Hume Nasıl Darwin’i Önceledi? – Julian Baggini

//
656 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Çoğu kişinin, hala, Darwin’in evrim teorisinin, fikirlerin evrimsel bir meyvesi olmaktan ziyade aniden ve birdenbire ortaya çıkan bir şey olduğuna inanması büyük bir ironidir. Darwin bazı önemli eksik parçaları keşfedip yapbozu bir araya getirmiştir evet, fakat eksik parçalardan bir çoğu zaten yıllar önce keşfedilmişti.

Bahsettiğimiz bu eksik parçaları bulanların çoğu, Darwin’den bağımsız bir şekilde, kendi doğal seçilim yoluyla evrim teorisi anlayışlarını geliştiren Charles Lyell, William Herbert, William Charles Wells ve elbette Alfred Russel Wallace gibi 19. yüzyıl bilim insanlarıydı. Fakat bu isimler arasında yer alan birinin farklı bir hikayesi vardı. 18. yüzyıl İskoç Aydınlanma’sı filozofu David Hume, evrim teorisi ile o kadar muhteşem bir şekilde örtüşen fikirlere sahipti ki; şimdilerde onu okurken evrim hakkında hiçbir fikri olmadığını görmek epey ilginç bir durum.

Bu durum en çok da Hume’un, evrim teorisi dahi ortaya çıkmadan önce, şimdilerde evrimsel psikoloji dediğimiz şeye dair yazılarında kendini gösteriyor. Henüz Darwin’in o spesifik kavrayışı ortada yokken; Hume, insanlık tarihi boyunca bütünüyle biyolojik ve toplumsal koşullarımızdan kaynaklanan belli türden ihtiyaçlara cevap olarak belli türden düşünce ilkelerinin geliştiğine dair bir anlayışa sahipti.

Örnek olarak epey dikkat çekici bir pasajda, güzellik ideallerimizin, şimdiki evrimsel terimlerle, şimdilerde hayatta kalmaya uyumlu olmak dediğimiz şey ile bağlantılı olduğunu öne sürüyordu:

Açıktır ki, diğer hayvanlarda da olduğu gibi insanların güzelliğinin önemli bir parçası; deneyimlerimize direnç ve çeviklik katmada ve canlıyı herhangi bir eylem veya davranış için daha becerikli hale getirmede gördüğümüz gibi, grubun üyelerinin böylesi bir adaptasyonundan kaynaklanır. Geniş omuzlar, küçük karın, güçlü eklemler, uzun-ince bacaklar; tüm bunlar doğal olarak sempati duyduğumuz avantajlar olan güç ve canlılık belirtileri olduğu için bizim türümüzde güzeldir. Onları görenlere, onlara sahip olanlarda ortaya çıkardığı tatmin ve memnuniyetin bir kısmını aktarırlar.

Doğa tarihimiz, son yıllarda popüler hale gelen bir başka fikir olan ahlaki normların ortaya çıkışını dahi açıklamaktadır. Belki de bunun en açık örneği, hafifmeşrepliğin (veya çok cinsel ilişkiye girmenin) niçin erkeklere nazaran kadınlarda daha ayıp ve kınanabilir olduğuna dair geliştirdiği açıklamadır. Hume, günümüzde birçok evrimsel psikologun kullandığı bir argümanın farklı bir versiyonunu sunmaktadır. Hume şöylesi bir gözlemle yola koyulmaktadır;

Erkekler, çocukların gerçekten de kendi çocukları olduğuna ikna edilmek aracılığıyla, çocuklarının bakımı ve eğitimi için daha çok emek vermeye teşvik edilir. Ve böylece de, erkeklere biraz daha teminat olması adına bu akıllıca ve zorunluydu.

Hume’un titizlikle izah ettiği gibi;

İnsan vücudunun mevcut yapısını incelersek, bu teminatı (Ç.N.: çocuk kime ait benim mi?) elde etmenin bizim için oldukça güç olduğunu görürüz.

Bu teminatı elde etmek adına geliştirilen en etkili yol; toplumun aldatmayı (Ç.N.: veya zinayı, başkasından çocuk yapmayı) ayıplamasını/kınamasını kadınların içselleştirmesiydi.

İşte tam da bu sebepten ötürü, kadın cinsiyetine özgü bir kısıtlama getirmek için, yalnızca haksızlıktan doğan şeyin de ötesinde, onların sadakatsizliğine/aldatmasına özel bir utanç katmalı ve iffetlerine de aynı orantıda övgüler vermeliydik.

Hume, doğurganlık çağındaki evli kadınlar için bekaret/namus normlarının kullanışlılığının, yaygın bir kural oluşturduğuna inanıyordu;

Bu bizi, orijinal ilkenin de ötesine taşıyarak, erken bebeklik döneminden aşırı yaşlılığa ve engellilik durumuna kadar, utanç ve haya kavramlarını tüm cinsiyete yaymamızı sağlar.

Hume’un Darwin’i öncelediği (ve Darwin ile uyumlu olan) bir başka şey ise, insanlar ile diğer hayvanlar arasında yapılan keskin ayrımları reddetmesiydi. Çağına göre oldukça ilginç bir biçimde şunu iddia ediyordu;

Hiçbir gerçek bana, insanların yanı sıra hayvanlara da düşünce ve mantık bahşedildiğinden (buna sahip olduklarından) daha açık görünmüyor.

David Hume (1711-1776)

Eğer bu pek açık görünmüyorsa, bunun sebebi muhtemelen hayvanların mantıklı argümanlar oluşturmadıklarından oldukça emin olmamızdır. Fakat bu önemli bir noktayı kaçırıyor. Hume, hayvanlarında akıl yürüttüğünü söylerken onları yüksek düzey bir felsefi standarda çekmiyor, fakat çoğu insan muhakemesinin seviyesini aşağı çekiyor. Yani Hume’a göre, hayvanlar düşündüğümüzden çok daha zekidir çünkü insanlar umduğumuz kadar zeki değildir.

Fakat Hume için “akıl yürütmemizin” çoğunun, herhangi bir mantıksal çıkarım olmaksızın geçmiş deneyimlere dayanan varsayımlar yapmaktan biraz fazlası olduğunu unutmamalıyız. Hayvanlar da bunun aynısını yapmaktadır;

İnsanlar gibi hayvanlar da deneyimlerden çok şey öğrenir ve çıkarım yapar; aynı olayların her zaman için aynı nedenlerden kaynaklanacağı sonucuna varırlar.

Hume, hayvanların “bu çıkarımlara akıl yürütmenin rehberlik etmediğini” tamamen kabul ediyor, fakat çocuklar için de böyledir. İnsanların çoğunun gündelik eylemleri ve ulaştıkları sonuçlar da böyle değildir. Yaşamın tüm faal dönemlerinde esasen filozofların kendisi de böyle değildir, tıpkı sıradan yığınlar gibi aynı maksimlerle yönlendirilirler.

Genelde, hayvanların saf bir “içgüdü” ile hareket ettiğine ama insanların böyle yapmadığına inanılsa dahi, Hume için aklın kendisi;

ruhlarımızda bulunan, spesifik durum ve ilişkilere göre bizi belli türden bir düşünce dizgesine taşıyan ve bu dizgeye belirli nitelikler kazandıran muhteşem ve anlaşılmaz bir içgüdüden başka bir şey değildir.

Hume bunların yanı sıra hayvanlara duygular da atfediyor ve “sevgi ile nefret tüm duyarlı yaratılışın tamamında müşterek olarak bulunur” diyor. Darwin’in kendisi de “The Expression of the Emotions in Man and Animals” adlı kitabında geniş ölçüde aynı tema işliyordu. Ayrıca, insanlarda olduğu gibi, bu duygular hayvanlardan diğer hayvana da geçerdi;

Korku, öfke, cesaret ve diğer duygular sıklıkla bir hayvandan diğerine aktarılır; bu tutku (veya hiddete) sebep olan şeye dair herhangi bir bilgileri olmaksızın.

Hume’un insanlıktaki ahlakın temelinin bu türden bir duygudaşlık olduğuna inandığını göz önüne alırsak; onun iddiası, başkalarının duygularını hissetme yetisinin hayvanlara da bir tür ilkel ahlaki duyu verdiğidir.

Bunların yanı sıra, Charles Darwin’in el yazmaları, Hume’un birkaç metnini okuduğunu da göstermektedir. Onun fikirlerininin oluşumuna, bu okumaların katkı sunup sunmadığını bilmiyoruz. Fakat eğer bu okumalar herhangi katkı sunmamış olsa bile, herhalde, Hume’un gözlemleri ve argümanlarının çoğuna katılırdı. Darwin, Hume’un fikirlerinin çoğunu, bu büyük İskoç’un yapabileceğinden çok daha ileriye taşıdı ve onları doğruladı.


Julian Baggini– “How Hume anticipated Darwin” (Erişim Tarihi: 08.05.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Sudur ve Yoktan Yaratma: İki Teoriden Kaynaklanan Felsefi ve Teolojik Sorunlar – Ryan Keating

Sonraki Gönderi

Felsefe Mühim midir? – Walter Sinnott-Armstrong

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü