ettiğini düşünün. Burada bir ahlaki sorun olmadığını, veya buradaki ahlaki sorunun o koyuna verilen zararla, acıyla, hiç alakası olmadığını düşünmek pek makul değil. Buradan anlıyoruz ki ‘kişi’ olmasa da, ‘akıllı’ olmasa da bir varlık sırf (acı veya haz) hissedebilen bir varlık olması sebebiyle ahlaki statüye sahip olur.

Şimdiye kadar ki söylediklerimizden şu çıkar: kabaca, ahlaki statünün zemini tek bir öğeye indirilemez—en temelde birbirinden farklı ve birbirlerine indirgenemeyecek öğeler olmalı. (Dikkat ederseniz henüz ağaç, nehir, dağ gibi nesnelerin ahlaki statüsü var mı, varsa zemini nedir, sorularını konuşmadık bile.) Şu çıkmaz: et veya diğer hayvani ürünleri tüketmekte hiç bir zaman ahlaki bir sorun yoktur. Çıkmaz çünkü henüz insanların ahlaki statüsü hayvanların ahlaki statüsünden ‘ne kadar ağır’, ‘her koşulda mı ağır’ gibi soruların cevabını vermedik. Bu soruların cevabını vermediğimiz için et veya diğer hayvani ürünleri tüketmek hiç bir zaman ahlaken doğru değildir de diyemiyoruz henüz. Ama en azından şöyle bir sonuç çıkar. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki endüstriyel hayvancılıkta hayvanlara reva görülenler ahlaken çok sıkıntılı, hem de çok.


(TB): Nedensellik gibi metafizik alanındaki en temel konulardan biriyle ilgilenme sebebiniz nedir? Nedensellik konusunda çağdaş felsefenin Hume’cu fikirleri aşabildiğini söylemek mümkün mü?

(HD): Doktora tezimin ilk bir kaç bölümünde ahlaki sorumluluk ile nedensel sorumluluk arasındaki ilişkiyi irdeliyorum. Mesela eylemlerimizin nedensel sonuçları ahlaki sorumluluğumuzu artırır mı artırmaz mı? Diyelim ki bir taş atıp birinin kafasını kırdınız. İkinci bir şahıs da başka birinin kafasını kırmak için bir taş attı ama ıskaladı. İkinizin sorumluluk, yani suçluluk derecesi arasında bir fark mı var?

Bu soruları irdelerken özellikle nedenselliğin dereceleri sorununa eğilmem gerekti ve literatürde iki sorun fark ettim. Birincisi, çoğu felsefeci nedenselliğin derecesi diye bir şey olmaz diye itiraz ediyordu, azınlık bir kısım ise vardır diyordu, ama nihayet ‘nedenselliğin dereceleri’nden kastın ne olduğu açık değildi. İkincisi, nedenselliğin dereceleri olduğunu kabul eden felsefeciler bu tez için ne argüman sunuyorlardı ne de bu teze gelen itirazlara cevap veriyorlardı. Yazdığım bir makalede hem nedenselliğin dereceleri kavramını açıklığa kavuşturmaya çalıştım hem de literatürde bir ilk olarak açık açık nedenselliğin dereceleri vardır tezini savundum. Makalem (‘Causation Comes in Degrees’) yakında yayınlanıyor Synthese dergisinde.

Hume’a gelince—hem kendisinin nedensellik teorisinin, hem de bu teoriden hareketle geliştirilen teorilerin (regularity theories of causation) çok büyük açmazları var. Bu teorilerin pek taraftarı da yok artık açıkçası, ve bence haklı olarak öyle. Hume çok parlak bir zeka şüphesiz, ama biraz fazla abartılan bir isim. Hatta büyük filozoflar arasında en fazla abartılanın Hume olduğunu düşünüyorum. Doktoradan arkadaşım, değerli dostum Ben Cook ile bu konuda hemen hemen aynı fikirdeyiz. Kendisinin Amerikan Felsefe Derneği’ne verdiği röportajda Hume’a dair söylediklerinin bir kısmını çevirip aktarıyorum:

Bazı felsefecilerin hala lakaydi bir biçimde şu veya bu önermeyi (örneğin ‘nedensellik tecrübe ettiğimiz bir şey değildir,’ ‘tüme varım temelden problemlidir,’ ‘mucizelere inanmak hiç bir zaman rasyonel değildir,’ vs.) Hume zaten bize ‘gösterdi’ demelerini hayret verici buluyorum. Bu önermeleri hiç de öyle kanıtlamış olmaması bir yana, bize gösterdiği şey sadece bu önermelerin (benim gördüğüm kadarıyla) artık pek kimsenin ciddiye almadığı bir epistemoloji ve algı teorisinin mantıkı sonuçları olduğu.”


(TB): Sormadan edemeyeceğiz hocam çağdaş felsefenin birçok problemi olduğu dillendiriliyor. Kimileri felsefe ile bilim ilişkisi kimileri felsefenin akademiye sıkışması kimileriyse postmodern bir buhrandan söz ediyor? Çağdaş felsefenin mevcut durumu ve yönü hakkında ne düşüyorsunuz?

(HD): Felsefe her daim kendisiyle de başı belada olan ender disiplinlerden biri, belki de tek disiplin. Bir yandan ahlak, Tanrı, özgür irade, zaman, bilgi, bilinç, nedensellik, vs. ile ilgili sorularla uğraşırken bir yandan da bu uğraşının kendisinin veya bu uğraşının farklı tarzlarının değeri ile ilgili sorularla da uğraşıyor.

Bu son manadaki sorular bağlamında şu sıralar en çok gündeme gelen sorulardan biri felsefede bir ilerleme olup olmadığı sorusu. ‘İlerleme’den kasıt çoğunluk doğa bilimlerindeki gibi bir ilerleme. Doğa bilimlerinde ele alılan sorular üzerinde genelde zaman geçtikçe bilim insanları arasında üç aşağı beş yukarı bir konsensüs oluşur ve başka sorulara geçilir. Felsefede ise ele alınan soruların bir çoğu en eski zamanlardan beri ele alınan sorular ve bu soruların cevapları üzerine felsefeciler arasında pek bir konsensüs oluşmaz. Oluşan konsensüsler de genelde hem zaman hem mekan olarak lokal kalır ve sınırlı sayıda sorular üzerinedir. Mesela 19. yy. İngiltere’sinde felsefecilerin çoğu idealist felsefenin doğru olduğunu düşünüyorlardı. Bugün idealist felsefe felsefeciler arasında bir azınlık görüşü. Bu konsensüs eksikliği felsefenin ele aldığı soruları cevaplamakta yetersiz olduğuna dair bir işaret olarak görülebiliyor. Öyeli mi peki? Orası tartışılır. Bu konuda önemli bulduğum bir kaç noktaya değinebilirim.

Birincisi, bir fikir üzerinde konsensus varlığı o fikrin doğruluğuna işaret edebilir, bunu yadsımamak lazım. Ama konsensüs varlığı bir fikrin doğru olduğunu düşünmek için ne zaruridir ne de her zaman tek başına yeterli. Galileo dünya güneşin etrafında dönüyor dediğinde bu konudaki konsensüs aksi yöndeydi ama onun kendi fikrinin doğruluğunu düşünmek için çok iyi sebepleri vardı, ve kendisi haklı da çıktı.

İkincisi, bazı felsefefi alt disiplinler zaman ilerledikçe doğa bilimlerinin (veya empirik bilimlerin) alt disiplinleri haline gelirler. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi bilimler uzun zaman felsefenin alt disiplinleriydiler. Geçen yüz yıla kadar psikoloji de öyleydi.

Üçüncüsü, felsefenin ele aldığı sorular her nesilde yeniden sorulan, yüzleşilmesi gereken sorular. Bugün tutup “Kaç bin yıldır felsefe özgür irade var mı yok mu konusunda bir konsensüse ulaşamadı, bırakalım artık bu soruyu” desek bir sonraki nesilde kimsenin özgür irade var mı yok mu diye sormayacağını düşünmek çocukça olur.

Dördüncüsü, doğru cevaplara ulaşmak felsefenin öncelikli amaçlarından biri olmakla birlikte tek amacı değildir. Dolayısıyla felsefenin değeri bir tek bize ulaştırdığı cevaplara endeksli değildir. Çoğu zaman cevaplar kadar ‘soru’lar da önemlidir, ve ‘anlama’ cevapların varlığını gerektirmez. Ciddi sorular üzerine doğru bir biçimde düşünebilirsek bu bize o soruların ele aldığı konularda çok şey öğretir. Özgür irade sorununu düşünün. Çoğunluk determinizm, yani kabaca olan herşeyin (çok) evvelki olaylar tarafından zorunlu kılındığı düşüncesi doğruysa özgür irade olamaz gibi düşünülür ilkin, ve bu nihayetinde doğru da olabilir. Ama irdelemeye devam edince görüyoruz ki determinizmin özgür iradeyle uyumlu olma ihtimali de var (bk. bağdaşırcılık, compatibilism). Sonra yine fark ediyoruz ki determinizmin yanlış olması direk özgür irademizin olduğu anlamına gelmiyor, bilakis determinizm yanlışsa özgür iradenin varlığına dair cevaplamamız gereken yeni sorunlar çıkıyor (bk. şans problemi, the luck problem). Yine çoğunluk bir eylemi yapıp yapmamaya karar vereceğimiz zaman önümüzde sahiden birden fazla seçenek yoksa özgür irademiz, ve dolayısıyla da eylemlerimizden sorumluluğumuz olamaz gibi düşünülür ilkin, ama sonra görüyoruz ki bu düşünce muhtemelen yanlış (bk. Frankfurt cases). Nihayetinde özgür irade var mı yok mu sorusunun cevabına net bir şekilde varmadan bile bu düşünme süreciyle özgür irade kavramını çok daha iyi anlar hale geliyoruz.

Beşincisi, ve son olarak, felsefenin ele aldığı sorunları, veya en azından bu soruların bir kısmını, tek başına çözemeyebileceği ‘ihtimali’ni bir kenara atmamakta fayda var. Felsefe bundan gocunmaz, gocunmamalı. Tam aksine bu tutum felsefi olgunluğun, epistemik tevazunun, açık fikirliliğin bir gereği gibi duruyor.


(TB): Öncül Analitik Felsefe Dergisi olarak çalışmalarınızı bir süredir yakından takip ediyoruz ve dergimiz hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyoruz açıkçası. Bize yönelik eleştiri ve tavsiyeleriniz nelerdir?

(HD): Ülkemizde analitik felsefe geleneğinin zayıflığı büyük bir eksiklik. Bu yaraya merhem olmaya çalıştığınız için teşekkürler. Siz ve ekibiniz büyük bir takdiri hak ediyorsunuz. Tavsiye demiyorum ama iki konuyla ilgili temennilerimden bahsedeyim isterseniz.

Birincisi, devamlılık. Ülkemizde gerek devlet kurumlarında olsun, gerek özel teşebbüslerde, üniversitelerde olsun, gerek sosyal hayatta, sivil teşebbüslerde olsun bir şeyleri uzun süre devam ettirememe, devamlılığın değerinin farkına pek varamama gibi bir hastalık var. Öncül Analitik Felsefe Dergisi olarak yaptığınız şey değerli olduğu için devamlı olmasını isterim. Hiç şüphesiz devamlılık zor iş. Umarım bir yolunu bulup çalışmalarınızı uzun yıllar devam ettirebilirsiniz.

İknicisi, ifade özgürlüğü. Hem ülkemizde hem de dünya genelinde maalesef ifade özgürlüğü artarak daha fazla baskı altına giriyor son yıllarda. İfade özgürlüğünü ihlale yeterli görülecek sepebler listesi günbegün büyüyor. Asıl sorun da şu ki bu sebepeler çoğunlukla rastgele, desteksiz, ve tutarsız. Dergi olarak çalışmalarınızda ifade özgürlüğünün değerine yakışır bir tutum sergilemenizi, bu tutumdan elinizden geldiğince taviz vermemenizi temenni ederim.

İfade özgürlüğü noktasında J. S. Mill’i hatırlayalım: Bir ifade doğruysa susturulmamalı çünkü bize yanlışlarımızdan dönme fırsatı verir; yanlışsa yine susturulmamalı çünkü yanlışın doğruyla çatışması doğruyu daha net görmemize ve doğruya dogmatik olarak değil delilleriyle birlikte tutunmamıza fırsat verir. Tabii işler bundan biraz daha karmaşık—hep öyledir çünkü. Fikirler, ifadeler sadece doğru veya yanlış değil inciten veya incitmeyen, üzen veya sevindiren vesair de olabiliyorlar. Peki bir fikrin sizi üzüyor, incitiyor, sinirlendiriyor olması yanlışlarınızdan dönme, doğruyu daha net görme, ve doğruya dogmatik olarak değil bilerek tutunma fırsatlarından daha mı önemli? Pek sanmam. Aksini düşünüyorsanız büyük ihtimal daha çok üzülür, incinir, sinirlenirsiniz.  

Not: Huzeyfe Demirtaş hocamızın çalışmalarına daha yakından bakmak için: https://www.huzeyfedemirtas.com/#research

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Hayatın Anlamı: Çağdaş Analitik Felsefe Yaklaşımları – Joshua Seachris (Internet Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Et Yiyenler Veganlık Hakkında Aslında Ne Düşünüyor: Yeni Araştırma! – Chris Bryant

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü